10. KALP ALEMİ

 

10. KALP ALEMİ

1. GİRİŞ

“Allah’ı bilen, Allah’a yaklaşan, Allah için amel eden, Allah’a doğru sa’yeden ve nihayet Allah katında olanları keşfeden kalptir. Diğer uzuvlar kalbe tabi ve onun hizmetçileridirler. Onlar, kalbin çalıştırdığı âlet ve vâsıtalarıdır. Efendinin hizmetçisini, ustanın aletini çalıştırdığı ve kullandığı gibi, kalp de diğer azaları öyle çalıştırır ve kullanır. Mâsivadan (Allah dışındaki her şey)  tecerrüt eden kalp, Allah katında en makbul bir uzuv olduğu gibi, başka şeylere dalan kalp de o nispette Allah’tan uzak olur. Aranan, muhatap ve mesul tutulan yine kalptir. Mâsivadan temizlendiği zaman, Allah’a yaklaşıp saadete eren ve felah bulan bu kalp olduğu gibi, mâsivayı içine alıp gizlediği zaman da, şekâvete yönelip hüsranda kalan yine bu kalptir. Gerçekte Allah’a itaat eden kalptir. Uzuvlara dağılan ibadetler onun nurlarıdır. Gerçekte Allah’a isyan eden de odur. Uzuvlara sirayet eden kötülükler ise onun eseridir. Onun zulmette veya nurda kalmasını, dışarıdaki iyilik veya kötülüğü gösterir. Çünkü her bardağın içinde ne varsa dışında da o gözükür. Kalp öyle bir varlıktır ki, insan onu bildiği zaman nefsini; nefsini bildiği zaman da Rabbini bilmiş olur. İnsan onu unuttuğu ve bilmediği zaman kendini de bilmez; kendini bilmeyen ise, Rabbini hiç bilemez. Çünkü kendisini bilemeyen, başkasını nasıl bilebilir. İnsanların çoğu ise, nefis ve kalplerinin cahilidirler”  (Gazzâlî, İhyâ, III/9)

2. KAVRAM TAHLİLİ

Kalp, ka-le-be fiilinin masdarıdır. Çoğulu kulûb, eklâb, kılebe ya da eklub olup, (İbn Manzûr, Lisânu’l-arab, Beyrut, 1997, I/687) akıl, merkez, iç, öz, esas, cevher, meselenin ruhu anlamlarını taşır. Fiil halinde kullanılınca, devirmek, zihninde evirip çevirmek, bozmak, duruma uymak, değiştirmek, bir şeyi bulunduğu halden bir başka hale çevirmek, altını üstüne getirmek mânâlarını ifade etmektedir.( Râğıb el-İsfehânî, el-Müfredât fi Garîbi’l- Kurân, trc, Abdulbaki Güneş, Mehmet Yolcu, İstanbul,2007, II/391; Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul, 1991, s. 274; İbn Manzûr, a.g.e., I/687)

Vücutta kan deveranını gerçekleştirmesi ve irade, idrak, duygu ve bilgi gibi manevî dinamikleri, aksiyon haline çevirmesi sebebiyle de bu ismi aldığı söylenebilir. Manevî dinamiklerin müşahhas bir şekilde tezâhürüne sebep olması, müşahhas tezâhürlerden manevî sonuçlar çıkarabilmesi de kalbin bu çevirici özelliğini teyid etmektedir. (Âdem Ergül, Kurân ve Sünnet Işığında Kalbî Hayat, İstanbul, 2000, s. 96)

Kalp terim olarak iki anlamda kullanılmıştır: Birincisi, göğsün sol tarafında, sol memenin altına doğru yerleştirilmiş çam kozalağına benzeyen ve yapısı, dokusu ve bizâtihî müteharrik olma gibi özellikleri itibariyle bedendeki diğer uzuvlardan farklı olan ve vücutta kan deveranını gerçekleştirmek suretiyle insan hayatının devamını sağlayan özel bir et parçasıdır. Dilimizde yürek diye meşhur olan bu et parçası, tıp ilminin meşgul olduğu cismânî kalptir. (Elmalılı, M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, sad. Heyet, İstanbul, ts, I/193)

İkincisi ise birincisinin ilahî ve rûhânî boyutu ve aynı zamanda şuur, vicdan, idrak, duygu, akıl ve irâde gücünün merkezi olan bir varlıktır. Tasavvuf ehli buna “hakîkat-ı insâniyye”, filozoflar da “nefs-i nâtıka” demişlerdir. İnsanın asıl hakikati (benliği) de işte bu kalptir. Bu yönü itibariyle insana “âlim”, “ârif” ve “müdrik” denilmiştir. Allah’a muhatap olan, sorumlu tutulan, cezâ gören, mükâfat alan hep bu nûrânî cevherdir. (Cürcânî, et-Ta’rîfât, Beyrut, 1403/1983, s. 178; Elmalılı, a.g.e., I/193; Gazzâlî, İhyâ’u ulûmi’d-dîn,trc, Sıtkı Gülle, İstanbul,1998, III/11) Umûmiyetle gönül derken kastettiğimiz bu kalp, âdeta ruhumuzun bir gözüdür. Basîret, bunun nazarı; akıl, ruhu; irâde, bir kuvvetidir. Bunu ruhumuzun kendisi telakkî edenler de çoktur. Kur’anda ve Sünnette, Kur’an ilimlerinde, din ilminde, ahlak ilminde ve edebiyatta kalp denilince bu ikinci mâna kastedilir.(Elmalılı, a.g.e., I/193) Kalbin diğer anlamları daha çok mecâzen verilmiş mânalardır. (Tehânevî, Keşşâf Istılahâti’l-Fünûn, Beyrut, ts, III/1170)

Kalp için “kabiliyetlerin toplamı”  (Hüseyin Aydın, Muhâsibî’nin Tasavvuf Felsefesi, Ankara, 1976, s. 47), “ruh ve nefis arasında insaniyeti tahakkuk ettiren nûrânî bir vâsıta”( Kâşânî, Mu’cemu Istılâhâti’s-Sûfiyye, Kâhire, 1992, s. 162)  “insanın iç dünyası” (Hakîm et-Tirmizî, Beyânu’l-fark beyne’s-sadr ve’l-kalb ve’l-fu’âd ve’l-lüb, Kâhire, 1958, s. 33) gibi tarifler de yapılmıştır. Râğıb elİsfehânî (v. 502/1108) can/ruh, (Ahzâb 10) ilim, (Kâf 37) anlayış,  (En’âm 25; Tevbe 87) şecaat (Âl-i İmran 126) ve korku (Ahzâb 26) gibi kalbe ait mânaların, Kur’ân-ı Kerim’de zaman zaman kalp kelimesiyle ifâde edildiğini söylenir. (Râğıb, a.g.e., II/393)

Lügatlerde kalp kelimesinin zaman zaman “fuâd”, “akıl”, “bir şeyin özü”, “ortası” ve “hakikati” gibi anlamlarda kullanıldığına da işaret edilmiştir. (Fîrûzâbâdî, Kâmûsu’l-muhît, Beyrut, 1407/1987, s. 163)

Tasavvufta ise değişik anlamlar taşır. Şöyle ki, a) İlâhî hitabın mahalli ve muhatabı. b) Marifet ve irfan denilen tasavvufî bilginin kaynağı, keşf ve ilham mahalli. c) İlâhî genişlik (vus’at-i ilâhiye) mahalli; Allah’ın evi, yere ve göğe sığmayan Allah’ın içine sığdığı yer. d) Tecellî aynası ilâhî isim ve sıfatların en mükemmel şekilde tecelli ettiği yer. e) Kalp gözü (aynu’l-kalb, çeşm-i dil). Bu gözle insan gayb ve ilâhî âleme ait hususları görür. f) Kalb-i vücûd. Varlığın kalbi, insan-ı kâmil gibi. (Süleyman Uludağ, a.g.e., s. 274)

3. İLGİLİ KAVRAMLAR

a. Fuâd

Lügatte kalp anlamına gelen fuâd kelimesi, Arapça’da “f-’e-d” kökünden türeyen bir isimdir. Çoğulu “ef’ide”dir. Yanıp tutuşmak anlamındadır. Kalbe bu ismin verilmesi sevgi ve acı gibi duygular sebebiyle yanıp tutuşmasındandır. Ayrıca onun kızartılmış et renginde olması da bu ismin verilmesine sebep olmuş olabilir. Nitekim ateşte kızartılmış et, feîd diye vasıflandırılır. Kalbe nisbeti, göz bebeğinin göze, ceviz özünün cevize nisbeti gibidir. Kalp sadrın ortasında olduğu gibi fuâd’ta kalbin ortasındadır. Zaman zaman, kalbin ortası, kılıfı, içi gibi mânâlarda da kullanılmıştır. Fuâdı kalbin kılıfı diye tarif edenler, kalbi de siyah noktacığın (süveydâ) adı olarak değerlendirmişlerdir.

Fuâd kelimesi, Kur’an-ı Kerim’de on altı yerde zikredilir. Kur’an’da geçtiği itibariyle, sorumlu tutulan, tasdik ve tekzip eden,  meyleden, cezalandırılabilen ve halden hale çevrilebilen bir özelliğe sahiptir. Bu özelliklerden hareketle fuâd kelimesinin, kalp kavramı ile eş anlamlı (müterâdif) olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim bir hadis-i şerifte kalp ve fuâd kelimeleri bir arada kullanılmıştır: “Yemen halkı size geldi. Bunlar, gönülleri (ef’ide) çok yufka ve kalpleri (kulûb) pek yumuşak kimselerdir” (Buhârî, Megâzî, 74, İstanbul, 1992; Müslim, Îman, 90, İstanbul, 1992) Bir diğer rivâyette “Gönülleri çok zayıf, gönülleri pek ince” (Müslim, Îman, 84) ifadesi geçmektedir. Bu hadislerde geçen iki kelimenin, te’kid için tekrar edildiğini söyleyenler varsa da kalbin vasfı incelik, fuâdın vasfı yumuşaklık olduğundan vasıflarına uygun olarak zikredilmiştir. (Bkz., İbn Manzûr, a.g.e., I/687; Mustafa Öztürk, Hadislerin Işığında Kalbin Değeri, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 1996, s. 4)

b. Lübb

Lüb kelimesi sözlük manası öz, iç, akıl ve cevher demektir. Çoğulu elbâb şeklinde gelir. Kelime çoğu zaman içi yenip dışı atılan ceviz gibi kabuklu meyve ve sebzelerin içini (özünü) ifade için kullanılır. Ayrıca vehim ve hayal kabuğundan arındırılmış ve kutsiyet nuru ile aydınlatılmış halis, saf ve tam akıl anlamına da gelir. Lüb kavramı, Kur’ân-ı Kerim’de her türlü şâibeden uzak, saf, temiz ve tam akıl anlamında kullanılmıştır. Ülü’l elbâb şeklinde terkip olarak kullanıldığında ise içi çürük veya kof olmayan, sağlam özlü, temiz akıllı kimseler anlamına gelir. Lüb kavramı, normal akıldan ziyâde, hidâyet nuruyla aydınlanmış akıldır. Nitekim Kur’an’da ilâhî hükümlerin inceliklerini, takvânın en önemli azık olduğunu, hikmetin önemini, ilâhî öğütlerin kıymetini, yerlerin ve göklerin yaratılış hikmetlerini görüp anlayan ve ibret alanların ancak ülü’l-elbâb olduğu vurgulanmaktadır. İdrak ve duyguların merkezi ve insanın maddî-manevî varlığının özünü oluşturması sebebiyle kalbin, lüb kavramının müteradifi olduğu söylenebilirse de esasen “lüb”, kalbin en önemli fonksiyonu olan idrak, anlayış ve ibret alma melekesinin (akıl) îmanla aydınlanmış halinin adıdır.

c. Sadr

Sadr kelimesi: Arapça’da sadera fiilinin mastarıdır. Çoğulu sudûr olarak gelir. Sadır, lügat itibariyle isim olarak, göğüs, kutu, hazîne, yürek, kalp, gönül, bir şeyin baş tarafı veya en üst kısmı, kişinin yöneldiği taraf, boyundan karın boşluğuna kadar olan vücudun ön kısmı anlamına geldiği gibi, reis ve kumandan manasına da gelir. Fiil olarak kullanılınca: Çıkmak, ileri gitmek, ortaya çıkmak, kabarmak, ayağa kalkmak, vücûda getirmek, ürünün çıkması, ilan etmek, olmak, ısrarla istemek, zorla almak, vazgeçirmek, dönmek, mânâlarını ifâde etmektedir. Sadr kelimesi, kalbi içine alması (mahalliyet) veya kalbin, sadrın bir parçası olması (cüz’iyyet) sebebiyle zaman zaman kalp anlamında da kullanılmıştır. Sadr kelimesi, Kur’an-ı Kerim’de birçok ayette kullanılmıştır. Bunlardan bir kısmı şöyledir:

a) Allah Teâlâ’nın göğüslerde olanı bilmesini ifâde eden âyetler: “Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, kalblerin içindekini bilmektedir.” (Maide 7)

b) Sadrın açılması (şerh) ve daralması (diyk) ile ilgili âyetler: “Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun kalbini İslâm'a açar; kimi de saptırmak isterse göğe çıkıyormuş gibi kalbini iyice daraltır. Allah inanmayanların üstüne işte böyle murdarlık verir.” (Enam 125)

c) Sadrın şifâ bulmasını ifâde eden âyetler: “Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, gönüllerdekine bir şifa, müminler için bir hidayet ve rahmet gelmiştir.” (Yunus 57)

Sadr kelimesi Kur’an-ı Kerim’de söz konusu kullanım yerlerinden başka “arzu ve ihtiyaç mahalli”(Haşr 9), “kalplerin bulunduğu mekân” (Hac 46), “bilgilerin korunduğu yer” (Ankebut 49),“kin”(Araf 43) “kibir”(Ğâfir 56), “korku”(Haşr 13) ve “vesveselerin yer ettiği mahal”  (Nâs 5) gibi tabir ve hususlar içinde kullanılmıştır.

d. Akıl

Akıl, arapça bir kelimedir. Sözlük anlamı, ahmaklığın zıddı, ilim ve idrak mânasına geldiği gibi, mani olmak, engellemek, alıkoymak ve bağlamak anlamına da gelir. Akla bu ismin verilmesinde, sahibini kötülüklerden menedip tehlikelerden alıkoyması etkili olduğu söylenmektedir. Çoğulu ukûldur. Aklın bir başka manası ise “bilmek, anlamak, şuurlu olmak, duymak, temkinli ve işinde gücünde derli toplu olmaktır.”

Birçok ilim dalının ilgisi dolayısıyla aklın muhtelif tarifleri yapılmıştır. Râğıb el-İsfehânî (v. 243/1108) şöyle der: “İlmi elde etmeye yarayan güce akıl denir. Yine insanın bu kuvve ile elde ettiği ilme de akıl adı verilir. Gazzâlî (v. 502/1111) aklın birçok anlamda kullanıldığını ifade ettikten sonra şu iki mâna üzerinde durur: Birincisi, eşyânın hakikatini bilmektir. Bu anlamda akıl, kalpte bulunan ilim sıfatına verilen isimdir. İkincisi ise ilimleri idrak eden cevher anlamındadır. Bu durumda ise akıl, kalp mânasına gelir. Seyyid Şerif Cürcânî (v. 816/1413) ise akılla ilgili birçok tarife yer verir. Bazıları şunlardır:

Akıl, hakikatte maddeden mücerred ise de, maddî fonksiyonların icrâsında onunla beraber bulunan bir cevher olup kişilerin “ben” diye tarif ettikleri “nefs-i nâtıka” dır. Kalpte bulunan ve kendisiyle doğru ile yanlışın, hak ile bâtılın bilindiği nurdur. Esasen akıl, zihin ve nefs aynı hakikattır. Bu bir tek hakikate, idrak edici olması yönüyle akıl, bedene etkisi sebebiyle nefs, idrâke kabiliyetli olması itibâriylede zihin denilmiştir.

Muhammed Hamdi Yazır (v. 1942)’da aklı, madeni kalp ve ruhta, şuâsı dimağda bulunan ve duyu organları ile elde edilemeyen şeyleri idrak eden manevî bir nur olarak tarif eder.

Kur’an-ı Kerim’e göre insanı insan yapan, onun her türlü aksiyonuna anlam kazandıran ve ilâhî emirler karşısında insanın yükümlülük ve sorumluluk altına girmesini sağlayan akıldır. Kur’an’da akıl kelimesi biri geçmiş, diğerleri geniş zaman kipinde olmak üzere kırk dokuz yerde fiil şeklinde geçmektedir. Bu ayetlerde genellikle “akletme”nin yani aklı kullanarak doğru düşünmenin önemi üzerinde durulmuştur. Kur’an-ı Kerim “ancak bilenlerin akledebileceğini” (Ankebût 43) söyler. Bu gücü ve bu bilgiyi kullanmadıkları için kâfirleri, “…Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; bu yüzden akledemezler” (Bakara 171) diyerek yermiş, “O, aklını kullanmayanlara kötü bir azap verir” (Yûnus 100) âyetiyle bütün insanlığı uyarmış ve akıllarını kullananların cehennem azabından kurtulacakaları (Mülk 10) belirtilmiştir. Kur’an’ın birçok âyetinde, akıl sayesinde kazanılan bilginin gene bu gücün kontrolünde kullanılması gerektiği, bunu yapmayanların sorumlu tutulacağı sık sık ifade edilmektedir. Kur’an-ı Kerim’de, eşyadaki nizamı anlama gücüne sahip olan akla, aynı zamanda ilâhî hakikatleri sezme, anlama ve onların üzerinde düşünüp yorum yapma görev ve yetkisi de verilmiştir. Nitekim “Allah âyetlerini akledesiniz diye açıklamaktadır” (Bakara 242) âyetiyle aklın bu fonksiyonuna işaret edilmiştir.

Sonuç olarak, “akıl, “iyi” ile “kötü” yü “doğru” ile “yanlışı” ayırmakta bize yardımcı olur; ilâhî emirlere uymakta bize yol gösterir; Allah’ın nimetleri üzerinde düşünmemizi sağlar.” (Hüsamettin Erdem, a.g.e., s. 23)

e. Nefs

Nefs kavramı lügatlerde bir şeyin tamamı, cevheri, ruh, hayatın ilkesi, can, kişi, kendi, öz varlık, bir şeyin zatı ve kendisi, şehvet ve gadabın mebdei olan kuvve-i nefsaniye, fıtrî meyl, bedenin hissî istekleri gibi manalara gelir.

Kavramın “nefs”, “enfüs” şekilleri, Kur’an’da daha çok, çeşitli varlıkların kendilerine (zatlarına) delâlet eden dönüşlü zamir olarak kullanılmıştır. (Âli İmrân 61; Yûsuf 54) “İçinizdekini (Mâ fî enfüsiküm) açığa vursanız da gizleseniz de Allah ondan dolayı sizi hesaba çekecektir” (Bakara 284) âyetinde olduğu gibi nefs kavramının, bazen kalp (iç âlem) (A’raf 205; Fecr 27) ve bazen de can (A’raf 205; Fecr 27) anlamında kullanılmıştır. Kelime Kur’an’da mutlak olarak kullanıldığında ise genelde insana delâlet eden ve dilimize “kişi” ya da “kimse” diye tercüme edebileceğimiz bir mânaya gelmektedir. (Bakara 48, 123, 233; Âli İmran 25, 30) Kur’an-ı Kerim’de nefs, zaman zaman günaha temâyülün ve dünyaya ait isteklerin odak noktası olarak gösterilir. Günaha düşüren, (Kâf 16; Yûsuf 53) bâtıla teşvik eden (Tâhâ 96) odur. Hevâ ve hevese tabi olmak (Necm 23) ve cimrilik (Teğâbün 16) gibi kötü huyların temelinde onun fonksiyonu büyüktür. Bu sebeple nefsi kontrol altında tutmak gerekmektedir. (Kehf 28)

Kısaca nefs kavramı, kelime olarak farklı anlamlara gelse de, İslam âlimlerince bu kavrama farklı anlamlar yüklense de bizim düşüncemize göre doğru olan yaklaşım şudur; insana nefhedilen (üfürülen ) ve Rabbin emrinden ya da Rabbin emri cinsinden ibaret olan “ruh” bedene taalluk edince “nefs” adını alır. Bu “nefs”, ilâhî bir düzenlemeyle belli bir şekil aldıktan sonra, ilham yolu ile fücur ve takvâ adı verilen bozulma ve korunma melekeleri diyebileceğimiz kabiliyet tohumlarıyla mücehhez kılınır. İnsan Allah’ın fazlı ve rahmeti sayesinde yaptığı iyi amellerle nefsine ilhâm edilen fücûru temizler ya da etkisiz hale getirir ve takvâyı geliştirirse kurtulmuş olacak, aksi halde hüsrânda kalacaktır. (Gazzâlî’de Kalp Kavramı, Nurbol Abubakirov, Yüksek Lisans Tezi)

 

 

 

4. KURAN-I KERİM’DE KALP

 “Bunlar iman edenler ve gönülleri Allah’ın zikriyle sükûnete erenlerdir. Bilesiniz ki kalbler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Rad 28)

“(İşte onlar), şüphesiz Allah'ın kalplerini takvâ ile imtihan ettiği kimselerdir.” (Hucurat 3)

“O (Allah) ki, yarattığı her şeyi güzel yapmış ve ilk başta insanı çamurdan yaratmıştır. Sonra onun zürriyetini, dayanıksız bir suyun özünden üretmiştir. Sonra onu tamamlayıp şekillendirmiş, ona kendi ruhundan üflemiştir. Ve sizin için kulaklar, gözler, kalpler yaratmıştır. Ne kadar az şükrediyorsunuz!” (Secde 7-9)

“(Seni yalanlayanlar) hiç yeryüzünde dolaşmadılar mı? Zira dolaşsalardı elbette düşünecek kalpleri ve işitecek kulakları olurdu. Ama gerçek şu ki, gözler kör olmaz; lâkin göğüsler içindeki kalpler kör olur.” (Hac 46)

“Hevâ ve hevesini tanrı edinen ve Allah'ın (kendi katındaki) bir bilgiye göre saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi onu Allah'tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâla ibret almayacak mısınız?” (Casiye 23)

5. HADİSLERDE KALP

Nu’man b. Beşir’den rivayet edildiğine göre Allah Resulü (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz helâl de apaçık bellidir, haram da apaçık bellidir. Ama ikisinin arasında benzeşen {müteşâbih) bazı hususlar vardır ki, insanların birçoğu bunları{n hükmünü) bilmezler. Her kim şüpheli şeylerden sakınırsa, dini ve ırzı (şeref ve haysiyeti) lehine korunmuş olur. Kim de şüpheli şeylere düşerse, harama düşmüş olur. Tıpkı yasak bölge çevresinde (koyunlarını) otlatan çobanın o yasak bölgede güttüklerini otlayarak sınıra yaklaşması gibi. Şunu bilin ki, her bir hükümdarın bir yasak bölgesi vardır. Yine şunu bilin ki, Allah'ın yasak bölgesi de O'nun haram kıldığı şeylerdir. Şunu da bilin ki, insan vücudunda bir lokmacık et parçası vardır. O düzelirse, bedenin tümü düzelir, bozulursa bedenin tümü bozulur. Bilin ki o, kalptir.” (Buharî, İman, 39)

Ebu Musa’dan rivayet edilen bir hadis-i şerife göre Allah resulü (s.a.v)  şöyle buyurmuştur: “Kalbe kalp denilmesinin sebebi çok değişken olduğundandır. Kalbin misali çöldeki bir ağacın üzerinde asılı kalan kuş tüyünün misali gibidir. Rüzgâr onu bir oraya bir buraya savurur.” (Ahmet b. Hanbel, Müsned IV. 409)

Mikdad b. Esved der ki; Allah resulünden öyle bir söz işittim ki, sonunu görmeden hiç kimse hakkında iyi yahut kötü diyemez oldum. Allah resulü (s.a.v)  şöyle buyurdu: “Ademoğlunun kalbi (ateşin üzerinde) kaynayan bir tencere gibidir  (sürekli değişir).”

Abdurrezzak’ın Musannef’inde Ebu Hureyre’den rivayet edildiğine göre Rasul-i Ekrem (s.a.v)  şöyle buyurmuştur: “Kalp (bedenin) sultanıdır ve onun orduları vardır. Sultan düzgün/iyi olursa askerleri de düzgün/iyi olur. Sultan bozuk/kötü olursa orduları da kötü olur. Kulaklar bu sultanın habercileridir. Gözler bekçileridir. Dil sultanın tercümanıdır. Eller (tebaasını kuşatan) kanatlarıdır. Ayaklar postacılarıdır. Ciğer şefkat ve merhamet kaynağıdır. Dalak ve böbrekler (kendisine yönelen tehlikeleri bertaraf eden) tuzaklarıdır. Akciğer (hayatın kaynağı) nefestir. Sultan iyi olursa askerleri de iyi olur, sultan kötü olursa askerleri de kötü olur.”   (Abdurrezzak, el-Musannef, XI. 221) Sembolik anlatımlarla dolu bu rivayet sadece Ebu Hureyre tarafından rivayet edilmemiştir. Beyhaki Abdullah b. Mübarek tarikiyle de rivayet etmiş. (Şuabu’l-îman I/122) ve Ebu Said’den de merfu olarak rivayet edildiğini haber vermiştir. Ebu Davud’a göre bu haber Ka’bu’l-Ahbar’ın mevkuf olarak nakil ettiği bir rivayettir. (Ebu Davud 2/18) Başka bir rivayette ise Ka’b bunu Hz. Aişe vâlidemize anlatmış, Hz. Aişe’de bu sözü Rasulüllah’tan işittiğini ifade etmiştir. (Feyzu’l-Kadir 4/704)

Bu hadis isnad bakımından tartışmalı olsa da peygamberimizin Numan b. Beşir tarafından rivayet edilen ve sahih olduğunda hiç şüphe olmayan “Dikkat edin cesette bir et parçası vardır. O düzgün olursa bütün beden iyi olur o kötü olursa bütün beden kötü olur.” Hadisine paralel olduğu içindir ki, İslam geleneğinde kalbe dair bu sembolik anlatım oldukça rağbet görmüş ve bu rivayet gönül felsefemize vücut veren, yürek yazılarımızı biçimlendiren bir rivayet olmuştur. Ebu Talib el-Mekkî’nin Kûtu’l-Kulub (Kalbin azığı) adlı eserine şekil veren, Gazali’ye Kalbin Orduları’nı yazdıran da bu rivayet olmuştur. İrfan geleneğimiz kalbe dair literatürün merkezine bu hadisi almıştır.

Şehr b. Havşeb der ki, bir heyet olarak Ümmü Seleme validemize giderek dedik ki: “Ey Mü’minlerin annesi, Allah Resulü senin yanında iken en çok yaptığı dua ne idi?” Onun en çok yaptığı duanın şöyle bir dua olduğunu söyledi:  “Ey Kalpleri bir halden diğer bir hale çeviren Rabbim, benim kalbimi senin dinin üzere sabit kıl.” ben kendisine “Ey Allah’ın resulü neden bu duayı çokça yapıyorsun.” diye sordum. Şöyle buyurdular: “Hiç kimse yoktur ki onun kalbi Allah’ın parmakları arasında olmuş olmasın, dileyenin kalbini düzeltir, doğru yola kor, dileyenin de kalbini kaydırır, yoldan çıkar.” Hadisin ilk râvisi Muaz sonra Al’i İmran 8.  ayetini okur: “Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize tarafından rahmet bağışla. Lütfu en bol olan sensin.”( Tirmizi, Daavât, 89)

6. KALBİN HALLERİ

"Acaibu'l-kalb" başlığı altında Gazali'nin ele aldığı bu hallerden bir kısmını nakletmekte yarar görüyoruz:

“Bir havuz yukarıdan gelen nehirlerle dolduğu gibi, kazılmak suretiyle kendi içinden de su çıkabilir. Bu ikinci metotla elde edilen su, daha safi, daha bol olacaktır. İnsanın kalbi havuz, ilim de su gibidir. Duyular nehirlere benzerler. İnsan, göz, kulak, akıl gibi duyularıyla ilim elde ettiği gibi, bu duyuların halvet ve uzletle seddedilmesiyle, kalbin dahilinden nebean eden bir ilme de ulaşabilir.”

Gazali, daha sonra boş bir kalbden ilim nebeanını şöyle anlatır: “Eşyanın hakikatı, Levh-i Mahfuz'da ve melaike-i mukarrabin'in (seçkin meleklerin) kalblerinde yazılmıştır. Mühendisin, bir binanın önce bir kağıda krokisini çizip, sonra buna göre vücuda çıkarması gibi, gökleri ve yeri yaratan Cenab-ı Hak, alem kitabını başından sonuna Levh-i Mahfuz'da yazmış ve sonra buna göre vücut sahasına çıkarmıştır.”

Gazali, bir de şu misali verir: “Bir hükümdar, Rum ve Çinli sanatkarlar arasında bir müsabaka tertip eder. Bir odanın ortasına perde çektirerek, her iki tarafın duvarda san'at eserlerini göstermelerini ister. Rum san'atkarlar, kendilerine ayrılan bölümü rengarenk san'atlarla süslerler. Çinli san'atkarlar ise, kendilerine ayrılan bölümü cilalamakla meşgul olurlar. Belirlenen vakitte aradaki perde kaldırılınca, Rum san'atkarların o rengarenk san'atı, karşı duvara yansır, aslından daha güzel bir görüntü meydana getirir. Yarışmayı Çinli san'atkarlar kazanır. İşte, parlak ve şeffaf bir kalbe Levh-i Mahfuzdan, veya mukarreb meleklerin ilhamından yansımalar olur. Vahiy, bu yansımaların en yüksek seviyeli alanıdır. İlham da yine kalbe bir yansıma olayıdır.

Eşyanın aynaya yansımasına bazı engeller olabilir. Gazali, bunları şöyle sıralar:

1. Aynanın parlak olmayışı. 2. Pas tutması. 3. Surete yönelmemek. 4. Aynayla suret arasında perde olması. 5. Suretin nerede olduğunu bilmediğinden, onunla karşı karşıya gitmemek.

Onun gibi, kalb aynasına gerçeklerin yansımasına da bazı engeller vardır. Bunlar:

1. Çocukluk gibi zati bir noksanlık. 2. Günahlarla kalp aynasının şeffaflığını kaybetmesi. 3. Geçim derdi, şehvet gibi sebeplerle kalbin başka şeylere yönelmesi 4. Taklid gibi arada perde olması. 5. Gerçeğe nasıl ulaşacağını bilmemek

Kalb, bütün eşyadaki gerçeklerin tecellisine kabiliyetli bir aynadır. Zikrolunan engeller, bu tecelliye perde olurlar. Nasıl ki, aynayla suret arasındaki perde, bazen el ile bazen de rüzgârın esmesiyle ortadan kalkar. Onun gibi, bazen lütuf rüzgarları eser ve kalb gözünden perdeler açılır. Levh-i Mahfuzda yazılı bazı şeyler, o kalbde tecelli eder. Bu bazen uykuda olur; kişi ilerde olacak bazı şeyleri görür. Perdenin tümüyle kaldırılması ise, ölümledir. Keza, yakaza halinde Allah'tan gizli bir lütufla perdenin kaldırıldığı olur.

7. KALP ÇEŞİTLERİ

a. Sağlıklı (Selim) Kalp

Sağlıklı kalp kıyamet günü sahibini kurtaran selim kalptir. Allah(cc) onu şöyle haber vermiştir: “O gün ne mal fayda verir ne de evlat. Ancak selim kalp ile gelenler(o günde fayda bulur).” (eş-Şuarâ, 88-89) 

Selim kalp, Allah’ın buyruklarına ve yasaklarına aykırı her türlü istek, ihtiras ve tutkudan; onun bilgisiyle çelişen her türlü vesvese ve şüpheden selamette olan, kurtulmuş kalptir. Bu kalp işlerinde sadece Allah’ın rızasını gözetir. Sevdiğinde Allah için sever, kızdığında Allah için kızar, verdiğinde Allah için verir, vermeyip tuttuğunda Allah için tutar.

Selim Kalbin Şartları

İlk örnek Müslüman nesilden bazı âlimler şöyle demişlerdir: “Basit bir iş bile olsa her fiil için iki sicil açılır: Bu sicilde “Niçin?” ve “Nasıl?” ın kayıtları tutulur. “Niçin yaptın” davranışın ortaya çıkış nedenini ve arkasındaki itici gücü sormaktır. Yani sen bu davranışı Mevlan için mi yoksa arzularının tatmini için mi ortaya koydun? “Nasıl yaptın?”sorusu da kullukta Hz. Peygambere tabi olmayı sorgular. Birinci sorudan kurtuluş, ihlası elde etmek (her işte niyeti Allah’ın rızasında sabitlemekle) ikinci sorudan kurtuluşta Rasulullah’a tabi olmakla mümkündür.

b. Ölü Kalp

Bu kendisinde hayat belirtileri olmayan ölmüş kalptir. Bu kalp sevme, korkma, hoşnut etme, ululama, boyun eğme bakımlarından Allah’tan başkasına ibadet etmektedir. Sevdiğinde nefsani zevk ve arzularından dolayı sever. Nefret ettiğinde yine nefsani zevk ve arzularından dolayı nefret eder.

Bununla birlikte İslam, bu kalpleri tümden gözden çıkarmamış ve belki Allah tekrar onlara hayat bahşeder ve diriltir ümidiyle hayra davet edileceğini emretmiştir.

c. Hasta Kalp

Bedenin her organı kendine özgü bir iş için yaratılmıştır. Bu işi gerektiği gibi yerine getiren organ sağlıklı, yapamayan ise hastalıklıdır. Kalbin hastalığı da yaratılma nedeni olan Allah’ı tanıma, O’nu sevme, O’na özlem duyma, yönelme ve O’nu her şeye tercih etme gibi davranışları yapmamasıdır. Bu kalp, yaşayan fakat hastalık taşıyan kalptir. Onun iki unsuru vardır, bazen biri bazen diğeri onu yönlendirir. Hangisi baskın çıkarsa onun olur.

1) Onda bulunan Allah sevgisi, iman, ihlâs ve tevekkül hayat bulmasını sağlayan, canlılığını bahşeden unsurdur.

2) İhtiras ve tutkulara duyulan istek, onları tercih etme, elde etmek için çabalama, kibir, kendini beğenme(ucub) ve dünya sevgisi ise; kalbin zarar ve helakine yol açan unsurdur.

Kalp o iki davetçi tarafından sınanmaktadır:

1. Allah’a, Rasulüne ve ahiret yurduna çağıran davetçi. 2.Geçici dünya hayatına çağıran davetçi.

Hasta kalp, bu iki davet sahibinden hangisini kendine yakın bulursa onun çağrısını kabul eder.

 

8. ŞEYTANIN KALBE MÜDAHALE YOLLARI

Gazzâlî, şeytanın kalbe giriş yollarını bilmenin gerekliliğini ve alınması gereken tedbirleri şu şekilde izah eder: “Bil ki kalp bir kale, şeytan da o kaleye girmek, oraya mâlik olmak, onu istilâ etmek isteyen bir düşman gibidir. Kaleyi düşmandan korumak, ancak kale kapılarını, giriş yerlerini ve gediklerini muhafaza altına almakla mümkündür. Kapı ve gedik yerlerini bilmeyen kimse elbette kaleyi muhafaza edemez. Kalbi şeytanın vesveselerinden korumak mükellef her kula borç olan farz-ı ayındır. Farz olan bir şeye kendisiyle ulaşılan şey de farzdır. Şeytanı savuşturmak ise ancak onun insana nüfuz ettiği, sokulduğu noktalarını bilmekle mümkündür. Öyleyse şeytanın giriş noktalarının bilinmesi lazımdır. Şeytanın giriş yerleri ve kapıları kulun sıfatları olup bunlar pek çoktur.”

Gazzâlî, şeytanın kalbe müdahale yollarını on iki maddede ele alır ve şu şekilde sıralar:

 1- Gazzâlî’ye göre şeytanın insanlara sokulduğu en büyük kapılarından birisi gazap ve şehvettir. Gazap, aklın yitirilmesidir. Akıl askerleri zayıfladığında şeytan ordusu hücuma geçer. İnsan öfkelendiğinde çocuğun topaçla oynaması gibi şeytan da onunla oynar.

2- Şeytanın insana nüfuz ettiği en büyük kapılarından biri de “haset” ve “hırs”tır. Kul bir şeye karşı aşırı istekli oldu mu hırsı onu kör ve sağır eder. Şeytanın kalbe giriş yollarının tanınmasını sağlayan ise, basiret nurudur. Haset ve hırs bu nura perde olduklarında kul göremez. Kul göremeyince de şeytan kendisine sokulma fırsatını elde eder ve -ne kadar çirkef ve münker de olsa- arzusuna ulaştıracak her şeyi ona güzel gösterir.

3- Şeytanın kalbe nüfuz ettiği büyük kapılarından biri de katışıksız helal yiyeceklerden de olsa doyasıya yemesidir. Çünkü tokluk şehvetleri güçlendirir. Şehvetler ise şeytanın silahlarıdır.

Gazzâlî, fazla yemekte altı zararın olduğunu belirtir. Bunlar:

a- Kişinin kalbinden Allah korkusunu giderir. b- Kalpten merhamet duygusunu siler. c- Tâatlara karşı ağırlık verir. d- Hikmetli bir söz duyduğunda kalbinde bir yufkalık hissetmez. e- Vaaz ve öğüt verdiğinde sözleri dinleyenleri etkilemez. f- Çeşitli hastalıklara sebep olur.

4- Şeytanın insana sokulduğu kapılarından biri de elbiselerle bezenmek, ev ve eşya edinme sevdasıdır. Şeytan insanoğlunun kalbinde bu duyguları baskın gördüğünde böyle bir kalbin üzerine yumurtlayıp kuluçkaya yatar ve sürekli bir şekilde kendisini evini imâr etmeye, tavanlarını, duvarlarını süslemeye, genişletmeye dürtükler. Giysilerle süslenmeye, bineklerle gösteriş yapmaya itekler, ömür boyu bu uğurda onu kendisine ram eder.

5- Şeytanın insan kalbine girdiği büyük kapılarından bir diğeri de kişinin insanlara yönelik tamaı, onların sevgilerini kazanma isteğidir. Tama, kalbe üstün gelip onu bastırdığında şeytan durmadan ona, tama ettiği kimselere karşı bezenmesini, yapmacık hareketlerde bulunmasını, türlü türlü riyakârlıklar sergilemeye, kandırmaca davranışlara başvurmaya özendirir. Artık tama ettiği, sevgisini kazanmak istediği kişi âdeta kendisinin mabudu olur.

6- Şeytanın insana nüfuz ettiği büyük kapılarından biri de acelecilik, hâdiseler karşısında teenni ile hareket etmemektir. Ameller, mahiyetleri iyice kavranıp bilindikten sonra yapılmalıdır. İyice kavramak, görmek (tabsıra) düşünmeye ve süreye ihtiyaç hisseder. Hâlbuki acelecilik bunu engeller. Acele davranılan durumlarda şeytan insana hiç farkında olmadığı yönlerden kötülüğünü terviç eder.

7- Şeytanın insana sokulduğu büyük kapılarından biri de altın, gümüş, eşya, hayvanlar, taşınır ve taşınmaz mallardır. Bunlardan ihtiyaç fazlası her şey şeytanın karargâhıdır. Yetecek miktarda azığından başka bir şeyi olmayanın kalbi boştur.

8- Şeytanın insana nüfuz ettiği kapılarından bir diğeri de cimrilik ve fakirlik korkusudur. Bu korku insanı Allah yolunda harcamaktan, sadaka vermekten alıkoyar ve mal depolamaya, yığmaya çağırır ki neticesi elem veren azaptır. Mal biriktirmek amacıyla sürekli çarşı-pazarda durmak, bu yönde hırs göstermek cimriliğin âfetlerindendir. Çünkü çarşı-pazarlar şeytanların yuvalandıkları yerlerdir.

9- Şeytanın kalplere nüfuz ettiği büyük kapılarından biri mezhep bağnazlığı, hevâ ve heveslerin peşinden gitmek, hısımlara kin beslemek, onlara küçümser ve horlayan bakışlarla bakmaktır. Bu hâl, fâsıkları olduğu gibi âbidleri de helâke götürür. Çünkü insanları ayıplamak, onların kusurlarını dile dolamak insan doğasında var olan canavarlık sıfatlarından fıtrî bir sıfattır. Şeytan insanlara bu düşüncelerinin hak olduğu imajını verirse bu doğasına uygun düşer, kalbinde tatlılığı ağır basar ve tüm düşüncesini bu yöne sarfeder. O, bu haliyle sevinir, memnuniyet hisseder, din uğrunda çaba sarfettiğini zanneder. Hâlbuki şeytanların izinden gitmektedir.

10- Şeytanın büyük aldatma yollarından biri de kulu, insanlar arasındaki mezhep kavgaları ve anlaşmazlıklarıyla oyalayıp ona kendini unutturmasıdır.

11- Şeytanın insana sokulduğu kapılarından bir diğeri de ilim tahsil etmemiş, derinliğine bilgi sahibi olmayan halk katmanlarını Allah’u Teâlâ’nın zatıyla sıfatları hakkında ve akılları ermeyecek mevzuda düşünmeye sürüklemesidir. Böylece onları ya dinin aslı hakkında şüpheye düşürür ya da Allah hakkında Allah’a yaraşmayan, Allah’ın münezzeh olduğu bir takım hayallere kaptırır ki bu yüzden kul ya kâfir ya da bidatçı oluverir.

12- Şeytanın insana nüfuz ettiği kapılarından biri de müslümanlar hakkında kötü zanda bulunmaktır. Bir başkası hakkında gıybet yapmaya, ileri-geri konuşmaya kışkırtarak helâk eder. Ya da adamın hakkına riâyet etmemesini, kendisine hürmette kusur etmesini, horlamasını ve kendisini ondan hayırlı görmesini fitler. Bütün bunlar helâke sürükleyen düşünce ve davranışlardır.

Sonuç olarak Gazzâlî’ye göre Âdemoğlunda bulunan her kötü huy, şeytanın bir silahı ve kalbe giriş yollarından biridir ve bunlardan uzaklaşılması gerekir ki, kişi bu sayede mutluluğun anahtarını eline alabilsin.

Gazzâlî, şeytanın kalbe müdahale yollarını bu şekilde sıraladıktan sonra kalbi korumanın yollarını da gösterir. O kalbi korumanın çaresini bu yolları kapamakta bulur. Bu da ancak kalbi bu kötü huylardan temizlemekle mümkündür. Ona göre Allah’ı anmak şeytanı kalbe uğramaktan alıkoyar. Zira gerçek zikir, ancak kalbi takva ile tamir ettikten ve kalbi kötü sıfatlardan temizledikten sonra kalpte yerleşir. Ama kalp, şehvetlerden arınmayıp, yapılan zikir de sadece dilde kalırsa, azığını arayan aç köpek gibi şeytanın ona saldıracağını düşünürümüz, şu sözleriyle açıklar:

“Şeytan aç köpeğe benzer. Senin önünde ekmek veya et yoksa köpek sırf: “Hoşt” demenle defolup gider, seslenmen yeterli gelir. Ama eğer önünde et varsa ve kendisi de aç ise ete saldırır, sadece hoşt demen savuşması için kâfi gelmez. Bunun gibi şeytan, azığından boş olan kalpten de sırf zikirle kovulur, önlenir. Ama kalpte ağırlıklı şekilde şehvetler hâkim ise zikrin hakikatı kalbin kenarına-köşesine çekilir, kalbin merkezine yerleşemez, kalbin merkezine şeytan karargâh kurar.” Gazzâlî, ibadetlerde esas unsurun kalp olduğunu ve şeytanın özellikle kişiye namaz esnasında vesvese verdiğini şöyle açıklamaya çalışır:

“Şöyle bir düşün: Senin zikrinin ve ibadetinin zirve noktası namazdır. Namazda iken kalbine bir bak bakalım şeytan onu nasıl çarşılara götürüyor, dünyaların hesabını yapmaya, rakiplerine cevap vermeye sürüklüyor, seni nasıl dünya vadilerinde dolaştırıyor, dünyanın tehlikeli noktalarında gezdiriyor! Dahası var senin dünya ile alakalı unuttuğun ne kadar lüzumsuz şeyler varsa hepsi namazda aklına gelir. Şeytan senin kalbine yoğun şekilde namaz kıldığında hücumlarda bulunur. Namaz kalplerin âyar taşıdır. Kalplerin güzellikleri ve çirkinlikleri namazda ortaya çıkar. Dünya şehvetleriyle dolu kalplerden namazlar kabul edilmez. Hiç kuşkusuz şeytan kendiliğinden senden uzaklaşmaz ve hatta artırarak vesveselerini sürdürür.”

İbadetlerin en önemlilerinden birisi olarak kabul edilen namazda bile vesvese veren şeytana karşı çok ciddi önlemlerin alınması kaçınılmaz bir gerçek olarak karşımıza çıkıyor.

9. KALP HASTALIKLARI

Gazzâlî’ye göre kalp hastalıkları dört kısımda ele alınabilir:

a.      Uzun Emel

Sözlükte “istemek, ummak” anlamına gelen emel, bir kavram olarak ise gerçekleşmesi uzun zamana bağlı olan ümit, arzu ve istekler anlamında kullanılmaktadır. İslam ahlâkına göre uzun emel, insanın, bütün çabasını dünyaya bağlayarak yalnız dünya için uzun ümitler beslemesidir.

Gazzâlî, “Ravdatü’t-Tâlibîn ve Umdetü’s-Sâlikîn” adlı eserinde uzun emeli, “Yaşanması mümkün olan en son vakte kadar yaşama arzusudur”; kısa emeli ise, “İşi Allah’ın ilim ve iradesine havale edip yaşama konusunda bir hüküm vermeyi terk etmektir” diye tarif eder.

Gazzâlî, uzun emelin insanı dört tehlikeye ittiğini belirtir ve bunları da şu şekilde açıklar:

“1. Uzun emel sâhibi ibadete karşı gevşeklik ve tembellik gösterir. Zamanım çok, bugün olmazsa yarın kılarım daha önümüzde uzun yıllar var sonra yaparım der ve böylece ibadet etmeden ömrünü boşa geçirir derken ömür tamam olur.

2. Uzun emel, tevbeyi geciktirmeye ve terk etmeye sebep olur. Daha gencim tevbe etmeye zamanım çoktur. Şimdi çalışıp kazanayım bir kaç sene olsun zevk-u sefa edip şu dünyanın tadını çıkarayım da ondan sonra tevbe edip sâlih amel işleyeyim der ve kendini tamamıyla dünya işlerine verir derken ecel gelir. Tevbe etmeden ve tasarladıklarından mahrum olarak ölür gider.

3. Uzun emel dünyaya rağbet etmeye ve onu kazanma hırsına sürükler. Bu durumda, “Ne yiyeceğim, ne giyeceğim!” derdiyle uğraşır durur. Bu düşünce en azından kalbini meşgul eder, vaktini zayi eder, derdini çoğaltır.

4. Uzun emel, kalpleri karartır. Günahları unutturur. Âhireti akla getirmez. Çünkü uzun emellerin peşinde koşan kimse ne günahlarını hatırlar, ne ölümünü ne de mezardaki halini düşünür. Bu gibilerin düşüncesi, konuşması hep dünya, kazanç, halkla sohbet gibi boş şeylerle vakit geçirmektir. Tabiatıyla bu hal, kalbin kararmasına, katılaşmasına, âhiretin unutulmasına sebep olur.”

Gazzâlî, uzun emelin zararlarını bu şekilde açıkladıktan sonra bunun tedavisinin de kısa emel olduğunu söyler. Bunu korumanın yolunun, kulun, ölümün aniden gelerek kendisini bir gaflet ve aldanma halinde yakalayacağını düşünmesi gerektiğini belirtir.

b. Acelecilik

Gazzâlî, kalbin hastalığı olarak gördüğü aceleciliği, “İnsanı maksadına ulaşmaktan mahrum eden ve günahlara iten bir huydur” diye tarif eder. Gazzâlî, aceleciliğin dört âfete sebebiyet verdiğini söyler ve bunları da şöyle açıklar:

“1. Âbidler, fazla ibadet yapıp daha üstün manevî makamlara yükselmeyi dilerler. Fakat acele edip ibadetlerini vaktinden evvel yaptıkları için bu dileklerine nail olamazlar. Bazen acele ettikleri için ibadeti bütün şartlarıyla haklarına riâyet ederek yapamadıklarından bekledikleri tesiri göremezler. Bu durumda ümitsizliğe, ye’se düşerler, amellerinde gevşeme başlar ve bu yüzden ibadet sevabından da mahrum kalırlar. Bazen de ibadetlerinde fazlaya kaçar, kendilerini çok yorarlar. Hâlbuki dileklerin gerçekleşmesi ve istenen mertebelere ulaşması, ifrat ve tefrite kaçmadan ortalama hareketle olur. Çünkü ifratta tefritte gayeden uzaklaştırır.

2. Cenab-ı Haktan, bir dileğinin yerine getirilmesini isteyen aceleci kişi dua eder ve gayesine çabuk ulaşması için duasını sıklaştırır. Fakat ümit ettiği zamanda dileğinin gerçekleşmediğini görünce dua etmeyi terk eder ve böylece dileğinin yerine gelmesini önler.

3. Aceleci insan, kendisini inciten birisine bedduâ eder ve öfkesi geçinceye kadar devam eder. Bu bedduâsından ötürü o müminde zarar görür. Fakat kendisi de sabretme sevabından mahrum kalır. Bazen bu bedduâsını haddinden fazla yapar. O zaman da günaha girer. Nitekim Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de: “ İnsan hayrı istediği kadar şerri de ister. İnsan pek acelecidir!” (İsra 11) buyuruyor.

4. İbadetin, yalvarış ve takvânın aslı her şeyde dikkatli ve düşünceli hareket etmeyi alışkanlık haline getirmektir. Yemekte, içmekte, giyinmekte hülasa bütün işlerinde teenniyle ve düşünerek hareket etmeyen aceleci kişi, her zaman hataya düşebilir. Hatta, yiyecek, giyecek ve içeceklerinde ve bütün işlerinde şüpheye düşmek ve haram işlemekten kendini kurtaramaz.”

Gazzâlî, bu hastalığın tedavi yönteminin işlerde teenniyle hareket etmek olduğunu belirtir. Teenni ise, kalbe gelen her düşüncenin hemen peşine düşmeden durup düşünmek ve en uygun olanı ile amel etmektir. Gazzâlî, insanın bütün işlerinde meydana gelen hata ve zararların aceleden geldiğini, dikkat, itina, teenni ve ihtiyatla hareket etmenin bütün zarar ve hataları önlemede önemli olduğunu görür ve insanın bunların işi selamete götürmeye sebep olacağını düşündüğünde, hiçbir işinde acele etmeyeceğini ve bu illeti kalbinden atıp daima teenniyle hareket etmeye çalışacağını söyler.

c. Haset

Gazzâlî, kalbin büyük hastalıklarından biri sayılan hasedi, “Başkasının elindeki nimeti çok görüp o nimetin sahibinin elinden çıkmasını arzulamaktır” diye tarif eder. Eğer tam aksine başkasının elindeki nimetin zâil olmasını istemeyip, nimetinin devam etmesinden de rahatsızlık duymayıp, aynı nimetin kendisinde de olmasını temenni etmesini “gıpta” olarak belirtir.

d. Kibir

Gazzâlî’ye göre kibir, nefsin kendisini yüksek bir seviyede düşünmesi ve kendini büyük görmesidir. Tekebbür ise kibrin dışa yansımasıdır. Gazzâlî, kibrin, insanı hiç aman vermeden helâka götüren tehlikeli ve yıkıcı bir hastalık olduğunu, diğer kötü huylara benzemediğini çünkü diğer huyların ibadetin teferruatına zarar verdiğini kibrin ise aslına zarar verdiğini vurgular.  Hatta küfre kadar götüren büyük hastalık olduğunu söyler ve buna da şu âyeti delil getirir: “O zaman meleklere; “Âdem için secde edin” dedik. Derhal secde ettiler, ancak iblis dayattı, kibrine yediremedi. Zaten kâfirlerdendi”(Bakara 34)

10. GAZZÂLÎ’YE GÖRE KALBİN EĞİTİMİ

Daha önce de belirttiğimiz gibi Hz. Peygamber (s.a.v.) hadislerinde kalbin bozuk olması halinde tüm vücûdun da bundan olumsuz etkileneceğini söylemiştir. Nasıl ki bir şeyin merkezi bozuksa civarı da bozuktur. Kalbin bozuk olması durumunda diğer organlar da fiillerinde ona iştirak edecektir. Dolayısıyla kalp en önemli organımızdır. Aynı zamanda aklın da merkezi olan kalbin düzgün çalışması için istenilen kıvama getirilmesi gerekmektedir. Biz de burada Gazzâlî’de kalp eğitiminde önemli gördüğümüz bazı konuları işleyeceğiz.

a. Nefs Tezkiyesi

Tezkiye, sözlükte “temizlemek, arıtmak ” gibi anlamları ifade eden Arapça bir kelimedir. Tasavvufta, nefsi, ona bulaşan kir ve pastan temizleyerek nefs-i emmâre mertebesinden nefs-i mutmainne mertebesine çıkarmak, ruhu manevî kirlerden arındırmak demektir. Kur’ân-ı Kerîm’de, “nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiştir.” (Şems 9)  şeklinde bahsedilen husus, nefsi, kirleten şeylerle alâkalıdır. Kısaca, nefsi yerilen ahlâktan, övülen ahlâka yükseltmeye tezkiye denir.

Gazzâlî, nefs-beden benzetmesi yaparak nefsin tedavisi ve olgunlaşması hakkında şöyle demektedir: “Nefs tedavisinde onu rezilliklerden ve düşük huylardan temizleyip faziletleri ve güzel ahlakı kendisine zerk etmek bir bedendeki hastalıkları yok etmek suretiyle bedeni tedavi edip onu sağlığına  kavuşturmaya benzer. Beden ilk başta mükemmel olmayıp büyümek ve gıda verilmekle nasıl gelişiyor, olgunlaşıyorsa; nefis de noksan ve fakat olgunlaşmayı kabul edecek bir istidatta, yetenekte yaratılır. Nefsin tekâmülü, olgunlaşması da terbiye, ahlakı güzelleştirme ve ilimle beslemekle sağlanır. Yine nasıl ki beden sağlam olduğu zaman doktorun vazifesi sağlığı korumak esasları sağlamak (koruyucu hekimlik); vücut hastalandığında ise sağlığı tekrar kazandıracak önlemleri almak ise; sendeki nefis de bunun gibidir: Eğer nefsin temiz, iyi huylarla bezeli ise senin vazifen de nefsinin bu durumunu korumaya, duruluğunu daha da arıtmaya çalışmandır. Yok, olgun ve duru değilse ona bu meziyetleri kazandırman gerekir.”

Tezkiyeden sonra yerleşen iyi hasletler, kalbe gelirse, kalp aynasının parlaklığını, nûrunu arttırır. Hakkın tecellisi orada parıldamaya, dinde arzulanan, istenen işin hakîkati ona keşfolunmaya başlar. Zikri İlâhî’nin yerleştiği kalpte bu kalptir: “Bunlar, iman edenler ve gönülleri Allah'ın zikriyle sükûnete erenlerdir. Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah'ı anmakla huzur bulur.” (Rad 28)  Bu huzûru zikrullah’ta bulamayan kalpler perdelidirler. Kalbin tatmîni ve kemâli zikrullah’tadır. İlmin kalpte husûlune perde senin yönündedir. Yoksa Rahmet-i İlâhiye yönünden perdelenmiş değildir.

b. Riyâzet

Sözlükte “terbiye etmek, eğitmek, ıslah etmek, boyun eğdirmek, idman” anlamlarına gelen riyâzet, tasavvufta, nefsi eğitmek üzere aç, susuz ve sevdiği şeylerden mahrum bırakmaya, çekici ancak zararlı olan isteklerinden uzak kalmaya, faydalı ama zor şeyleri yapmaya kişinin kendisini alıştırması demektir.  Râğıb elİsfehânî’de riyâzeti, “Bir işi rahat yapması ve maharet kazanması için nefsi çokça alıştırmaya tabi tutmak” diye tarif eder. Nefsi ibadete alıştırmak üzere eğitmek de, riyâzettir. Nefis cihadı bir ömür boyu sürer. Bu yüzden sûfîler, tasavvufu “barışı olmayan savaş” olarak nitelemişlerdir. Kişi riyâzet yoluyla içindeki kibir ve kendini beğenme duygusunu kaldırıp atar, halkı hakir görmeyi onulmaz bir illet olarak görür, nefse uymanın Allah’a giden yolda en büyük engel olduğu bilincine ulaşır. Riyâzet sayesinde kul nefsine hâkim olur, bayağı arzularını dizginler, aşırılıkları bertaraf ederek kendisini disiplin altına sokar. Riyâzetten maksat güzel ahlâka sahip olmaktır. Kalp eğitiminde büyük önemi haiz olan riyâzet hakkında Gazzali şöyle demektedir: “Riyâzet, nefsi hayra alıştırmak, onu yumuşaklıkla yavaş yavaş kolay işlerden ağır işlere adım attırmak, böylece devam ederek önceleri zor gelen bütün iş ve hallerin kendisine kolay geleceği bir dereceye kadar onu ilerletmektir.” (Gazzâlî, Ravdatu’t-Tâlibîn, s. 214)  Gazzâlî, “İhyâ’u ulûmi’d-dîn” adlı eserinde bu konu hakkında şu bilgilere yer vermektedir: “Riyâzet, kulun huy halini alıncaya kadar iyi işleri yapmakta kendini zorlaması demektir. Bu ise kalp ile organlar arasındaki acayip münasebetin bir neticesidir. Yâni nefis ile beden arasındaki münasebetten meydana gelir. Çünkü kalpte beliren her sıfat izlerini organlara iletir. Böylece organları tamamen kalbe uygun bir şekilde hareket ederler. Organların yaptığı her işin de kalpte bir tesiri olur.” diyen Gazzâlî, sözüne şu örneklerle açıklık getirir: “Hattatlık yeteneği olan biri iyi bir hattat olmak istiyorsa izleyeceği tek yol vardır, o da uzman bir hattatın yaptığı gibi sürekli yazı yazması, hat çalışmaları yapması ve güzel hat çıkarıncaya kadar bunu uzun süre devam ettirmesidir. Çünkü hattatın işi güzel hat çıkarmasıdır. Önceleri kendini zorlayarak hattata benzemeye çalışır. Derken meşkini sürdüre sürdüre sonunda kendisinden de doğal biçimde güzel hatlar çıkmaya başlar. Başlangıçtaki zorlanması tabiileşir, hattatlık sıfatı ruhuna yerleşir. Burada adamın yazısını güzelleştiren güzel yazıdır. Ancak bunu ilk önceleri zorlanarak başarabiliyorken daha sonra buradan kalbine doğru bir iz yükselmiş sonra da kalbinden eline doğru bir etki inivererek doğal bir şekilde güzel hatlar çıkarmaya başlamış olur. Bunun gibi, fıkıh âlimi olmak isteyenin de yapacağı iş fıkıhçıların yaptıklarıdır. Bu da kalbinde fıkıh sıfatı yerleşinceye kadar, fıkıh melekesi kazanıp fıkıh âlimi oluncaya kadar fıkıh alanında çalışmasıdır. Yine cömert olmak, iffetli olmak, uysal olmak, mütevâzi olmak isteyen kişi bu niteliklerdeki şahısların davranışlarını yapmalı, doğallık kazanıncaya değin bunları yapmaya zorlanmalıdır.” Riyâzetin dört ilkesi vardır: az yemek, az uyumak, az konuşmak ve varlıkların ezalarına katlanmak. Az yemekten şehvetlerin ölümü, az uyumaktan iradelerin duruluğu, az konuşmaktan âfetlerden selâmet, eziyetlere katlanmaktan da gayelere varma neticeleri elde edilir. Kula en çetin gelen şey kabalıklar karşısında uysallık, eziyetler karşısında da sabır göstermesidir. Çünkü riyâzet sabrın meyvesidir.

İnsanlar riyâzet hususunda dörde ayrılırlar:

1. Kalbini Allah zikri istilâ etmiş kişi. Bu mertebedeki kimse dünyaya sadece zaruri geçimini sağlayacak şekilde yönelir. Böyle biri sıddık kişilerden sayılır. Bu mertebeye ancak uzun süren riyâzet ve şehvetlere karşı uzun zaman sabır gösterme sayesinde ulaşır.

2. Kalbini dünya sevgisi kaplamış, kalbinde zikrullah için sadece hadis-i nefs kabilinden (sözle) yer almış kişidir, Allah’ı kalbiyle değil de diliyle anar.

3. Hem din hem dünya ile meşgul olan ama kalbinde din ağır basan kişidir.

4. Hem din hem dünya işleriyle uğraşan ama kalbinde dünya daha baskın bulunan kişidir.

Riyâzette önce kötü huyu çıkarmak için muhalefet etmek, sonra iyi ameller, ibadetler yaparak nefsi iyiliklere alıştırmak gerekir. Amel aynı zamanda riyâzeti sağlayıcı ve yardımcı olmaktadır.

İbadet

Sözlükte “boyun eğme, alçak gönüllülük, itaat, kulluk, tapma, tapınma” (İbn Manzûr, a.g.e., III/273) anlamlarına gelen ibadet dinî bir terim olarak insanın Allah’a saygı, sevgi ve itaatini göstermek, O’nun hoşnutluğunu kazanmak niyetiyle ortaya koyduğu belirli tutum ve gerçekleştirdiği davranışlar için kullanıldığı gibi daha genel olarak aynı mahiyetteki düşünüş, duyuş ve sözleri de ifade eder. (Mustafa Sinanoğlu, “İbadet”, DİA, XIX/233)

 İbadetler, daha geniş ifadesiyle ameller (bilinçli her çeşit davranış) bir taahhüt, bir bağlanmadır. Bu bağlanma, ona zıt ve karşı olan pek çok eğilimleri aşarak devam eder. İnsandaki duygusal güçler birbirleriyle mücadele eder. İnsanı ikiye böler ve insana kendi tasarılarına, projelerine göre düzenleme ve yönlendirme görevini empoze ederler. (Hüseyin Peker, Din Psikolojisi, İstanbul, 2003, s. 118)

Amel ile kastedilen, nefsânî şehvetlerin riyâzeti, gazabın tutulması ve bu sıfatları aklın ve mantığın etkisi altında kullanmak şartıyla, nefsin kötü niyetlerini yerine getirmemekle, aklın hükmü etkisi altında yapılan iyi, güzel, salih işler ve davranışlardır. (Gazzâlî, Mîzân, s. 38)

Temizliğin en önemlisi kalbin kötü huyların pisliğinden arıtılması, paklanmasıdır. Lâkin zâhiri temizliğin iç temizliğe tesiri yoktur denemez. Zira insan tam bir abdest alıp, beden ve elbisesinin temizliğine dikkatle riâyet ettiğinin zevkine vardığında, kalbinde daha önce bulamadığı ferahlık ve rahatı bulur. Buna sebep olan da görülen âlem ile görülmeyen âlem arasındaki alâkadır. (Gazzâlî, Erbaîn fi Usûliddîn, s. 50)

Kalbin marifetlerinden âzâlara eserler aktığı gibi, âzâların iyi hareketlerinden de kalbe nurlar yükselir. (Gazzâlî, Erbaîn fi Usûliddîn, s. 50)  Amelin tesiri, gerekmeyeni izâle içindir. İlimde çalışma ise, gereklinin tahsiline çalışma demektir. Gerekli olana yer açmak için gerekmeyenin izâlesi şarttır. Üzeri paslanmış, parlaklığını kaybetmiş ve üzerinde şeklimizi göremediğimiz bir aynanın sûretleri kabûle müsait olması ve üzerine gelen sûretleri olduğu gibi aksettirmesi için cilâlanması ve görülmesi istenenin aynanın tam karşısında koyması lazımdır. (Gazzâlî, Mîzân, s. 72-73; Hasan Mahmut Çamdibi, a.g.e., s. 249) Uzun ömür sâyesinde ibadet çoğalınca mükâfât da çoğalır. Nefis de daha çok tezkiye edilir ve temizlenir. Ahlak daha da kuvvetlenir, kökleşir ve insanda yerleşir. Zaten ibadetlerin gayesi kalpte olumlu etkiler yapmalarıdır. Bu etkiler de ibadetlere çokça devam etmekle pekişir. (Gazzâlî, İhyâ, III/128) Çünkü amelin mânâsı, nefsi alt tarafa yani süfliyâta bağlayan alçak alâkaları gidermek için nefsi İlâhi ve âlî tarafa çevirmekle şehvetleri kırmaktır. Nihâyet bu alâkaları giderir yahut zayıflatır, İlâhi hakîkatları araştırırsa Allah tarafından evliyâ, enbiyâ ve sıddîkine akan o şerefli ırmaktan ona da akar. (Gazzâlî, Mîzân, s. 74; Hasan Mahmut Çamdibi, a.g.e., s. 250)

Aşağıda kalbi cilalayıp temiz hale gelmesinde büyük önem arzeden ibadetlerden namaz, oruç ve zekât konularını ele alacağız.

Namaz

Gazzâlî, kalbi parlatmak, Allah’ı anmayı yenilemek ve îmanın kalpte kökleşmesini sağlamak için emrolunan namazı “içinde zikir yapılan, Kur’ân okunan, rukû, secde, kiyâm ve oturuş bulunan davranışların biçiminden meydana gelen bir ibadettir” diye tarif eder. Kalp huzurunu namazın ruhu olarak niteleyen Gazzâlî, namazı huşû ve kalp huzuru ile kılmanın şart olduğunu, çünkü rukû ve secde ile güdülen gayenin Allah’ın yüceliğini ikrar olduğunu söyler. Buraya kadar anlattıklarımız namaz esnâsında kalbin alması gereken durumlardır. Gazzâlî, yukarıdaki gibi kalbî derinlik içerisinde namaz kılmanın ancak kalpleri Allah korkusuyla dolu olan kimselerin özelliği olduğunu söyler. Ama müslümanların, kendilerini bu kimselerin namaz kılmaları gibi namaz kılmaya alıştırmalarını, onlar gibi kılmayı başardığında sevinmeleri başaramadığında üzülmelerini, bunu elde etmenin yolunun en azından onlara benzemeye çalışmaları gerektiğini de sözlerine ekler.  Şu halde namaz kılan kişi eğer namazını tam bir ihlâsla yani Gazzâlî’nin yukarıda bahsettiği şekilde kılarsa nefsini daha çok temizleyip, kalbini de daha üst seviyede eğiteceği muhakkaktır. Buna karşılık günahlara, şehvetlere ve dünyâya dalmış, yaptığı yanlışlardan haberdâr olmayan, Allah’ın emirlerine de râzı gelmeyen, üstünlük isteği, gurur içindeki bir nefisle kılınan namazdan zevk almak imkânsızdır. Bu şekilde kılınan namazın kalbî eğitime katkısı da oldukça azdır. Zaten bu durumdaki nefislere namaz da zor gelir. “Sabır ve namaz ile Allah'tan yardım isteyin. Şüphesiz o (sabır ve namaz), Allah'a saygıdan kalbi ürperenler dışında herkese zor ve ağır gelen bir görevdir.” (Bakara 45) Onun için kalbi zedeleyen bu gibi kötü temâyüllerden kurtulmalı, onun yerine kalbi besleyen amelleri yapması gerekir.

Oruç

İnsanları büyük dertlere sokan aşırılıklar ve taşkınlıklar, çoğu kez mideye bağlı isteklerden ve cinsel arzulardan kaynaklanır. İnsanın insanlığı da bunlara hâkim olabilmesindedir. Oruç, bu konudaki kötü istekleri kırar, değiştirir, düzeltir. Bunların kontrolünü iradenin eline verir. Oruçla nefis mücahedesine alışılır, hayatın zorlukları yenilir, ahiret saadetine erişilir.  Gazzâlî, orucun sırlarına dair açıklamasında bu hususa şöyle değinir:

a) Oruç, arzuları frenlemek ve yiyip içmemektir.

b) Oruç, Aziz ve Celil Allah’ın düşmanını kahreden bir ibâdettir. Çünkü şeytanın saptırma araçları şehvetlerdir. Şehvetlerin güç kaynağı ise yeme ve içmedir. Bunun için Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Kanın dolaşımı gibi, şeytan da insanoğlunun vücudunda dolaşır. Öyle ise onun dolaşım kanallarını açlıkla daraltın.” .( Acluni, Keşfu’l-Hafa, 671) (Bu rivâyet, son cümle (Öyle ise onun dolaşım kanallarını açlıkla daraltın) hariç Müslim, Selam, 23 Ebu Dâvud, Sünnet, 18; Tirmizî, Radâ, 17’de geçmektedir. İşte oruç, şeytanın bu aracını zayıflatır.

Zekat

“Ey iman edenler! Kazandıklarınızın ve sizler için yerden çıkardıklarımızın en güzellerinden (Allah yolunda) harcayın. Kendinizin göz yummadan alıcı olmadığınız düşük şeyleri vermeye kalkışmayın. Allah müstağni ve övülmeye layık olandır.”(Bakara 267)  Gazzâlî’ye göre nimetin şükrü olan zekât insanın batınî hastalıkları olan cimrilik, tamah, bencillik, hodbinlik ve fakirlere katı davranma kirlerinden korumaktadır. Zekâtın fakirlere ulaştırılırken nasıl kalbî hassasiyet içerisinde olunması gerektiği bizzat âyetlerle vurgulanmıştır. Bu da gösteriyor ki zekât farîzasını yerine getirirken sadece dış şartlarının kifâyet etmediği bununla beraber batınî şartlara da riâyet edilmesi gerektiği zekâta verilen önem açısından son derece dikkate şâyandır. Ayrıca zekât, Müslümanlarda fakir ve ihtiyaç sahipleriyle vicdan bazında beraberlik hissini kuvvetlendirmekte, onlara yönelik sorumluluk şuurunu yerleştirmeye, fakirleri memnun etme ve yüklerini hafifletme faaliyetinde bulunmaya itmektedir. (M. Osman Necati, Kur’an ve Psikoloji, trc, Hayati Aydın, Ankara, 2004, s. 277)

c. Sabır

Sabır sözlükte birini bir şeyden alıkoymak, hapsetmek, tutmak, dayanmak, dayanıklılık, gibi anlamları olan Arapça bir kelimedir. Terim olarak sabır, başa gelen musibetlerden dolayı Allah’tan başka kimseye şikâyetçi olmamak, yakınmamak, sızlanmamak; nefse ağır gelen ve hoşa gitmeyen şeyler karşısında dünya ve âhiret yararını düşünerek, ruhi dengeyi bozmamak için insanın kalbinde bulunmakta olan sükûnet ve dayanma gücü demektir.  Başa gelen belâlara, sıkıntılara sabır dendiği gibi, Allah’a ibâdete devam ve isyandan sürekli kaçmaya da sabır denir. Râğıb el-İsfehânî’de sabrı, “Nefsi, akıl ve şer’in gerektirdiği hususlar üzerinde veya onların onu hapsetmeyi gerektirdikleri hususlara karşı hapsetmektir” diye tarif eder. Gazzâlî’de “Minhâcü’l-âbidîn” adlı eserinde sabrı, “Kişinin, nefsini kötülüklerden alıkoymasıdır” diye tarif eder. Sabrın kemâli, hem şehvetin isteklerine, hem de gazabın isteklerinden hepsine sabretmekle olur. Kula zarar verene nisbetle kulun sabır hali, menfaat verene izâfeten de şükür hali vardır.

Görüldüğü gibi sabır, nefsin isteklerini dizginleyerek kalbin arınmasına vesîle olan, bunun neticesinde de kulun dünya ve âhirette mutlu olmasını, Allah’ın emirlerine sımsıkı sarılmasını yasaklarından gönül hoşluğuyla uzaklaşmasını, başına gelen musibetlere de direnç göstermesini sağlayan insanoğlunun hususiyetidir.

d. İhlâs

Sözlükte "arınmak, saflaşmak, kurtulmak" mânasındaki hulûs / halâs kökünden türetilmiş olup  "bir şeyi, içine karışmış ve değerini düşürmüş olan başka şeylerden temizleyip arındırmak, saflaştırmak, özünü almak, seçmek" anlamına gelen ihlâs kelimesi, terim olarak "ibadet ve iyilikleri, halkın övme ve beğenmesini, yerme ve kınamasını düşünmeksizin sırf Allah için iyi ve halis niyetle yapmak, şirk, nifak, riya (gösteriş) ve süm’a (duyurma) vb. şâibelerden uzak durmak, söz, fiil ve davranışlarında samimi ve dosdoğru olmak " demektir. İslâmî literatürde ihlâs daha geniş olarak şirk ve riyadan, bâtıl inançlardan, kötü duygulardan, çıkar hesaplarından ve genel mânada gösteriş arzusundan kalbi temizlemeyi, her türlü hayırlı faaliyete iyi niyetle yönelmeyi ve her durumda yalnızca Allah'ın rızâsını gözetmeyi ifade eder.

İhlâs, Allah ile kul arasında bir sırdır. Öyle bir sır ki onu melek bilip yazamaz, şeytan bilip ifsat edemez. Çünkü “ihlâs” kalbe ait bir ameldir. Bunu ancak kişinin kendisi ile Allah bilebilir. İhlâsın irade, kasıt ve niyetle bir ilgisi vardır. Amel, ihlâssız ve niyetsiz ibâdete dönüşmediği gibi ihlâssız ve niyetsiz ibadette makbul değildir. Ameller niyetlere göre değer kazanır veya kaybeder.

Gazzâlî’ye göre ihlâsın tarifi “Kişinin kalbini tam anlamıyla Allah’a vermesi, orada Allah’tan başkasına yer kalmaması, amelin, az veya çok tüm şâibelerden ayıklanıp Allah’a yaklaşma arzusunun tek âmil olması, bunun dışında muharrik bir unsur taşımaması” demektir. “Minhâcü’l-âbidîn” adlı eserinde hakiki ihlâsın “Kulun yalnız Rabbine ibadet edip, nefsin heva ve heveslerine tapmaması, Cenab-ı Hak’tan başkasını, gözünden ve kalbinden silip atması, yapılan ibadeti, iyilikleri sırf onun için yapmasıdır.” diye tarif eder.

İhlâsın aslı niyettir. Zira ihlâs niyettedir. İhlâsın hakikatı, niyete başka bir şey karıştırmamaktır. Kemâli de sıdktır. Niyetin hakikati, marifetten doğan kudrete sebep olan iradedir. Bütün ameller ancak kudret, irade ve ilim ile sahih olur. İlim iradeyi meydana getirir. İrade de kudrete sebep olur. Kudret azaları harekete geçirmek suretiyle iradeye hizmet eder. Niyet, kudret için sebep olan kesin meyilden ibarettir. Birisi savaşa gider; bazen onun savaşa gitmesinin sebebi, onun âhiret sevâbına olan meylidir. Bu sevâba meyli de onun niyetidir. Öyleyse niyet, sevkedici bir iradeden ibarettir. Niyetin ihlâslı olmasının mânası da sevkedici iradenin riya şâibesinden arınmış olmasıdır.

İhlâsın zıddı ortak koşmaktır. Ortak koşmak ise, sevk edici iki sebebin bir arada bulunup ortaklaşmasıdır. Bu sebepten biri ihlâsın hakikatı olan tek sebebidir, diğeri de riya vb. gibi başkasının yanında bulunması düşünülen herşeydir. Eğer ihlâsın hakikatı olan sebep kendisine ortaklık edecek bütün sebeplerden temizlenirse o zaman buna halis ihlâs denir. Özet olarak ihlâs, kalbi mâsivâ kirlerinden arındırıp hulûsu kalple Allah’a yönelmektir. Aynı zamanda ihlâs, Allah’ın rızâsını kazanmasında önemli yeri olan ve neticesinde de hoşnut olacağı şeylerle karşılaşmasına vesile olan müminin sıfatıdır.

11. SONUÇ

Ø  Kalp, bütün şuur, vicdan, his ve idraklerin kaynağıdır.

Ø  Kalp, anlayan, âlim ve ârif olan ilâhî bir cevherdir. Kendisine hitab edilen, cezâ ve mükâfat görecek olan odur. Allah’ı tanıyan, O’na itaat eden, gerçekte Allah’a isyan eden yine kalptir. İyilikler gibi uzuvlara sirâyet eden kötülükler de onun eseridir. Bir başka ifâdeyle îmân ve inkârın merkezi kalptir.

Ø  Kalp, îmân ve küfrün sebep olduğu sevgi, korku, huzur ve sıkıntı, takvâ ve şüphe gibi daha birçok olumlu ve olumsuz duygu ve yönelişlerin mahalli durumundadır.

Ø  Kalbin temiz veya kirli olması çok önemlidir. Çünkü kalp, Allah’ın nazar ettiği yerdir. Bütün organların başı olması nedeniyle de sağlığı veya bozulması diğer organları da etkiler. İlham gibi vesvese de kalbe bağlıdır.

Ø  Gözün ve kulağın olduğu gibi kalbin dış âleme kapanması mümkün değildir. Bu sebeple iç ve dış tesirlere daima açık bulunur. Günah işlemeye devam eden kişinin kalbinin kararacağı, işlediği günahtan tevbe edip pişman olan kimsenin ise, gönlünün günah lekelerinden arınacağı gerçeği, kalbin her an telkine açık bulunduğunun işâretidir.

Ø  İnsanlar beraber oldukları kimselerin özelliklerine göre olumlu ya da olumsuz karşılıklı tesir altında kalırlar. Zira iyi ahlaklı insanlarla beraber olan kişi onların tavır ve bakışlarından etkilendiği göz ardı edilemezken, mânevi kirler bulaştıracak insanlarla uzun boylu ülfet etmekle kalpte meydana gelecek menfî tesir de inkar edilemez.

Ø  Kalp melek ve şeytanın telkinlerine de açıktır. Bir başka ifâdeyle kalp, herhangi bir konuda karar verirken ona telkin edilen iyi veya kötü düşüncelerin şu ve bu oranda etkisinde kalır.

Ø  Kalp ilmin yeridir. Ona göre eşyânın hakikatleri kalpte meydana gelir. Kalbin bilgisine “ma’rifet” denir. Yine ilim, ateşi görmek, ma’rifet de ona dokunmak gibidir.

Ø   Kalbin sağlıklı olması sürekli teyakkuz halinde olup muhkem bir kale gibi korunmasıyla mümkündür. Kalbi, hastalıklardan ve şeytani her türlü taarruzdan korumak ancak onu eğitmekle olur.

Ø  Kalbi eğitmenin yolu da genel olarak nefsi tezkiye edip, sabır ve ihlâsla Allah’a ibadettir.

11. Materyal

Şeytan Kalbe Girince

https://www.youtube.com/watch?v=1qqHNEJM4u0

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Dersler