10. KALP ALEMİ
1. GİRİŞ
“Allah’ı bilen, Allah’a yaklaşan,
Allah için amel eden, Allah’a doğru sa’yeden ve nihayet Allah katında olanları
keşfeden kalptir. Diğer uzuvlar kalbe tabi ve onun hizmetçileridirler. Onlar,
kalbin çalıştırdığı âlet ve vâsıtalarıdır. Efendinin hizmetçisini, ustanın
aletini çalıştırdığı ve kullandığı gibi, kalp de diğer azaları öyle çalıştırır
ve kullanır. Mâsivadan (Allah dışındaki her şey) tecerrüt eden kalp, Allah katında en makbul
bir uzuv olduğu gibi, başka şeylere dalan kalp de o nispette Allah’tan uzak
olur. Aranan, muhatap ve mesul tutulan yine kalptir. Mâsivadan temizlendiği
zaman, Allah’a yaklaşıp saadete eren ve felah bulan bu kalp olduğu gibi,
mâsivayı içine alıp gizlediği zaman da, şekâvete yönelip hüsranda kalan yine bu
kalptir. Gerçekte Allah’a itaat eden kalptir. Uzuvlara dağılan ibadetler onun
nurlarıdır. Gerçekte Allah’a isyan eden de odur. Uzuvlara sirayet eden
kötülükler ise onun eseridir. Onun zulmette veya nurda kalmasını, dışarıdaki
iyilik veya kötülüğü gösterir. Çünkü her bardağın içinde ne varsa dışında da o
gözükür. Kalp öyle bir varlıktır ki, insan onu bildiği zaman nefsini; nefsini
bildiği zaman da Rabbini bilmiş olur. İnsan onu unuttuğu ve bilmediği zaman
kendini de bilmez; kendini bilmeyen ise, Rabbini hiç bilemez. Çünkü kendisini
bilemeyen, başkasını nasıl bilebilir. İnsanların çoğu ise, nefis ve kalplerinin
cahilidirler” (Gazzâlî, İhyâ, III/9)
2. KAVRAM TAHLİLİ
Kalp, ka-le-be fiilinin
masdarıdır. Çoğulu kulûb, eklâb, kılebe ya da eklub olup, (İbn Manzûr,
Lisânu’l-arab, Beyrut, 1997, I/687) akıl, merkez, iç, öz, esas, cevher,
meselenin ruhu anlamlarını taşır. Fiil halinde kullanılınca, devirmek, zihninde
evirip çevirmek, bozmak, duruma uymak, değiştirmek, bir şeyi bulunduğu halden
bir başka hale çevirmek, altını üstüne getirmek mânâlarını ifade etmektedir.(
Râğıb el-İsfehânî, el-Müfredât fi Garîbi’l- Kurân, trc, Abdulbaki Güneş, Mehmet
Yolcu, İstanbul,2007, II/391; Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü,
İstanbul, 1991, s. 274; İbn Manzûr, a.g.e., I/687)
Vücutta kan deveranını
gerçekleştirmesi ve irade, idrak, duygu ve bilgi gibi manevî dinamikleri, aksiyon
haline çevirmesi sebebiyle de bu ismi aldığı söylenebilir. Manevî dinamiklerin
müşahhas bir şekilde tezâhürüne sebep olması, müşahhas tezâhürlerden manevî
sonuçlar çıkarabilmesi de kalbin bu çevirici özelliğini teyid etmektedir. (Âdem
Ergül, Kurân ve Sünnet Işığında Kalbî Hayat, İstanbul, 2000, s. 96)
Kalp terim olarak iki anlamda
kullanılmıştır: Birincisi, göğsün sol tarafında, sol memenin altına doğru
yerleştirilmiş çam kozalağına benzeyen ve yapısı, dokusu ve bizâtihî müteharrik
olma gibi özellikleri itibariyle bedendeki diğer uzuvlardan farklı olan ve
vücutta kan deveranını gerçekleştirmek suretiyle insan hayatının devamını
sağlayan özel bir et parçasıdır. Dilimizde yürek diye meşhur olan bu et
parçası, tıp ilminin meşgul olduğu cismânî kalptir. (Elmalılı, M. Hamdi Yazır,
Hak Dini Kur’an Dili, sad. Heyet, İstanbul, ts, I/193)
İkincisi ise birincisinin ilahî
ve rûhânî boyutu ve aynı zamanda şuur, vicdan, idrak, duygu, akıl ve irâde
gücünün merkezi olan bir varlıktır. Tasavvuf ehli buna “hakîkat-ı insâniyye”,
filozoflar da “nefs-i nâtıka” demişlerdir. İnsanın asıl hakikati (benliği) de
işte bu kalptir. Bu yönü itibariyle insana “âlim”, “ârif” ve “müdrik”
denilmiştir. Allah’a muhatap olan, sorumlu tutulan, cezâ gören, mükâfat alan
hep bu nûrânî cevherdir. (Cürcânî, et-Ta’rîfât, Beyrut, 1403/1983, s. 178;
Elmalılı, a.g.e., I/193; Gazzâlî, İhyâ’u ulûmi’d-dîn,trc, Sıtkı Gülle,
İstanbul,1998, III/11) Umûmiyetle gönül derken kastettiğimiz bu kalp, âdeta
ruhumuzun bir gözüdür. Basîret, bunun nazarı; akıl, ruhu; irâde, bir
kuvvetidir. Bunu ruhumuzun kendisi telakkî edenler de çoktur. Kur’anda ve
Sünnette, Kur’an ilimlerinde, din ilminde, ahlak ilminde ve edebiyatta kalp
denilince bu ikinci mâna kastedilir.(Elmalılı, a.g.e., I/193) Kalbin diğer
anlamları daha çok mecâzen verilmiş mânalardır. (Tehânevî, Keşşâf
Istılahâti’l-Fünûn, Beyrut, ts, III/1170)
Kalp için “kabiliyetlerin
toplamı” (Hüseyin Aydın, Muhâsibî’nin
Tasavvuf Felsefesi, Ankara, 1976, s. 47), “ruh ve nefis arasında insaniyeti
tahakkuk ettiren nûrânî bir vâsıta”( Kâşânî, Mu’cemu Istılâhâti’s-Sûfiyye,
Kâhire, 1992, s. 162) “insanın iç
dünyası” (Hakîm et-Tirmizî, Beyânu’l-fark beyne’s-sadr ve’l-kalb ve’l-fu’âd
ve’l-lüb, Kâhire, 1958, s. 33) gibi tarifler de yapılmıştır. Râğıb elİsfehânî (v.
502/1108) can/ruh, (Ahzâb 10) ilim, (Kâf 37) anlayış, (En’âm 25; Tevbe 87) şecaat (Âl-i İmran 126)
ve korku (Ahzâb 26) gibi kalbe ait mânaların, Kur’ân-ı Kerim’de zaman zaman kalp
kelimesiyle ifâde edildiğini söylenir. (Râğıb, a.g.e., II/393)
Lügatlerde kalp kelimesinin zaman
zaman “fuâd”, “akıl”, “bir şeyin özü”, “ortası” ve “hakikati” gibi anlamlarda
kullanıldığına da işaret edilmiştir. (Fîrûzâbâdî, Kâmûsu’l-muhît, Beyrut,
1407/1987, s. 163)
Tasavvufta ise değişik anlamlar
taşır. Şöyle ki, a) İlâhî hitabın mahalli ve muhatabı. b) Marifet ve irfan
denilen tasavvufî bilginin kaynağı, keşf ve ilham mahalli. c) İlâhî genişlik
(vus’at-i ilâhiye) mahalli; Allah’ın evi, yere ve göğe sığmayan Allah’ın içine
sığdığı yer. d) Tecellî aynası ilâhî isim ve sıfatların en mükemmel şekilde
tecelli ettiği yer. e) Kalp gözü (aynu’l-kalb, çeşm-i dil). Bu gözle insan gayb
ve ilâhî âleme ait hususları görür. f) Kalb-i vücûd. Varlığın kalbi, insan-ı kâmil
gibi. (Süleyman Uludağ, a.g.e., s. 274)
3. İLGİLİ KAVRAMLAR
a. Fuâd
Lügatte kalp anlamına gelen fuâd
kelimesi, Arapça’da “f-’e-d” kökünden türeyen bir isimdir. Çoğulu “ef’ide”dir.
Yanıp tutuşmak anlamındadır. Kalbe bu ismin verilmesi sevgi ve acı gibi
duygular sebebiyle yanıp tutuşmasındandır. Ayrıca onun kızartılmış et renginde
olması da bu ismin verilmesine sebep olmuş olabilir. Nitekim ateşte kızartılmış
et, feîd diye vasıflandırılır. Kalbe nisbeti, göz bebeğinin göze, ceviz özünün
cevize nisbeti gibidir. Kalp sadrın ortasında olduğu gibi fuâd’ta kalbin
ortasındadır. Zaman zaman, kalbin ortası, kılıfı, içi gibi mânâlarda da
kullanılmıştır. Fuâdı kalbin kılıfı diye tarif edenler, kalbi de siyah
noktacığın (süveydâ) adı olarak değerlendirmişlerdir.
Fuâd kelimesi, Kur’an-ı Kerim’de
on altı yerde zikredilir. Kur’an’da geçtiği itibariyle, sorumlu tutulan, tasdik
ve tekzip eden, meyleden,
cezalandırılabilen ve halden hale çevrilebilen bir özelliğe sahiptir. Bu
özelliklerden hareketle fuâd kelimesinin, kalp kavramı ile eş anlamlı
(müterâdif) olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim bir hadis-i şerifte kalp ve fuâd
kelimeleri bir arada kullanılmıştır: “Yemen halkı size geldi. Bunlar, gönülleri
(ef’ide) çok yufka ve kalpleri (kulûb) pek yumuşak kimselerdir” (Buhârî,
Megâzî, 74, İstanbul, 1992; Müslim, Îman, 90, İstanbul, 1992) Bir diğer
rivâyette “Gönülleri çok zayıf, gönülleri pek ince” (Müslim, Îman, 84) ifadesi
geçmektedir. Bu hadislerde geçen iki kelimenin, te’kid için tekrar edildiğini
söyleyenler varsa da kalbin vasfı incelik, fuâdın vasfı yumuşaklık olduğundan
vasıflarına uygun olarak zikredilmiştir. (Bkz., İbn Manzûr, a.g.e., I/687; Mustafa
Öztürk, Hadislerin Işığında Kalbin Değeri, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi,
İstanbul, 1996, s. 4)
b. Lübb
Lüb kelimesi sözlük manası öz,
iç, akıl ve cevher demektir. Çoğulu elbâb şeklinde gelir. Kelime çoğu zaman içi
yenip dışı atılan ceviz gibi kabuklu meyve ve sebzelerin içini (özünü) ifade
için kullanılır. Ayrıca vehim ve hayal kabuğundan arındırılmış ve kutsiyet nuru
ile aydınlatılmış halis, saf ve tam akıl anlamına da gelir. Lüb kavramı, Kur’ân-ı
Kerim’de her türlü şâibeden uzak, saf, temiz ve tam akıl anlamında
kullanılmıştır. Ülü’l elbâb şeklinde terkip olarak kullanıldığında ise içi
çürük veya kof olmayan, sağlam özlü, temiz akıllı kimseler anlamına gelir. Lüb
kavramı, normal akıldan ziyâde, hidâyet nuruyla aydınlanmış akıldır. Nitekim
Kur’an’da ilâhî hükümlerin inceliklerini, takvânın en önemli azık olduğunu,
hikmetin önemini, ilâhî öğütlerin kıymetini, yerlerin ve göklerin yaratılış
hikmetlerini görüp anlayan ve ibret alanların ancak ülü’l-elbâb olduğu
vurgulanmaktadır. İdrak ve duyguların merkezi ve insanın maddî-manevî
varlığının özünü oluşturması sebebiyle kalbin, lüb kavramının müteradifi olduğu
söylenebilirse de esasen “lüb”, kalbin en önemli fonksiyonu olan idrak, anlayış
ve ibret alma melekesinin (akıl) îmanla aydınlanmış halinin adıdır.
c. Sadr
Sadr kelimesi: Arapça’da sadera
fiilinin mastarıdır. Çoğulu sudûr olarak gelir. Sadır, lügat itibariyle isim olarak, göğüs, kutu, hazîne, yürek,
kalp, gönül, bir şeyin baş tarafı
veya en üst kısmı, kişinin yöneldiği taraf, boyundan karın boşluğuna kadar olan vücudun ön kısmı anlamına geldiği
gibi, reis ve kumandan manasına da gelir.
Fiil olarak kullanılınca: Çıkmak, ileri gitmek, ortaya çıkmak, kabarmak,
ayağa kalkmak, vücûda getirmek,
ürünün çıkması, ilan etmek, olmak, ısrarla istemek, zorla almak, vazgeçirmek, dönmek, mânâlarını ifâde etmektedir. Sadr kelimesi, kalbi içine alması
(mahalliyet) veya kalbin, sadrın bir parçası olması (cüz’iyyet) sebebiyle zaman zaman kalp anlamında da
kullanılmıştır. Sadr kelimesi, Kur’an-ı Kerim’de birçok ayette kullanılmıştır.
Bunlardan bir kısmı şöyledir:
a) Allah Teâlâ’nın göğüslerde
olanı bilmesini ifâde eden âyetler: “Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah,
kalblerin içindekini bilmektedir.” (Maide 7)
b) Sadrın açılması (şerh) ve
daralması (diyk) ile ilgili âyetler: “Allah kimi doğru yola iletmek isterse
onun kalbini İslâm'a açar; kimi de saptırmak isterse göğe çıkıyormuş gibi
kalbini iyice daraltır. Allah inanmayanların üstüne işte böyle murdarlık verir.”
(Enam 125)
c) Sadrın şifâ bulmasını ifâde
eden âyetler: “Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, gönüllerdekine bir şifa,
müminler için bir hidayet ve rahmet gelmiştir.” (Yunus 57)
Sadr kelimesi Kur’an-ı Kerim’de
söz konusu kullanım yerlerinden başka “arzu ve ihtiyaç mahalli”(Haşr 9),
“kalplerin bulunduğu mekân” (Hac 46), “bilgilerin korunduğu yer” (Ankebut 49),“kin”(Araf
43) “kibir”(Ğâfir 56), “korku”(Haşr 13) ve “vesveselerin yer ettiği mahal” (Nâs 5) gibi tabir ve hususlar içinde
kullanılmıştır.
d. Akıl
Akıl, arapça bir kelimedir.
Sözlük anlamı, ahmaklığın zıddı, ilim ve idrak mânasına geldiği gibi, mani
olmak, engellemek, alıkoymak ve bağlamak anlamına da gelir. Akla bu ismin
verilmesinde, sahibini kötülüklerden menedip tehlikelerden alıkoyması etkili
olduğu söylenmektedir. Çoğulu ukûldur. Aklın bir başka manası ise “bilmek,
anlamak, şuurlu olmak, duymak, temkinli ve işinde gücünde derli toplu
olmaktır.”
Birçok ilim dalının ilgisi
dolayısıyla aklın muhtelif tarifleri yapılmıştır. Râğıb el-İsfehânî (v.
243/1108) şöyle der: “İlmi elde etmeye yarayan güce akıl denir. Yine insanın bu
kuvve ile elde ettiği ilme de akıl adı verilir. Gazzâlî (v. 502/1111) aklın
birçok anlamda kullanıldığını ifade ettikten sonra şu iki mâna üzerinde durur: Birincisi,
eşyânın hakikatini bilmektir. Bu anlamda akıl, kalpte bulunan ilim sıfatına
verilen isimdir. İkincisi ise ilimleri idrak eden cevher anlamındadır. Bu
durumda ise akıl, kalp mânasına gelir. Seyyid Şerif Cürcânî (v. 816/1413) ise
akılla ilgili birçok tarife yer verir. Bazıları şunlardır:
Akıl, hakikatte maddeden mücerred
ise de, maddî fonksiyonların icrâsında onunla beraber bulunan bir cevher olup
kişilerin “ben” diye tarif ettikleri “nefs-i nâtıka” dır. Kalpte bulunan ve
kendisiyle doğru ile yanlışın, hak ile bâtılın bilindiği nurdur. Esasen akıl,
zihin ve nefs aynı hakikattır. Bu bir tek hakikate, idrak edici olması yönüyle
akıl, bedene etkisi sebebiyle nefs, idrâke kabiliyetli olması itibâriylede
zihin denilmiştir.
Muhammed Hamdi Yazır (v. 1942)’da
aklı, madeni kalp ve ruhta, şuâsı dimağda bulunan ve duyu organları ile elde
edilemeyen şeyleri idrak eden manevî bir nur olarak tarif eder.
Kur’an-ı Kerim’e göre insanı
insan yapan, onun her türlü aksiyonuna anlam kazandıran ve ilâhî emirler
karşısında insanın yükümlülük ve sorumluluk altına girmesini sağlayan akıldır.
Kur’an’da akıl kelimesi biri geçmiş, diğerleri geniş zaman kipinde olmak üzere
kırk dokuz yerde fiil şeklinde geçmektedir. Bu ayetlerde genellikle
“akletme”nin yani aklı kullanarak doğru düşünmenin önemi üzerinde durulmuştur.
Kur’an-ı Kerim “ancak bilenlerin akledebileceğini” (Ankebût 43) söyler. Bu gücü
ve bu bilgiyi kullanmadıkları için kâfirleri, “…Onlar sağırdırlar,
dilsizdirler, kördürler; bu yüzden akledemezler” (Bakara 171) diyerek yermiş,
“O, aklını kullanmayanlara kötü bir azap verir” (Yûnus 100) âyetiyle bütün
insanlığı uyarmış ve akıllarını kullananların cehennem azabından
kurtulacakaları (Mülk 10) belirtilmiştir. Kur’an’ın birçok âyetinde, akıl sayesinde
kazanılan bilginin gene bu gücün kontrolünde kullanılması gerektiği, bunu yapmayanların
sorumlu tutulacağı sık sık ifade edilmektedir. Kur’an-ı Kerim’de, eşyadaki
nizamı anlama gücüne sahip olan akla, aynı zamanda ilâhî hakikatleri sezme,
anlama ve onların üzerinde düşünüp yorum yapma görev ve yetkisi de verilmiştir.
Nitekim “Allah âyetlerini akledesiniz diye açıklamaktadır” (Bakara 242)
âyetiyle aklın bu fonksiyonuna işaret edilmiştir.
Sonuç olarak, “akıl, “iyi” ile
“kötü” yü “doğru” ile “yanlışı” ayırmakta bize yardımcı olur; ilâhî emirlere
uymakta bize yol gösterir; Allah’ın nimetleri üzerinde düşünmemizi sağlar.” (Hüsamettin
Erdem, a.g.e., s. 23)
e. Nefs
Nefs kavramı lügatlerde bir şeyin
tamamı, cevheri, ruh, hayatın ilkesi, can, kişi, kendi, öz varlık, bir şeyin
zatı ve kendisi, şehvet ve gadabın mebdei olan kuvve-i nefsaniye, fıtrî meyl,
bedenin hissî istekleri gibi manalara gelir.
Kavramın “nefs”, “enfüs”
şekilleri, Kur’an’da daha çok, çeşitli varlıkların kendilerine (zatlarına)
delâlet eden dönüşlü zamir olarak kullanılmıştır. (Âli İmrân 61; Yûsuf 54)
“İçinizdekini (Mâ fî enfüsiküm) açığa vursanız da gizleseniz de Allah ondan
dolayı sizi hesaba çekecektir” (Bakara 284) âyetinde olduğu gibi nefs
kavramının, bazen kalp (iç âlem) (A’raf 205; Fecr 27) ve bazen de can (A’raf
205; Fecr 27) anlamında kullanılmıştır. Kelime Kur’an’da mutlak olarak kullanıldığında
ise genelde insana delâlet eden ve dilimize “kişi” ya da “kimse” diye tercüme
edebileceğimiz bir mânaya gelmektedir. (Bakara 48, 123, 233; Âli İmran 25, 30) Kur’an-ı
Kerim’de nefs, zaman zaman günaha temâyülün ve dünyaya ait isteklerin odak
noktası olarak gösterilir. Günaha düşüren, (Kâf 16; Yûsuf 53) bâtıla teşvik
eden (Tâhâ 96) odur. Hevâ ve hevese tabi olmak (Necm 23) ve cimrilik (Teğâbün 16)
gibi kötü huyların temelinde onun fonksiyonu büyüktür. Bu sebeple nefsi kontrol
altında tutmak gerekmektedir. (Kehf 28)
Kısaca nefs kavramı, kelime
olarak farklı anlamlara gelse de, İslam âlimlerince bu kavrama farklı anlamlar
yüklense de bizim düşüncemize göre doğru olan yaklaşım şudur; insana nefhedilen
(üfürülen ) ve Rabbin emrinden ya da Rabbin emri cinsinden ibaret olan “ruh”
bedene taalluk edince “nefs” adını alır. Bu “nefs”, ilâhî bir düzenlemeyle
belli bir şekil aldıktan sonra, ilham yolu ile fücur ve takvâ adı verilen
bozulma ve korunma melekeleri diyebileceğimiz kabiliyet tohumlarıyla mücehhez
kılınır. İnsan Allah’ın fazlı ve rahmeti sayesinde yaptığı iyi amellerle nefsine
ilhâm edilen fücûru temizler ya da etkisiz hale getirir ve takvâyı geliştirirse
kurtulmuş olacak, aksi halde hüsrânda kalacaktır. (Gazzâlî’de Kalp Kavramı,
Nurbol Abubakirov, Yüksek Lisans Tezi)
4. KURAN-I KERİM’DE KALP
“Bunlar iman edenler ve gönülleri Allah’ın
zikriyle sükûnete erenlerdir. Bilesiniz ki kalbler ancak Allah’ı anmakla huzur
bulur.” (Rad 28)
“(İşte onlar), şüphesiz Allah'ın
kalplerini takvâ ile imtihan ettiği kimselerdir.” (Hucurat 3)
“O (Allah) ki, yarattığı her şeyi
güzel yapmış ve ilk başta insanı çamurdan yaratmıştır. Sonra onun
zürriyetini, dayanıksız bir suyun özünden üretmiştir. Sonra onu tamamlayıp
şekillendirmiş, ona kendi ruhundan üflemiştir. Ve sizin için kulaklar, gözler,
kalpler yaratmıştır. Ne kadar az şükrediyorsunuz!” (Secde 7-9)
“(Seni yalanlayanlar) hiç
yeryüzünde dolaşmadılar mı? Zira dolaşsalardı elbette düşünecek kalpleri ve
işitecek kulakları olurdu. Ama gerçek şu ki, gözler kör olmaz; lâkin göğüsler
içindeki kalpler kör olur.” (Hac 46)
“Hevâ ve hevesini tanrı edinen ve
Allah'ın (kendi katındaki) bir bilgiye göre saptırdığı, kulağını ve kalbini
mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi onu
Allah'tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâla ibret almayacak mısınız?” (Casiye
23)
5. HADİSLERDE KALP
Nu’man b. Beşir’den rivayet
edildiğine göre Allah Resulü (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz helâl de
apaçık bellidir, haram da apaçık bellidir. Ama ikisinin arasında benzeşen
{müteşâbih) bazı hususlar vardır ki, insanların birçoğu bunları{n hükmünü)
bilmezler. Her kim şüpheli şeylerden sakınırsa, dini ve ırzı (şeref ve
haysiyeti) lehine korunmuş olur. Kim de şüpheli şeylere düşerse, harama düşmüş
olur. Tıpkı yasak bölge çevresinde (koyunlarını) otlatan çobanın o yasak
bölgede güttüklerini otlayarak sınıra yaklaşması gibi. Şunu bilin ki, her bir
hükümdarın bir yasak bölgesi vardır. Yine şunu bilin ki, Allah'ın yasak bölgesi
de O'nun haram kıldığı şeylerdir. Şunu da bilin ki, insan vücudunda bir
lokmacık et parçası vardır. O düzelirse, bedenin tümü düzelir, bozulursa
bedenin tümü bozulur. Bilin ki o, kalptir.” (Buharî, İman, 39)
Ebu Musa’dan rivayet edilen bir
hadis-i şerife göre Allah resulü (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Kalbe kalp denilmesinin
sebebi çok değişken olduğundandır. Kalbin misali çöldeki bir ağacın üzerinde
asılı kalan kuş tüyünün misali gibidir. Rüzgâr onu bir oraya bir buraya
savurur.” (Ahmet b. Hanbel, Müsned IV. 409)
Mikdad b. Esved der ki; Allah
resulünden öyle bir söz işittim ki, sonunu görmeden hiç kimse hakkında iyi
yahut kötü diyemez oldum. Allah resulü (s.a.v) şöyle buyurdu: “Ademoğlunun kalbi (ateşin
üzerinde) kaynayan bir tencere gibidir
(sürekli değişir).”
Abdurrezzak’ın Musannef’inde Ebu
Hureyre’den rivayet edildiğine göre Rasul-i Ekrem (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Kalp (bedenin) sultanıdır
ve onun orduları vardır. Sultan düzgün/iyi olursa askerleri de düzgün/iyi olur.
Sultan bozuk/kötü olursa orduları da kötü olur. Kulaklar bu sultanın
habercileridir. Gözler bekçileridir. Dil sultanın tercümanıdır. Eller
(tebaasını kuşatan) kanatlarıdır. Ayaklar postacılarıdır. Ciğer şefkat ve
merhamet kaynağıdır. Dalak ve böbrekler (kendisine yönelen tehlikeleri bertaraf
eden) tuzaklarıdır. Akciğer (hayatın kaynağı) nefestir. Sultan iyi olursa
askerleri de iyi olur, sultan kötü olursa askerleri de kötü olur.” (Abdurrezzak, el-Musannef, XI. 221) Sembolik
anlatımlarla dolu bu rivayet sadece Ebu Hureyre tarafından rivayet
edilmemiştir. Beyhaki Abdullah b. Mübarek tarikiyle de rivayet etmiş.
(Şuabu’l-îman I/122) ve Ebu Said’den de merfu olarak rivayet edildiğini haber
vermiştir. Ebu Davud’a göre bu haber Ka’bu’l-Ahbar’ın mevkuf olarak nakil
ettiği bir rivayettir. (Ebu Davud 2/18) Başka bir rivayette ise Ka’b bunu Hz.
Aişe vâlidemize anlatmış, Hz. Aişe’de bu sözü Rasulüllah’tan işittiğini ifade
etmiştir. (Feyzu’l-Kadir 4/704)
Bu hadis isnad bakımından
tartışmalı olsa da peygamberimizin Numan b. Beşir tarafından rivayet edilen ve
sahih olduğunda hiç şüphe olmayan “Dikkat edin cesette bir et parçası vardır. O
düzgün olursa bütün beden iyi olur o kötü olursa bütün beden kötü olur.”
Hadisine paralel olduğu içindir ki, İslam geleneğinde kalbe dair bu sembolik
anlatım oldukça rağbet görmüş ve bu rivayet gönül felsefemize vücut veren,
yürek yazılarımızı biçimlendiren bir rivayet olmuştur. Ebu Talib el-Mekkî’nin
Kûtu’l-Kulub (Kalbin azığı) adlı eserine şekil veren, Gazali’ye Kalbin
Orduları’nı yazdıran da bu rivayet olmuştur. İrfan geleneğimiz kalbe dair
literatürün merkezine bu hadisi almıştır.
Şehr b. Havşeb der ki, bir heyet
olarak Ümmü Seleme validemize giderek dedik ki: “Ey Mü’minlerin annesi, Allah
Resulü senin yanında iken en çok yaptığı dua ne idi?” Onun en çok yaptığı
duanın şöyle bir dua olduğunu söyledi:
“Ey Kalpleri bir halden diğer bir hale çeviren Rabbim, benim kalbimi
senin dinin üzere sabit kıl.” ben kendisine “Ey Allah’ın resulü neden bu duayı
çokça yapıyorsun.” diye sordum. Şöyle buyurdular: “Hiç kimse yoktur ki onun
kalbi Allah’ın parmakları arasında olmuş olmasın, dileyenin kalbini düzeltir,
doğru yola kor, dileyenin de kalbini kaydırır, yoldan çıkar.” Hadisin ilk
râvisi Muaz sonra Al’i İmran 8. ayetini
okur: “Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize
tarafından rahmet bağışla. Lütfu en bol olan sensin.”( Tirmizi, Daavât, 89)
6. KALBİN HALLERİ
"Acaibu'l-kalb" başlığı
altında Gazali'nin ele aldığı bu hallerden bir kısmını nakletmekte yarar
görüyoruz:
“Bir havuz yukarıdan gelen
nehirlerle dolduğu gibi, kazılmak suretiyle kendi içinden de su çıkabilir. Bu
ikinci metotla elde edilen su, daha safi, daha bol olacaktır. İnsanın kalbi
havuz, ilim de su gibidir. Duyular nehirlere benzerler. İnsan, göz, kulak, akıl
gibi duyularıyla ilim elde ettiği gibi, bu duyuların halvet ve uzletle
seddedilmesiyle, kalbin dahilinden nebean eden bir ilme de ulaşabilir.”
Gazali, daha sonra boş bir
kalbden ilim nebeanını şöyle anlatır: “Eşyanın hakikatı, Levh-i Mahfuz'da ve
melaike-i mukarrabin'in (seçkin meleklerin) kalblerinde yazılmıştır.
Mühendisin, bir binanın önce bir kağıda krokisini çizip, sonra buna göre vücuda
çıkarması gibi, gökleri ve yeri yaratan Cenab-ı Hak, alem kitabını başından
sonuna Levh-i Mahfuz'da yazmış ve sonra buna göre vücut sahasına çıkarmıştır.”
Gazali, bir de şu misali verir: “Bir
hükümdar, Rum ve Çinli sanatkarlar arasında bir müsabaka tertip eder. Bir
odanın ortasına perde çektirerek, her iki tarafın duvarda san'at eserlerini
göstermelerini ister. Rum san'atkarlar, kendilerine ayrılan bölümü rengarenk san'atlarla
süslerler. Çinli san'atkarlar ise, kendilerine ayrılan bölümü cilalamakla
meşgul olurlar. Belirlenen vakitte aradaki perde kaldırılınca, Rum
san'atkarların o rengarenk san'atı, karşı duvara yansır, aslından daha güzel
bir görüntü meydana getirir. Yarışmayı Çinli san'atkarlar kazanır. İşte, parlak
ve şeffaf bir kalbe Levh-i Mahfuzdan, veya mukarreb meleklerin ilhamından yansımalar
olur. Vahiy, bu yansımaların en yüksek seviyeli alanıdır. İlham da yine kalbe
bir yansıma olayıdır.
Eşyanın aynaya yansımasına bazı engeller olabilir. Gazali, bunları
şöyle sıralar:
1. Aynanın parlak olmayışı. 2.
Pas tutması. 3. Surete yönelmemek. 4. Aynayla suret arasında perde olması. 5.
Suretin nerede olduğunu bilmediğinden, onunla karşı karşıya gitmemek.
Onun gibi, kalb aynasına gerçeklerin yansımasına da bazı
engeller vardır. Bunlar:
1. Çocukluk gibi zati bir
noksanlık. 2. Günahlarla kalp aynasının şeffaflığını kaybetmesi. 3. Geçim
derdi, şehvet gibi sebeplerle kalbin başka şeylere yönelmesi 4. Taklid gibi
arada perde olması. 5. Gerçeğe nasıl ulaşacağını bilmemek
Kalb, bütün eşyadaki gerçeklerin
tecellisine kabiliyetli bir aynadır. Zikrolunan engeller, bu tecelliye perde
olurlar. Nasıl ki, aynayla suret arasındaki perde, bazen el ile bazen de rüzgârın
esmesiyle ortadan kalkar. Onun gibi, bazen lütuf rüzgarları eser ve kalb
gözünden perdeler açılır. Levh-i Mahfuzda yazılı bazı şeyler, o kalbde tecelli
eder. Bu bazen uykuda olur; kişi ilerde olacak bazı şeyleri görür. Perdenin
tümüyle kaldırılması ise, ölümledir. Keza, yakaza halinde Allah'tan gizli bir
lütufla perdenin kaldırıldığı olur.
7. KALP ÇEŞİTLERİ
a. Sağlıklı (Selim) Kalp
Sağlıklı kalp kıyamet günü
sahibini kurtaran selim kalptir. Allah(cc) onu şöyle haber vermiştir: “O gün ne
mal fayda verir ne de evlat. Ancak selim kalp ile gelenler(o günde fayda
bulur).” (eş-Şuarâ, 88-89)
Selim kalp, Allah’ın buyruklarına
ve yasaklarına aykırı her türlü istek, ihtiras ve tutkudan; onun bilgisiyle
çelişen her türlü vesvese ve şüpheden selamette olan, kurtulmuş kalptir. Bu
kalp işlerinde sadece Allah’ın rızasını gözetir. Sevdiğinde Allah için sever,
kızdığında Allah için kızar, verdiğinde Allah için verir, vermeyip tuttuğunda
Allah için tutar.
Selim Kalbin Şartları
İlk örnek Müslüman nesilden bazı
âlimler şöyle demişlerdir: “Basit bir iş bile olsa her fiil için iki sicil
açılır: Bu sicilde “Niçin?” ve “Nasıl?” ın kayıtları tutulur. “Niçin yaptın”
davranışın ortaya çıkış nedenini ve arkasındaki itici gücü sormaktır. Yani sen
bu davranışı Mevlan için mi yoksa arzularının tatmini için mi ortaya koydun? “Nasıl
yaptın?”sorusu da kullukta Hz. Peygambere tabi olmayı sorgular. Birinci sorudan
kurtuluş, ihlası elde etmek (her işte niyeti Allah’ın rızasında sabitlemekle)
ikinci sorudan kurtuluşta Rasulullah’a tabi olmakla mümkündür.
b. Ölü Kalp
Bu kendisinde hayat belirtileri
olmayan ölmüş kalptir. Bu kalp sevme, korkma, hoşnut etme, ululama, boyun eğme
bakımlarından Allah’tan başkasına ibadet etmektedir. Sevdiğinde nefsani zevk ve
arzularından dolayı sever. Nefret ettiğinde yine nefsani zevk ve arzularından
dolayı nefret eder.
Bununla birlikte İslam, bu
kalpleri tümden gözden çıkarmamış ve belki Allah tekrar onlara hayat bahşeder
ve diriltir ümidiyle hayra davet edileceğini emretmiştir.
c. Hasta Kalp
Bedenin her organı kendine özgü
bir iş için yaratılmıştır. Bu işi gerektiği gibi yerine getiren organ sağlıklı,
yapamayan ise hastalıklıdır. Kalbin hastalığı da yaratılma nedeni olan Allah’ı
tanıma, O’nu sevme, O’na özlem duyma, yönelme ve O’nu her şeye tercih etme gibi
davranışları yapmamasıdır. Bu kalp, yaşayan fakat hastalık taşıyan kalptir.
Onun iki unsuru vardır, bazen biri bazen diğeri onu yönlendirir. Hangisi baskın
çıkarsa onun olur.
1) Onda bulunan Allah sevgisi,
iman, ihlâs ve tevekkül hayat bulmasını sağlayan, canlılığını bahşeden
unsurdur.
2) İhtiras ve tutkulara duyulan
istek, onları tercih etme, elde etmek için çabalama, kibir, kendini
beğenme(ucub) ve dünya sevgisi ise; kalbin zarar ve helakine yol açan unsurdur.
Kalp o iki davetçi tarafından
sınanmaktadır:
1. Allah’a, Rasulüne ve ahiret
yurduna çağıran davetçi. 2.Geçici dünya hayatına çağıran davetçi.
Hasta kalp, bu iki davet
sahibinden hangisini kendine yakın bulursa onun çağrısını kabul eder.
8. ŞEYTANIN KALBE MÜDAHALE YOLLARI
Gazzâlî, şeytanın kalbe giriş
yollarını bilmenin gerekliliğini ve alınması gereken tedbirleri şu şekilde izah
eder: “Bil ki kalp bir kale, şeytan da o kaleye girmek, oraya mâlik olmak, onu
istilâ etmek isteyen bir düşman gibidir. Kaleyi düşmandan korumak, ancak kale
kapılarını, giriş yerlerini ve gediklerini muhafaza altına almakla mümkündür.
Kapı ve gedik yerlerini bilmeyen kimse elbette kaleyi muhafaza edemez. Kalbi
şeytanın vesveselerinden korumak mükellef her kula borç olan farz-ı ayındır.
Farz olan bir şeye kendisiyle ulaşılan şey de farzdır. Şeytanı savuşturmak ise
ancak onun insana nüfuz ettiği, sokulduğu noktalarını bilmekle mümkündür.
Öyleyse şeytanın giriş noktalarının bilinmesi lazımdır. Şeytanın giriş yerleri
ve kapıları kulun sıfatları olup bunlar pek çoktur.”
Gazzâlî, şeytanın kalbe müdahale
yollarını on iki maddede ele alır ve şu şekilde sıralar:
1- Gazzâlî’ye göre şeytanın insanlara sokulduğu
en büyük kapılarından birisi gazap ve şehvettir. Gazap, aklın yitirilmesidir.
Akıl askerleri zayıfladığında şeytan ordusu hücuma geçer. İnsan öfkelendiğinde
çocuğun topaçla oynaması gibi şeytan da onunla oynar.
2- Şeytanın insana nüfuz ettiği
en büyük kapılarından biri de “haset” ve “hırs”tır. Kul bir şeye karşı aşırı
istekli oldu mu hırsı onu kör ve sağır eder. Şeytanın kalbe giriş yollarının
tanınmasını sağlayan ise, basiret nurudur. Haset ve hırs bu nura perde
olduklarında kul göremez. Kul göremeyince de şeytan kendisine sokulma fırsatını
elde eder ve -ne kadar çirkef ve münker de olsa- arzusuna ulaştıracak her şeyi
ona güzel gösterir.
3- Şeytanın kalbe nüfuz ettiği
büyük kapılarından biri de katışıksız helal yiyeceklerden de olsa doyasıya
yemesidir. Çünkü tokluk şehvetleri güçlendirir. Şehvetler ise şeytanın
silahlarıdır.
Gazzâlî, fazla yemekte altı
zararın olduğunu belirtir. Bunlar:
a- Kişinin kalbinden Allah
korkusunu giderir. b- Kalpten merhamet duygusunu siler. c- Tâatlara karşı
ağırlık verir. d- Hikmetli bir söz duyduğunda kalbinde bir yufkalık hissetmez. e-
Vaaz ve öğüt verdiğinde sözleri dinleyenleri etkilemez. f- Çeşitli hastalıklara
sebep olur.
4- Şeytanın insana sokulduğu
kapılarından biri de elbiselerle bezenmek, ev ve eşya edinme sevdasıdır. Şeytan
insanoğlunun kalbinde bu duyguları baskın gördüğünde böyle bir kalbin üzerine
yumurtlayıp kuluçkaya yatar ve sürekli bir şekilde kendisini evini imâr etmeye,
tavanlarını, duvarlarını süslemeye, genişletmeye dürtükler. Giysilerle
süslenmeye, bineklerle gösteriş yapmaya itekler, ömür boyu bu uğurda onu
kendisine ram eder.
5- Şeytanın insan kalbine girdiği
büyük kapılarından bir diğeri de kişinin insanlara yönelik tamaı, onların
sevgilerini kazanma isteğidir. Tama, kalbe üstün gelip onu bastırdığında şeytan
durmadan ona, tama ettiği kimselere karşı bezenmesini, yapmacık hareketlerde
bulunmasını, türlü türlü riyakârlıklar sergilemeye, kandırmaca davranışlara
başvurmaya özendirir. Artık tama ettiği, sevgisini kazanmak istediği kişi âdeta
kendisinin mabudu olur.
6- Şeytanın insana nüfuz ettiği
büyük kapılarından biri de acelecilik, hâdiseler karşısında teenni ile hareket
etmemektir. Ameller, mahiyetleri iyice kavranıp bilindikten sonra yapılmalıdır.
İyice kavramak, görmek (tabsıra) düşünmeye ve süreye ihtiyaç hisseder. Hâlbuki
acelecilik bunu engeller. Acele davranılan durumlarda şeytan insana hiç
farkında olmadığı yönlerden kötülüğünü terviç eder.
7- Şeytanın insana sokulduğu
büyük kapılarından biri de altın, gümüş, eşya, hayvanlar, taşınır ve taşınmaz
mallardır. Bunlardan ihtiyaç fazlası her şey şeytanın karargâhıdır. Yetecek
miktarda azığından başka bir şeyi olmayanın kalbi boştur.
8- Şeytanın insana nüfuz ettiği
kapılarından bir diğeri de cimrilik ve fakirlik korkusudur. Bu korku insanı
Allah yolunda harcamaktan, sadaka vermekten alıkoyar ve mal depolamaya, yığmaya
çağırır ki neticesi elem veren azaptır. Mal biriktirmek amacıyla sürekli
çarşı-pazarda durmak, bu yönde hırs göstermek cimriliğin âfetlerindendir. Çünkü
çarşı-pazarlar şeytanların yuvalandıkları yerlerdir.
9- Şeytanın kalplere nüfuz ettiği
büyük kapılarından biri mezhep bağnazlığı, hevâ ve heveslerin peşinden gitmek,
hısımlara kin beslemek, onlara küçümser ve horlayan bakışlarla bakmaktır. Bu
hâl, fâsıkları olduğu gibi âbidleri de helâke götürür. Çünkü insanları
ayıplamak, onların kusurlarını dile dolamak insan doğasında var olan canavarlık
sıfatlarından fıtrî bir sıfattır. Şeytan insanlara bu düşüncelerinin hak olduğu
imajını verirse bu doğasına uygun düşer, kalbinde tatlılığı ağır basar ve tüm
düşüncesini bu yöne sarfeder. O, bu haliyle sevinir, memnuniyet hisseder, din uğrunda
çaba sarfettiğini zanneder. Hâlbuki şeytanların izinden gitmektedir.
10- Şeytanın büyük aldatma
yollarından biri de kulu, insanlar arasındaki mezhep kavgaları ve anlaşmazlıklarıyla
oyalayıp ona kendini unutturmasıdır.
11- Şeytanın insana sokulduğu
kapılarından bir diğeri de ilim tahsil etmemiş, derinliğine bilgi sahibi
olmayan halk katmanlarını Allah’u Teâlâ’nın zatıyla sıfatları hakkında ve
akılları ermeyecek mevzuda düşünmeye sürüklemesidir. Böylece onları ya dinin
aslı hakkında şüpheye düşürür ya da Allah hakkında Allah’a yaraşmayan, Allah’ın
münezzeh olduğu bir takım hayallere kaptırır ki bu yüzden kul ya kâfir ya da
bidatçı oluverir.
12- Şeytanın insana nüfuz ettiği
kapılarından biri de müslümanlar hakkında kötü zanda bulunmaktır. Bir başkası
hakkında gıybet yapmaya, ileri-geri konuşmaya kışkırtarak helâk eder. Ya da
adamın hakkına riâyet etmemesini, kendisine hürmette kusur etmesini,
horlamasını ve kendisini ondan hayırlı görmesini fitler. Bütün bunlar helâke
sürükleyen düşünce ve davranışlardır.
Sonuç olarak Gazzâlî’ye göre
Âdemoğlunda bulunan her kötü huy, şeytanın bir silahı ve kalbe giriş
yollarından biridir ve bunlardan uzaklaşılması gerekir ki, kişi bu sayede mutluluğun
anahtarını eline alabilsin.
Gazzâlî, şeytanın kalbe müdahale
yollarını bu şekilde sıraladıktan sonra kalbi korumanın yollarını da gösterir.
O kalbi korumanın çaresini bu yolları kapamakta bulur. Bu da ancak kalbi bu
kötü huylardan temizlemekle mümkündür. Ona göre Allah’ı anmak şeytanı kalbe
uğramaktan alıkoyar. Zira gerçek zikir, ancak kalbi takva ile tamir ettikten ve
kalbi kötü sıfatlardan temizledikten sonra kalpte yerleşir. Ama kalp,
şehvetlerden arınmayıp, yapılan zikir de sadece dilde kalırsa, azığını arayan
aç köpek gibi şeytanın ona saldıracağını düşünürümüz, şu sözleriyle açıklar:
“Şeytan aç köpeğe benzer. Senin
önünde ekmek veya et yoksa köpek sırf: “Hoşt” demenle defolup gider, seslenmen
yeterli gelir. Ama eğer önünde et varsa ve kendisi de aç ise ete saldırır,
sadece hoşt demen savuşması için kâfi gelmez. Bunun gibi şeytan, azığından boş
olan kalpten de sırf zikirle kovulur, önlenir. Ama kalpte ağırlıklı şekilde
şehvetler hâkim ise zikrin hakikatı kalbin kenarına-köşesine çekilir, kalbin
merkezine yerleşemez, kalbin merkezine şeytan karargâh kurar.” Gazzâlî,
ibadetlerde esas unsurun kalp olduğunu ve şeytanın özellikle kişiye namaz
esnasında vesvese verdiğini şöyle açıklamaya çalışır:
“Şöyle bir düşün: Senin zikrinin
ve ibadetinin zirve noktası namazdır. Namazda iken kalbine bir bak bakalım
şeytan onu nasıl çarşılara götürüyor, dünyaların hesabını yapmaya, rakiplerine
cevap vermeye sürüklüyor, seni nasıl dünya vadilerinde dolaştırıyor, dünyanın
tehlikeli noktalarında gezdiriyor! Dahası var senin dünya ile alakalı unuttuğun
ne kadar lüzumsuz şeyler varsa hepsi namazda aklına gelir. Şeytan senin kalbine
yoğun şekilde namaz kıldığında hücumlarda bulunur. Namaz kalplerin âyar
taşıdır. Kalplerin güzellikleri ve çirkinlikleri namazda ortaya çıkar. Dünya
şehvetleriyle dolu kalplerden namazlar kabul edilmez. Hiç kuşkusuz şeytan
kendiliğinden senden uzaklaşmaz ve hatta artırarak vesveselerini sürdürür.”
İbadetlerin en önemlilerinden
birisi olarak kabul edilen namazda bile vesvese veren şeytana karşı çok ciddi
önlemlerin alınması kaçınılmaz bir gerçek olarak karşımıza çıkıyor.
9. KALP HASTALIKLARI
Gazzâlî’ye göre kalp hastalıkları dört kısımda ele alınabilir:
a.
Uzun
Emel
Sözlükte “istemek, ummak”
anlamına gelen emel, bir kavram olarak ise gerçekleşmesi uzun zamana bağlı olan
ümit, arzu ve istekler anlamında kullanılmaktadır. İslam ahlâkına göre uzun emel,
insanın, bütün çabasını dünyaya bağlayarak yalnız dünya için uzun ümitler beslemesidir.
Gazzâlî, “Ravdatü’t-Tâlibîn ve
Umdetü’s-Sâlikîn” adlı eserinde uzun emeli, “Yaşanması mümkün olan en son vakte
kadar yaşama arzusudur”; kısa emeli ise, “İşi Allah’ın ilim ve iradesine havale
edip yaşama konusunda bir hüküm vermeyi terk etmektir” diye tarif eder.
Gazzâlî, uzun emelin insanı dört
tehlikeye ittiğini belirtir ve bunları da şu şekilde açıklar:
“1. Uzun emel sâhibi ibadete
karşı gevşeklik ve tembellik gösterir. Zamanım çok, bugün olmazsa yarın kılarım
daha önümüzde uzun yıllar var sonra yaparım der ve böylece ibadet etmeden
ömrünü boşa geçirir derken ömür tamam olur.
2. Uzun emel, tevbeyi
geciktirmeye ve terk etmeye sebep olur. Daha gencim tevbe etmeye zamanım
çoktur. Şimdi çalışıp kazanayım bir kaç sene olsun zevk-u sefa edip şu dünyanın
tadını çıkarayım da ondan sonra tevbe edip sâlih amel işleyeyim der ve kendini
tamamıyla dünya işlerine verir derken ecel gelir. Tevbe etmeden ve
tasarladıklarından mahrum olarak ölür gider.
3. Uzun emel dünyaya rağbet
etmeye ve onu kazanma hırsına sürükler. Bu durumda, “Ne yiyeceğim, ne
giyeceğim!” derdiyle uğraşır durur. Bu düşünce en azından kalbini meşgul eder,
vaktini zayi eder, derdini çoğaltır.
4. Uzun emel, kalpleri karartır.
Günahları unutturur. Âhireti akla getirmez. Çünkü uzun emellerin peşinde koşan
kimse ne günahlarını hatırlar, ne ölümünü ne de mezardaki halini düşünür. Bu
gibilerin düşüncesi, konuşması hep dünya, kazanç, halkla sohbet gibi boş
şeylerle vakit geçirmektir. Tabiatıyla bu hal, kalbin kararmasına,
katılaşmasına, âhiretin unutulmasına sebep olur.”
Gazzâlî, uzun emelin zararlarını
bu şekilde açıkladıktan sonra bunun tedavisinin de kısa emel olduğunu söyler.
Bunu korumanın yolunun, kulun, ölümün aniden gelerek kendisini bir gaflet ve
aldanma halinde yakalayacağını düşünmesi gerektiğini belirtir.
b. Acelecilik
Gazzâlî, kalbin hastalığı olarak
gördüğü aceleciliği, “İnsanı maksadına ulaşmaktan mahrum eden ve günahlara iten
bir huydur” diye tarif eder. Gazzâlî, aceleciliğin dört âfete sebebiyet verdiğini
söyler ve bunları da şöyle açıklar:
“1. Âbidler, fazla ibadet yapıp
daha üstün manevî makamlara yükselmeyi dilerler. Fakat acele edip ibadetlerini
vaktinden evvel yaptıkları için bu dileklerine nail olamazlar. Bazen acele
ettikleri için ibadeti bütün şartlarıyla haklarına riâyet ederek
yapamadıklarından bekledikleri tesiri göremezler. Bu durumda ümitsizliğe, ye’se
düşerler, amellerinde gevşeme başlar ve bu yüzden ibadet sevabından da mahrum
kalırlar. Bazen de ibadetlerinde fazlaya kaçar, kendilerini çok yorarlar.
Hâlbuki dileklerin gerçekleşmesi ve istenen mertebelere ulaşması, ifrat ve
tefrite kaçmadan ortalama hareketle olur. Çünkü ifratta tefritte gayeden
uzaklaştırır.
2. Cenab-ı Haktan, bir dileğinin
yerine getirilmesini isteyen aceleci kişi dua eder ve gayesine çabuk ulaşması
için duasını sıklaştırır. Fakat ümit ettiği zamanda dileğinin gerçekleşmediğini
görünce dua etmeyi terk eder ve böylece dileğinin yerine gelmesini önler.
3. Aceleci insan, kendisini
inciten birisine bedduâ eder ve öfkesi geçinceye kadar devam eder. Bu
bedduâsından ötürü o müminde zarar görür. Fakat kendisi de sabretme sevabından
mahrum kalır. Bazen bu bedduâsını haddinden fazla yapar. O zaman da günaha
girer. Nitekim Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de: “ İnsan hayrı istediği kadar şerri
de ister. İnsan pek acelecidir!” (İsra 11) buyuruyor.
4. İbadetin, yalvarış ve takvânın
aslı her şeyde dikkatli ve düşünceli hareket etmeyi alışkanlık haline
getirmektir. Yemekte, içmekte, giyinmekte hülasa bütün işlerinde teenniyle ve
düşünerek hareket etmeyen aceleci kişi, her zaman hataya düşebilir. Hatta,
yiyecek, giyecek ve içeceklerinde ve bütün işlerinde şüpheye düşmek ve haram
işlemekten kendini kurtaramaz.”
Gazzâlî, bu hastalığın tedavi
yönteminin işlerde teenniyle hareket etmek olduğunu belirtir. Teenni ise, kalbe
gelen her düşüncenin hemen peşine düşmeden durup düşünmek ve en uygun olanı ile
amel etmektir. Gazzâlî, insanın bütün işlerinde meydana gelen hata ve
zararların aceleden geldiğini, dikkat, itina, teenni ve ihtiyatla hareket etmenin
bütün zarar ve hataları önlemede önemli olduğunu görür ve insanın bunların işi
selamete götürmeye sebep olacağını düşündüğünde, hiçbir işinde acele etmeyeceğini
ve bu illeti kalbinden atıp daima teenniyle hareket etmeye çalışacağını söyler.
c. Haset
Gazzâlî, kalbin büyük
hastalıklarından biri sayılan hasedi, “Başkasının elindeki nimeti çok görüp o
nimetin sahibinin elinden çıkmasını arzulamaktır” diye tarif eder. Eğer tam
aksine başkasının elindeki nimetin zâil olmasını istemeyip, nimetinin devam
etmesinden de rahatsızlık duymayıp, aynı nimetin kendisinde de olmasını temenni
etmesini “gıpta” olarak belirtir.
d. Kibir
Gazzâlî’ye göre kibir, nefsin
kendisini yüksek bir seviyede düşünmesi ve kendini büyük görmesidir. Tekebbür
ise kibrin dışa yansımasıdır. Gazzâlî, kibrin, insanı hiç aman vermeden helâka
götüren tehlikeli ve yıkıcı bir hastalık olduğunu, diğer kötü huylara
benzemediğini çünkü diğer huyların ibadetin teferruatına zarar verdiğini kibrin
ise aslına zarar verdiğini vurgular. Hatta
küfre kadar götüren büyük hastalık olduğunu söyler ve buna da şu âyeti delil
getirir: “O zaman meleklere; “Âdem için secde edin” dedik. Derhal secde ettiler,
ancak iblis dayattı, kibrine yediremedi. Zaten kâfirlerdendi”(Bakara 34)
10. GAZZÂLÎ’YE GÖRE KALBİN EĞİTİMİ
Daha önce de belirttiğimiz gibi
Hz. Peygamber (s.a.v.) hadislerinde kalbin bozuk olması halinde tüm vücûdun da
bundan olumsuz etkileneceğini söylemiştir. Nasıl ki bir şeyin merkezi bozuksa
civarı da bozuktur. Kalbin bozuk olması durumunda diğer organlar da fiillerinde
ona iştirak edecektir. Dolayısıyla kalp en önemli organımızdır. Aynı zamanda
aklın da merkezi olan kalbin düzgün çalışması için istenilen kıvama getirilmesi
gerekmektedir. Biz de burada Gazzâlî’de kalp eğitiminde önemli gördüğümüz bazı
konuları işleyeceğiz.
a. Nefs Tezkiyesi
Tezkiye, sözlükte “temizlemek,
arıtmak ” gibi anlamları ifade eden Arapça bir kelimedir. Tasavvufta, nefsi,
ona bulaşan kir ve pastan temizleyerek nefs-i emmâre mertebesinden nefs-i
mutmainne mertebesine çıkarmak, ruhu manevî kirlerden arındırmak demektir.
Kur’ân-ı Kerîm’de, “nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiştir.” (Şems
9) şeklinde bahsedilen husus, nefsi,
kirleten şeylerle alâkalıdır. Kısaca, nefsi yerilen ahlâktan, övülen ahlâka
yükseltmeye tezkiye denir.
Gazzâlî, nefs-beden benzetmesi
yaparak nefsin tedavisi ve olgunlaşması hakkında şöyle demektedir: “Nefs
tedavisinde onu rezilliklerden ve düşük huylardan temizleyip faziletleri ve
güzel ahlakı kendisine zerk etmek bir bedendeki hastalıkları yok etmek
suretiyle bedeni tedavi edip onu sağlığına kavuşturmaya benzer. Beden ilk başta mükemmel
olmayıp büyümek ve gıda verilmekle nasıl gelişiyor, olgunlaşıyorsa; nefis de
noksan ve fakat olgunlaşmayı kabul edecek bir istidatta, yetenekte yaratılır.
Nefsin tekâmülü, olgunlaşması da terbiye, ahlakı güzelleştirme ve ilimle
beslemekle sağlanır. Yine nasıl ki beden sağlam olduğu zaman doktorun vazifesi
sağlığı korumak esasları sağlamak (koruyucu hekimlik); vücut hastalandığında
ise sağlığı tekrar kazandıracak önlemleri almak ise; sendeki nefis de bunun
gibidir: Eğer nefsin temiz, iyi huylarla bezeli ise senin vazifen de nefsinin
bu durumunu korumaya, duruluğunu daha da arıtmaya çalışmandır. Yok, olgun ve
duru değilse ona bu meziyetleri kazandırman gerekir.”
Tezkiyeden sonra yerleşen iyi
hasletler, kalbe gelirse, kalp aynasının parlaklığını, nûrunu arttırır. Hakkın
tecellisi orada parıldamaya, dinde arzulanan, istenen işin hakîkati ona
keşfolunmaya başlar. Zikri İlâhî’nin yerleştiği kalpte bu kalptir: “Bunlar,
iman edenler ve gönülleri Allah'ın zikriyle sükûnete erenlerdir. Bilesiniz ki,
kalpler ancak Allah'ı anmakla huzur bulur.” (Rad 28) Bu huzûru zikrullah’ta bulamayan kalpler perdelidirler.
Kalbin tatmîni ve kemâli zikrullah’tadır. İlmin kalpte husûlune perde senin
yönündedir. Yoksa Rahmet-i İlâhiye yönünden perdelenmiş değildir.
b. Riyâzet
Sözlükte “terbiye etmek, eğitmek,
ıslah etmek, boyun eğdirmek, idman” anlamlarına gelen riyâzet, tasavvufta,
nefsi eğitmek üzere aç, susuz ve sevdiği şeylerden mahrum bırakmaya, çekici
ancak zararlı olan isteklerinden uzak kalmaya, faydalı ama zor şeyleri yapmaya
kişinin kendisini alıştırması demektir. Râğıb elİsfehânî’de riyâzeti, “Bir işi rahat
yapması ve maharet kazanması için nefsi çokça alıştırmaya tabi tutmak” diye
tarif eder. Nefsi ibadete alıştırmak üzere eğitmek de, riyâzettir. Nefis cihadı
bir ömür boyu sürer. Bu yüzden sûfîler, tasavvufu “barışı olmayan savaş” olarak
nitelemişlerdir. Kişi riyâzet yoluyla içindeki kibir ve kendini beğenme
duygusunu kaldırıp atar, halkı hakir görmeyi onulmaz bir illet olarak görür,
nefse uymanın Allah’a giden yolda en büyük engel olduğu bilincine ulaşır.
Riyâzet sayesinde kul nefsine hâkim olur, bayağı arzularını dizginler, aşırılıkları
bertaraf ederek kendisini disiplin altına sokar. Riyâzetten maksat güzel ahlâka
sahip olmaktır. Kalp eğitiminde büyük önemi haiz olan riyâzet hakkında Gazzali
şöyle demektedir: “Riyâzet, nefsi hayra alıştırmak, onu yumuşaklıkla yavaş
yavaş kolay işlerden ağır işlere adım attırmak, böylece devam ederek önceleri
zor gelen bütün iş ve hallerin kendisine kolay geleceği bir dereceye kadar onu
ilerletmektir.” (Gazzâlî, Ravdatu’t-Tâlibîn, s. 214) Gazzâlî, “İhyâ’u ulûmi’d-dîn” adlı eserinde bu
konu hakkında şu bilgilere yer vermektedir: “Riyâzet, kulun huy halini alıncaya
kadar iyi işleri yapmakta kendini zorlaması demektir. Bu ise kalp ile organlar
arasındaki acayip münasebetin bir neticesidir. Yâni nefis ile beden arasındaki
münasebetten meydana gelir. Çünkü kalpte beliren her sıfat izlerini organlara
iletir. Böylece organları tamamen kalbe uygun bir şekilde hareket ederler.
Organların yaptığı her işin de kalpte bir tesiri olur.” diyen Gazzâlî, sözüne
şu örneklerle açıklık getirir: “Hattatlık yeteneği olan biri iyi bir hattat
olmak istiyorsa izleyeceği tek yol vardır, o da uzman bir hattatın yaptığı gibi
sürekli yazı yazması, hat çalışmaları yapması ve güzel hat çıkarıncaya kadar
bunu uzun süre devam ettirmesidir. Çünkü hattatın işi güzel hat çıkarmasıdır.
Önceleri kendini zorlayarak hattata benzemeye çalışır. Derken meşkini sürdüre
sürdüre sonunda kendisinden de doğal biçimde güzel hatlar çıkmaya başlar.
Başlangıçtaki zorlanması tabiileşir, hattatlık sıfatı ruhuna yerleşir. Burada
adamın yazısını güzelleştiren güzel yazıdır. Ancak bunu ilk önceleri zorlanarak
başarabiliyorken daha sonra buradan kalbine doğru bir iz yükselmiş sonra da
kalbinden eline doğru bir etki inivererek doğal bir şekilde güzel hatlar
çıkarmaya başlamış olur. Bunun gibi, fıkıh âlimi olmak isteyenin de yapacağı iş
fıkıhçıların yaptıklarıdır. Bu da kalbinde fıkıh sıfatı yerleşinceye kadar,
fıkıh melekesi kazanıp fıkıh âlimi oluncaya kadar fıkıh alanında çalışmasıdır.
Yine cömert olmak, iffetli olmak, uysal olmak, mütevâzi olmak isteyen kişi bu
niteliklerdeki şahısların davranışlarını yapmalı, doğallık kazanıncaya değin bunları
yapmaya zorlanmalıdır.” Riyâzetin dört ilkesi vardır: az yemek, az uyumak, az
konuşmak ve varlıkların ezalarına katlanmak. Az yemekten şehvetlerin ölümü, az
uyumaktan iradelerin duruluğu, az konuşmaktan âfetlerden selâmet, eziyetlere
katlanmaktan da gayelere varma neticeleri elde edilir. Kula en çetin gelen şey kabalıklar
karşısında uysallık, eziyetler karşısında da sabır göstermesidir. Çünkü riyâzet
sabrın meyvesidir.
İnsanlar riyâzet hususunda dörde
ayrılırlar:
1. Kalbini Allah zikri istilâ
etmiş kişi. Bu mertebedeki kimse dünyaya sadece zaruri geçimini sağlayacak
şekilde yönelir. Böyle biri sıddık kişilerden sayılır. Bu mertebeye ancak uzun
süren riyâzet ve şehvetlere karşı uzun zaman sabır gösterme sayesinde ulaşır.
2. Kalbini dünya sevgisi
kaplamış, kalbinde zikrullah için sadece hadis-i nefs kabilinden (sözle) yer
almış kişidir, Allah’ı kalbiyle değil de diliyle anar.
3. Hem din hem dünya ile meşgul
olan ama kalbinde din ağır basan kişidir.
4. Hem din hem dünya işleriyle
uğraşan ama kalbinde dünya daha baskın bulunan kişidir.
Riyâzette önce kötü huyu çıkarmak
için muhalefet etmek, sonra iyi ameller, ibadetler yaparak nefsi iyiliklere
alıştırmak gerekir. Amel aynı zamanda riyâzeti sağlayıcı ve yardımcı
olmaktadır.
İbadet
Sözlükte “boyun eğme, alçak
gönüllülük, itaat, kulluk, tapma, tapınma” (İbn Manzûr, a.g.e., III/273) anlamlarına
gelen ibadet dinî bir terim olarak insanın Allah’a saygı, sevgi ve itaatini göstermek,
O’nun hoşnutluğunu kazanmak niyetiyle ortaya koyduğu belirli tutum ve gerçekleştirdiği
davranışlar için kullanıldığı gibi daha genel olarak aynı mahiyetteki düşünüş,
duyuş ve sözleri de ifade eder. (Mustafa Sinanoğlu, “İbadet”, DİA, XIX/233)
İbadetler, daha geniş ifadesiyle ameller
(bilinçli her çeşit davranış) bir taahhüt, bir bağlanmadır. Bu bağlanma, ona
zıt ve karşı olan pek çok eğilimleri aşarak devam eder. İnsandaki duygusal
güçler birbirleriyle mücadele eder. İnsanı ikiye böler ve insana kendi
tasarılarına, projelerine göre düzenleme ve yönlendirme görevini empoze
ederler. (Hüseyin Peker, Din Psikolojisi, İstanbul, 2003, s. 118)
Amel ile kastedilen, nefsânî şehvetlerin
riyâzeti, gazabın tutulması ve bu sıfatları aklın ve mantığın etkisi altında
kullanmak şartıyla, nefsin kötü niyetlerini yerine getirmemekle, aklın hükmü
etkisi altında yapılan iyi, güzel, salih işler ve davranışlardır. (Gazzâlî,
Mîzân, s. 38)
Temizliğin en önemlisi kalbin
kötü huyların pisliğinden arıtılması, paklanmasıdır. Lâkin zâhiri temizliğin iç
temizliğe tesiri yoktur denemez. Zira insan tam bir abdest alıp, beden ve
elbisesinin temizliğine dikkatle riâyet ettiğinin zevkine vardığında, kalbinde
daha önce bulamadığı ferahlık ve rahatı bulur. Buna sebep olan da görülen âlem
ile görülmeyen âlem arasındaki alâkadır. (Gazzâlî, Erbaîn fi Usûliddîn, s. 50)
Kalbin marifetlerinden âzâlara
eserler aktığı gibi, âzâların iyi hareketlerinden de kalbe nurlar yükselir. (Gazzâlî,
Erbaîn fi Usûliddîn, s. 50) Amelin
tesiri, gerekmeyeni izâle içindir. İlimde çalışma ise, gereklinin tahsiline
çalışma demektir. Gerekli olana yer açmak için gerekmeyenin izâlesi şarttır.
Üzeri paslanmış, parlaklığını kaybetmiş ve üzerinde şeklimizi göremediğimiz bir
aynanın sûretleri kabûle müsait olması ve üzerine gelen sûretleri olduğu gibi
aksettirmesi için cilâlanması ve görülmesi istenenin aynanın tam karşısında
koyması lazımdır. (Gazzâlî, Mîzân, s. 72-73; Hasan Mahmut Çamdibi, a.g.e., s.
249) Uzun ömür sâyesinde ibadet çoğalınca mükâfât da çoğalır. Nefis de daha çok
tezkiye edilir ve temizlenir. Ahlak daha da kuvvetlenir, kökleşir ve insanda
yerleşir. Zaten ibadetlerin gayesi kalpte olumlu etkiler yapmalarıdır. Bu
etkiler de ibadetlere çokça devam etmekle pekişir. (Gazzâlî, İhyâ, III/128)
Çünkü amelin mânâsı, nefsi alt tarafa yani süfliyâta bağlayan alçak alâkaları
gidermek için nefsi İlâhi ve âlî tarafa çevirmekle şehvetleri kırmaktır.
Nihâyet bu alâkaları giderir yahut zayıflatır, İlâhi hakîkatları araştırırsa
Allah tarafından evliyâ, enbiyâ ve sıddîkine akan o şerefli ırmaktan ona da
akar. (Gazzâlî, Mîzân, s. 74; Hasan Mahmut Çamdibi, a.g.e., s. 250)
Aşağıda kalbi cilalayıp temiz hale
gelmesinde büyük önem arzeden ibadetlerden namaz, oruç ve zekât konularını ele
alacağız.
Namaz
Gazzâlî, kalbi parlatmak, Allah’ı
anmayı yenilemek ve îmanın kalpte kökleşmesini sağlamak için emrolunan namazı “içinde
zikir yapılan, Kur’ân okunan, rukû, secde, kiyâm ve oturuş bulunan davranışların
biçiminden meydana gelen bir ibadettir” diye tarif eder. Kalp huzurunu namazın
ruhu olarak niteleyen Gazzâlî, namazı huşû ve kalp huzuru ile kılmanın şart
olduğunu, çünkü rukû ve secde ile güdülen gayenin Allah’ın yüceliğini ikrar
olduğunu söyler. Buraya kadar anlattıklarımız namaz esnâsında kalbin alması
gereken durumlardır. Gazzâlî, yukarıdaki gibi kalbî derinlik içerisinde namaz
kılmanın ancak kalpleri Allah korkusuyla dolu olan kimselerin özelliği olduğunu
söyler. Ama müslümanların, kendilerini bu kimselerin namaz kılmaları gibi namaz
kılmaya alıştırmalarını, onlar gibi kılmayı başardığında sevinmeleri
başaramadığında üzülmelerini, bunu elde etmenin yolunun en azından onlara
benzemeye çalışmaları gerektiğini de sözlerine ekler. Şu halde namaz kılan kişi eğer namazını tam
bir ihlâsla yani Gazzâlî’nin yukarıda bahsettiği şekilde kılarsa nefsini daha
çok temizleyip, kalbini de daha üst seviyede eğiteceği muhakkaktır. Buna
karşılık günahlara, şehvetlere ve dünyâya dalmış, yaptığı yanlışlardan haberdâr
olmayan, Allah’ın emirlerine de râzı gelmeyen, üstünlük isteği, gurur içindeki
bir nefisle kılınan namazdan zevk almak imkânsızdır. Bu şekilde kılınan namazın
kalbî eğitime katkısı da oldukça azdır. Zaten bu durumdaki nefislere namaz da
zor gelir. “Sabır ve namaz ile Allah'tan yardım isteyin. Şüphesiz o (sabır ve
namaz), Allah'a saygıdan kalbi ürperenler dışında herkese zor ve ağır gelen bir
görevdir.” (Bakara 45) Onun için kalbi zedeleyen bu gibi kötü temâyüllerden
kurtulmalı, onun yerine kalbi besleyen amelleri yapması gerekir.
Oruç
İnsanları büyük dertlere sokan
aşırılıklar ve taşkınlıklar, çoğu kez mideye bağlı isteklerden ve cinsel
arzulardan kaynaklanır. İnsanın insanlığı da bunlara hâkim olabilmesindedir.
Oruç, bu konudaki kötü istekleri kırar, değiştirir, düzeltir. Bunların kontrolünü
iradenin eline verir. Oruçla nefis mücahedesine alışılır, hayatın zorlukları yenilir,
ahiret saadetine erişilir. Gazzâlî,
orucun sırlarına dair açıklamasında bu hususa şöyle değinir:
a) Oruç, arzuları frenlemek ve yiyip
içmemektir.
b) Oruç, Aziz ve Celil Allah’ın
düşmanını kahreden bir ibâdettir. Çünkü şeytanın saptırma araçları
şehvetlerdir. Şehvetlerin güç kaynağı ise yeme ve içmedir. Bunun için Hz.
Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Kanın dolaşımı gibi, şeytan da
insanoğlunun vücudunda dolaşır. Öyle ise onun dolaşım kanallarını açlıkla daraltın.”
.( Acluni, Keşfu’l-Hafa, 671) (Bu rivâyet, son cümle (Öyle ise onun dolaşım
kanallarını açlıkla daraltın) hariç Müslim, Selam, 23 Ebu Dâvud, Sünnet, 18;
Tirmizî, Radâ, 17’de geçmektedir. İşte oruç, şeytanın bu aracını zayıflatır.
Zekat
“Ey iman edenler!
Kazandıklarınızın ve sizler için yerden çıkardıklarımızın en güzellerinden
(Allah yolunda) harcayın. Kendinizin göz yummadan alıcı olmadığınız düşük
şeyleri vermeye kalkışmayın. Allah müstağni ve övülmeye layık olandır.”(Bakara
267) Gazzâlî’ye göre nimetin şükrü olan
zekât insanın batınî hastalıkları olan cimrilik, tamah, bencillik, hodbinlik ve
fakirlere katı davranma kirlerinden korumaktadır. Zekâtın fakirlere ulaştırılırken
nasıl kalbî hassasiyet içerisinde olunması gerektiği bizzat âyetlerle
vurgulanmıştır. Bu da gösteriyor ki zekât farîzasını yerine getirirken sadece
dış şartlarının kifâyet etmediği bununla beraber batınî şartlara da riâyet
edilmesi gerektiği zekâta verilen önem açısından son derece dikkate şâyandır.
Ayrıca zekât, Müslümanlarda fakir ve ihtiyaç sahipleriyle vicdan bazında
beraberlik hissini kuvvetlendirmekte, onlara yönelik sorumluluk şuurunu
yerleştirmeye, fakirleri memnun etme ve yüklerini hafifletme faaliyetinde
bulunmaya itmektedir. (M. Osman Necati, Kur’an ve Psikoloji, trc, Hayati Aydın,
Ankara, 2004, s. 277)
c. Sabır
Sabır sözlükte birini bir şeyden
alıkoymak, hapsetmek, tutmak, dayanmak, dayanıklılık, gibi anlamları olan
Arapça bir kelimedir. Terim olarak sabır, başa gelen musibetlerden dolayı
Allah’tan başka kimseye şikâyetçi olmamak, yakınmamak, sızlanmamak; nefse ağır
gelen ve hoşa gitmeyen şeyler karşısında dünya ve âhiret yararını düşünerek,
ruhi dengeyi bozmamak için insanın kalbinde bulunmakta olan sükûnet ve dayanma
gücü demektir. Başa gelen belâlara,
sıkıntılara sabır dendiği gibi, Allah’a ibâdete devam ve isyandan sürekli kaçmaya
da sabır denir. Râğıb el-İsfehânî’de sabrı, “Nefsi, akıl ve şer’in gerektirdiği
hususlar üzerinde veya onların onu hapsetmeyi gerektirdikleri hususlara karşı
hapsetmektir” diye tarif eder. Gazzâlî’de “Minhâcü’l-âbidîn” adlı eserinde sabrı,
“Kişinin, nefsini kötülüklerden alıkoymasıdır” diye tarif eder. Sabrın kemâli,
hem şehvetin isteklerine, hem de gazabın isteklerinden hepsine sabretmekle
olur. Kula zarar verene nisbetle kulun sabır hali, menfaat verene izâfeten de
şükür hali vardır.
Görüldüğü gibi sabır, nefsin
isteklerini dizginleyerek kalbin arınmasına vesîle olan, bunun neticesinde de
kulun dünya ve âhirette mutlu olmasını, Allah’ın emirlerine sımsıkı sarılmasını
yasaklarından gönül hoşluğuyla uzaklaşmasını, başına gelen musibetlere de
direnç göstermesini sağlayan insanoğlunun hususiyetidir.
d. İhlâs
Sözlükte "arınmak,
saflaşmak, kurtulmak" mânasındaki hulûs / halâs kökünden türetilmiş olup "bir şeyi, içine karışmış ve değerini
düşürmüş olan başka şeylerden temizleyip arındırmak, saflaştırmak, özünü almak,
seçmek" anlamına gelen ihlâs kelimesi, terim olarak "ibadet ve
iyilikleri, halkın övme ve beğenmesini, yerme ve kınamasını düşünmeksizin sırf
Allah için iyi ve halis niyetle yapmak, şirk, nifak, riya (gösteriş) ve süm’a
(duyurma) vb. şâibelerden uzak durmak, söz, fiil ve davranışlarında samimi ve
dosdoğru olmak " demektir. İslâmî literatürde ihlâs daha geniş olarak şirk
ve riyadan, bâtıl inançlardan, kötü duygulardan, çıkar hesaplarından ve genel
mânada gösteriş arzusundan kalbi temizlemeyi, her türlü hayırlı faaliyete iyi niyetle
yönelmeyi ve her durumda yalnızca Allah'ın rızâsını gözetmeyi ifade eder.
İhlâs, Allah ile kul arasında bir
sırdır. Öyle bir sır ki onu melek bilip yazamaz, şeytan bilip ifsat edemez.
Çünkü “ihlâs” kalbe ait bir ameldir. Bunu ancak kişinin kendisi ile Allah
bilebilir. İhlâsın irade, kasıt ve niyetle bir ilgisi vardır. Amel, ihlâssız ve
niyetsiz ibâdete dönüşmediği gibi ihlâssız ve niyetsiz ibadette makbul değildir.
Ameller niyetlere göre değer kazanır veya kaybeder.
Gazzâlî’ye göre ihlâsın tarifi
“Kişinin kalbini tam anlamıyla Allah’a vermesi, orada Allah’tan başkasına yer
kalmaması, amelin, az veya çok tüm şâibelerden ayıklanıp Allah’a yaklaşma
arzusunun tek âmil olması, bunun dışında muharrik bir unsur taşımaması”
demektir. “Minhâcü’l-âbidîn” adlı eserinde hakiki ihlâsın “Kulun yalnız Rabbine
ibadet edip, nefsin heva ve heveslerine tapmaması, Cenab-ı Hak’tan başkasını,
gözünden ve kalbinden silip atması, yapılan ibadeti, iyilikleri sırf onun için
yapmasıdır.” diye tarif eder.
İhlâsın aslı niyettir. Zira ihlâs
niyettedir. İhlâsın hakikatı, niyete başka bir şey karıştırmamaktır. Kemâli de
sıdktır. Niyetin hakikati, marifetten doğan kudrete sebep olan iradedir. Bütün
ameller ancak kudret, irade ve ilim ile sahih olur. İlim iradeyi meydana
getirir. İrade de kudrete sebep olur. Kudret azaları harekete geçirmek suretiyle
iradeye hizmet eder. Niyet, kudret için sebep olan kesin meyilden ibarettir. Birisi
savaşa gider; bazen onun savaşa gitmesinin sebebi, onun âhiret sevâbına olan meylidir.
Bu sevâba meyli de onun niyetidir. Öyleyse niyet, sevkedici bir iradeden ibarettir.
Niyetin ihlâslı olmasının mânası da sevkedici iradenin riya şâibesinden arınmış
olmasıdır.
İhlâsın zıddı ortak koşmaktır.
Ortak koşmak ise, sevk edici iki sebebin bir arada bulunup ortaklaşmasıdır. Bu
sebepten biri ihlâsın hakikatı olan tek sebebidir, diğeri de riya vb. gibi
başkasının yanında bulunması düşünülen herşeydir. Eğer ihlâsın hakikatı olan
sebep kendisine ortaklık edecek bütün sebeplerden temizlenirse o zaman buna
halis ihlâs denir. Özet olarak ihlâs, kalbi mâsivâ kirlerinden arındırıp hulûsu
kalple Allah’a yönelmektir. Aynı zamanda ihlâs, Allah’ın rızâsını kazanmasında
önemli yeri olan ve neticesinde de hoşnut olacağı şeylerle karşılaşmasına
vesile olan müminin sıfatıdır.
11. SONUÇ
Ø Kalp,
bütün şuur, vicdan, his ve idraklerin kaynağıdır.
Ø Kalp,
anlayan, âlim ve ârif olan ilâhî bir cevherdir. Kendisine hitab edilen, cezâ ve
mükâfat görecek olan odur. Allah’ı tanıyan, O’na itaat eden, gerçekte Allah’a
isyan eden yine kalptir. İyilikler gibi uzuvlara sirâyet eden kötülükler de onun
eseridir. Bir başka ifâdeyle îmân ve inkârın merkezi kalptir.
Ø Kalp,
îmân ve küfrün sebep olduğu sevgi, korku, huzur ve sıkıntı, takvâ ve şüphe gibi
daha birçok olumlu ve olumsuz duygu ve yönelişlerin mahalli durumundadır.
Ø Kalbin
temiz veya kirli olması çok önemlidir. Çünkü kalp, Allah’ın nazar ettiği
yerdir. Bütün organların başı olması nedeniyle de sağlığı veya bozulması diğer
organları da etkiler. İlham gibi vesvese de kalbe bağlıdır.
Ø Gözün
ve kulağın olduğu gibi kalbin dış âleme kapanması mümkün değildir. Bu sebeple
iç ve dış tesirlere daima açık bulunur. Günah işlemeye devam eden kişinin
kalbinin kararacağı, işlediği günahtan tevbe edip pişman olan kimsenin ise,
gönlünün günah lekelerinden arınacağı gerçeği, kalbin her an telkine açık bulunduğunun
işâretidir.
Ø İnsanlar
beraber oldukları kimselerin özelliklerine göre olumlu ya da olumsuz karşılıklı
tesir altında kalırlar. Zira iyi ahlaklı insanlarla beraber olan kişi onların
tavır ve bakışlarından etkilendiği göz ardı edilemezken, mânevi kirler
bulaştıracak insanlarla uzun boylu ülfet etmekle kalpte meydana gelecek menfî
tesir de inkar edilemez.
Ø Kalp
melek ve şeytanın telkinlerine de açıktır. Bir başka ifâdeyle kalp, herhangi
bir konuda karar verirken ona telkin edilen iyi veya kötü düşüncelerin şu ve bu
oranda etkisinde kalır.
Ø Kalp
ilmin yeridir. Ona göre eşyânın hakikatleri kalpte meydana gelir. Kalbin
bilgisine “ma’rifet” denir. Yine ilim, ateşi görmek, ma’rifet de ona dokunmak
gibidir.
Ø Kalbin sağlıklı olması sürekli teyakkuz
halinde olup muhkem bir kale gibi korunmasıyla mümkündür. Kalbi, hastalıklardan
ve şeytani her türlü taarruzdan korumak ancak onu eğitmekle olur.
Ø Kalbi
eğitmenin yolu da genel olarak nefsi tezkiye edip, sabır ve ihlâsla Allah’a
ibadettir.
11. Materyal
Şeytan Kalbe Girince
https://www.youtube.com/watch?v=1qqHNEJM4u0
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder