31. KONUŞMA VE İLETİŞİM AHLÂKI-1

 

GİRİŞ

Dil, Allah (cc)’ın büyük nimetlerinden ve çok harika lütuflarındandır. O, cüssesi küçük, ancak itaati ve günahı büyük bir azadır. Zira iman ve küfür, dilin şahitliği ile belli olur, ortaya çıkar. İman itaatin, küfür ise isyanın zirve noktasıdır.

Bütün uzuvların işleri sınırlı olup her şeye ulaşamazlar. Dilin ise sahası geniştir; hayırda da şerde de geniş alana sahiptir. Dilin dizginini serbest bırakan ve ihmal eden kimseyi şeytan her yere götürür. Onu helake düşürmek için uçurumun kenarına getirir.

Günümüzde iletişim aynı ortamda bulunan insanlar arasında geçen anlık konuşmalar veya günler hatta aylar alacak bir yolculuktan sonra bekleyenine ulaşacak mektuplardan çok öteye geçmiş; duygu, düşünce veya bilgilerin akla gelebilecek her türlü yolla başkalarına aktarılacak şekilde kapsam ve hız kazanmıştır. İyi niyetli bir bilinçle kullanıldığı takdirde hayırlara vesile olan bu durum, bilerek veya bilmeyerek yanlış kullanıldığında telafisi neredeyse mümkün olmayacak şekilde, yılların ve nesillerin helakine sebep olabilmektedir.

İrade ve sabır eğitiminde sınıfta kalan günümüz insanoğlunun aslına vakıf olana kadar sabretmeden, işin kolayına kaçarak aklına ve diline gelen her türlü duygu ve düşünceyi, muhatabına vereceği zararı düşünmeden, özellikle de sosyal medyayı kullanarak dillendirilmesi, dilin afetlerinin eski zamanlarla mukayese bile edilemeyecek boyutlara ulaşmasına neden olmuştur. Bu nedenle yalın haliyle bile çok büyük bir etkiye sahip olan dilin, çağımız teknolojisinin kendisine sunduğu imkânlar nedeniyle günümüzdeki etkisi ve ona yön verecek olan iletişim ve konuşma ahlakı hiç olmadığı kadar büyük bir önem kazanmıştır. Kısacası dil ve iletişim, insanları saptırmada şeytanın en büyük aletidir.

Dilin şerrinden yalnız, onu İslam’ın edebiyle edeplendiren ve helal konuşmalarla sınırlı tutan kimse kurtulur. Bu nedenle bu dersimizde öncelikli olarak zuhur edebilecek olumsuz durumlar daha meydana gelmeden engel olmak için dilin afetlerini ve bu afetlerden İslam’ın bize sunduğu korunma yollarını öğreneceğiz.

2.      KAVRAM TAHLİLİ

Dil: Ağız boşluğunda, tatmaya, yutkunmaya, sesleri boğumlamaya yarayan etli, uzun, hareketli organ, tat alma ve konuşma organı. (TDK)

İletişim: Duygu, düşünce veya bilgilerin akla gelebilecek her türlü yolla başkalarına aktarılması, bildirişim, haberleşme, komünikasyon.(TDK)

Hitâbet: Etkili ve güzel konuşma sanatı, retorik. Arapça aslı hatâbe olan kelime “hutbe okuma, güzel söz söyleme, vaaz ve nasihat etme” gibi anlamlara gelir. Terim olarak “bir topluluğa bir maksadı anlatmak, bir fikri açıklamak, öğüt vermek, bir görüşü benimsetmek, bir eyleme teşvik etmek gibi amaçlarla yapılan güçlü ve etkileyici konuşma veya güzel konuşma sanatı” mânasında kullanılır. Konuşan kişiye hatîb, yaptığı konuşmaya da hitâbe denir.( https://islamansiklopedisi.org.tr/hitabet)

Cevâmiu’l-Kelim: Hz. Peygamber (sav)’in veciz sözlerini ve kendisinin veciz konuşma özelliğini ifade eden bir tabir. “Toplayıp bir araya getiren” anlamındaki câmi‘ ile “söz” anlamındaki kelimenin çoğul şekillerinden meydana gelen bu tamlama daha çok veciz sözleri ifade etmekle beraber hadis ilminde Hz. Peygamber’in az sözle çok mâna ifade etme özelliğini belirtmekte ve az da olsa câmiu’l-kelâm ve câmiu’l-kelim şekillerinde de kullanılmaktadır. Hz. Peygamber, diğer peygamberlerden farklı olarak sadece kendisine verilen özellikleri saydığı bir hadiste “Ben cevâmiu’l-kelim ile gönderildim” (Buhârî, “Cihâd”, 122, “Taʿbîr”, 22, “İʿtiṣâm”, 1; Müslim, “Mesâcid”, 6); “Bana cevâmiu’l-kelim verildi” (Müslim, “Mesâcid”, 5, 7-8, “Eşribe”, 71) demektedir.( https://islamansiklopedisi.org.tr/ Cevâmiu’l-Kelim)

3.      KONU İLE İLİGİLİ AYETLER

“İnsan hiçbir söz söylemez ki, yanında gözetleyen yazmaya hazır bir melek bulunmasın.” (Kâf 18)

“…«İnsanlara güzel söz söyleyin, namazı kılın, zekâtı verin» diye de emretmiştik…” (Bakara  83)

“Görmedin mi Allah nasıl bir misal getirdi: Güzel bir sözü, kökü (yerde) sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaca (benzetti). (O ağaç), Rabbinin izniyle her zaman yemişini verir. Öğüt alsınlar diye Allah insanlara misaller getirir. Kötü bir sözün misali, gövdesi yerden koparılmış, o yüzden ayakta durma imkânı olmayan (kötü) bir ağaca benzer.” (İbrahim 24-26)

“Kullarıma söyle, sözün en güzelini söylesinler. Sonra şeytan aralarını bozar. Çünkü şeytan, insanın apaçık düşmanıdır.” (İsra 53)

“Güzel söz ve bağışlama, arkasından incitme gelen sadakadan daha iyidir. Allah zengindir, acelesi de yoktur.” (Bakara  263)

“…Yalan sözden sakının.” (Hac 30)

“Kim izzet ve şeref istiyor idiyse, bilsin ki, izzet ve şerefin hepsi Allah’ındır. O’na ancak güzel sözler yükselir (ulaşır). Onları da Allah’a amel-i sâlih ulaştırır. Kötülüklerle tuzak kuranlara gelince, onlar için çetin bir azap vardır ve onların tuzağı bozulur.” (Fatır 10)

4.      KONU İLE İLİGİLİ HADİSLER

“Kim iki ayağı ve iki çenesi arasındakine karşı bana kefil olursa(garanti veriyorsa) ben de cennetle ona kefil olurum(garanti veririm).” (Buhârî, Rikâk, 6019)

Ebû Hüreyre’nin (ra) naklettiğine göre, Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “...Hoş/güzel söz sadakadır...”(Buhârî, Cihâd, 128; Müslim, Zekât, 56)

Ebû Musa (ra) anlatıyor: “Ey Allah’ın Resûlü, hangi Müslüman daha faziletlidir?” diye sordular. Resûlullah (sav), “Dilinden ve elinden (gelecek kötülükler konusunda) Müslümanların güven içinde oldukları kimse!” buyurdu.( Buhârî, Îmân, 5;  Müslim, Îmân, 66)

“Kulun kalbi doğru oluncaya kadar imanı dosdoğru olmaz. Dili doğru oluncaya kadar da kalbi dosdoğru olmaz. Komşusunun kendisinden bir kötülük gelmeyeceğine emin olmadığı kimse de cennete giremez.” (İbn Hanbel, III, 199)

“Allah’ım! Kulağımın şerrinden, gözümün şerrinden, dilimin şerrinden, kalbimin şerrinden ve cinsel uzvumun şerrinden sana sığınırım.” (Tirmizî, Deavât, 74)

5.      DİLİN VACİPLERİ

İnsanın diğer insanlar üzerinde en çok etki bırakan organı olan dilin hayırla kullanılması ve şerre alet olmaması için Müslümanların her zaman dikkat etmesi ve alışkanlık haline getirmesi gereken önemli erdemlerden birkaçını bu bölümde ele alacağız.

a.      Susmanın Önemi

İnsan, yerine ve zamanına göre konuşmasını ve susmasını bilmeli, konuşmasında da susmasında da aşırılıklardan kaçınmalıdır. Günlük hayatımızda da çok sık kullandığımız “Söz gümüşse sükût altındır”  veya “Allah, insanoğluna bir ağız, iki kulak vermiştir” gibi sözler de susmanın fazileti hakkında bize yol göstermektedir.

Konuşma, insanın kişiliğini, seviyesini ve seciyesini gösterir. Zaruret miktarı kadar konuşmalı, şayet konuşmayı gerektiren bir durum yoksa sukut etmeli, susmalıdır.  Dile hâkim olmak dil sahibini yüceltir. Dili gelişi güzel ve ulu orta kullanmak ise sahibini toplum içinde şahsiyetini zedeler ve seviyesini düşürür.

Allah Rasulü (sav) bir hadisi şeriflerinde : “Kişinin kendisini ilgilendirmeyen hususları terk etmesi, olgun imanın gereğidir .” buyurmaktadır. (Tirmizi, Zühd , 2318-2319)

 Bu hadisi şerif uyarınca Müslüman daima boş lakırdı ve gereksiz sözlerden uzak kalmalıdır. Diline böylesine sahip olan kimseler Allah (cc) katında yüksek makam ve mevki sahibi olurlar.  Manasız sözler, yersiz konuşmalar, dünya veya ahiret için hiç bir yararı olmayan ifadeler ile yalan ve iftiraya yönelik lakırdılar, yüce dinimizde kesinlikle yasaklanmıştır. Her Müslüman bu gerçekleri göz önünde bulundurarak konuşmalarında, hal ve hareketlerinde doğruluğu ve faydayı esas almalıdır.

Yine Cenab-ı Hak(cc) buyuruyor ki: “Rahmân'ın (has) kulları onlardır ki, yeryüzünde tevazu ile yürürler ve kendini bilmez kimseler onlara laf attığında (incitmeksizin) «Selam!» derler (geçerler).” (Furkan 63)

Şunu iyi bil ki, dilin tehlikesi büyüktür. Onun tehlikesinden ancak susarak kurtulmak mümkündür. Bundan dolayı yüce dinimiz susmayı övmüş ve teşvik etmiştir. Rasulullah (sav)’ın çağlar boyunca geçerliliğini koruyacak olan şu müthiş uyarısı durumun ciddiyetini en net şekilde ortaya koymaktadır: “Her kim Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsa, ya hayır söylesin ya da sussun…” (Buhârî, Rikâk, 23; Müslim, Îmân, 74)

b.     DOĞRU SÖZLÜ OLMAK

Söz ve davranışlarında dosdoğru olup yalandan kaçınmak, Hz. Peygamber(sav)’in en önemli özelliklerinden biri olduğu kadar müminlerin de en belirleyici vasfı hâline gelmiştir. Söz gelimi bir mümin hoşlanılmayan bazı özelliklere sahip olabilir, olaylar karşısında korkak tavırlar sergileyebilir ama onun yalancı biri olması asla kabul edilemez. Çünkü müminin kalbi, imanın ve doğruluğun merkezi olmalıdır. Nasıl ki küfrün yuvalandığı bir kalpte iman, hıyanetin kök saldığı bir kalpte emanet bulunmazsa, yalanın kararttığı bir kalpte de doğruluk barınamaz. Zira Hz. Peygamber(sav), “Bir kişinin kalbinde aynı anda iman ile küfür, doğruluk ile yalancılık, hıyanet ile emanet bir arada bulunmaz.”  (İbn Hanbel, II, 349) buyurmuş, “Mümin yalan söyler mi?” sorusuna ise: “Konuştuğu zaman yalan söyleyen kimse, Allah’a ve âhiret gününe (tam mânâsıyla) inanmamıştır.” (Müttakî el-Hindî, Kenzü’l-ummâl, III, 874) cevabını vermiştir.

Doğru söyleyenler, bazı durumlarda dünya hayatında geçici zararlara uğrasalar da nihaî olarak alınları ak olacak, âhirette ise cennetle mükâfatlandırılacaklardır. Çünkü Efendimiz, “Siz bana altı şeyi garanti edin, ben de size cenneti garanti edeyim.” buyurmuş ve ilk sırada, “Konuştuğunuz zaman doğru söyleyin.” ilkesini zikretmiştir.(İbn Hanbel, V, 323)

Ayrıca Allah Resûlü (sav) yalan söylemeyi terk edenlere cennetin ortasında bir köşk yapılacağını da müjdelemiştir. Allah Resûlü (sav) yalnızca üç durumda yalana izin vermiş, kişinin yuvasının huzurunu düşünerek eşini memnun etmesi için, küs olan insanları barıştırmak için ve savaşta ordu menfaati için yalan söylenebileceğini haber vermiştir.

Nasıl ki yalan bütün kötülüklerin temeliyse, doğruluk ve dürüstlük de insan vicdanını huzura kavuşturan, ruh dünyasını aydınlatan ve geliştiren her türlü iyilik ve güzelliklerin temelidir. Doğruluk temelini esas alan bir kişi bu temel üzerinde durduğu müddetçe razı olunan bir mümin olacak ve mükâfat olarak cennete girecektir. Nitekim Resûlullah (sav) da doğruluğun iyi bir kul olmaya, iyi kulluğun da kişiyi cennete götüreceğinden hareketle müminleri şu sözlerle doğruluğa teşvik etmiştir: “Doğruluktan ayrılmayın. Çünkü doğruluk (insanı) iyiliğe, iyilik de cennete götürür. Kişi devamlı doğru söyler ve doğruluktan ayrılmazsa Allah katında "doğru/sıddîk" olarak tescillenir. Yalandan sakının! Çünkü yalan (insanı) kötülüğe, kötülük de cehenneme götürür. Kişi devamlı yalan söyler, yalan peşinde koşarsa Allah katında "yalancı/kezzâb" olarak tescillenir.” (Müslim, Birr, 105) (Hadislerle İslâm Cilt 3 Sayfa 397-402)

c.      RIFK SAHİBİ OLMAK

Söz ve hareketlerinde kabalıktan uzak durmak, kırıcı olmamak; yapıcı, uzlaştırıcı ve nezaket sahibi olmak, kişinin hem iyi bir insan hem de olgun bir mümin olduğunun göstergesidir. Sevgili Peygamberimiz, “Mümin bal arısı gibidir. Temiz olanı yer, temiz olanı (balı) üretir, bir çiçeğe konduğunda onu kırıp bozmaz.” (İbn Hanbel, II, 199) buyurmuştur. Bu teşbihiyle o, mümini, kırıp dökmeyen, temiz ve meşru işler yapan, yararlı ve nazik bir insan olarak tanımlamıştır. Diğer taraftan, kabalığı ve edepsizliği sebebiyle insanların terk ettiği ve etrafından uzaklaştığı kimseyi ise “en şerli kişi” olarak nitelemiştir. Peygamberimizin elinde ve evinde yetişen Enes b. Mâlik’in şu ifadeleri, Hz. Peygamber (sav)’in hizmetçilere ve çocuklara bile ne kadar anlayışlı ve zarif davrandığını ortaya koymaktadır: “Resûlullah’a on sene hizmet ettim, vallahi bana bir defa bile "Of!" demedi. Bir şey yaptığımda da, "Niçin böyle yaptın! Şöyle yapsaydın ya!" diyerek azarlamadı.” (Müslim, Fedâil, 51) Çünkü sükûnet, yumuşak huyluluk ve nezaket, Rahmet Peygamberi(sav)’nin temel karakterini oluşturmakta, bu karakteriyle o (sav), bulunduğu her yeri güzelleştirmekteydi. “Rıfk (zarif davranış) işe güzellik katar, rıfktan (zarafetten) yoksunluk ise, işi kusurlu kılar.” (Müslim, Birr, 78) buyuran Allah Resûlü(sav), “Rıfktan (zarafetten) mahrum olan, hayırdan da mahrum olur.” (Müslim, Birr, 74) hadisiyle kaba ve sert tabiatlı insanı hayırsız olarak nitelemektedir.

Allah Resûlü(sav)’nün tarifine göre, “Mümin, ırza, namusa dil uzatan, lânet eden, çirkin işler yapan, edepsiz konuşan kimse değildir.” (Tirmizî, Birr, 48). Kabalık ve edepsizlik içeren davranışların, çirkin ve argo konuşmaların, Yüce Allah(cc)’ın nefretle karşıladığı hususlardan olduğunu ifade eden Hz. Peygamber (sav) bir başka hadisinde de, “Hayâ imandandır, imanın yeri ise cennettir. Kötü konuşmak kabalıktandır. Kabalık (insanları incitmek) ise cehennemdedir.” (Tirmizî, Birr, 65) buyurarak ağzı bozuk insanların iman ve hayâ ile bağdaşmayan bir kişiliğe sahip olduklarına işaret etmektedir. Yaratılmışların en yücesi ve en mükemmeli olan Sevgili Peygamberimizi (sav) anlatanlar, onun kaba davranışlar içinde bulunmadığını, sövgü ve kötü konuşmalardan şiddetle sakındığını vurgulamaktadırlar. Nitekim Hz. Enes (ra)’in anlattığına göre, Resûlullah (sav) sövmez, kötü konuşmaz ve lânet etmezdi. Birini azarlayacağı zaman, “O alnı toprak göresiye ne oluyor?” (Buhârî, Edeb 38) diyerek, yüzüstü yere kapaklanmayı ifade eden bir Arap deyişini kullanmakla yetinirdi.

Bütün nezaketine ve dikkatine rağmen, zarif olmayan bir hareketin veya sözün insanlık hâli olarak kendisinden sâdır olduğu durumlar için Sevgili Peygamberimiz (sav) şöyle dua etmektedir: “Allah’ım, ben bir insanım. Hangi Müslüman’a ağır ve incitici konuştuysam, bunu, onun için arınma ve mükâfat (vesilesi) kıl.” (Müslim, Birr, 88) Peygamberimizin (sav) bu güzel duası, bilmeden kırıp incittiklerimize karşı bizim de aynı duyarlılığı göstermemizi gerekli kılmaktadır.

Hz. Peygamber(sav)’in hilm ve nezaketi, sadece insanları değil aynı zamanda hayvanları, bitkileri ve diğer bütün varlıkları kapsar. Nitekim rıfk sahibi olan Cenâb-ı Hakk’ın(cc) yumuşak ve merhametli davranışlardan hoşnut olduğunu bildiren Allah Resûlü (sav), hayvanlara da bu şekilde muamele edilmesini, gerektiğinde karınlarının doyurulmasını ve dinlendirilmelerini istemiştir.

Müslümanlara bütün işlerinde zarif, nazik ve edepli davranmalarını emreden Allah Resûlü (sav), başta ailesi olmak üzere tüm yakınlarına, arkadaşlarına, hatta Gayri Müslimlere karşı kibar davranmayı elden bırakmamıştır. İslâm Peygamberi (sav)’nin, kaba ve sert tabiatlarına rağmen Arap bedevîleri üzerinde oluşturduğu köklü dönüşümün sırrını, onun yumuşak huylu kalbinde, nazik ve kibar hitabında, affedici ve bağışlayıcı uygulamalarında aramak gerekir. (Hadislerle İslâm Cilt 3 Sayfa 419-425)

6.      DİLİN AFETLERİ

Kur’an ve sünnette Müslümanın dilini bir yandan amacına uygun bir şekilde kullanması, bir yandan da tehlikelerden koruması için gereken uyarılar yapılarak önemli tavsiye ve ikazlarda bulunulmuştur. Kur’an ve sünnette konuyla ilgili yapılan uyarıların daha iyi anlaşılmasını sağlamak ve dilimizi ne gibi tehlikelerden korumamız gerektiğini öğrenmek için dilin afetlerinden bazılarını başlıklar halinde aktaracağız.

a.      Malayani Konuşmak

“Onlar ki, faydasız işlerden ve boş sözlerden yüz çevirirler.” (Mü’minun 3)

Hadislerle İslâm adlı eserde konuyla ilgili aşağıdaki açıklamalara yer verilmektedir:

“Kişiyi ilgilendirmeyen, onun için bir anlam ve değer taşımayan” mânâsındaki “mâlâyânî” tabiri, insanın ne kendisine ne çevresine hiçbir faydası olmayan işler ve gereksizce söylenen sözler için kullanılır. Mâlâyânî, yapıldığı takdirde kişiye herhangi bir katkı sağlamayan, yapılmadığında ise hiçbir şey kaybettirmeyen, ne dünyaya ne de âhirete bir faydası dokunan, boş işlerdir. Hiçbir hedef gözetilmeden, maksatsız, amaçsız ve mânâsız bir şekilde gerçekleşen sözler, fiiller, hatta düşünceler mâlâyânîye dâhildir.

“Mâlâyanîyi (kendisini ilgilendirmeyen şeyleri) terk etmesi, kişinin iyi Müslüman oluşundandır.” (Müslim, Îmân, 65) diyerek kişinin Müslümanlığının güzelliğini anlamsız hareketlerden kaçınmasıyla ilişkilendiren Resûlullah (sav), insanın boş şeylerle meşgul olmadığı ölçüde inancına lâyık bir ahlâka sahip olabileceğini bildirmiştir. Bu hadisin anlamının yüceliği sebebiyle İslâm âlimleri imanın kemale erebilmesi ve ihsan makamının elde edilebilmesini mâlâyânînin terkiyle ilişkilendirilmiştir. (https://hadislerleislam.diyanet.gov.tr/sayfa.php?CILT=3&SAYFA=565)

İmam Gazali İhya-u Ulumiddin adlı eserinde bu konuda aşağıdaki açıklamaları yapmaktadır:

Şunu bil ki, senin en güzel halin, konuştuğun zaman dilini gıybet, dedikodu, yalan, mücadele gibi dilin bütün afetlerinden koruman ve bir de ne sana ne de hiçbir Müslümana zararı olmayacak mubah şeyleri konuşmandır.  Fakat sen, ihtiyacın olmayan, gereksiz kelimeleri sarf edersen, onunla zamanını zayi ettiğin gibi dilinle konuştuklarının da hesabını verirsin; değerli olanı feda edip karşılığında değersiz olanı almış olursun.

Eğer sen, konuşmaya harcadığın zamanı tefekkürde kullansaydın, çoğu zaman tefekkür ettiğin anda, Allah(cc)’ın rahmetinin güzellilerine ve büyük ihsanlarına nail olurdun. Şayet bütün noksanlıklardan münezzeh olan Allah(cc)’ı zikretsen, “la ilahe illallah’’ desen, O’nu tesbih etsen ilâhi rahmetin esintilerinden biri çoğu zaman senin için açılabilir ve senin için daha hayırlı olurdu.

Hazinelerden bir hazine almaya gücü yeten kimse, onun yerine kendisine hiçbir fayda sağlamayacak bir saksı parçası alsa, apaçık zarara uğrayanlardan olur. Bu Allah (cc)’ı zikretmeyi terk edip, her ne kadar günaha girmese bile kendisine fayda sağlamayacak mubahla meşgul olan kimsenin misalidir. Bu kimse, yüce Allah(cc)’ı zikretmekle elde edeceği büyük karı yitirerek zarara uğramıştır. Rasülullah Efendimiz (sav) böyle buyurmuştur. “Şüphesiz müminin susması tefekkür, bakışı ibret, konuşması da zikir olmalıdır.” (Tabakatuş şafiiyye 6/336,ibni Hibban,lisanul mizan 7/140)

Kulun sermayesi, vaktidir. O, vaktini boş şeylere harcar ve ahiret sevabı elde etmezse, gerçekten sermayesini zayi etmiş olur.

Ebu Zer el- Gıfari (ra) anlatır: Allah Rasülü (sav) bana, “Sana, bedene hafif, mizana ağır gelecek olan bir amel öğreteyim mi?’’ diye sordu; ben de, “Evet, öğret ey Allah’ın Rasülü! dedim. Peygamber Efendimiz (sav), “O, susmak, güzel ahlak sahibi olmak ve sana fayda sağlamayacak şeyleri terk etmektir’’ buyurdu. (Suyuti, Camiu’s Sağir, 5498; Heysemi, Mecmau’z- Zevaid, 10/301; ibn Ebü’d-Dünya, Kitabü’s Samt,112,558)

Tabiinden Mücahid b. Cübeyr (ra) der ki; ibn Abbas’ın (ra) şöyle buyurduğunu işittim: Beş haslet vardır. Onlar muhakkak ki Allah (cc) yolunda vakfedilen yağız atlardan bana daha sevimli gelirler:

1.Seni ilgilendirmeyen bir konuda konuşma! Çünkü böyle bir konuşma fuzulîdir ve bu konuşmadan sana günah gelmeyeceğinden emin değilim.

2.Seni ilgilendiren bir konuda yeri gelmedikçe konuşma! Çünkü kendisini ilgilendiren bir konuda konuşan çok kimse vardır ki konuşmasını uygun olan yerde değil de başka yerde yapar ve böylece sıkıntıya girer.

3.Ne halîm bir kimseyle, ne de ahmakla tartışma! Çünkü tartışmandan dolayı halîm kimse sana buğzeder, ahmak da seni üzer.

4.Senin yanında bulunmadığı zaman arkadaşını öyle bir sıfatla zikret ki seni aynı sıfatla zikretmesi hoşuna itsin. Kardeşine öyle bir muamele yap ki aynı muameleyi sana yapması seni sevindirsin.

5.İyiliğinden dolayı mükâfatlandırılacağını, kötülüğünden dolayı cezalandırılacağını bilen bir kimsenin ameli gibi amelde bulun! ( Zebidi, ithaf, 9/154; ibn Ebİ’d Dünya, Kitabü’s Samt,114)

Malayani Konuşmanın İlacı

İnsan bilmelidir ki ölüm, önünde hazır beklemektedir. Kendisi de konuştuğu her kelimeden sorumlu olacaktır. Harcadığı nefesleri, onun sermayesidir. Gerçekten onun dili, yerinde kullanıldığında ahiret nimetlerini avlamaya muktedir bir ağdır. Onun ihmali ve kaybedilmesi ise apaçık bir zarardır. Bu, ilim yönünden dili malayani konuşmaktan kurtarmanın ilacıdır. Amel olarak dili boş şeylerden kurtarmak için, uzlete çekilmek, insanlara fazla karışmamak, dilini konuşmaktan engelleyecek tedbirlere başvurmak gerekir. Bir de kendini ilgilendiren bazı konularda bile susmaya çalışmalıdır. Böylece dili konuşmadan durmaya alıştırmalıdır. Böyle yapılırsa insan boş konuşmaları terk etmeye alışır. İnsanlardan uzak kalmadan dili susmaya alıştırmak zordur.

b.     Bâtıla Dalmak

Bâtıla dalmak, günahlar hakkında konuşmak demektir. Çünkü bunların tümü, kendisine dalmanın helâl olmadığı konulardır ve bunları anlatmak haramdır. Seni ilgilendirmeyen konuda konuşmak veya seni ilgilendiren konuda ihtiyaçtan fazla konuşmak ise evlâyı terketmektir. Fakat buna rağmen bu tür konuşmada haramlık yoktur. Fakat kendisini ilgilendirmeyen bir konuda fazla konuşan bir kimsenin, sonunda bâtıla dalmayacağından emin olunamaz. İşte bundan ötürü bâtıldan korunmak, ancak din ve dünyanın önemli meselelerinden kişiyi ilgilendirdiği kadarı ile yetinmekle mümkün olur. Yine de birtakım kelimeler var ki o kelimeleri konuşan, onları önemsemez ama o kelimeler onu helâk etmeye sebep olur!

Bilâl b. Hars Hz. Peygamberin (sav) şöyle dediğini nakleder:
“Kişi, Allah'ın rızasına uygun bir kelime konuşur, o kelime sayesinde varmış olduğu makama varacağını sanmaz. Dolayısıyla Allah Teâlâ o kelimeden ötürü rızasını kıyamete kadar o adam için yazar. Kişi Allah'ın gazabını hak eden bir kelime konuşur, o kelimeden dolayı felâkete uğrayacağını sanmaz ve böylece Allah Teâlâ onların üzerine o kelimeden dolayı kıyamete kadar gazabını yazar.”

(ibni mace 3969, Tirmizi 2319) Alkame şöyle derdi: “Konuşacağım nice şeyler vardır ki Bilâl b. Hars'in hadîsi beni o konuşmalardan menetti.”

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:“Kıyamette insanların en fazla hatalı olanları, dünyada en fazla bâtıla dalanlarıdır.” (İbn Ebî Dünya,Taberani sahih,Musnedu İbni’l-Ca’d, 1/437, no: 2980.)

Allah Teâlâ cehennemliklerin şöyle dediklerini aktarmaktadır: (Bâtıla) dalanlarla birlikte dalıyorduk, (Müddessir 45).

Bâtıla dalma ileri de sözkonusu edilecek olan gıybet, kovuculuk, fahiş konuşmak ve benzerlerinin ötesindedir.Bu, varlığı daha önce geçen günah vb. mahzurları anmaya dalmaktır veya onları anmaya dinî bir ihtiyaç olmaksızın onlara varmayı düşünmektir. Buna, bid'atlerin hikâyelerine dalmak da, bozuk mezheblerin ve ashâb-ı kiramın arasında cereyan eden savaşları ashâbın bir kısmına tanetmeyi andıracak şekilde hikaye etmek de dahildir!

      d.   Lehv’el-Hadis

Allah(cc) Kur’an-ı Kerim’inde şöyle buyurmaktadır: “İnsanlardan öylesi var ki, herhangi bir ilmî delile dayanmadan Allah yolundan saptırmak ve sonra da onunla alay etmek için boş lafı (lehvel hadisi) satın alır. İşte onlara rüsvay edici bir azap vardır.”(Lokman 6)

"Lehv’el-Hadis" deyimi ile ilgili Mevdûdî Tefhimu’l Kur’an isimli eserinde aşağıdaki açıklamaya yer vermektedir:

"Lehv’el-Hadis" deyimi, metinde, dinleyeni meftun eden tamamiyle kendi atmosferine çeken ve etrafındaki başka şeylerden habersiz hale getiren bir şeyi tazammun eder. Lugat anlamı itibariyle bu tamlamanın herhangi bir kötü çağrışımı yoktur, fakat günlük kullanım içinde bu tamlama dedikodu, saçma sapan konuşma, sulu şaka ve hareket, romanlar, hikayeler, masallar, şarkı söyleme, cümbüş... vs. kötü ve faydasız şeyler için kullanılır.
İlgi çekip oyalayıcı masalları "satın almak", sözkonusu şahısların hakikat yerine bâtılı/batıla dalmayı seçtiği, hidayetten yüz çevirip kendisine ne dünyada ne de ahirette bir faydası dokunmayan böyle şeylerle uğraşması anlamına da gelebilir. Ne ki bu, mecazî anlamıdır. Asıl anlamı ise, "kimse sarfettiği mal karşığılığında boş ve faydasız bir şey almamalıdır", şeklindedir. İbn Hişam, İbn İshak'a dayanarak rivayet eder ki, Mekke müşrikleri ellerinden geleni yapmalarına rağmen Hz. Peygamber'in (sav) mesajının yayılmasını engelleyemeyince Nadir bin Hâris Kureyşliler'e şunları söyledi: "Bu adama karşı çıkma yolunuz sizi bir yere götürmez. O sizin aranızda yaşamakta. Şimdiye dek ahlâken en iyi olanınızdı; aranızda yaşayan en doğru, en dürüst ve emin kişi oldu daima. Siz tutmuş, onun bir kahin, sihirbaz, şair ve mecnun olduğunu söylüyorsunuz. Kim inanır buna? Ahali, bir kahin nasıl konuşur bilmiyor mu? Bir şairin, bir mecnunun halini tefrik edemez mi halk? Bu ithamların hangisini Muhammed'e (sav) yamayabilirsiniz ki halkın dikkatini ondan kaçırabilesiniz. Bakın! Ben size onunla nasıl başedeceğinizi söyleyeyim." Sonra Mekke'den ayrılıp Irak'a gitti ve oradan İran kisraları, Rüstem ve İsfendiyar'la ilgili masalları, hikayeleri, ustureleri derlemeyi başarıp halkın dikkatini Kur'an'dan ayırmak ve onları masallar içinde uyutmak için masal anlatma partileri düzenlemeye başladı. (İbn Hişam, cilt 1. sh. 320-321) Aynı rivayet Esbab-ı Nüzul adlı kitapta Kelbi ve Mukatil'e dayanarak Vakidî tarafından nakledilmiştir. Ve İbn Abbas'a göre Nadr bu amaçla şarkıcı kızlar da getirmişti. Bir kimsenin Hz. Rasûl'ün (sav) etkisi altına girdiğini işittiğinde, şarkıcı bir kızı şöyle bir talimatla ona musallat ederdi: "Onu yedir, içir, şarkınla öyle ağırla da diğer taraftan kopup seninle hemhal olsun." Bu, kötülük odaklarının her devirde başvurmakta olduğu aynı araçtı.
Kötülüğün bu elebaşıları sıradan insanları kültür adı altında eğlence, spor ve müzikle öylesine oyalarlar ki, hayatın ciddî problemlerine eğilmek için hiç zaman ve istekleri kalmaz. Ve bu boşvermişlik duygusu içinde sürüklenmekte oldukları felâketi hissetmezler bile.(Ebu’l –A’la Mevdûdî Tefhimu’l Kur’an,cilt 4,sayfa 321-322)

Mevdûdî’nin dediği gibi günümüzde insanların çoğu, sözde kültürel değişim ve teknolojik gelişimlere ait (oyun,dizi,müzik,sosyal medya gibi) etkinliklerin onlara sunduğu maddi hazzın ve oyalanmanın etkisi altında kalmıştır. Lehv el-Hadis olarak değerlendirebileceğimiz bu hal özellikle gençlerimizin gündem, ilgi ve kapasitelerini, akıl ve kalpleri Kur’an ve sünnetin sunduğu ilahi hakikati idrak edemeyecek  ve manevi lezzetini hissedemeyecek kadar beyhude bir yoğunluğun bataklığına gömmüş durumdadır.

Daha da üzücü olan bir başka durum ise bu batıl işlerle insanın kendisi meşgul olduğu gibi,  bunu başkalarıyla da paylaşarak sanki hayatın ve kişisel gelişimin zorunlu bir parçasıymış gibi onları da bu hale davet etmesi hatta neredeyse bu işlerle meşgul olmayanları geri kalmışlıkla ayıplamasıdır. Nihayetinde teknolojinin kendisine sunduğu imkanları bilinçsizce ve hevası doğrultusunda kullanarak çağa ayak uydurduğunu sanan insanlar hakkı unutup hakikate karşı sağır, dilsiz ve kör bir birey gibi davranarak, akın akın batıla dalmaktadır.

       e .  Mira (Başkasının Sözüne İtiraz) Ve Cidal Etmek

Mira ve cidal etmek yasaklanmıştır. Nitekim Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Kardeşinle tartışma, onunla alay etme! Ona bir söz verdiğin zaman, sözüne muhalefet etme!” (Tirmizî, 1995)
Bir başka hadisi şerifinde de “Kim haklı olduğu halde tartışmayı terk ederse, onun için cennetin en yüce yerinde bir ev bina edilir. Haksız olduğu halde tartışmayı terk eden bir kimse için ise, cennetin orta yerinde bir ev bina edilir.”(Ebu Davud 4800, Taberani,8. Cilt /117 nolu hadis) buyurmaktadır.

Mira, başkasının konuşmasındaki bir eksikliği belirtmek suretiyle o konuşmaya yapılan herhangi bir itiraz demektir. Bu belirtilen eksiklik ya lâfızda, ya mânâda veya konuşanın maksadında olur. Mirayı terk etmek, muhatabın konuşmasını münker görmeyi ve konuşmasına yapılan itirazı terk etmekle olur. Durum ne olursa olsun, başkasının konuşmasındaki eksikliği belirtmenin bir faydası yoktur. Bir müslümana farz olan inat etmek, tenkid etmek veya itiraz etmek şeklinde değil de susmak, istifade tarzında sormak veya tariz etmede ince ve zarif davranmaktır.

Cedele gelince, o başkasını susturmak, âciz bırakmak, konuşmasını tenkid suretiyle onun değerini düşürmek, onu kusurlu bulmak ve cahilliğe nisbet etmekten ibarettir. Mücadelenin alâmeti, hakka dikkat çekerken karşıdakinin hoşuna gitmeyecek şekilde yapılmasıdır. Şöyle ki, muhatabın hatasını açıklar. Bunu da karşısındakinden üstün olduğunu ve muhatabının da değersiz ve eksik olduğunu açığa vurmak için yapar. Bu tür mücadeleden, sustuğu takdirde günahkar olmayacağı her tür tartışmadan kaçınmakla kurtulunabilir. İnsanı bu tür mücadeleye teşvik eden şey ise, ilmini ve faziletini göstermek suretiyle üstünlüğünü ispat etmek ile başkasının eksikliğini göstererek ona hücum etmek hevesidir! Bunların ikisi de nefsin gizli ve pek kuvvetli iki şehvetidir.

İşte bu iki sıfat kötü ve helâk edicidir. Bu iki sıfatı mira ve cedel takviye etmektedir. Bu bakımdan Mira ve cedele devam eden bir kimse, bu helâk edici sıfatları takviye etmiş olur. Oysa cedel, hiçbir zaman başkasını üzmekten uzak değildir.

Bunun tedavisi, kendi faziletini belirtmeye zorlayan, başkasını kusurlu ve eksik göstermeye iten yırtıcılık sıfatını kırmaktır.

Rivayet ediliyor ki Ebû Hanife (r.a) Dâvûd et-Tâî'ye şöyle sordu: - Sen neden inzivaya çekilmeyi seçtin?

- Cidali terk etmek suretiyle nefsimle mücadele etmek için inzivayı seçtim.

- Meclise gel! Söylenilen sözü dinle! Konuşma!

- Ben bunu yaptım! Bana bundan daha güç gelen bir mücâhede görmedim.

Hakîkat de Dâvûd et-Tâî’nin dediği gibidir. Çünkü başkasının yanlışını gören bir kimse, o yanlışı düzeltmeye veya belirtmeye gücü olduğu halde, orada sabretmesi cidden zordur ve bunun için de Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Kim haklı olduğu halde tartışmayı terkederse, Allah Teâlâ ona cennetin en yücesinde bir ev bina eder.” (Ebu davud 4800, Taberani,8. Cilt /117 nolu hadis)

Çünkü böyle bir durumda tartışmayı terk etmek, nefse çok ağır gelir ve bu ağırlık en fazla cemaatler, mezhepler ve inançlarda insana galebe çalar. Çünkü mira ve cedelleşme öyle bir tabiattır ki kişi bundan dolayı kendisine bir sevap geleceğini zanneder ve hırsı daha da artar. Oysa böyle sanması katıksız bir yanlışlıktır. Oysa insana ehl-i kıble hakkında dilini tutması daha uygun düşer. Ne zaman bir bid'atçıyı görürse ona tenha bir yerde cedel yoluyla değil, nasihat yoluyla ve uygun bir dille söylemelidir. Çünkü cedel, karşısındaki insanın aklına “adamın söylediği şey, beni şaşırtmak için bir hiledir” fikrini getirebilir. Böylece bid'at, cedel yüzünden onun kalbinde kuvvetlenir. Ne zaman bid'atçıya nasihat etmenin fayda vermeyeceğini bilirse, o vakit bid'atçıyı terk edip, kendi nefsiyle meşgul olmalıdır. Nitekim Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Ehl-i kıble hakkında dilini tutan bir kimseye Allah rahmet etsin. Ancak bildiğini en güzel bir şekilde (söyleyebilir)”.  Hişam b. Urve der ki: “Hz. Peygamber bu hadîsi yedi defa tekrar etti.”(. İbn Ebî Dünya zayıf bir senedle, deylemi zayıf bir senedle, Kenzu’l-Ummâl, 1/215)

Kim bir müddet mücadeleyi âdet edinirse ve halk da onu överse ve bundan dolayı nefsinin aziz olduğunu ve halk tarafından kabul edildiğini görürse, o kimsede bu helâk edici sıfatlar kuvvet bulur ve öfke, kibir, riya, makam sevgisi ve faziletten dolayı aziz olmak gibi kötü sıfatlar kendisinde toplandığı zaman onlardan kurtulmaya gücü yetmez. Bu sıfatlarla teker teker mücadele etmek bile güç olduğu halde acaba tümüyle birden nasıl mücadele edilebilir?

f. Şaka Yapmak

İstisna edilen az bir miktarı hariç esası kötü olduğu için mizahın çoğu yasaklanmıştır. Nitekim Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Kardeşine karşı mirâ'ya. (cedele) girişme! Onunla şaka yapma!” (Tirmizî, 3/427, No: 1995)

Mirâ ve cedelde arkadaşa eziyet vermek vardır. Fakat şakalaşmaya gelince, o (bilindiği gibi) lâtife yapmak, sevindirmek ve kalbi hoşnut etmektir. Öyleyse neden yasaklanmıştır? Yasaklanan, ancak şakada ifrata kaçmak veya daimî bir şekilde şakalaşmaktır. Daimî bir şekilde şakalaşmak oyunla meşgul olmak ve fuzulî hareketlerle vakit geçirmek demektir. Oynamak mubahtır fakat daimî şekilde şakalaşmak ve oynamak, fazla gülmeye, fazla gülmek de kalbin ölümüne neden olur ve bazı hallerde de aşırı şakalaşmak gönlü kırılanın kin gütmesine sebep olur. Bu gibi hareketlerden uzak olan şaka kötülenemez. Nitekim Hz. Peygamber (sav)'den şöyle rivayet edilmiştir: “Muhakkak ben (de) şaka yaparım. Fakat haktan başkasını söylemem.” (et-Taberânî, el-Mu’cemu’l-Evsat, 1/298, no: 995)

Ancak şaka yapıp haktan başkasını söylememeye, Hz. Peygamber(sav)'in benzerleri güç yetirebilirler. Diğerleri ise mizah kapısını açtığı zaman, nasıl mümkün ise o yoldan halkı güldürmeye çaba sarf eder. Oysa Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Kişi, yanında oturan arkadaşlarını güldürmek için bazen bir söz söyler. O söz yüzünden Süreyya yıldızından daha uzak bir mesafeden ateşin içerisine yuvarlanır.” (İbni Hibban sahihi 5716;Ahmed bin Hanbel müsnedi,9220)

Bir de gülmek, ahiretten gafil bulunmaya delâlet eder. Nitekim Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Eğer benim bildiğimi bilseydiniz, muhakkak çok ağlar, az gülerdiniz.” (Buhari 6486, Müslim 426)

Muhammed b. Vasi şöyle demiştir: "Sen cennette ağlar bir insanı görürsen onun bu durumuna şaşmaz mısın?" Cevap olarak 'evet' denildi. Devamında da: "İşte sonunun nereye varacağını bilmediği halde gülen bir kimsenin durumu bundan daha şaşırtıcıdır." dedi.

İşte buraya kadar söylediklerimiz gülmenin âfetleridir. Gülmenin kötü olan kısmı insanın birçok vaktini alan gülmektir. Gülmenin iyi kısmı dişler görünecek derece de tebessüm etmektir. Nitekim Hz. Peygamberin (sav) gülmesi böyle idi.

Hasan Basrî'den şöyle rivayet ediliyor: Bir ihtiyar kadın Hz. Peygamber'e geldi.

Hz. Peygamber ona “İhtiyar kadınlar cennete giremezler” dedi. Bu söz üzerine kadıncağız hüngür hüngür ağlamaya başladı. Hz. Peygamber, kadına ''Sen (merak etme) o gün ihtiyar olmayacaksın. Çünkü Allah Teâlâ ‘Gerçekten biz hûrileri apayrı biçimde yeni yarattık. Onları, eşlerine düşkün ve yaşıt bâkireler kıldık.' (Vâkıa 35-37) buyurmuştur".

İşte bunlar sevimli şakalardır. Arada sırada bu tür şakalar yapmak müstehabdır. Fakat daimi şekilde yapmaktan sakınmak gerekir. Çünkü bu tür şakalara devam etmek kalbin ölümüne sebep olan gülme ile neticelenir.

Müslüman bireyler olarak günlük hayatımızda şaka yapayım derken yalan söylemek, gönül kırmak ve Müslüman kardeşimizin onurunu topluluk içinde zedelemekten şiddetle sakınmalı, yapılacak şakaya insanların gülmesine vesile olacağı düşüncesiyle bu büyük veballere girerek ahiretteki durumumuzu zora sokmamalıyız.

Ders anlatan hoca, öğrencinin ilgisini çekmek ve motivasyonunu artırmak isterken yapacağı şakaların konuya baskın gelmemesine, dersi ciddiyet ekseninden uzaklaştırmamasına ve aşırı zaman kaybına yol açmamasına özen göstermelidir.

Dersi dinleyen kişilerin veya öğrencilerin de anlatıcı veya hoca seçiminde en önemli kriteri kendisini daha çok güldürme ve neşelendirmek değil ilmi birikimi, bilgiyi aktarış şekli ve yaşantıdaki örnekliği ile takvasına olan katkının düzeyi olmalıdır. Çünkü çok gülmek kalbi karartırken çok ilim ve onu takip eden salih amel ise dünya ve ahiret hayatında kurtuluş yolunu aydınlatır.

g. Alay Ve İstihza

“Ey müminler! Bir topluluk diğer bir topluluğu alaya almasın. Belki de onlar, kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da kadınları alaya almasınlar. Belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Kendi kendinizi ayıplamayın, birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın. İmandan sonra fâsıklık ne kötü bir isimdir! Kim de tevbe etmezse işte onlar zalimlerdir. (Hucûrat 11)

İslâm dininde, Müslümanların birbirleriyle olan ilişkilerinde istihza yasaklanmıştır. Zira İslâm’a göre her ferdin onuru, haysiyeti ve şerefi (iffeti) dokunulmazdır. Her ne sebeple olursa olsun hiç kimse bu değerlerle alay etme ve insanları bu yönden zedeleme ve rencide etme hakkına sahip değildir. Hz. Peygamber(sav)’in bu konudaki tavrı çok açıktır. Nitekim ona taklidini yaparak bir kişiden bahseden Hz. Âişe (ra),bu davranışı karşısında Resûlullah(sav)’ın,“Karşılığında bana dünyayı verseler bile, kimsenin taklidini yapmam; bundan asla hoşlanmam.” buyurduğunu ifade etmiştir. ( T2503 Tirmizî, Sıfatü’l-Kıyâme, 51.)

Başkasının söz ve davranışlarını kusurlu görmek veya göstermek amacıyla alay ederek onu küçümsemek, toplumda kardeşlik bağlarını zedeleyen, Müslümanların birbirleriyle olan ilişkilerine zarar veren tehlikeli bir durumdur. İnsanlarla bu şekilde eğlenen kişi, aynı durumun kendi başına gelmeyeceğinin garantisine sahip değildir. Nitekim  Resûlullah(sav)’ın “Kardeşinin başına gelen bir şeye sevinip gülme. Sonra Allah ona merhamet edip seni (o şeyle) imtihan eder.”(Tirmizî, Sıfatü’l-Kıyâme, 54) uyarısının yansıması kültürümüzde “gülme komşuna gelir başına” şeklinde ifadesini bulmuştur. Yine Hz. Peygamber(sav)’in, “Kim Müslüman kardeşini işlediği bir suçtan dolayı ayıplarsa, kendisi de o suçu işlemeden ölmez. (Tirmizî, Sıfatü’l-Kıyâme, 53) şeklindeki hadisi de istihzadan kaçınma noktasında son derece etkileyicidir.

İnsanların fiziksel durumlarıyla alay etmek ise, âdeta Allah(cc)’ın takdirine karşı gelmek gibidir. Âişe(ra)’ın bir defasında Resûlullah(sav)’a eliyle kısa oluşunu göstererek, “Ey Allahın Resûlü! Safiyye şöyle bir kadındır.” demesi üzerine Resûlullah (sav)’ın onu, “Öyle bir söz ettin ki o söz denize karıştırılsaydı denizin suyu değişirdi. ” ( T2502 Tirmizî, Sıfatü’l-Kıyâme, 51) diyerek uyarması da meselenin ciddiyetini göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Zira bu şekilde insanların elinde olmayan bir durumla alay etmek, Yüce Allah(cc)’ın takdir edip yarattığıyla alay etmektir. İnsanda doğuştan ya da sonradan meydana gelen fiziksel ve zihinsel özürlerle alay etmek de böyledir.

Resûlullah (sav) Müslümanların birbirlerine sadece çirkin lakap takmalarını değil, hoşlanmadıkları hitaplarla seslenmelerini de asla tasvip etmemişti. Nitekim kendisi bir kimseyi en sevdiği ismiyle ya da en sevdiği künyesiyle çağırmaktan hoşlanırdı.

Bir kimsenin duyduğunda rahatsız olmayacağı ve toplum tarafından olumsuz algılanmayan lakapların kullanımı bir çeşit adlandırmadır. Resûlullah da ashâbından bazılarına bu şekilde güzel lakaplar takmıştır. Dolayısıyla bir kişinin tanınmasını kolaylaştırmak, meziyetlerini dile getirerek övmek ya da latîfe ile gönlünü almak gibi iyi niyetlerle lakap takmakta bir sakınca bulunmamaktadır. (Hadislerle İslâm, Cilt 3, Sayfa 451-456)

 

i.                 Lânetleme  

Bu lânet -ister hayvana, ister nebata, ister insana olsun- kötüdür. Nitekim Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Ne Allah'ın lânetiyle, ne gazapla ve ne de cehennemle birbirinize lânet okumayınız.” (Tirmizî, 1976 ; Ebû Dâvûd, 4906) Bir sefer dönüşünde ise devesine lânet eden bir kimse için Peygamberimiz(sav), “Onun üzerinden in. Lânetlenmiş bir hayvanla yanımızda yolculuk etme.”( Müslim, Zühd, 74)buyurmuştur.

Lânet, kovmak ve Allah(cc)'tan uzaklaştırmaktan ibarettir. Bu ise, ancak Allah(cc)'tan  uzaklaştırılmayı hak eden bir kimse hakkında caizdir. Allah(cc)'tan  uzaklaştırılmayı gerektiren sıfatlar da küfür ve zulümdür. Mesela şöyle demelidir: 'Allah'ın laneti zâlim ve kâfirlerin üzerine olsun!' Böyle dediği zaman da Kur'ân ve hadîste vârid olan lâfızları kullanmak uygundur. Çünkü lânet okumakta tehlike vardır; zira lânet 'Allah mel'unu uzaklaştırmıştır' şeklinde Allah adına hükmetmek demektir. Bu ise gaybdır. Allah(cc)'tan başka gaybı bilen yoktur. Hz. Peygamber (sav) bile ancak Allah(cc) kendisini gayba muttali ederse bilir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Lânet edenler, kıyamet gününde ne bir kimseye şefaat edebilirler ve ne de şahid olurlar.” (Müslim, 2598)

Lanet konusunda tafsilat şudur: Şer'an lânet etmenin caiz olduğu insana lânet okumak caizdir. 'Allah, Firavun'a ve Ebû Cehil'e lânet etsin' demek gibi... Çünkü bu kimseler küfür üzerinde ölmüşler ve bu durum şer'an da bilinmektedir. Bizim zamanımızda belli bir şahsa lânet okumaya gelince -mesela 'Allah, şu kişiye lânet etsin! O yahudidir' demek gibi- bu sözde tehlike vardır. Çünkü o kişinin yahudilikten dönüp müslüman olma ve Allah nezdinde müslüman olarak ölme ihtimali vardır. O halde onun mel'un olduğuna nasıl hükmedilebilir?

Eğer bu kişi hâl-i hazırda kâfir olduğundan dolayı ona lânet okunuyor. Nitekim müslüman bir kimse hâl-i hazırda, müslüman olduğundan dolayı 'Allah ona rahmet etsin' denildiği gibi...' dersen, -her ne kadar bu müslümanın maazallah sonunda dininden dönmesi tasavvur edilebilirse de- bil ki bizim 'Allah ona rahmet etsin!' sözümüzün mânâsı: 'Rahmetin sebebi olan İslâm dini üzere Allah onu sabit kılsın, Allah onu ibadet üzerine daim eylesin' demektir. Fakat 'Allah kâfiri, lanetin sebebi olan küfür üzerinde sabit kılsın' demek mümkün değildir. Çünkü böyle demek -Allah korusun- küfrü istemektir. Küfrü istemek de haddi zatında küfürdür. Caiz olanı şöyle demektir: 'Eğer o küfür üzerine ölmüşse, Allah ona lânet etsin, eğer İslâm üzere ölmüşse lânet etmesin'. Bu ise gaybdır ve bilinmemektedir. Kayıtsız şartsız lânet okuyan bir kimse ise, küfür veya İslâm arasında bulunuyordur. Bu bakımdan mutlak lânet okumakta tehlike vardır. Fakat kâfir için olsa bile laneti terk etmekte hiçbir tehlike yoktur. Madem ki kâfir hakkında bu kaideyi öğrendin, o halde fâsık veya bid'atçı olan kişi hakkında böyle olması daha evlâdır. Bu bakımdan belli şahıslara lânet okumakta büyük tehlike vardır. Çünkü belli şahısların durumu durmadan değişmektedir. Ancak sonunda lânete layık olacağı Hz. Peygambere bildirilen şahıs olursa durum değişir. Çünkü küfür üzere öleceği bilinen bir kimse için lânet okumak caizdir. Bu sırra binaen Hz. Peygamber birtakım kimseleri lânetlemiştir

 İblis'e dahi lânet okumasa, okumayan için hiçbir tehlike yoktur. Artık İblis'ten başkasına lânet okumanın keyfiyeti düşünülsün!... Bu bakımdan hiçbir müslümana fısk veya küfür sıfatını, tahkik ve tedkik etmeksizin yakıştırmak caiz değildir. Nitekim Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Kimse kimseyi ne küfürle ne de fıskla suçlamasın! Çünkü o kişi, suçlayanın dediği gibi değilse, o suç suçlayana döner.” (Buhârî 6045, Müslim 60)

Bu hadîs-i şerifin mânâsı şudur: Karşıdaki insanın müslüman olduğunu bildiği halde onu tekfir ederse kâfir olur. Eğer bir bid'atten veya başka bir şeyden dolayı onun kâfir olduğunu zannederse ve ona kâfir derse (haddi zatında o da kâfir değilse) bu sefer böyle diyen kâfir değil, yanılmış olur.

Bir insanın aleyhinde beddua etmek de mesuliyet bakımından lânete yakındır. Hatta zâlimin aleyhinde beddua etmek bile böyledir. İnsanın meselâ 'Allah ona sıhhat vermesin’, 'Allah ona selâmet vermesin' demesi ve benzeri sözler gibi... Çünkü böyle söylemek kötüdür. Nitekim bir hadiste şöyle vârid olmuştur: “Mazlum bir kimse muhakkak zâlimin zulmüne karşılık verecek kadar beddua eder. Sonra kıyamet gününde zâlimin hakkı onun yanında fazla bile kalır!” (Tirmizî,3552) (Hz. Âişe'den bir benzerini)

Biz bu hususları halkın lânet hususundaki gevşekliğinden ve dilini başıboş bırakmasından dolayı belirttik. Belli şahıslara lânet etmek yerine Allah'ı anmak daha iyidir. Eğer bu da yoksa, susmakta selâmet ve kurtuluş vardır.

j. Yalan Va'adde Bulunmak

Muhakkak ki çok kere dil, va'detmeye meyleder. Sonra nefis, çoğu zaman o va'di yerine getirmek istemez. Böylece va'd, yapmamaya dönüşür. Bu ise münafıklığın alâmetlerindendir! Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Ey iman edenler! Akitleri(n gereğini) yerine getiriniz.” (Mâide 1)

Hz. Peygamber (sav) bir söz verdiği zaman “Umulur” kaydını eklerdi. İbn Mes'ud (ra), herhangi bir söz verdiği zaman muhakkak “Eğer Allah dilerse” kaydını eklerdi ve böyle yapmak daha iyidir. Bu istisnayı yapmakla beraber sözden kesinlik anlaşılırsa muhakkak o sözü yerine getirmek gerekir. Ancak mazeret varsa o zaman durum değişir. Eğer kişi, söz verdiği zaman sözünü yerine getirmemeye niyetliyse işte bu münâfıklığın ta kendisidir.

Ebû Hüreyre (ra)’den rivayet edildiğine göre Resûlullah (sav) şöyle buyurdu: “Münâfığın alâmeti üçtür: Konuşunca yalan söyler. Söz verince sözünde durmaz. Kendisine bir şey emanet edilince hiyanet eder.”( Buhârî, Îmân 24; Müslim, Îmân 107-108.) Müslim’in bir rivayetinde şu ilâve vardır: “Oruç tutsa, namaz kılsa, müslüman olduğunu söylese de.” (Müslim, Îmân 109-110)

Sözünü yerine getirmeye azimli olan bir kimse, kendisini sözünü yerine getirmekten alıkoyan bir özürden dolayı sözünü yerine getirmemişse, bu kimse münâfık olamaz. Her ne kadar nifaka benzer bir duruma düşmüş ise de... Fakat münâfıklıktan kaçınıldığı gibi sûretinden de kaçınılmalıdır. Kendisini menedecek bir zaruret olmaksızın nefsini mâzur saymak uygun değildir.

Rasulullah (sav): “Kişi kardeşine söz verdiği ve o sözünü yerine getirmek niyetinde olduğu halde onu yerine getirme imkânını bulamazsa günahkâr olmaz.” (Ebu Dâvud, 4995) buyurmuşlardır.

k. Yalan Söylemek

Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “En büyük hiyanet, din kardeşine haber verdiğin bir sözde o sana inandığı halde senin ona yalan söylemendir.” (Ebu Davud, 4971;Buhârî,Edebül Müfred)

Hz. Peygamber (sav) bir başka hadisi şeriflerinde şöyle buyurmuştur: “Rüyamda bir kişi bana geldi ve 'Kalk!' dedi. Onunla birlikte kalktım. Bir de gördüm ki iki kişinin yanındayım. Onlardan biri ayakta, diğeri oturmuş... Ayakta olanın elinde çengeller vardı. O çengelleri oturan kişinin ağız boşluğundan geçiriyor, dudakları omuzlarına yetişinceye kadar çengelleri çekip uzatıyordu. Sonra tekrar çekiyordu. Sonra çengeli çıkarıp ağzının öbür tarafına takıyor, onu çektiği zaman, öbür tarafı eskisi gibi oluyordu. Beni kaldırana 'Bu manzara nedir? dedim. Bana dedi ki: 'Şu oturan kişi yalancıdır. Kıyamete kadar kabrinde bu şekilde azap görecektir.” (Buhârî,7047)

Abdullah b. Cürad şöyle anlatıyor: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Mü'min bir kimse zinâ eder mi?' dedim. Hz. Peygamber 'Bu bazen olur' dedi. 'Ey Allah'ın Peygamberi! Mü'min bir kimse yalan söyler mi?' deyince Hz. Peygamber 'Hayır!' dedikten sonra hemen şu ayet-i celîleyi okudu: “Allah’ın âyetlerine inanmayanlar, ancak yalan uydurur. İşte onlar, yalancıların kendileridir.” (Nahl 105) (İbn Abdilberr,zayıf bir senedle)

 “Yalan ve hâinlik dışında müslümanda her haslet bulunabilir.” (Beyhaki,1735)

Hadislerle İslâm adlı eserde konuyla ilgili aşağıdaki açıklamalara yer verilmektedir:

Bireysel ve toplumsal açıdan huzur ve güven içinde olmak için yalandan sakınmak önemlidir. Bu durum, bireylerin kendi iç tutarlılıklarını sağlayarak vicdanen rahat olmaları için de gereklidir. Yalan, insan fıtratına aykırı olduğu için, günah kirinden uzak, saf bir mümin kalbi yalan söylenirken rahatsız olur, doğruluk karşısında ise sükûnet bulur. Allah Resûlü (sav) bu durumu şu sözlerle ifade etmiştir: “Seni şüphelendireni bırak, şüphelendirmeyene bak. Çünkü doğruluk kalbin (tereddütsüz biçimde) huzura ermesidir. Yalancılık ise şüpheden ibarettir.” (Tirmizî, Sıfatü’l-Kıyâme, 60). Bu sükûneti sağlamak adına insan konuştuğu zaman dikkatli davranmalı, her düşündüğünü ve duyduğunu dile getirmede acele etmemelidir. Aksi hâlde buna yalanın karışma ihtimali çok yüksektir. Allah Resûlü (sav) insanları bu duruma düşmekten şu sözleri ile uyarmaktadır: “Her duyduğunu söylemesi kişiye yalan olarak yeter!” (Ebû Dâvûd, Edeb, 80)

Yalan konusunda çok hassas davranan Allah Resûlü (sav) insanları yalandan ve ona götürebilecek her türlü davranıştan sakındırmıştır. Hatta bunlara, birçok kimsenin önemsemediği, çocuklara yalan söylemeyi ve yalan söyleyerek şaka yapmayı da dâhil etmiştir. Nitekim bir defasında Resûlullah (sav), bir annenin çocuğunu çağırıp, “Gel sana bir şey vereceğim.” dediğini işitince kadına, “Ona ne vereceksin?” diye sormuş, “Kuru hurma.” cevabını alınca da şöyle buyurmuştur: “Dikkatli ol, ona bir şey vermemiş olsaydın, bu senin için bir yalan olarak yazılacaktı.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 80) Öte yandan Allah Resûlü (sav), “Yalancılıktan kaçının. Çünkü ister ciddi olsun, isterse şaka yollu olsun yalan söylemek Müslüman’a yakışmaz.” (İbn Mâce, Sünnet, 7) buyurarak bu kötü özelliğin Müslümanın ahlakıyla hiçbir durumda uyuşmayan bir şey olduğunu vurgulamıştır.

Sevgili Peygamberimiz (sav), büyük günahların en ağırını sayarken Allah(cc)’a şirk koşmayı ve anne-babaya itaatsizliği zikrettikten sonra birden doğrularak, “İyi dinleyin bir de yalan söylemek ve yalan şahitlik yapmaktır.” (Buhârî, Edeb, 6) buyurmuştur. Bu sözü o kadar çok tekrarlamıştır ki, orada bulunan sahâbîlerden biri, Allah Resûlü’nün (sav) neredeyse hiç susmayacağını zannettik demiştir. (Hadislerle İslâm Cilt 3 Sayfa 397-402)

Yalana İzin Verilen Yerler

Yalan, bizzat kendisi için değil, muhatabın veya başkasının zararına yol açtığı için haramdır. Çünkü yalanın en az derecesi, haber verenin, verdiği haberin aksine inanmasıdır. Bu bakımdan kişi bu hususta câhildir. Fakat bazen bu câhillik başkasının zararına yol açar! Bazen de bir şeyi bilmemekte ya bilmeyenin veya başkasının maslahat ve yararı vardır. Bu bakımdan yalan, onu bilmemek faydalı olduğu için bazen ruhsatlı, bazen de farz olur.

Nitekim Meymun b. Mihran 'Yalan, bazı yerlerde doğrudan daha hayırlıdır. Acaba bir kişi başka bir insanı öldürmek (veya zarar vermek) için kovalıyorsa, o kovalanan insan bir eve girse, kovalayan adam sana gelip 'Sen filan adamı gördün mü?' dese ne dersin? 'Hayır, görmedim' demez misin? İşte bu, farz olan bir yalandır' dedi. O halde deriz ki: 'Konuşma, maksat ve hedeflere götüren vesiledir. Bu bakımdan hem doğruluk, hem de yalanla güzel maksada varılabiliyorsa, orada yalan söylemek haramdır. Eğer o güzel maksad mübahsa ve doğrulukla değil, ancak yalanla varılabiliyorsa, burada yalan söylemek mübahtır. Eğer elde edilmesi istenen maksat farz ise, ona varılmak için yalan söylemek de farz olur. Nitekim müslümanın kanını korumak farz olduğu gibi, onu korumak için yalan söylemek de farzdır. Bu bakımdan ne zaman doğruyu konuşmakta, bir zâlimin zulmünden gizlenen bir müslümanın kanının akıtılması söz konusu ise, burada yalan söylemek farz olur. Ne zaman savaşın maksadı veya barışın tamamlanması veya mazlumun razı edilip anlaşmaya yanaştırılması, yalan söylemeden olmuyorsa, bu takdirde yalan söylemek mübahtır. Ancak şu vardır ki mümkün olduğu kadar yalana ruhsat verildiği yerlerde bile yalandan kaçınmak uygundur. Çünkü kişi yalan kapısını bir defa açarsa o açılan kapının onu yok yere ve zaruret hududunu aşan kısma sürüklemesinden korkulur. Bu bakımdan yalan esasında haramdır. Ancak zaruret için mübah olur. Bu istisnaya, yani zaruret için mübah oluşuna Ümmü Gülsüm'den rivayet edilen şu hadîs-i şerîf delâlet eder. Ümmü Gülsüm(ra) şöyle diyor: “Hz. Peygamber(sav)'in yalanın hiçbir şekline ruhsat verdiğini duymadım. Ancak üç yer müstesna:

1.Kişinin, müslümanların arasını bulmayı ve ıslah etmeyi kasdettiği söz.

2.Kişinin savaş halinde müslümanların faydası için söylediği söz.

3.Kişinin hanımına, hanımın da maslahat için kocasına konuşması.” (Müslim)

Yine Ümmü Gülsüm'ün rivayetine göre, Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:

“İki kişinin arasını ıslah etmek için yalan söyleyen veya yalanı kendiliğinden katan bir kimse yalancı değildir.” (Müslim, 2605)

Yalan mahzurludur. Eğer bu yerlerde doğru söylerse, bu doğruluktan da mahzur doğacaksa bu iki mahzuru karşılaştırmalıdır. Doğruluktan doğan mahzurun şer'an yalandan daha ağır bir mesuliyeti doğuracağını bildiği zaman yalan söyleyebilir. Eğer o maksad, doğrunun maksadından daha kıymetsiz ise, doğru söylemek farz olur. Bazen iki şey eşit olur. Hangisinin daha şiddetli olduğunda tereddüt edilir, İşte bu takdirde doğruya meyletmek daha evlâ olur; zira yalan, zaruretten veya önemli bir hacetten dolayı mübah olur. Eğer ihtiyacın önemli olup olmamasından şüphe ederse yalanda esas olan haramlıktır. Hedeflerin durumunu idrâk etmek zor olduğundan dolayı, en uygunu, insanın mümkün olduğu kadar yalandan sakınmasıdır.

Çocuk mektebe ancak va'detmek veya tehditte bulunmak veya yalan bir korku vermekle gidiyorsa, bu takdirde yalan söylemek mübah olur. Bu hususta haberlerde, bu tür yalanın, kulun defterine yalan olarak yazıldığı vârid olmuştur. Fakat mübah olan yalan da kulun defterine yazılır. Kul ondan dolayı hesaba çekilir. O husustaki maksadının tashihi ile sorumlu tutulur. Sonra maksadı doğru olduğundan ötürü affedilir. Çünkü yalan, ancak ıslah maksadıyla mübah kılınmıştır

 

 

Târiz Yoluyla Yalandan Sakınmak

Selef-i sâlihînden nakledilmiştir ki târizlerle insan yalandan korunabilir. Nitekim Hz, Ömer (ra) şöyle demiştir: “Târizlerde kişiyi yalandan koruyacak birtakım özellikler vardır?” Bu durum, İbn Abbas ve diğer ashâb-ı kirâmdan da rivayet edilmiştir. Onlar ancak insan yalana mecbur kaldığı zaman, böyle yapabileceğini kasdetmişlerdir. Yalana ihtiyaç ve zaruret olmadığı zamana gelince, ne açıkça ve ne de târiz yoluyla yalan söylemek caiz değildir. Ancak yine de târiz yoluyla yalan söylemek daha hafiftir. Târizin misali şu hâdisedir:

Muaz b. Cebel (ra), Hz. Ömer tarafından bir vazifeye tayin edilmişti. Vazifeden dönünce hanımı kendisine 'Vazifelilerin ve memurların geldiklerinde ailelerine getirdikleri hediyelerden ne getirdin?' diye sordu. Oysa Hz. Muaz, hanımına hiçbir şey getirmiş değildi. Bunun üzerine hanımına şu cevabı verdi: 'Benim yanımda beni kontrol eden biri vardı'. Hanımı 'Sen Hz. Peygamber'in ve onun halifesi Ebubekir'in yanında emin idin (vazife aldığın zaman seni kontrol eden birisini seninle göndermiyorlardı. Nasıl olur da) Ömer seninle beraber bir kontrolcü gönderir?' dedi. Hz. Muaz'ın hanımı, Medine'nin kadınları arasında bunu söyledi ve Hz. Ömer'den şikayette bulundu. Hz. Ömer'in kulağına bu haber gittiğinde Muaz'ı huzuruna çağırdı ve 'Seninle beraber herhangi bir kontrolcü gönderdik mi?' dedi. Muaz 'Ben hanımımdan özür dilemek maksadı ile çıkar yol olarak ancak böyle söylemeyi uygun gördüm' dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer gülerek Muaza birşeyler verdi ve 'Hanımını bunlarla razı et' dedi. Muaz'ın sözündeki 'kontrol eden' tabirinden Allah (cc) kasdedilmiştir.

Târizler başkasının kalbini mizah yoluyla hoşnut etmek gibi basit bir gaye için de mübahtır. Hz. Peygamberin (sav) şu sözleri ve benzerleri gibi:

“Cennete ihtiyar kadın giremez!”

“Senin kocan o gözünde beyazlık olan kimse midir?”

“Seni deveye değil de devenin yavrusuna bindireceğiz.”

Fâsıklığı gerektirmeyen yalan grubuna, halkın âdetinde cereyan eden mübalağalar da girer. Kişinin başkasına 'ben seni şu kadar aradım', 'Ben sana yüz defa dedim' demesi gibi; zira kişi bununla aramanın sayısını anlatmak istemez, çok aradığını anlatmak ister. Eğer kişinin araması sadece bir defa ise ve buna rağmen böyle söylüyorsa bu durumda sözü yalan olur. Eğer birkaç defa aramışsa, böyle demekle günahkâr olmaz. Her ne kadar yüz defa aramamış olsa da...

Yalanın âdet haline getirildiği yanlış uygulamalardan biri de şudur: 'Yemek ye!' denildiğinde, muhatabın da iştahı olduğu halde 'Benim iştahım yok' demesidir.

Mücahid, Esma (ra)’ın şöyle anlattığını rivayet ediyor: Âişe, gelin olup Hz. Peygamber ile gerdeğe girdiği gecede onun arkadaşı idim. Benimle beraber birkaç kadın daha vardı. Allah'a yemin ederim, biz Hz. Peygamberin evinde bir ziyafet yemeği görmedik. Ancak bir bardak süt vardı. Hz. Peygamber o sütten içti ve sonra Âişe'ye verdi. Âişe sütü içmekten utanarak çekindi. Ben Âişe'ye dedim ki: 'Hz. Peygamber'in elini geri çevirme. Hz. Peygamber'in eliyle uzattığı sütü al!' Âişe utanmakla beraber, süt bardağını Hz. Peygamber'den aldı, içti. Sonra Hz. Peygamber ona 'Arkadaşlarına da ver' dedi. Biz 'Bizim iştahımız yoktur' dedik. Hz. Peygamber 'Sakın açlıkla yalanı bir araya getirmeyin' dedi. Ben 'Ey Allah'ın Rasûlü! Bizden biri iştahı çektiği halde iştahım çekmiyor dese bu söz yalan sayılır mı?' dedim. Şöyle buyurdu: “Muhakkak ki yalan, deftere yalan olarak yazılır. Hatta deftere yalancık da yalancık olarak yazılır (yani en hafifi bile yazılır).”( İbn Ebî Dünya, Taberânî, Elbani, es-Silsiletü'd-Daîfe)

l. Çokça Yemin Etme 

Dini hayatımızda sıkça yaşadığımız hususlardan biri de ‘çokça yemin’ etmedir. Günlük konuşmalardan alışverişlerdeki pazarlıklara, birilerini ikna etme çabalarından bazı hususları ispatlama gayretlerine, dil alışkanlığı olarak yapılanlara varıncaya kadar yemini sıkça ağzımıza alırız.

En güzeli dilimizi yemine alıştırmamaktır. Dilini yemine alıştıran kişi, yaptığı yeminleri unutarak veya başka sebeplerle bozabilir ve böylece dinen sorumlu konuma düşer. Böyle bir duruma düşmemek için dilimizi yemine alıştırmamalıyız.  Yalan yere olmadıkça ve gerçeğin gizlenmesine yahut bir haksızlığa ve yanlışa aracı kılınmadıkça her ne kadar yemin etmek dinen meşru kılınmış ise de mümkün mertebe yeminden uzak durmak gerekmektedir.

m. Sövme ve Çirkin Sözler Söylemek

Peygamber Efendimiz(sav), Bedir Savaşı’nda öldürülen müşriklere dahi sövmeyi yasaklamış ve “Şu öldürülen müşriklere sövmeyin! Çünkü sizin söylediklerinizden hiçbir şey onlara ulaşmaz. Ayrıca geride kalanlarına da eziyet etmiş olursunuz. Dikkat edin! Çirkin söz gerçekten yasaklanmıştır’’ buyurmuştur. (Tirmizi, Birr ve’s- Sıla, 51 Nesai, Kaseme, 22-33; Ahmed, Müsned, 4/252; Suyuti; Camiu’s Sagır; nr.9783; İbn Ebü’d Dünya, Kitabü’s Samt, nr. 323.)

Kötü söz, aynı zamanda çirkin ve hoş olmayan şeyleri açık ifadelerle anlatmaktır. Bunlar çoğunlukla cinsi (şehevi) arzuların harekete geçmesine vesile olan sözlerdir. Zira ahlakı bozuk insanların, cinsi konularda kullandıkları çok çirkin ve açık seçik ifadeleri vardır. Hâlbuki Salih insanlar o sözleri konuşmaktan şiddetle kaçınırlar. Onları ( konuşmak zorunda oldukları zaman da) üstü kapalı ve işaret yoluyla konunun fıkhen veya tıbben durumu izah edecek yeterlilikte ve edep içerisinde konuşurlar. İbn Abbas (ra) şöyle der: “Şüphesiz Allah (c.c) hayâ ve kerem sahibidir. Kusurları affeder ve ayıp şeylerden bahsederken üstü kapalı söyler.’’ Mesela Allah Teâlâ ayette “cima’’ yerine “dokunma’’ kelimesini zikretmiştir.(Nisa 43) Bunun gibi “dokunma, temas, duhul, beraberlik’’ gibi lafızlar cimanın yerine kullanılır. Bunların hiçbiri fahiş sözlerden değildir.

Kişinin küçük ve büyük abdest bozma diye bilinen def-i hacet gibi vücudun zaruri olan bir ihtiyacını gidermek veya bir sağlık sorununu ifade etmek için bile bu durumları üstü kapalı beyan etmesi, açık seçik ifade etmesinden daha uygundur. Açıkça konuşma fahiş konuşma sayılır. Mahrem bölgeleriyle ilgili bir hastalığı olan bir kişi durumunu ( doktorun dışındaki kimselere ) açık seçik söylemesi uygun değildir. Ancak, “bir şikâyetim var” veya benzeri ifadelerle anlatmalıdır. Açıkça anlatmak kötü konuşmaya girer.

Maalesef günümüzde abartı gibi gelebilen bu hassasiyet, aslında kişinin dilini zaruret halinde bile kontrol altında tutarak, kötü ve çirkin konuşmanın farkında olmadan alışkanlık haline gelmesini ve yaygınlaşmasını önleyen bir edep örneğidir. Rasulullah Efendimiz (sav): “Mümin, kötülemez, lanet etmez, kötü ve çirkin konuşmaz…’’ (Tirmizi, Birr ve’s Sıla, 48; Ahmed, Müsned, 1/404) buyurmuştur.

Allah Rasulü (sav) diğer bir hadislerinde :“ Allah Teâlâ, sokaklarda yüksek sesle bağırıp çağıran ve çirkin şeyler konuşanları sevmez.’’ ( Buhari, Edebü’l Müfred, 1/309; Ahmed, Müsned, 5/202; 6/135 ) buyurmuştur. Oysa günümüze baktığımızda sosyal medyayı kullanarak insanların uygunsuz görüntü ve bilgilerini paylaşmasının oluşturduğu hasar, Allah Rasulü(sav)‘nün şiddetli bir uyarıda bulunduğu sokakta bağırıp çağıran bu insanların oluşturacağı hasarla mukayese bile edilemeyecek kadar büyüktür.

İnsanı tüm bu fahiş konuşmalara yönelten sebeplerin başlıcaları ya muhatabına eziyet etmek ya da kötü ahlaklı kimselerle olan birlikteliğinden dolayı meydana gelen kötü bir alışkanlıktır. Çünkü sövüp saymak onların çirkin adetlerindendir. Bu durumdan kurtulmanın yolu ise bu kötü alışkanlığa sahip insanlarla birarada bulunmamak ve Rasulullah (sav)’ın hadisi şeriflerindeki hakikatlere uymaktan geçer.

Hadislerle İslâm adlı eserde konuyla ilgili aşağıdaki açıklamalara yer verilmektedir:

Allah Resûlü’nün tarifine göre, “Mümin, ırza, namusa dil uzatan, lânet eden, çirkin işler yapan, edepsiz konuşan kimse değildir.” (Tirmizî, Birr, 48) Kabalık ve edepsizlik içeren davranışların, çirkin ve argo konuşmaların, Yüce Allah’ın nefretle karşıladığı hususlardan olduğunu ifade eden Hz. Peygamber(sav)( Tirmizî, Birr, 62) bir başka hadisinde de, “Hayâ imandandır, imanın yeri ise cennettir. Kötü konuşmak kabalıktandır. Kabalık (insanları incitmek) ise cehennemdedir.” (Tirmizî, Birr, 65) buyurarak ağzı bozuk insanların iman ve hayâ ile bağdaşmayan bir kişiliğe sahip olduklarına işaret etmektedir. Yaratılmışların en yücesi ve en mükemmeli olan Sevgili Peygamberimizi anlatanlar, onun kaba davranışlar içinde bulunmadığını, sövgü ve kötü konuşmalardan şiddetle sakındığını vurgulamaktadırlar. Nitekim Hz. Enes’in anlattığına göre, Resûlullah (sav) sövmez, kötü konuşmaz ve lânet etmezdi. Birini azarlayacağı zaman, “O alnı toprak göresiye ne oluyor?” (Buhârî,Edeb 38) diyerek, yüzüstü yere kapaklanmayı ifade eden bir Arap deyişini kullanmakla yetinirdi.

Allah Resûlü (sav), ensardan bir toplulukla birlikteyken orada bulunan ve ağzının bozukluğu ile tanınan bir adamdan dolayı, “Müslüman’a sövmek fâsıklık (alâmeti), onunla savaşmak ise küfür (alâmeti) dür.” (Buhârî, Edeb, 44) buyurmuşlardır. Yine, “Birbirine söven iki kişinin günahı, mazlum olan haddi aşmadıkça ilk sövene aittir.”(Müslim, Birr, 68) buyuran Hz. Peygamber(sav), birbirlerine hakaret edenlerden en büyük sorumluluk ve günahın bu çirkinliği başlatana ait olduğunu ifade etmiştir.

Sövgüye muhatap olan Müslüman, cevap amacıyla dahi olsa küfür sözlerini ağzına alarak seviyesini düşürmemeli, zor da olsa sabretmeli, sövene uyarak çirkinleşmemelidir. Çünkü ne şekilde olursa olsun kötü söz şeytandandır. Onun için Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Allah bana, alçakgönüllü olmanızı vahyetti. O hâlde biriniz diğerine haksızlık etmesin ve hiç kimse de diğerine karşı övünmesin.” Hadisi rivayet eden İyâz b. Hımâr, “Ey Allah’ın Resûlü! Benden daha alt seviyede olan bir topluluk içerisinden biri bana söver, ben de onun sözüne cevap verirsem, bundan dolayı günaha girer miyim?” diye sorduğunda Rasulullah(sav), “Birbirlerine sövenlerin her ikisi de şeytandır, birbirlerini suçlarlar ve yalanlarlar.” (Buhârî, el-Edebü’l-müfred, 153)karşılığını vermiştir.

Mümin kişi, sövene karşı söverek alçalmaz. Yunus Emre’nin dediği gibi, “sövene karşı dilsiz” olanı meleklerin müdafaa edeceğine dair Sevgili Peygamberimizin(sav) müjdesi vardır. İbn Abbâs(ra)’ın anlattığına göre, Resûlullah(sav)’ın yanında iki adam birbirlerine ağır konuşmuşlardı. Bunlardan biri söverken diğeri karşılık vermeyerek susmaktaydı. Susan kişi de söverek karşılık vermeye başlayınca Hz. Peygamber (sav) kalkarak oradan uzaklaştı. Niçin kalktığı sorulduğunda da, “Melekler kalkınca ben de onlarla birlikte kalktım. Bu susan kişi sustuğu sürece onun adına melekler sövene cevap vermekteydi. Ancak kendisi söverek cevap vermeye başlayınca melekler de kalktılar.” (Buhârî, el-Edebü’l-müfred, 151)buyurdu.

Abdullah b. Amr b. Âs’tan(ra) nakledildiğine göre Resûlullah (sav) bir gün, “Bir kimsenin ebeveynine sövmesi büyük günahlardandır.” demiş, ashâb bunun üzerine, “Yâ Resûlallah! Hiç insan ana babasına söver mi?” deyince, “Evet, bir kimse birinin babasına söver, o da onun babasına söver. (Adamın) anasına söver, o da onun anasına söver.” (Müslim, Îmân, 146) buyurmuşlardır.

Dinimizde açıkça haram işleyen bir günahkâra bile hakaret etmek uygun bulunmamıştır. Suçlu cezasını çeker ama kendisine hakaret edilemez. Bir defasında sahâbîler, içki içen birini cezalandırması için Resûlullah(sav)’a getirdiler. Hz. Peygamber de ona dayak cezası uyguladı. Kimi eliyle, kimi pabucuyla, kimi de elbisesinin ucuyla adama vurmaya başladı. Bununla yetinmeyen birisi ise, “Allah seni rezil etsin!” diyerek sarhoşa hakaret etti. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem(sav), “Hayır, böyle demeyin! Ona karşı şeytana yardımcı olmayın!” (Buhârî, Hudûd, 4) buyurdu. Dolayısıyla suç işlemiş ve cezayı hak etmiş olsa da mümin kardeşin mânevî şahsiyetini korumak diğer müminlerin görevidir.

Dirilere olduğu gibi ölülere sövmek de Hz. Peygamber tarafından kesinlikle yasaklanmıştır. Bu yüzden ölülerin arkasından kötü konuşmamak ve onları hayırla yâd etmek Müslümanların yaşattığı güzel geleneklerden biri olmuştur. Bu konuda Sevgili Peygamberimiz (sav), “Ölülere sövmeyin. Çünkü onlar, önden göndermiş olduklarının (amellerinin) karşılıklarına ulaşmışlardır.(Buhârî, Cenâiz, 97).  (Bu hareketinizle onların) hayatta olan yakınlarını incitirsiniz.” (Tirmizî, Birr, 51) buyurmaktadır. Ölülere yapılan saygısızlığın, kendisine zarar vermese bile onun akrabalarını, yakınlarını ve sevenlerini rahatsız edeceği açıktır. Dolayısıyla ölen kimsenin mânevî şahsiyetinin dokunulmazlığını korumak dirilerin görevidir. Muhatabı ölü bile olsa iftira nitelikli sövgülere had cezasının uygulanması bunun en açık delilidir.

Hz. Peygamber, Müslüman olan çocuklarını ve akrabalarını üzmemek için kâfir ve müşriklere sövmeyi bile yasaklamıştır. Buradan hareketle tarihte görülen üzücü olayları bahane ederek sahâbeye veya onlardan herhangi birine sövmek veya haklarında kötü ve saygısızca konuşmanın evleviyetle yasak olduğu anlaşılır. Onlar İslâm’ın kuruluş yıllarının bütün sıkıntılarını, mahrumiyetlerini çekmiş, düşmanların tüm zulüm, işkence ve saldırılarına Resûlullah (sav) ile birlikte göğüs germiş, bu uğurda yurtlarından hicret etmiş, hatta babalarına, oğullarına, akrabalarına karşı savaşmak zorunda kalmış, canlarını ve mallarını cömertçe ortaya koymuşlardır. (Hadislerle İslâm Cilt 3 Sayfa 420-422)

n. Eleştiri

Türkçe’de tenkit yerine kullanılan “eleştiri’’ bir insanı, bir eseri, bir konuyu doğru yanlış yanlarını bulup göstermek masadıyla incelemek şeklinde tanımlanmaktadır.  Görüldüğü gibi tenkit veya eleştiri, kusurlu, eksik veya sakıncalı olan şeye müdahale edip, doğrusunun ve hatasız olanın ortaya çıkması yönünde bir düzeltme çabasıdır.

Eleştiride dikkat edilmesi gerekenler nelerdir?

Her şeyden önce yapılan eleştirinin/tenkidin doğru, olumlu, Allah’ın rızasını gözeten bir amacı olmalıdır.

Eleştiri dozu, eleştirilen ile eleştiren kişi arasında normalde var olan saygı, sevgi perdesini yırtmayacak düzeyde olmalıdır.

Kişilik özelliklerine yönelen, başkalarının yanında rencide eden, kişinin beklemediği bir anda donup kalmasına neden olan umutlarının heves ve heyecanlarının tükenmesine neden olan yıkıcı eleştiri, aslında eleştiriden çok art niyetli bir tutumdur. Eleştiri, yıkmak, bitirmek ve yok etmek amacıyla yapılırsa saldırgan bir davranışa dönüşür ve büyük olasılıkla giderek tırmanan olumsuz bir çatışma sürecini başlatır. Bu nedenle iyi niyetli, sağlıklı ve faydalı bir eleştiri, sadece olumsuz yönleri göstermekten ibaret olmamalı; destekleyici, kavranması ve uygulanılması kolay yol gösterici önerileri de içermelidir. Ayrıca karşı tarafın mesajları sabırla, anlayışla dinleme ve bu eleştiriler doğrultusunda kendini değiştirebilme, geliştirebilmesine imkânlar sunan özelliklere de sahip olmalıdır. Bu anlamda bir eleştiride önemli olan, eleştiren veya eleştirilen kişi değil eleştirilen konu, durum veya özellik olmalıdır.

Eleştirinin olumlu sonuçlar verebilmesi için; hoşgörü, sabır ve anlayış içerisinde kişiler hakkında ön yargıdan uzak bir şekilde etkili ve empatik bir dinlemenin veya gözlemlemenin ardından, saygı ve nezaket temellerine dayalı olarak bireyin kendisini hedefe almadan fikirler, konular veya davranışlar üzerinde yapılması gerekir.

Eleştiri yapacak kimsenin, haber kaynağını kontrol etmesi gerekir. Haber kaynağı sağlam olmayan kişinin tenkidi, hedefine ulaşmamaya mahkûmdur.

Kişilere ve kişilik özelliklerine yönelik eleştiriler özellikle bilginin doğruluğundan emin olmadan ölçüsüzce ve haksızca yapılıyorsa çoğu kez dedikodu, gıybet suçlama, saldırı hatta iftira gibi ağır nitelikler taşıyabilir ki bunların hepsi dinen nehiy edilmiş afetlerdir.

Yine maalesef kitle iletişim araçları veya sosyal medya aracılığıyla edinilen ve doğruluğunu araştırma zahmetine girmeksizin haberi olduğu gibi kabul etme kolaylığına kaçma hastalığının yaygın olduğu günümüzde bir Müslümanın başka bir Müslümanı eleştirisi, onarılamayacak yaraların açılmasına ve ayrılıkların ortaya çıkmasına vesile olduğu gibi; İslami hassasiyete sahip olmayan bir başkasının da haksız yere eleştirilmesi müslümanın güvenirliliğinin de toplumda zedelenmesine neden olabilecek bir durumun ortaya çıkmasında etkisi oldukça büyüktür.

Eleştiri sadece başkalarına yönelik olmaz. Kişinin kendi kendini eleştirmesi de gereklidir. Buna öz eleştiri ya da nefis muhasebesi adı verilmektedir. “Kuran bu konuda harikulade bir uyarı yapmakta, “(Ey bilginler!) Sizler Kitab’ı (Tevrat’ı) okuduğunuz (gerçekleri bildiğiniz) halde, insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz?” (Bakara 44) diyerek insanlara iyiliği emrederken kendi nefsimizi unutmamamız hususunda bizi ikaz etmektedir. Öz eleştiri, cemaatler ve cemiyetler içinde kullanılabilir ve bu durumda, refiklerine karşı kendilerini gözden geçiren, kusurlarını tespit edip giderme yolunu seçen cemaat ve cemiyetlere işaret eder.

Rasulullah (sav) hiçbir zaman yapılan itikadi, ameli veya ahlaki uygulamalardaki hataları, yapan kişinin kendisine olan yakınlık derecesi ve toplumdaki konumu ne olursa olsun görmezden gelmemiştir. Konunun önemi ve eleştirilecek kişinin özelliklerine göre Rasulullah (sav) yöntemini en uygun şekilde belirlemiştir. Bu konuda çok sayıda örnek olmakla beraber bunlardan ikisi hataya dikkat çekme ve hatanın düzeltilmesi sırasında kullanılan uslub arasındaki farkı görmek açısından dikkate değerdir.

1)Peygamber Efendimiz, bazı sahâbîleri ile birlikte mescitte otururken ensardan Hallâd b. Râfi isimli sahâbî içeri girdi ve alelacele namaz kıldıktan sonra Hz. Peygamber (sav)’e yaklaşarak selâm verdi. Hallâd’ın namaz kılışını göz ucuyla takip eden Resûlullah, onun selâmını aldıktan sonra, “Dön ve namazını yeniden kıl, çünkü sen namaz kılmış olmadın!” buyurdu. Bunun üzerine Hallâd namazını tekrar kıldı ve Hz. Peygamber(sav)in yanına gelerek selâm verdi. Resûlullah, selâmını aldıktan sonra yine, “Dön ve namazını yeniden kıl, çünkü sen namaz kılmış olmadın!” buyurdu. Bu durum üçüncü defa tekrar ettikten sonra Hallâd, “Seni hak ile gönderen Allah’a yemin olsun ki, bundan daha güzel yapamıyorum. Bana (doğrusunu) öğretir misin?” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav) usulüne uygun olarak kılınması gereken namazı şöyle tarif etti:

“Namaz kılacağın zaman (önce) tekbir getir. Sonra Kur’an’dan kolayına gelen yerlerden oku. Ardından rükûa git ve yeterli olduğuna kanaat getirinceye kadar bekle. Sonra tam olarak doğrul. Peşinden secdeye git ve yeterli olduğuna kanaat getirinceye kadar bekle. (Secdeden) kalktığında (belini) iyice doğrult ve yeterli olduğuna kanaat getirinceye kadar bekle. Sonra (tekrar) secdeye var ve yeterli olduğuna kanaat getirinceye kadar bekle. Sonra namazın tamamını bu şekilde kıl.”(Buhari, Ezan 122)

2)Mekke fethinde olduğu gibi Hz. Peygamber’in birçok seferde onu devesinin terkisine aldığı rivayet edilen ve kendisine duyduğu büyük sevgi vesilesiyle sahabenin rasulullahtan bir şey isteyeceği zaman kendilerine aracı kıldıkları genç sahabi Üsâme bin Zeyd hicretin 8. yılı Safer ayında  Gālib b. Abdullah kumandasında Fedek civarında oturan Mürre kabilesi üzerine gönderilen 200 kişilik seriyyede yer aldı. Bu sırada Benî Mürre’nin müttefiki Cüheyne kabilesine mensup Mirdâs b. Nehîk’ı “lâ ilâhe illallah” dediği halde onun gerçekte müslüman olmadığını, ancak can korkusuyla Müslümanlığı kabul ettiğini düşünerek öldürdü. Bunu duyan Resûl-i Ekrem Üsâme’yi çağırır. Üsame huzuru nebiye geldiği andan itibaren Rasulullah(sav), “demek sen lâ ilâhe illallah diyen birini öldürdün ,demek sen lâ ilâhe illallah diyen birini öldürdün”diyerek sözünü defaatle tekrar ediyordu. Üsame (ra) diyorki “dünya başıma yıkılıyordu” Ya rasulallah adam korkusundan lâ ilâhe illallah dedi bende öldürdüm dediğinde Üsame (ra) üzerinden günümüze kardar gelecek olan o tüm Müslümanlara öğrettiği muhteşem ölçütü ortaya koyan “Kalbini yarıp da mı baktın?” cevabını veriyor”. Üsâme böyle bir hata yaptığı ve Resûlullah’ı üzdüğü için kendini affedememiş ve Rasulullah(sav)’ın bu tepkisi “Keşke daha önce değil de bugün müslüman olsaydım” diyecek kadar etkilemiştir. (Buhârî, “Meġāzî”, 45; Müslim, “Îmân”, 158; İbn Sa‘d, II, 119).

Bu örneklerden birincisinde hatasının düzeltilmesi konusunda kendisine tabi olmuş bir kimseye tane tane ve onun güç yetirebileceği şekilde yapılması gerekeni anlatmıştır. Bu şekilde ameli uygulamalardaki hataların insanlar arasında yaygınlaşmadan önüne geçilmesi konusunda bize güzel bir örneklik sergilemiştir. Diğerinde ise kendisine çok yakın bir bir sahabenin toplumda yanlış anlaşılmaya, güvensizliğe ve ayrışmaya sebebiyet verebilecek bir hatası karşısında ikazını sadece Üsame (ra)’ın değil tüm ümmetin yüreğine derin bir iz bırakacak şekilde, hiç gecikmeden yapmıştır.

7.       SONUÇ

Ø  Dil, Allah (cc)’ın büyük nimetlerinden ve çok harika lütuflarındandır. O, cüssesi küçük, ancak itaati ve günahı büyük bir azadır. Zira iman ve küfür, dilin şahitliği ile belli olur, ortaya çıkar. Hayırda da şerde de geniş alana sahiptir. Dilin dizginini serbest bırakan ve ihmal eden kimseyi şeytan her yere götürür. Onu helake düşürmek için uçurumun kenarına getirir. Bu nedenle kullanırken her zaman temkinli olunması gerektiği unutulmamalıdır.

Ø  Konuşma, insanın kişiliğini, seviyesini ve seciyesini gösterir. Zaruret miktarı kadar konuşmalı, şayet konuşmayı gerektiren bir durum yoksa sukut etmeli, susmalıdır.

Ø  Mümin her zaman doğru sözlüdür. Müminin kalbi, imanın ve doğruluğun merkezi olmalıdır. Nasıl ki küfrün yuvalandığı bir kalpte iman, hıyanetin kök saldığı bir kalpte emanet bulunmazsa, yalanın kararttığı bir kalpte de doğruluk barınamaz.

Ø  Söz ve hareketlerinde kabalıktan uzak durmak, kırıcı olmamak; yapıcı, uzlaştırıcı ve nezaket sahibi olmak, kişinin hem iyi bir insan hem de olgun bir mümin olduğunun göstergesidir.

Ø  Mü’min her zaman maleyaniden uzak durmak için çaba sarfetmeli ve Rasülullah Efendimizin (sav) şu tavsiyesini hep hatırda tutmalıdır. “Şüphesiz müminin susması tefekkür, bakışı ibret, konuşması da zikir olmalıdır.” (Tabakatuş Şafiiyye 6/336, İbni Hibban, Lisanu’l Mizan 7/140).Böylece boşa konuşmaya harcayacağı  zamanı tefekkürde kullanarak Allah(cc)’ın rahmetinin güzelliklerine ve büyük ihsanlarına nail olmaya çalışmalıdır.

Ø  İnsanın ilmini ve faziletini göstermek suretiyle üstünlüğünü ispat etmek ile başkasının eksikliğini göstererek ona hücum etme hevesi, nefsin gizli ve pek kuvvetli iki şehvetidir. Çünkü böyle bir durumda tartışmayı terk etmek, nefse çok ağır gelir ve bu ağırlık en fazla cemaatler, mezhepler ve inançlarda insana galebe çalar. Oysa her müslümana ehl-i kıble hakkında dilini tutması daha uygun düşer.

Ø  Dersi dinleyen kişilerin veya öğrencilerin anlatıcı veya hoca seçiminde en önemli kriteri kendisine yaptığı şakalar değil, sunduğu ilmin kalbinde bıraktığı manevi haz olmalıdır. Günlük hayatta şaka yaparken de bir anlık keyif için kardeşinin gönlünün kırılmasına razı olmamalıdır.

Ø  Başkasının dış görünüşünü, söz ve davranışlarını kusurlu görmek veya göstermek amacıyla alay ederek onu küçümsemek, toplumda kardeşlik bağlarını zedeleyen, Müslümanların birbirleriyle olan ilişkilerine zarar veren tehlikeli bir durumdur. İslâm’a göre her ferdin onuru, haysiyeti ve şerefi (iffeti) dokunulmazdır. Her ne sebeple olursa olsun hiç kimse bu değerlerle alay etme ve insanları bu yönden zedeleme ve rencide etme hakkına sahip değildir.

Ø  Kimsenin sonunun ne olacağı bilinemediği için hayattaki birine lanet okumak doğru değildir.

Ø  Dinimizde açıkça haram işleyen bir günahkâra bile hakaret etmek uygun bulunmamıştır. Suçlu cezasını çeker ama kendisine hakaret edilemez. Kişinin onuru İslam’ın güvencesi altındadır. Değil dirilere ölülere bile sövmek ve çirkin söz söylemek dinimizce yasaklanmıştır.

Ø  Her şeyden önce yapılan eleştirinin/tenkidin doğru, olumlu, Allah(cc)’ın rızasını gözeten bir amacı olmalıdır. Bu amaç doğrultusunda da sabır ve müsamaha içerisinde ön yargıdan uzak bir dinleme ve gözlemlemenin ardından, saygı ve nezaket temellerine dayanarak, bireyin kendisini hedefe almadan fikirler, konular veya davranışlar üzerinde eleştiri yapılması gerekir.

8.      ÖDEV

 

اللَّهُمَّ إِنِّي أَعُوذُ بِكَ مِنْ شَرِّ سَمْعِي، وَمِنْ شَرِّ بَصَرِي، وَمِنْ شَرِّ لِسَانِي، وَمِنْ شَرِّ قَلْبِي، وَمِنْ شَرِّ مَنِيِّي

Şüteyr b. Şekel’in naklettiğine göre, babası Şekel b. Humeyd şunları anlatmıştı: “Hz. Peygamber’e (sav) giderek, "Ey Allah’ın Resûlü, bana kendisiyle Allah’a sığınacağım bir dua öğret." dedim. Hz. Peygamber omzumdan tuttu ve şöyle buyurdu: "De ki, Allah’ım! Kulağımın şerrinden, gözümün şerrinden, dilimin şerrinden, kalbimin şerrinden ve şehvetimin şerrinden sana sığınırım. "

(Tirmizî, Deavât, 74) duasını ezberlemek.

9.      VİDEO

DİL BELASI. KORKU DOLU GERÇEK BİR HİKAYE... | Nureddin Yıldız

 

https://youtu.be/x56AdR4at8s

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Dersler