Dil, Allah (cc)’ın büyük nimetlerinden ve çok harika lütuflarındandır.
O, cüssesi küçük, ancak itaati ve günahı büyük bir azadır. Zira iman ve küfür,
dilin şahitliği ile belli olur, ortaya çıkar. İman itaatin, küfür ise isyanın
zirve noktasıdır.
Bütün uzuvların işleri sınırlı olup her şeye ulaşamazlar. Dilin ise
sahası geniştir; hayırda da şerde de geniş alana sahiptir. Dilin dizginini
serbest bırakan ve ihmal eden kimseyi şeytan her yere götürür. Onu helake
düşürmek için uçurumun kenarına getirir.
Günümüzde iletişim aynı ortamda bulunan insanlar arasında geçen anlık
konuşmalar veya günler hatta aylar alacak bir yolculuktan sonra bekleyenine
ulaşacak mektuplardan çok öteye geçmiş; duygu, düşünce veya bilgilerin akla gelebilecek her türlü
yolla başkalarına aktarılacak şekilde kapsam ve hız kazanmıştır. İyi niyetli
bir bilinçle kullanıldığı takdirde hayırlara vesile olan bu durum, bilerek veya
bilmeyerek yanlış kullanıldığında telafisi neredeyse mümkün olmayacak şekilde,
yılların ve nesillerin helakine sebep olabilmektedir.
İrade ve sabır eğitiminde sınıfta kalan günümüz insanoğlunun aslına
vakıf olana kadar sabretmeden, işin kolayına kaçarak aklına ve diline gelen her
türlü duygu ve düşünceyi, muhatabına vereceği zararı düşünmeden, özellikle de
sosyal medyayı kullanarak dillendirilmesi, dilin afetlerinin eski zamanlarla
mukayese bile edilemeyecek boyutlara ulaşmasına neden olmuştur. Bu nedenle
yalın haliyle bile çok büyük bir etkiye sahip olan dilin, çağımız
teknolojisinin kendisine sunduğu imkânlar nedeniyle günümüzdeki etkisi ve ona
yön verecek olan iletişim ve konuşma ahlakı hiç olmadığı kadar büyük bir önem
kazanmıştır. Kısacası dil ve iletişim, insanları saptırmada şeytanın en büyük
aletidir.
Dilin şerrinden yalnız, onu İslam’ın edebiyle edeplendiren ve helal
konuşmalarla sınırlı tutan kimse kurtulur. Bu nedenle bu dersimizde öncelikli
olarak zuhur edebilecek olumsuz durumlar daha meydana gelmeden engel olmak için
dilin afetlerini ve bu afetlerden İslam’ın bize sunduğu korunma yollarını
öğreneceğiz.
2. KAVRAM TAHLİLİ
Dil: Ağız boşluğunda, tatmaya, yutkunmaya, sesleri
boğumlamaya yarayan etli, uzun, hareketli organ, tat alma ve konuşma organı. (TDK)
İletişim: Duygu, düşünce veya bilgilerin akla
gelebilecek her türlü yolla başkalarına aktarılması, bildirişim, haberleşme,
komünikasyon.(TDK)
Hitâbet: Etkili ve güzel konuşma
sanatı, retorik. Arapça aslı hatâbe olan kelime “hutbe okuma, güzel söz
söyleme, vaaz ve nasihat etme” gibi anlamlara gelir. Terim olarak “bir
topluluğa bir maksadı anlatmak, bir fikri açıklamak, öğüt vermek, bir görüşü
benimsetmek, bir eyleme teşvik etmek gibi amaçlarla yapılan güçlü ve etkileyici
konuşma veya güzel konuşma sanatı” mânasında kullanılır. Konuşan kişiye hatîb,
yaptığı konuşmaya da hitâbe denir.( https://islamansiklopedisi.org.tr/hitabet)
Cevâmiu’l-Kelim: Hz.
Peygamber (sav)’in veciz sözlerini ve kendisinin veciz konuşma özelliğini ifade
eden bir tabir. “Toplayıp bir araya getiren” anlamındaki câmi‘ ile
“söz” anlamındaki kelimenin çoğul şekillerinden meydana gelen bu
tamlama daha çok veciz sözleri ifade etmekle beraber hadis ilminde Hz.
Peygamber’in az sözle çok mâna ifade etme özelliğini belirtmekte ve az da
olsa câmiu’l-kelâm ve câmiu’l-kelim şekillerinde
de kullanılmaktadır. Hz. Peygamber, diğer peygamberlerden farklı olarak sadece
kendisine verilen özellikleri saydığı bir hadiste “Ben cevâmiu’l-kelim ile
gönderildim” (Buhârî, “Cihâd”, 122, “Taʿbîr”, 22, “İʿtiṣâm”, 1; Müslim,
“Mesâcid”, 6); “Bana cevâmiu’l-kelim verildi” (Müslim, “Mesâcid”, 5, 7-8,
“Eşribe”, 71) demektedir.( https://islamansiklopedisi.org.tr/ Cevâmiu’l-Kelim)
3. KONU İLE İLİGİLİ AYETLER
“İnsan hiçbir söz söylemez ki, yanında gözetleyen yazmaya hazır bir
melek bulunmasın.” (Kâf 18)
“…«İnsanlara güzel söz söyleyin, namazı kılın, zekâtı verin» diye de
emretmiştik…” (Bakara 83)
“Görmedin mi Allah nasıl bir misal getirdi: Güzel bir sözü, kökü
(yerde) sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaca (benzetti). (O
ağaç), Rabbinin izniyle her zaman yemişini verir. Öğüt alsınlar diye Allah
insanlara misaller getirir. Kötü bir sözün misali, gövdesi yerden
koparılmış, o yüzden ayakta durma imkânı olmayan (kötü) bir ağaca benzer.” (İbrahim
24-26)
“Kullarıma söyle, sözün en güzelini söylesinler. Sonra şeytan aralarını
bozar. Çünkü şeytan, insanın apaçık düşmanıdır.” (İsra 53)
“Güzel söz ve bağışlama, arkasından incitme gelen sadakadan daha
iyidir. Allah zengindir, acelesi de yoktur.” (Bakara 263)
“…Yalan sözden sakının.” (Hac 30)
“Kim izzet ve şeref istiyor idiyse, bilsin ki, izzet ve şerefin hepsi
Allah’ındır. O’na ancak güzel sözler yükselir (ulaşır). Onları da Allah’a
amel-i sâlih ulaştırır. Kötülüklerle tuzak kuranlara gelince, onlar için çetin
bir azap vardır ve onların tuzağı bozulur.” (Fatır 10)
4. KONU İLE İLİGİLİ HADİSLER
“Kim iki ayağı ve iki çenesi
arasındakine karşı bana kefil olursa(garanti veriyorsa) ben de cennetle ona
kefil olurum(garanti veririm).” (Buhârî, Rikâk, 6019)
Ebû Hüreyre’nin (ra) naklettiğine göre, Resûlullah (sav) şöyle
buyurmuştur: “...Hoş/güzel söz
sadakadır...”(Buhârî, Cihâd, 128; Müslim, Zekât, 56)
Ebû Musa (ra) anlatıyor: “Ey Allah’ın Resûlü, hangi Müslüman daha
faziletlidir?” diye sordular. Resûlullah (sav), “Dilinden ve elinden (gelecek kötülükler konusunda) Müslümanların güven
içinde oldukları kimse!” buyurdu.( Buhârî, Îmân, 5; Müslim, Îmân, 66)
“Kulun kalbi doğru oluncaya
kadar imanı dosdoğru olmaz. Dili doğru oluncaya kadar da kalbi dosdoğru olmaz.
Komşusunun kendisinden bir kötülük gelmeyeceğine emin olmadığı kimse de cennete
giremez.” (İbn Hanbel, III, 199)
“Allah’ım! Kulağımın
şerrinden, gözümün şerrinden, dilimin şerrinden, kalbimin şerrinden ve cinsel uzvumun
şerrinden sana sığınırım.” (Tirmizî, Deavât, 74)
5. DİLİN VACİPLERİ
İnsanın diğer insanlar üzerinde en çok etki bırakan organı olan dilin
hayırla kullanılması ve şerre alet olmaması için Müslümanların her zaman dikkat
etmesi ve alışkanlık haline getirmesi gereken önemli erdemlerden birkaçını bu
bölümde ele alacağız.
a. Susmanın Önemi
İnsan, yerine ve zamanına göre konuşmasını ve susmasını bilmeli,
konuşmasında da susmasında da aşırılıklardan kaçınmalıdır. Günlük hayatımızda
da çok sık kullandığımız “Söz gümüşse sükût altındır” veya “Allah, insanoğluna bir ağız, iki kulak
vermiştir” gibi sözler de susmanın fazileti hakkında bize yol göstermektedir.
Konuşma, insanın kişiliğini, seviyesini ve seciyesini gösterir. Zaruret
miktarı kadar konuşmalı, şayet konuşmayı gerektiren bir durum yoksa sukut
etmeli, susmalıdır. Dile hâkim olmak dil
sahibini yüceltir. Dili gelişi güzel ve ulu orta kullanmak ise sahibini toplum
içinde şahsiyetini zedeler ve seviyesini düşürür.
Allah Rasulü (sav) bir hadisi
şeriflerinde : “Kişinin kendisini ilgilendirmeyen hususları terk etmesi, olgun
imanın gereğidir .” buyurmaktadır. (Tirmizi, Zühd , 2318-2319)
Bu hadisi şerif uyarınca
Müslüman daima boş lakırdı ve gereksiz sözlerden uzak kalmalıdır. Diline
böylesine sahip olan kimseler Allah (cc) katında yüksek makam ve mevki sahibi
olurlar. Manasız sözler, yersiz
konuşmalar, dünya veya ahiret için hiç bir yararı olmayan ifadeler ile yalan ve
iftiraya yönelik lakırdılar, yüce dinimizde kesinlikle yasaklanmıştır. Her
Müslüman bu gerçekleri göz önünde bulundurarak konuşmalarında, hal ve
hareketlerinde doğruluğu ve faydayı esas almalıdır.
Yine Cenab-ı Hak(cc) buyuruyor ki: “Rahmân'ın (has) kulları onlardır
ki, yeryüzünde tevazu ile yürürler ve kendini bilmez kimseler onlara laf
attığında (incitmeksizin) «Selam!» derler (geçerler).” (Furkan 63)
Şunu iyi bil ki, dilin tehlikesi büyüktür. Onun tehlikesinden ancak
susarak kurtulmak mümkündür. Bundan dolayı yüce dinimiz susmayı övmüş ve teşvik
etmiştir. Rasulullah (sav)’ın çağlar boyunca geçerliliğini koruyacak olan şu
müthiş uyarısı durumun ciddiyetini en net şekilde ortaya koymaktadır: “Her kim Allah’a ve âhiret gününe
inanıyorsa, ya hayır söylesin ya da sussun…” (Buhârî, Rikâk, 23; Müslim,
Îmân, 74)
b. DOĞRU SÖZLÜ OLMAK
Söz ve davranışlarında dosdoğru olup yalandan kaçınmak, Hz.
Peygamber(sav)’in en önemli özelliklerinden biri olduğu kadar müminlerin de en
belirleyici vasfı hâline gelmiştir. Söz gelimi bir mümin hoşlanılmayan bazı
özelliklere sahip olabilir, olaylar karşısında korkak tavırlar sergileyebilir
ama onun yalancı biri olması asla kabul edilemez. Çünkü müminin kalbi,
imanın ve doğruluğun merkezi olmalıdır. Nasıl ki küfrün yuvalandığı bir kalpte
iman, hıyanetin kök saldığı bir kalpte emanet bulunmazsa, yalanın kararttığı
bir kalpte de doğruluk barınamaz. Zira Hz. Peygamber(sav), “Bir kişinin kalbinde aynı anda iman ile
küfür, doğruluk ile yalancılık, hıyanet ile emanet bir arada bulunmaz.” (İbn
Hanbel, II, 349) buyurmuş, “Mümin yalan söyler mi?” sorusuna ise: “Konuştuğu zaman yalan söyleyen kimse,
Allah’a ve âhiret gününe (tam mânâsıyla) inanmamıştır.” (Müttakî
el-Hindî, Kenzü’l-ummâl, III, 874) cevabını vermiştir.
Doğru söyleyenler, bazı durumlarda dünya hayatında geçici zararlara
uğrasalar da nihaî olarak alınları ak olacak, âhirette ise cennetle
mükâfatlandırılacaklardır. Çünkü Efendimiz, “Siz bana altı şeyi garanti edin, ben de size cenneti garanti edeyim.” buyurmuş
ve ilk sırada, “Konuştuğunuz zaman
doğru söyleyin.” ilkesini zikretmiştir.(İbn Hanbel, V, 323)
Ayrıca Allah Resûlü (sav) yalan söylemeyi terk edenlere cennetin
ortasında bir köşk yapılacağını da müjdelemiştir. Allah Resûlü (sav)
yalnızca üç durumda yalana izin vermiş, kişinin yuvasının huzurunu düşünerek
eşini memnun etmesi için, küs olan insanları barıştırmak için ve savaşta ordu
menfaati için yalan söylenebileceğini haber vermiştir.
Nasıl ki yalan bütün kötülüklerin temeliyse, doğruluk ve dürüstlük de
insan vicdanını huzura kavuşturan, ruh dünyasını aydınlatan ve geliştiren her
türlü iyilik ve güzelliklerin temelidir. Doğruluk temelini esas alan bir kişi
bu temel üzerinde durduğu müddetçe razı olunan bir mümin olacak ve mükâfat
olarak cennete girecektir. Nitekim Resûlullah (sav) da doğruluğun iyi bir kul
olmaya, iyi kulluğun da kişiyi cennete götüreceğinden hareketle müminleri şu
sözlerle doğruluğa teşvik etmiştir: “Doğruluktan
ayrılmayın. Çünkü doğruluk (insanı) iyiliğe, iyilik de cennete götürür. Kişi
devamlı doğru söyler ve doğruluktan ayrılmazsa Allah katında
"doğru/sıddîk" olarak tescillenir. Yalandan sakının! Çünkü yalan
(insanı) kötülüğe, kötülük de cehenneme götürür. Kişi devamlı yalan söyler,
yalan peşinde koşarsa Allah katında "yalancı/kezzâb" olarak tescillenir.” (Müslim,
Birr, 105) (Hadislerle İslâm Cilt 3 Sayfa 397-402)
c. RIFK SAHİBİ OLMAK
Söz ve hareketlerinde kabalıktan uzak durmak, kırıcı olmamak; yapıcı,
uzlaştırıcı ve nezaket sahibi olmak, kişinin hem iyi bir insan hem de olgun bir
mümin olduğunun göstergesidir. Sevgili Peygamberimiz, “Mümin bal arısı gibidir. Temiz olanı yer,
temiz olanı (balı) üretir, bir çiçeğe konduğunda onu kırıp bozmaz.” (İbn
Hanbel, II, 199) buyurmuştur. Bu teşbihiyle o, mümini, kırıp
dökmeyen, temiz ve meşru işler yapan, yararlı ve nazik bir insan olarak
tanımlamıştır. Diğer taraftan, kabalığı ve edepsizliği sebebiyle insanların
terk ettiği ve etrafından uzaklaştığı kimseyi ise “en şerli kişi” olarak nitelemiştir. Peygamberimizin
elinde ve evinde yetişen Enes b. Mâlik’in şu ifadeleri, Hz. Peygamber (sav)’in
hizmetçilere ve çocuklara bile ne kadar anlayışlı ve zarif davrandığını ortaya
koymaktadır: “Resûlullah’a on sene hizmet ettim, vallahi bana bir defa
bile "Of!" demedi.
Bir şey yaptığımda da, "Niçin
böyle yaptın! Şöyle yapsaydın ya!" diyerek azarlamadı.” (Müslim, Fedâil, 51) Çünkü sükûnet,
yumuşak huyluluk ve nezaket, Rahmet Peygamberi(sav)’nin temel karakterini
oluşturmakta, bu karakteriyle o (sav), bulunduğu her yeri
güzelleştirmekteydi. “Rıfk (zarif
davranış) işe güzellik katar, rıfktan (zarafetten) yoksunluk ise, işi kusurlu
kılar.” (Müslim, Birr, 78) buyuran Allah Resûlü(sav), “Rıfktan (zarafetten) mahrum olan, hayırdan
da mahrum olur.” (Müslim, Birr, 74) hadisiyle kaba ve sert
tabiatlı insanı hayırsız olarak nitelemektedir.
Allah Resûlü(sav)’nün tarifine göre, “Mümin, ırza, namusa dil uzatan, lânet eden, çirkin işler yapan,
edepsiz konuşan kimse değildir.” (Tirmizî, Birr, 48). Kabalık ve
edepsizlik içeren davranışların, çirkin ve argo konuşmaların, Yüce Allah(cc)’ın
nefretle karşıladığı hususlardan olduğunu ifade eden Hz. Peygamber (sav) bir
başka hadisinde de, “Hayâ
imandandır, imanın yeri ise cennettir. Kötü konuşmak kabalıktandır. Kabalık
(insanları incitmek) ise cehennemdedir.” (Tirmizî, Birr, 65) buyurarak
ağzı bozuk insanların iman ve hayâ ile bağdaşmayan bir kişiliğe sahip
olduklarına işaret etmektedir. Yaratılmışların en yücesi ve en mükemmeli olan
Sevgili Peygamberimizi (sav) anlatanlar, onun kaba davranışlar içinde
bulunmadığını, sövgü ve kötü konuşmalardan şiddetle sakındığını vurgulamaktadırlar. Nitekim
Hz. Enes (ra)’in anlattığına göre, Resûlullah (sav) sövmez, kötü konuşmaz ve
lânet etmezdi. Birini azarlayacağı zaman, “O alnı toprak göresiye ne oluyor?” (Buhârî, Edeb 38) diyerek,
yüzüstü yere kapaklanmayı ifade eden bir Arap deyişini kullanmakla yetinirdi.
Bütün nezaketine ve dikkatine rağmen, zarif olmayan bir hareketin veya
sözün insanlık hâli olarak kendisinden sâdır olduğu durumlar için Sevgili
Peygamberimiz (sav) şöyle dua etmektedir: “Allah’ım, ben bir insanım. Hangi Müslüman’a ağır ve incitici
konuştuysam, bunu, onun için arınma ve mükâfat (vesilesi) kıl.” (Müslim,
Birr, 88) Peygamberimizin (sav) bu güzel duası, bilmeden kırıp
incittiklerimize karşı bizim de aynı duyarlılığı göstermemizi gerekli
kılmaktadır.
Hz. Peygamber(sav)’in hilm ve nezaketi, sadece insanları değil aynı
zamanda hayvanları, bitkileri ve diğer bütün varlıkları kapsar. Nitekim rıfk sahibi olan Cenâb-ı Hakk’ın(cc) yumuşak
ve merhametli davranışlardan hoşnut olduğunu bildiren Allah Resûlü (sav),
hayvanlara da bu şekilde muamele edilmesini, gerektiğinde karınlarının
doyurulmasını ve dinlendirilmelerini istemiştir.
Müslümanlara bütün işlerinde zarif, nazik ve edepli davranmalarını
emreden Allah Resûlü (sav), başta ailesi olmak üzere tüm yakınlarına,
arkadaşlarına, hatta Gayri Müslimlere karşı kibar davranmayı elden
bırakmamıştır. İslâm Peygamberi (sav)’nin, kaba ve sert tabiatlarına rağmen
Arap bedevîleri üzerinde oluşturduğu köklü dönüşümün sırrını, onun yumuşak
huylu kalbinde, nazik ve kibar hitabında, affedici ve bağışlayıcı
uygulamalarında aramak gerekir. (Hadislerle
İslâm Cilt 3 Sayfa 419-425)
6. DİLİN AFETLERİ
Kur’an ve sünnette Müslümanın dilini bir yandan amacına uygun bir
şekilde kullanması, bir yandan da tehlikelerden koruması için gereken uyarılar yapılarak
önemli tavsiye ve ikazlarda bulunulmuştur. Kur’an ve sünnette konuyla ilgili
yapılan uyarıların daha iyi anlaşılmasını sağlamak ve dilimizi ne gibi
tehlikelerden korumamız gerektiğini öğrenmek için dilin afetlerinden bazılarını
başlıklar halinde aktaracağız.
a. Malayani Konuşmak
“Onlar ki, faydasız
işlerden ve boş sözlerden yüz çevirirler.” (Mü’minun 3)
Hadislerle İslâm adlı eserde
konuyla ilgili aşağıdaki açıklamalara yer verilmektedir:
“Kişiyi ilgilendirmeyen, onun için bir anlam ve değer taşımayan”
mânâsındaki “mâlâyânî” tabiri, insanın ne kendisine ne çevresine hiçbir faydası
olmayan işler ve gereksizce söylenen sözler için kullanılır. Mâlâyânî,
yapıldığı takdirde kişiye herhangi bir katkı sağlamayan, yapılmadığında ise
hiçbir şey kaybettirmeyen, ne dünyaya ne de âhirete bir faydası dokunan, boş
işlerdir. Hiçbir hedef gözetilmeden, maksatsız, amaçsız ve mânâsız bir şekilde
gerçekleşen sözler, fiiller, hatta düşünceler mâlâyânîye dâhildir.
“Mâlâyanîyi (kendisini
ilgilendirmeyen şeyleri) terk etmesi, kişinin iyi Müslüman oluşundandır.” (Müslim,
Îmân, 65) diyerek kişinin Müslümanlığının güzelliğini anlamsız hareketlerden
kaçınmasıyla ilişkilendiren Resûlullah (sav), insanın boş şeylerle meşgul
olmadığı ölçüde inancına lâyık bir ahlâka sahip olabileceğini bildirmiştir. Bu
hadisin anlamının yüceliği sebebiyle İslâm âlimleri imanın kemale erebilmesi ve
ihsan makamının elde edilebilmesini mâlâyânînin terkiyle ilişkilendirilmiştir. (https://hadislerleislam.diyanet.gov.tr/sayfa.php?CILT=3&SAYFA=565)
İmam Gazali İhya-u Ulumiddin adlı eserinde bu konuda aşağıdaki
açıklamaları yapmaktadır:
Şunu bil ki, senin en güzel halin, konuştuğun zaman dilini gıybet,
dedikodu, yalan, mücadele gibi dilin bütün afetlerinden koruman ve bir de ne
sana ne de hiçbir Müslümana zararı olmayacak mubah şeyleri konuşmandır. Fakat sen, ihtiyacın olmayan, gereksiz
kelimeleri sarf edersen, onunla zamanını zayi ettiğin gibi dilinle
konuştuklarının da hesabını verirsin; değerli olanı feda edip karşılığında
değersiz olanı almış olursun.
Eğer sen, konuşmaya harcadığın zamanı tefekkürde kullansaydın, çoğu
zaman tefekkür ettiğin anda, Allah(cc)’ın rahmetinin güzellilerine ve büyük
ihsanlarına nail olurdun. Şayet bütün noksanlıklardan münezzeh olan Allah(cc)’ı
zikretsen, “la ilahe illallah’’ desen, O’nu tesbih etsen ilâhi rahmetin
esintilerinden biri çoğu zaman senin için açılabilir ve senin için daha hayırlı
olurdu.
Hazinelerden bir hazine almaya gücü yeten kimse, onun yerine kendisine
hiçbir fayda sağlamayacak bir saksı parçası alsa, apaçık zarara uğrayanlardan
olur. Bu Allah (cc)’ı zikretmeyi terk edip, her ne kadar günaha girmese bile
kendisine fayda sağlamayacak mubahla meşgul olan kimsenin misalidir. Bu kimse,
yüce Allah(cc)’ı zikretmekle elde edeceği büyük karı yitirerek zarara
uğramıştır. Rasülullah Efendimiz (sav) böyle buyurmuştur. “Şüphesiz müminin
susması tefekkür, bakışı ibret, konuşması da zikir olmalıdır.” (Tabakatuş
şafiiyye 6/336,ibni Hibban,lisanul mizan 7/140)
Kulun sermayesi, vaktidir. O,
vaktini boş şeylere harcar ve ahiret sevabı elde etmezse, gerçekten sermayesini
zayi etmiş olur.
Ebu Zer el-
Gıfari (ra) anlatır: Allah Rasülü (sav) bana, “Sana, bedene hafif, mizana ağır
gelecek olan bir amel öğreteyim mi?’’ diye sordu; ben de, “Evet, öğret ey
Allah’ın Rasülü! dedim. Peygamber Efendimiz (sav), “O, susmak, güzel ahlak
sahibi olmak ve sana fayda sağlamayacak şeyleri terk etmektir’’ buyurdu. (Suyuti,
Camiu’s Sağir, 5498; Heysemi, Mecmau’z- Zevaid, 10/301; ibn Ebü’d-Dünya,
Kitabü’s Samt,112,558)
Tabiinden Mücahid b. Cübeyr (ra)
der ki; ibn Abbas’ın (ra) şöyle buyurduğunu işittim: Beş haslet vardır. Onlar
muhakkak ki Allah (cc) yolunda vakfedilen yağız atlardan bana daha sevimli
gelirler:
1.Seni ilgilendirmeyen bir konuda konuşma! Çünkü böyle bir konuşma
fuzulîdir ve bu konuşmadan sana günah gelmeyeceğinden emin değilim.
2.Seni ilgilendiren bir konuda yeri gelmedikçe konuşma! Çünkü kendisini
ilgilendiren bir konuda konuşan çok kimse vardır ki konuşmasını uygun olan
yerde değil de başka yerde yapar ve böylece sıkıntıya girer.
3.Ne halîm bir kimseyle, ne de ahmakla tartışma! Çünkü tartışmandan
dolayı halîm kimse sana buğzeder, ahmak da seni üzer.
4.Senin yanında bulunmadığı zaman arkadaşını öyle bir sıfatla zikret ki
seni aynı sıfatla zikretmesi hoşuna itsin. Kardeşine öyle bir muamele yap ki
aynı muameleyi sana yapması seni sevindirsin.
5.İyiliğinden dolayı mükâfatlandırılacağını, kötülüğünden dolayı
cezalandırılacağını bilen bir kimsenin ameli gibi amelde bulun! ( Zebidi,
ithaf, 9/154; ibn Ebİ’d Dünya, Kitabü’s Samt,114)
Malayani Konuşmanın İlacı
İnsan bilmelidir ki ölüm, önünde hazır beklemektedir. Kendisi de
konuştuğu her kelimeden sorumlu olacaktır. Harcadığı nefesleri, onun
sermayesidir. Gerçekten onun dili, yerinde kullanıldığında ahiret nimetlerini
avlamaya muktedir bir ağdır. Onun ihmali ve kaybedilmesi ise apaçık bir
zarardır. Bu, ilim yönünden dili malayani konuşmaktan kurtarmanın ilacıdır.
Amel olarak dili boş şeylerden kurtarmak için, uzlete çekilmek, insanlara fazla
karışmamak, dilini konuşmaktan engelleyecek tedbirlere başvurmak gerekir. Bir
de kendini ilgilendiren bazı konularda bile susmaya çalışmalıdır. Böylece dili
konuşmadan durmaya alıştırmalıdır. Böyle yapılırsa insan boş konuşmaları terk
etmeye alışır. İnsanlardan uzak kalmadan dili susmaya alıştırmak zordur.
b.
Bâtıla Dalmak
Bâtıla dalmak, günahlar
hakkında konuşmak demektir. Çünkü bunların tümü, kendisine dalmanın helâl
olmadığı konulardır ve bunları anlatmak haramdır. Seni ilgilendirmeyen konuda
konuşmak veya seni ilgilendiren konuda ihtiyaçtan fazla konuşmak ise evlâyı
terketmektir. Fakat buna rağmen bu tür konuşmada haramlık yoktur. Fakat
kendisini ilgilendirmeyen bir konuda fazla konuşan bir kimsenin, sonunda bâtıla
dalmayacağından emin olunamaz. İşte bundan ötürü bâtıldan korunmak, ancak din
ve dünyanın önemli meselelerinden kişiyi ilgilendirdiği kadarı ile yetinmekle
mümkün olur. Yine de birtakım kelimeler var ki o kelimeleri konuşan, onları
önemsemez ama o kelimeler onu helâk etmeye sebep olur!
Bilâl b. Hars
Hz. Peygamberin (sav) şöyle dediğini nakleder:
“Kişi, Allah'ın rızasına uygun bir kelime konuşur, o kelime sayesinde varmış
olduğu makama varacağını sanmaz. Dolayısıyla Allah Teâlâ o kelimeden ötürü
rızasını kıyamete kadar o adam için yazar. Kişi Allah'ın gazabını hak eden bir
kelime konuşur, o kelimeden dolayı felâkete uğrayacağını sanmaz ve böylece
Allah Teâlâ onların üzerine o kelimeden dolayı kıyamete kadar gazabını yazar.”
(ibni mace
3969, Tirmizi 2319) Alkame şöyle derdi: “Konuşacağım nice şeyler vardır ki
Bilâl b. Hars'in hadîsi beni o konuşmalardan menetti.”
Hz. Peygamber şöyle
buyurmuştur:“Kıyamette insanların en fazla hatalı olanları, dünyada en fazla
bâtıla dalanlarıdır.” (İbn Ebî Dünya,Taberani sahih,Musnedu İbni’l-Ca’d, 1/437,
no: 2980.)
Allah Teâlâ cehennemliklerin
şöyle dediklerini aktarmaktadır: (Bâtıla) dalanlarla birlikte dalıyorduk, (Müddessir
45).
Bâtıla dalma ileri de sözkonusu
edilecek olan gıybet, kovuculuk, fahiş konuşmak ve benzerlerinin ötesindedir.Bu,
varlığı daha önce geçen günah vb. mahzurları anmaya dalmaktır veya onları
anmaya dinî bir ihtiyaç olmaksızın onlara varmayı düşünmektir. Buna,
bid'atlerin hikâyelerine dalmak da, bozuk mezheblerin ve ashâb-ı kiramın
arasında cereyan eden savaşları ashâbın bir kısmına tanetmeyi andıracak şekilde
hikaye etmek de dahildir!
d.
Lehv’el-Hadis
Allah(cc) Kur’an-ı Kerim’inde şöyle buyurmaktadır: “İnsanlardan öylesi
var ki, herhangi bir ilmî delile dayanmadan Allah yolundan saptırmak ve sonra
da onunla alay etmek için boş lafı (lehvel hadisi) satın alır. İşte onlara
rüsvay edici bir azap vardır.”(Lokman 6)
"Lehv’el-Hadis" deyimi ile ilgili Mevdûdî Tefhimu’l Kur’an
isimli eserinde aşağıdaki açıklamaya yer vermektedir:
"Lehv’el-Hadis" deyimi, metinde, dinleyeni meftun eden
tamamiyle kendi atmosferine çeken ve etrafındaki başka şeylerden habersiz hale
getiren bir şeyi tazammun eder. Lugat anlamı itibariyle bu tamlamanın herhangi
bir kötü çağrışımı yoktur, fakat günlük kullanım içinde bu tamlama dedikodu,
saçma sapan konuşma, sulu şaka ve hareket, romanlar, hikayeler, masallar, şarkı
söyleme, cümbüş... vs. kötü ve faydasız şeyler için kullanılır.
İlgi çekip oyalayıcı masalları "satın almak", sözkonusu şahısların
hakikat yerine bâtılı/batıla dalmayı seçtiği, hidayetten yüz çevirip kendisine
ne dünyada ne de ahirette bir faydası dokunmayan böyle şeylerle uğraşması
anlamına da gelebilir. Ne ki bu, mecazî anlamıdır. Asıl anlamı ise, "kimse
sarfettiği mal karşığılığında boş ve faydasız bir şey almamalıdır",
şeklindedir. İbn Hişam, İbn İshak'a dayanarak rivayet eder ki, Mekke müşrikleri
ellerinden geleni yapmalarına rağmen Hz. Peygamber'in (sav) mesajının
yayılmasını engelleyemeyince Nadir bin Hâris Kureyşliler'e şunları söyledi:
"Bu adama karşı çıkma yolunuz sizi bir yere götürmez. O sizin aranızda
yaşamakta. Şimdiye dek ahlâken en iyi olanınızdı; aranızda yaşayan en doğru, en
dürüst ve emin kişi oldu daima. Siz tutmuş, onun bir kahin, sihirbaz, şair ve
mecnun olduğunu söylüyorsunuz. Kim inanır buna? Ahali, bir kahin nasıl konuşur
bilmiyor mu? Bir şairin, bir mecnunun halini tefrik edemez mi halk? Bu
ithamların hangisini Muhammed'e (sav) yamayabilirsiniz ki halkın dikkatini
ondan kaçırabilesiniz. Bakın! Ben size onunla nasıl başedeceğinizi
söyleyeyim." Sonra Mekke'den ayrılıp Irak'a gitti ve oradan İran
kisraları, Rüstem ve İsfendiyar'la ilgili masalları, hikayeleri, ustureleri
derlemeyi başarıp halkın dikkatini Kur'an'dan ayırmak ve onları masallar içinde
uyutmak için masal anlatma partileri düzenlemeye başladı. (İbn Hişam, cilt 1.
sh. 320-321) Aynı rivayet Esbab-ı Nüzul adlı kitapta Kelbi ve Mukatil'e
dayanarak Vakidî tarafından nakledilmiştir. Ve İbn Abbas'a göre Nadr bu amaçla
şarkıcı kızlar da getirmişti. Bir kimsenin Hz. Rasûl'ün (sav) etkisi altına
girdiğini işittiğinde, şarkıcı bir kızı şöyle bir talimatla ona musallat
ederdi: "Onu yedir, içir, şarkınla öyle ağırla da diğer taraftan kopup
seninle hemhal olsun." Bu, kötülük odaklarının her devirde başvurmakta
olduğu aynı araçtı.
Kötülüğün bu elebaşıları sıradan insanları kültür adı altında eğlence, spor ve
müzikle öylesine oyalarlar ki, hayatın ciddî problemlerine eğilmek için hiç
zaman ve istekleri kalmaz. Ve bu boşvermişlik duygusu içinde sürüklenmekte
oldukları felâketi hissetmezler bile.(Ebu’l –A’la Mevdûdî Tefhimu’l Kur’an,cilt
4,sayfa 321-322)
Mevdûdî’nin dediği gibi günümüzde insanların çoğu, sözde kültürel değişim
ve teknolojik gelişimlere ait (oyun,dizi,müzik,sosyal medya gibi) etkinliklerin
onlara sunduğu maddi hazzın ve oyalanmanın etkisi altında kalmıştır. Lehv
el-Hadis olarak değerlendirebileceğimiz bu hal özellikle gençlerimizin gündem,
ilgi ve kapasitelerini, akıl ve kalpleri Kur’an ve sünnetin sunduğu ilahi
hakikati idrak edemeyecek ve manevi
lezzetini hissedemeyecek kadar beyhude bir yoğunluğun bataklığına gömmüş
durumdadır.
Daha da üzücü olan bir başka durum ise bu batıl işlerle insanın kendisi
meşgul olduğu gibi, bunu başkalarıyla da
paylaşarak sanki hayatın ve kişisel gelişimin zorunlu bir parçasıymış gibi
onları da bu hale davet etmesi hatta neredeyse bu işlerle meşgul olmayanları
geri kalmışlıkla ayıplamasıdır. Nihayetinde teknolojinin kendisine sunduğu
imkanları bilinçsizce ve hevası doğrultusunda kullanarak çağa ayak uydurduğunu
sanan insanlar hakkı unutup hakikate karşı sağır, dilsiz ve kör bir birey gibi
davranarak, akın akın batıla dalmaktadır.
e . Mira (Başkasının Sözüne İtiraz) Ve Cidal
Etmek
Mira ve cidal
etmek yasaklanmıştır. Nitekim Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Kardeşinle
tartışma, onunla alay etme! Ona bir söz verdiğin zaman, sözüne muhalefet etme!”
(Tirmizî, 1995)
Bir başka hadisi şerifinde de “Kim haklı olduğu halde tartışmayı terk ederse,
onun için cennetin en yüce yerinde bir ev bina edilir. Haksız olduğu halde
tartışmayı terk eden bir kimse için ise, cennetin orta yerinde bir ev bina
edilir.”(Ebu Davud 4800, Taberani,8. Cilt /117 nolu hadis) buyurmaktadır.
Mira, başkasının konuşmasındaki
bir eksikliği belirtmek suretiyle o konuşmaya yapılan herhangi bir itiraz
demektir. Bu belirtilen eksiklik ya lâfızda, ya mânâda veya konuşanın
maksadında olur. Mirayı terk etmek, muhatabın konuşmasını münker görmeyi ve
konuşmasına yapılan itirazı terk etmekle olur. Durum ne olursa olsun,
başkasının konuşmasındaki eksikliği belirtmenin bir faydası yoktur. Bir
müslümana farz olan inat etmek, tenkid etmek veya itiraz etmek şeklinde değil
de susmak, istifade tarzında sormak veya tariz etmede ince ve zarif
davranmaktır.
Cedele gelince, o başkasını
susturmak, âciz bırakmak, konuşmasını tenkid suretiyle onun değerini düşürmek,
onu kusurlu bulmak ve cahilliğe nisbet etmekten ibarettir. Mücadelenin alâmeti,
hakka dikkat çekerken karşıdakinin hoşuna gitmeyecek şekilde yapılmasıdır.
Şöyle ki, muhatabın hatasını açıklar. Bunu da karşısındakinden üstün olduğunu
ve muhatabının da değersiz ve eksik olduğunu açığa vurmak için yapar. Bu tür
mücadeleden, sustuğu takdirde günahkar olmayacağı her tür tartışmadan
kaçınmakla kurtulunabilir. İnsanı bu tür mücadeleye teşvik eden şey ise, ilmini
ve faziletini göstermek suretiyle üstünlüğünü ispat etmek ile başkasının
eksikliğini göstererek ona hücum etmek hevesidir! Bunların ikisi de nefsin
gizli ve pek kuvvetli iki şehvetidir.
İşte bu iki sıfat kötü ve helâk
edicidir. Bu iki sıfatı mira ve cedel takviye etmektedir. Bu bakımdan Mira ve cedele
devam eden bir kimse, bu helâk edici sıfatları takviye etmiş olur. Oysa cedel,
hiçbir zaman başkasını üzmekten uzak değildir.
Bunun tedavisi, kendi
faziletini belirtmeye zorlayan, başkasını kusurlu ve eksik göstermeye iten
yırtıcılık sıfatını kırmaktır.
Rivayet ediliyor ki Ebû Hanife
(r.a) Dâvûd et-Tâî'ye şöyle sordu: - Sen neden inzivaya çekilmeyi seçtin?
- Cidali terk etmek suretiyle
nefsimle mücadele etmek için inzivayı seçtim.
- Meclise gel! Söylenilen sözü
dinle! Konuşma!
- Ben bunu yaptım! Bana bundan
daha güç gelen bir mücâhede görmedim.
Hakîkat de Dâvûd et-Tâî’nin
dediği gibidir. Çünkü başkasının yanlışını gören bir kimse, o yanlışı
düzeltmeye veya belirtmeye gücü olduğu halde, orada sabretmesi cidden zordur ve
bunun için de Hz. Peygamber
(sav) şöyle buyurmuştur: “Kim haklı olduğu halde tartışmayı terkederse, Allah
Teâlâ ona cennetin en yücesinde bir ev bina eder.” (Ebu davud 4800, Taberani,8.
Cilt /117 nolu hadis)
Çünkü böyle bir durumda
tartışmayı terk etmek, nefse çok ağır gelir ve bu ağırlık en fazla cemaatler, mezhepler
ve inançlarda insana galebe çalar. Çünkü mira ve cedelleşme öyle bir tabiattır
ki kişi bundan dolayı kendisine bir sevap geleceğini zanneder ve hırsı daha da
artar. Oysa böyle sanması katıksız bir yanlışlıktır. Oysa insana ehl-i kıble
hakkında dilini tutması daha uygun düşer. Ne zaman bir bid'atçıyı görürse ona
tenha bir yerde cedel yoluyla değil, nasihat yoluyla ve uygun bir dille
söylemelidir. Çünkü cedel, karşısındaki insanın aklına “adamın söylediği şey,
beni şaşırtmak için bir hiledir” fikrini getirebilir. Böylece bid'at, cedel
yüzünden onun kalbinde kuvvetlenir. Ne zaman bid'atçıya nasihat etmenin fayda
vermeyeceğini bilirse, o vakit bid'atçıyı terk edip, kendi nefsiyle meşgul
olmalıdır. Nitekim Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Ehl-i kıble hakkında
dilini tutan bir kimseye Allah rahmet etsin. Ancak bildiğini en güzel bir
şekilde (söyleyebilir)”. Hişam b. Urve der ki: “Hz. Peygamber bu
hadîsi yedi defa tekrar etti.”(. İbn Ebî Dünya zayıf bir senedle, deylemi zayıf bir senedle, Kenzu’l-Ummâl, 1/215)
Kim bir müddet mücadeleyi âdet
edinirse ve halk da onu överse ve bundan dolayı nefsinin aziz olduğunu ve halk
tarafından kabul edildiğini görürse, o kimsede bu helâk edici sıfatlar kuvvet
bulur ve öfke, kibir, riya, makam sevgisi ve faziletten dolayı aziz olmak gibi
kötü sıfatlar kendisinde toplandığı zaman onlardan kurtulmaya gücü yetmez. Bu sıfatlarla
teker teker mücadele etmek bile güç olduğu halde acaba tümüyle birden nasıl
mücadele edilebilir?
f. Şaka Yapmak
İstisna edilen az bir miktarı
hariç esası kötü olduğu için mizahın çoğu yasaklanmıştır. Nitekim Hz. Peygamber
(sav) şöyle buyurmuştur: “Kardeşine karşı mirâ'ya. (cedele) girişme! Onunla
şaka yapma!” (Tirmizî, 3/427, No: 1995)
Mirâ ve cedelde arkadaşa eziyet
vermek vardır. Fakat şakalaşmaya gelince, o (bilindiği gibi) lâtife yapmak,
sevindirmek ve kalbi hoşnut etmektir. Öyleyse neden yasaklanmıştır? Yasaklanan,
ancak şakada ifrata kaçmak veya daimî bir şekilde şakalaşmaktır. Daimî bir
şekilde şakalaşmak oyunla meşgul olmak ve fuzulî hareketlerle vakit geçirmek
demektir. Oynamak mubahtır fakat daimî şekilde şakalaşmak ve oynamak, fazla
gülmeye, fazla gülmek de kalbin ölümüne neden olur ve bazı hallerde de aşırı
şakalaşmak gönlü kırılanın kin gütmesine sebep olur. Bu gibi hareketlerden uzak
olan şaka kötülenemez. Nitekim Hz. Peygamber (sav)'den şöyle rivayet
edilmiştir: “Muhakkak ben (de) şaka yaparım. Fakat haktan başkasını söylemem.”
(et-Taberânî, el-Mu’cemu’l-Evsat, 1/298,
no: 995)
Ancak şaka yapıp haktan
başkasını söylememeye, Hz. Peygamber(sav)'in benzerleri güç yetirebilirler.
Diğerleri ise mizah kapısını açtığı zaman, nasıl mümkün ise o yoldan halkı
güldürmeye çaba sarf eder. Oysa Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Kişi,
yanında oturan arkadaşlarını güldürmek için bazen bir söz söyler. O söz
yüzünden Süreyya yıldızından daha uzak bir mesafeden ateşin içerisine
yuvarlanır.” (İbni Hibban sahihi 5716;Ahmed bin Hanbel müsnedi,9220)
Bir de gülmek, ahiretten gafil
bulunmaya delâlet eder. Nitekim Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Eğer
benim bildiğimi bilseydiniz, muhakkak çok ağlar, az gülerdiniz.” (Buhari 6486,
Müslim 426)
Muhammed b. Vasi şöyle
demiştir: "Sen cennette ağlar bir insanı görürsen onun bu durumuna şaşmaz
mısın?" Cevap olarak 'evet' denildi. Devamında da: "İşte sonunun
nereye varacağını bilmediği halde gülen bir kimsenin durumu bundan daha
şaşırtıcıdır." dedi.
İşte buraya kadar
söylediklerimiz gülmenin âfetleridir. Gülmenin kötü olan kısmı insanın birçok
vaktini alan gülmektir. Gülmenin iyi kısmı dişler görünecek derece de tebessüm
etmektir. Nitekim Hz. Peygamberin (sav) gülmesi böyle idi.
Hasan Basrî'den şöyle rivayet
ediliyor: Bir ihtiyar kadın Hz. Peygamber'e geldi.
Hz. Peygamber ona “İhtiyar
kadınlar cennete giremezler” dedi. Bu söz üzerine kadıncağız hüngür hüngür
ağlamaya başladı. Hz. Peygamber, kadına ''Sen (merak etme) o gün ihtiyar olmayacaksın.
Çünkü Allah Teâlâ ‘Gerçekten biz hûrileri apayrı biçimde yeni yarattık. Onları, eşlerine düşkün ve yaşıt bâkireler
kıldık.' (Vâkıa 35-37) buyurmuştur".
İşte bunlar sevimli şakalardır.
Arada sırada bu tür şakalar yapmak müstehabdır. Fakat daimi şekilde yapmaktan
sakınmak gerekir. Çünkü bu tür şakalara devam etmek kalbin ölümüne sebep olan
gülme ile neticelenir.
Müslüman bireyler olarak günlük
hayatımızda şaka yapayım derken yalan söylemek, gönül kırmak ve Müslüman
kardeşimizin onurunu topluluk içinde zedelemekten şiddetle sakınmalı, yapılacak
şakaya insanların gülmesine vesile olacağı düşüncesiyle bu büyük veballere
girerek ahiretteki durumumuzu zora sokmamalıyız.
Ders anlatan hoca, öğrencinin
ilgisini çekmek ve motivasyonunu artırmak isterken yapacağı şakaların konuya
baskın gelmemesine, dersi ciddiyet ekseninden uzaklaştırmamasına ve aşırı zaman
kaybına yol açmamasına özen göstermelidir.
Dersi dinleyen kişilerin veya
öğrencilerin de anlatıcı veya hoca seçiminde en önemli kriteri kendisini daha
çok güldürme ve neşelendirmek değil ilmi birikimi, bilgiyi aktarış şekli ve yaşantıdaki
örnekliği ile takvasına olan katkının düzeyi olmalıdır. Çünkü çok gülmek kalbi
karartırken çok ilim ve onu takip eden salih amel ise dünya ve ahiret hayatında
kurtuluş yolunu aydınlatır.
g. Alay Ve İstihza
“Ey müminler! Bir topluluk
diğer bir topluluğu alaya almasın. Belki de onlar, kendilerinden daha
iyidirler. Kadınlar da kadınları alaya almasınlar. Belki onlar kendilerinden
daha iyidirler. Kendi kendinizi ayıplamayın, birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın.
İmandan sonra fâsıklık ne kötü bir isimdir! Kim de tevbe etmezse işte onlar
zalimlerdir. (Hucûrat 11)
İslâm dininde, Müslümanların
birbirleriyle olan ilişkilerinde istihza yasaklanmıştır. Zira İslâm’a göre her
ferdin onuru, haysiyeti ve şerefi (iffeti) dokunulmazdır. Her ne sebeple
olursa olsun hiç kimse bu değerlerle alay etme ve insanları bu yönden zedeleme
ve rencide etme hakkına sahip değildir. Hz. Peygamber(sav)’in bu konudaki tavrı
çok açıktır. Nitekim ona taklidini yaparak bir kişiden bahseden Hz. Âişe (ra),bu
davranışı karşısında Resûlullah(sav)’ın,“Karşılığında
bana dünyayı verseler bile, kimsenin taklidini yapmam; bundan asla hoşlanmam.” buyurduğunu
ifade etmiştir. ( T2503 Tirmizî, Sıfatü’l-Kıyâme, 51.)
Başkasının söz ve
davranışlarını kusurlu görmek veya göstermek amacıyla alay ederek onu
küçümsemek, toplumda kardeşlik bağlarını zedeleyen, Müslümanların birbirleriyle
olan ilişkilerine zarar veren tehlikeli bir durumdur. İnsanlarla bu şekilde
eğlenen kişi, aynı durumun kendi başına gelmeyeceğinin garantisine sahip
değildir. Nitekim Resûlullah(sav)’ın
“Kardeşinin başına gelen bir şeye sevinip gülme. Sonra Allah ona merhamet edip
seni (o şeyle) imtihan eder.”(Tirmizî, Sıfatü’l-Kıyâme, 54) uyarısının yansıması kültürümüzde
“gülme komşuna gelir başına” şeklinde ifadesini bulmuştur. Yine Hz. Peygamber(sav)’in, “Kim Müslüman kardeşini işlediği bir suçtan
dolayı ayıplarsa, kendisi de o suçu işlemeden ölmez.” (Tirmizî,
Sıfatü’l-Kıyâme, 53) şeklindeki hadisi de istihzadan kaçınma noktasında
son derece etkileyicidir.
İnsanların fiziksel durumlarıyla
alay etmek ise, âdeta Allah(cc)’ın takdirine karşı gelmek gibidir. Âişe(ra)’ın
bir defasında Resûlullah(sav)’a eliyle kısa oluşunu göstererek, “Ey Allahın
Resûlü! Safiyye şöyle bir kadındır.” demesi üzerine Resûlullah (sav)’ın
onu, “Öyle bir söz ettin ki o söz
denize karıştırılsaydı denizin suyu değişirdi. ” ( T2502 Tirmizî, Sıfatü’l-Kıyâme, 51) diyerek uyarması da meselenin ciddiyetini göstermesi
bakımından dikkat çekicidir. Zira bu şekilde insanların elinde olmayan bir
durumla alay etmek, Yüce Allah(cc)’ın takdir edip yarattığıyla alay etmektir.
İnsanda doğuştan ya da sonradan meydana gelen fiziksel ve zihinsel özürlerle
alay etmek de böyledir.
Resûlullah (sav) Müslümanların
birbirlerine sadece çirkin lakap takmalarını değil, hoşlanmadıkları hitaplarla
seslenmelerini de asla tasvip etmemişti. Nitekim kendisi bir kimseyi en sevdiği
ismiyle ya da en sevdiği künyesiyle çağırmaktan hoşlanırdı.
Bir kimsenin duyduğunda
rahatsız olmayacağı ve toplum tarafından olumsuz algılanmayan lakapların
kullanımı bir çeşit adlandırmadır. Resûlullah da ashâbından bazılarına bu
şekilde güzel lakaplar takmıştır. Dolayısıyla bir kişinin tanınmasını
kolaylaştırmak, meziyetlerini dile getirerek övmek ya da latîfe ile gönlünü
almak gibi iyi niyetlerle lakap takmakta bir sakınca bulunmamaktadır. (Hadislerle
İslâm, Cilt 3, Sayfa 451-456)
i.
Lânetleme
Bu lânet -ister hayvana, ister
nebata, ister insana olsun- kötüdür. Nitekim Hz. Peygamber (sav) şöyle
buyurmuştur: “Ne Allah'ın lânetiyle, ne gazapla ve ne de cehennemle birbirinize
lânet okumayınız.” (Tirmizî, 1976 ; Ebû Dâvûd, 4906) Bir sefer dönüşünde ise
devesine lânet eden bir kimse için Peygamberimiz(sav), “Onun üzerinden in. Lânetlenmiş bir hayvanla
yanımızda yolculuk etme.”( Müslim, Zühd, 74)buyurmuştur.
Lânet, kovmak ve Allah(cc)'tan
uzaklaştırmaktan ibarettir. Bu ise, ancak Allah(cc)'tan uzaklaştırılmayı hak eden bir kimse hakkında
caizdir. Allah(cc)'tan uzaklaştırılmayı
gerektiren sıfatlar da küfür ve zulümdür. Mesela şöyle demelidir: 'Allah'ın
laneti zâlim ve kâfirlerin üzerine olsun!' Böyle dediği zaman da Kur'ân ve
hadîste vârid olan lâfızları kullanmak uygundur. Çünkü lânet okumakta tehlike
vardır; zira lânet 'Allah mel'unu uzaklaştırmıştır' şeklinde Allah adına
hükmetmek demektir. Bu ise gaybdır. Allah(cc)'tan başka gaybı bilen yoktur. Hz.
Peygamber (sav) bile ancak Allah(cc) kendisini gayba muttali ederse bilir. Hz.
Peygamber şöyle buyurmuştur: “Lânet edenler, kıyamet gününde ne bir kimseye
şefaat edebilirler ve ne de şahid olurlar.” (Müslim, 2598)
Lanet konusunda tafsilat şudur:
Şer'an lânet etmenin caiz olduğu insana lânet okumak caizdir. 'Allah, Firavun'a
ve Ebû Cehil'e lânet etsin' demek gibi... Çünkü bu kimseler küfür üzerinde
ölmüşler ve bu durum şer'an da bilinmektedir. Bizim zamanımızda belli bir şahsa
lânet okumaya gelince -mesela 'Allah, şu kişiye lânet etsin! O yahudidir' demek
gibi- bu sözde tehlike vardır. Çünkü o kişinin yahudilikten dönüp müslüman olma
ve Allah nezdinde müslüman olarak ölme ihtimali vardır. O halde onun mel'un
olduğuna nasıl hükmedilebilir?
Eğer bu kişi hâl-i hazırda
kâfir olduğundan dolayı ona lânet okunuyor. Nitekim müslüman bir kimse hâl-i
hazırda, müslüman olduğundan dolayı 'Allah ona rahmet etsin' denildiği gibi...'
dersen, -her ne kadar bu müslümanın maazallah sonunda dininden dönmesi tasavvur
edilebilirse de- bil ki bizim 'Allah ona rahmet etsin!' sözümüzün mânâsı:
'Rahmetin sebebi olan İslâm dini üzere Allah onu sabit kılsın, Allah onu ibadet
üzerine daim eylesin' demektir. Fakat 'Allah kâfiri, lanetin sebebi olan küfür
üzerinde sabit kılsın' demek mümkün değildir. Çünkü böyle demek -Allah korusun-
küfrü istemektir. Küfrü istemek de haddi zatında küfürdür. Caiz olanı şöyle
demektir: 'Eğer o küfür üzerine ölmüşse, Allah ona lânet etsin, eğer İslâm
üzere ölmüşse lânet etmesin'. Bu ise gaybdır ve bilinmemektedir. Kayıtsız
şartsız lânet okuyan bir kimse ise, küfür veya İslâm arasında bulunuyordur. Bu
bakımdan mutlak lânet okumakta tehlike vardır. Fakat kâfir için olsa bile
laneti terk etmekte hiçbir tehlike yoktur. Madem ki kâfir hakkında bu kaideyi
öğrendin, o halde fâsık veya bid'atçı olan kişi hakkında böyle olması daha
evlâdır. Bu bakımdan belli şahıslara lânet okumakta büyük tehlike vardır. Çünkü
belli şahısların durumu durmadan değişmektedir. Ancak sonunda lânete layık
olacağı Hz. Peygambere bildirilen şahıs olursa durum değişir. Çünkü küfür üzere
öleceği bilinen bir kimse için lânet okumak caizdir. Bu sırra binaen Hz.
Peygamber birtakım kimseleri lânetlemiştir
İblis'e dahi lânet okumasa, okumayan için
hiçbir tehlike yoktur. Artık İblis'ten başkasına lânet okumanın keyfiyeti
düşünülsün!... Bu bakımdan hiçbir müslümana fısk veya küfür sıfatını, tahkik ve
tedkik etmeksizin yakıştırmak caiz değildir. Nitekim Hz. Peygamber (sav) şöyle
buyurmuştur: “Kimse kimseyi ne küfürle ne de fıskla suçlamasın! Çünkü o kişi,
suçlayanın dediği gibi değilse, o suç suçlayana döner.” (Buhârî 6045, Müslim 60)
Bu hadîs-i şerifin mânâsı
şudur: Karşıdaki insanın müslüman olduğunu bildiği halde onu tekfir ederse
kâfir olur. Eğer bir bid'atten veya başka bir şeyden dolayı onun kâfir olduğunu
zannederse ve ona kâfir derse (haddi zatında o da kâfir değilse) bu sefer böyle
diyen kâfir değil, yanılmış olur.
Bir insanın aleyhinde beddua
etmek de mesuliyet bakımından lânete yakındır. Hatta zâlimin aleyhinde beddua
etmek bile böyledir. İnsanın meselâ 'Allah ona sıhhat vermesin’, 'Allah ona
selâmet vermesin' demesi ve benzeri sözler gibi... Çünkü böyle söylemek
kötüdür. Nitekim bir hadiste şöyle vârid olmuştur: “Mazlum bir kimse muhakkak
zâlimin zulmüne karşılık verecek kadar beddua eder. Sonra kıyamet gününde
zâlimin hakkı onun yanında fazla bile kalır!” (Tirmizî,3552) (Hz. Âişe'den bir
benzerini)
Biz bu hususları halkın lânet
hususundaki gevşekliğinden ve dilini başıboş bırakmasından dolayı belirttik. Belli
şahıslara lânet etmek yerine Allah'ı anmak daha iyidir. Eğer bu da yoksa, susmakta
selâmet ve kurtuluş vardır.
j. Yalan Va'adde Bulunmak
Muhakkak ki çok kere dil,
va'detmeye meyleder. Sonra nefis, çoğu zaman o va'di yerine getirmek istemez.
Böylece va'd, yapmamaya dönüşür. Bu ise münafıklığın alâmetlerindendir! Nitekim
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Ey iman edenler! Akitleri(n gereğini) yerine
getiriniz.” (Mâide 1)
Hz. Peygamber (sav) bir söz
verdiği zaman “Umulur” kaydını eklerdi. İbn Mes'ud (ra), herhangi bir söz
verdiği zaman muhakkak “Eğer Allah dilerse” kaydını eklerdi ve böyle yapmak
daha iyidir. Bu istisnayı yapmakla beraber sözden kesinlik anlaşılırsa muhakkak
o sözü yerine getirmek gerekir. Ancak mazeret varsa o zaman durum değişir. Eğer
kişi, söz verdiği zaman sözünü yerine getirmemeye niyetliyse işte bu
münâfıklığın ta kendisidir.
Ebû Hüreyre (ra)’den rivayet
edildiğine göre Resûlullah (sav) şöyle buyurdu: “Münâfığın alâmeti üçtür:
Konuşunca yalan söyler. Söz verince sözünde durmaz. Kendisine bir şey emanet
edilince hiyanet eder.”( Buhârî, Îmân 24; Müslim, Îmân 107-108.) Müslim’in bir
rivayetinde şu ilâve vardır: “Oruç tutsa, namaz kılsa, müslüman olduğunu
söylese de.” (Müslim, Îmân 109-110)
Sözünü yerine getirmeye azimli
olan bir kimse, kendisini sözünü yerine getirmekten alıkoyan bir özürden dolayı
sözünü yerine getirmemişse, bu kimse münâfık olamaz. Her ne kadar nifaka benzer
bir duruma düşmüş ise de... Fakat münâfıklıktan kaçınıldığı gibi sûretinden de
kaçınılmalıdır. Kendisini menedecek bir zaruret olmaksızın nefsini mâzur saymak
uygun değildir.
Rasulullah (sav): “Kişi
kardeşine söz verdiği ve o sözünü yerine getirmek niyetinde olduğu halde onu
yerine getirme imkânını bulamazsa günahkâr olmaz.” (Ebu Dâvud, 4995) buyurmuşlardır.
k. Yalan Söylemek
Hz. Peygamber (sav) şöyle
buyurmuştur: “En büyük hiyanet, din kardeşine haber verdiğin bir sözde o sana
inandığı halde senin ona yalan söylemendir.” (Ebu Davud, 4971;Buhârî,Edebül
Müfred)
Hz. Peygamber (sav) bir başka
hadisi şeriflerinde şöyle buyurmuştur: “Rüyamda bir kişi bana geldi ve 'Kalk!'
dedi. Onunla birlikte kalktım. Bir de gördüm ki iki kişinin yanındayım.
Onlardan biri ayakta, diğeri oturmuş... Ayakta olanın elinde çengeller vardı. O
çengelleri oturan kişinin ağız boşluğundan geçiriyor, dudakları omuzlarına
yetişinceye kadar çengelleri çekip uzatıyordu. Sonra tekrar çekiyordu. Sonra
çengeli çıkarıp ağzının öbür tarafına takıyor, onu çektiği zaman, öbür tarafı
eskisi gibi oluyordu. Beni kaldırana 'Bu manzara nedir? dedim. Bana dedi ki:
'Şu oturan kişi yalancıdır. Kıyamete kadar kabrinde bu şekilde azap görecektir.”
(Buhârî,7047)
Abdullah b. Cürad şöyle
anlatıyor: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Mü'min bir kimse zinâ eder mi?' dedim. Hz.
Peygamber 'Bu bazen olur' dedi. 'Ey Allah'ın Peygamberi! Mü'min bir kimse yalan
söyler mi?' deyince Hz. Peygamber 'Hayır!' dedikten sonra hemen şu ayet-i
celîleyi okudu: “Allah’ın âyetlerine inanmayanlar, ancak yalan uydurur. İşte
onlar, yalancıların kendileridir.” (Nahl 105) (İbn Abdilberr,zayıf bir senedle)
“Yalan ve hâinlik dışında müslümanda her
haslet bulunabilir.” (Beyhaki,1735)
Hadislerle İslâm adlı eserde konuyla ilgili aşağıdaki açıklamalara yer
verilmektedir:
Bireysel ve toplumsal açıdan huzur
ve güven içinde olmak için yalandan sakınmak önemlidir. Bu durum, bireylerin
kendi iç tutarlılıklarını sağlayarak vicdanen rahat olmaları için de
gereklidir. Yalan, insan fıtratına aykırı olduğu için, günah kirinden uzak, saf
bir mümin kalbi yalan söylenirken rahatsız olur, doğruluk karşısında ise
sükûnet bulur. Allah Resûlü (sav) bu durumu şu sözlerle ifade
etmiştir: “Seni şüphelendireni
bırak, şüphelendirmeyene bak. Çünkü doğruluk kalbin (tereddütsüz biçimde)
huzura ermesidir. Yalancılık ise şüpheden ibarettir.” (Tirmizî,
Sıfatü’l-Kıyâme, 60). Bu sükûneti sağlamak adına insan konuştuğu zaman
dikkatli davranmalı, her düşündüğünü ve duyduğunu dile getirmede acele
etmemelidir. Aksi hâlde buna yalanın karışma ihtimali çok yüksektir. Allah
Resûlü (sav) insanları bu duruma düşmekten şu sözleri ile uyarmaktadır: “Her duyduğunu söylemesi kişiye yalan olarak
yeter!” (Ebû Dâvûd, Edeb, 80)
Yalan konusunda çok hassas
davranan Allah Resûlü (sav) insanları yalandan ve ona götürebilecek her türlü
davranıştan sakındırmıştır. Hatta bunlara, birçok kimsenin önemsemediği,
çocuklara yalan söylemeyi ve yalan söyleyerek şaka yapmayı da dâhil etmiştir.
Nitekim bir defasında Resûlullah (sav), bir annenin çocuğunu çağırıp, “Gel sana
bir şey vereceğim.” dediğini işitince kadına, “Ona ne vereceksin?” diye sormuş, “Kuru hurma.” cevabını
alınca da şöyle buyurmuştur: “Dikkatli
ol, ona bir şey vermemiş olsaydın, bu senin için bir yalan olarak yazılacaktı.” (Ebû
Dâvûd, Edeb, 80) Öte yandan Allah Resûlü (sav), “Yalancılıktan kaçının. Çünkü ister ciddi
olsun, isterse şaka yollu olsun yalan söylemek Müslüman’a yakışmaz.” (İbn
Mâce, Sünnet, 7) buyurarak bu kötü özelliğin Müslümanın ahlakıyla hiçbir
durumda uyuşmayan bir şey olduğunu vurgulamıştır.
Sevgili Peygamberimiz (sav),
büyük günahların en ağırını sayarken Allah(cc)’a şirk koşmayı ve anne-babaya
itaatsizliği zikrettikten sonra birden doğrularak, “İyi dinleyin bir de yalan söylemek ve yalan şahitlik yapmaktır.”
(Buhârî, Edeb, 6) buyurmuştur.
Bu sözü o kadar çok tekrarlamıştır ki, orada bulunan sahâbîlerden biri, Allah
Resûlü’nün (sav) neredeyse hiç susmayacağını zannettik demiştir. (Hadislerle İslâm Cilt 3 Sayfa 397-402)
Yalana İzin Verilen Yerler
Yalan, bizzat kendisi için değil,
muhatabın veya başkasının zararına yol açtığı için haramdır. Çünkü yalanın en
az derecesi, haber verenin, verdiği haberin aksine inanmasıdır. Bu bakımdan
kişi bu hususta câhildir. Fakat bazen bu câhillik başkasının zararına yol açar!
Bazen de bir şeyi bilmemekte ya bilmeyenin veya başkasının maslahat ve yararı vardır.
Bu bakımdan yalan, onu bilmemek faydalı olduğu için bazen ruhsatlı, bazen de
farz olur.
Nitekim Meymun b. Mihran 'Yalan,
bazı yerlerde doğrudan daha hayırlıdır. Acaba bir kişi başka bir insanı
öldürmek (veya zarar vermek) için kovalıyorsa, o kovalanan insan bir eve girse,
kovalayan adam sana gelip 'Sen filan adamı gördün mü?' dese ne dersin? 'Hayır,
görmedim' demez misin? İşte bu, farz olan bir yalandır' dedi. O halde deriz ki:
'Konuşma, maksat ve hedeflere götüren vesiledir. Bu bakımdan hem doğruluk, hem
de yalanla güzel maksada varılabiliyorsa, orada yalan söylemek haramdır. Eğer o
güzel maksad mübahsa ve doğrulukla değil, ancak yalanla varılabiliyorsa, burada
yalan söylemek mübahtır. Eğer elde edilmesi istenen maksat farz ise, ona
varılmak için yalan söylemek de farz olur. Nitekim müslümanın kanını korumak
farz olduğu gibi, onu korumak için yalan söylemek de farzdır. Bu bakımdan ne
zaman doğruyu konuşmakta, bir zâlimin zulmünden gizlenen bir müslümanın kanının
akıtılması söz konusu ise, burada yalan söylemek farz olur. Ne zaman savaşın
maksadı veya barışın tamamlanması veya mazlumun razı edilip anlaşmaya
yanaştırılması, yalan söylemeden olmuyorsa, bu takdirde yalan söylemek
mübahtır. Ancak şu vardır ki mümkün olduğu kadar yalana ruhsat verildiği yerlerde
bile yalandan kaçınmak uygundur. Çünkü kişi yalan kapısını bir defa açarsa o
açılan kapının onu yok yere ve zaruret hududunu aşan kısma sürüklemesinden
korkulur. Bu bakımdan yalan esasında haramdır. Ancak zaruret için mübah olur.
Bu istisnaya, yani zaruret için mübah oluşuna Ümmü Gülsüm'den rivayet edilen şu
hadîs-i şerîf delâlet eder. Ümmü Gülsüm(ra) şöyle diyor: “Hz. Peygamber(sav)'in
yalanın hiçbir şekline ruhsat verdiğini duymadım. Ancak üç yer müstesna:
1.Kişinin, müslümanların arasını
bulmayı ve ıslah etmeyi kasdettiği söz.
2.Kişinin savaş halinde
müslümanların faydası için söylediği söz.
3.Kişinin hanımına, hanımın da
maslahat için kocasına konuşması.” (Müslim)
Yine Ümmü Gülsüm'ün rivayetine
göre, Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:
“İki kişinin arasını ıslah etmek
için yalan söyleyen veya yalanı kendiliğinden katan bir kimse yalancı değildir.”
(Müslim, 2605)
Yalan mahzurludur. Eğer bu
yerlerde doğru söylerse, bu doğruluktan da mahzur doğacaksa bu iki mahzuru
karşılaştırmalıdır. Doğruluktan doğan mahzurun şer'an yalandan daha ağır bir
mesuliyeti doğuracağını bildiği zaman yalan söyleyebilir. Eğer o maksad,
doğrunun maksadından daha kıymetsiz ise, doğru söylemek farz olur. Bazen iki
şey eşit olur. Hangisinin daha şiddetli olduğunda tereddüt edilir, İşte bu
takdirde doğruya meyletmek daha evlâ olur; zira yalan, zaruretten veya önemli
bir hacetten dolayı mübah olur. Eğer ihtiyacın önemli olup olmamasından şüphe
ederse yalanda esas olan haramlıktır. Hedeflerin durumunu idrâk etmek zor
olduğundan dolayı, en uygunu, insanın mümkün olduğu kadar yalandan
sakınmasıdır.
Çocuk
mektebe ancak va'detmek veya tehditte bulunmak veya yalan bir korku vermekle
gidiyorsa, bu takdirde yalan söylemek mübah olur. Bu hususta haberlerde,
bu tür yalanın, kulun defterine yalan olarak yazıldığı vârid olmuştur. Fakat
mübah olan yalan da kulun defterine yazılır. Kul ondan dolayı hesaba çekilir. O
husustaki maksadının tashihi ile sorumlu tutulur. Sonra maksadı doğru
olduğundan ötürü affedilir. Çünkü yalan, ancak ıslah maksadıyla mübah
kılınmıştır
Târiz Yoluyla Yalandan
Sakınmak
Selef-i sâlihînden nakledilmiştir
ki târizlerle insan yalandan korunabilir. Nitekim Hz, Ömer (ra) şöyle demiştir:
“Târizlerde kişiyi yalandan koruyacak birtakım özellikler vardır?” Bu durum,
İbn Abbas ve diğer ashâb-ı kirâmdan da rivayet edilmiştir. Onlar ancak insan
yalana mecbur kaldığı zaman, böyle yapabileceğini kasdetmişlerdir. Yalana
ihtiyaç ve zaruret olmadığı zamana gelince, ne açıkça ve ne de târiz yoluyla
yalan söylemek caiz değildir. Ancak yine de târiz yoluyla yalan söylemek daha
hafiftir. Târizin misali şu hâdisedir:
Muaz b. Cebel (ra), Hz. Ömer
tarafından bir vazifeye tayin edilmişti. Vazifeden dönünce hanımı kendisine
'Vazifelilerin ve memurların geldiklerinde ailelerine getirdikleri hediyelerden
ne getirdin?' diye sordu. Oysa Hz. Muaz, hanımına hiçbir şey getirmiş değildi.
Bunun üzerine hanımına şu cevabı verdi: 'Benim yanımda beni kontrol eden biri
vardı'. Hanımı 'Sen Hz. Peygamber'in ve onun halifesi Ebubekir'in yanında emin
idin (vazife aldığın zaman seni kontrol eden birisini seninle göndermiyorlardı.
Nasıl olur da) Ömer seninle beraber bir kontrolcü gönderir?' dedi. Hz. Muaz'ın
hanımı, Medine'nin kadınları arasında bunu söyledi ve Hz. Ömer'den şikayette
bulundu. Hz. Ömer'in kulağına bu haber gittiğinde Muaz'ı huzuruna çağırdı ve
'Seninle beraber herhangi bir kontrolcü gönderdik mi?' dedi. Muaz 'Ben
hanımımdan özür dilemek maksadı ile çıkar yol olarak ancak böyle söylemeyi
uygun gördüm' dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer gülerek Muaza birşeyler verdi ve
'Hanımını bunlarla razı et' dedi. Muaz'ın sözündeki 'kontrol eden' tabirinden
Allah (cc) kasdedilmiştir.
Târizler başkasının kalbini mizah
yoluyla hoşnut etmek gibi basit bir gaye için de mübahtır. Hz. Peygamberin (sav)
şu sözleri ve benzerleri gibi:
“Cennete ihtiyar kadın giremez!”
“Senin kocan o gözünde beyazlık
olan kimse midir?”
“Seni deveye değil de devenin
yavrusuna bindireceğiz.”
Fâsıklığı gerektirmeyen yalan
grubuna, halkın âdetinde cereyan eden mübalağalar da girer. Kişinin başkasına
'ben seni şu kadar aradım', 'Ben sana yüz defa dedim' demesi gibi; zira kişi
bununla aramanın sayısını anlatmak istemez, çok aradığını anlatmak ister. Eğer
kişinin araması sadece bir defa ise ve buna rağmen böyle söylüyorsa bu durumda
sözü yalan olur. Eğer birkaç defa aramışsa, böyle demekle günahkâr olmaz. Her
ne kadar yüz defa aramamış olsa da...
Yalanın âdet haline getirildiği
yanlış uygulamalardan biri de şudur: 'Yemek ye!' denildiğinde, muhatabın da iştahı
olduğu halde 'Benim iştahım yok' demesidir.
Mücahid, Esma (ra)’ın şöyle
anlattığını rivayet ediyor: Âişe, gelin olup Hz. Peygamber ile gerdeğe girdiği
gecede onun arkadaşı idim. Benimle beraber birkaç kadın daha vardı. Allah'a
yemin ederim, biz Hz. Peygamberin evinde bir ziyafet yemeği görmedik. Ancak bir
bardak süt vardı. Hz. Peygamber o sütten içti ve sonra Âişe'ye verdi. Âişe sütü
içmekten utanarak çekindi. Ben Âişe'ye dedim ki: 'Hz. Peygamber'in elini geri
çevirme. Hz. Peygamber'in eliyle uzattığı sütü al!' Âişe utanmakla beraber, süt
bardağını Hz. Peygamber'den aldı, içti. Sonra Hz. Peygamber ona 'Arkadaşlarına
da ver' dedi. Biz 'Bizim iştahımız yoktur' dedik. Hz. Peygamber 'Sakın açlıkla
yalanı bir araya getirmeyin' dedi. Ben 'Ey Allah'ın Rasûlü! Bizden biri iştahı
çektiği halde iştahım çekmiyor dese bu söz yalan sayılır mı?' dedim. Şöyle
buyurdu: “Muhakkak ki yalan, deftere yalan olarak yazılır. Hatta deftere
yalancık da yalancık olarak yazılır (yani en hafifi bile yazılır).”( İbn Ebî
Dünya, Taberânî, Elbani, es-Silsiletü'd-Daîfe)
l. Çokça Yemin Etme
Dini hayatımızda sıkça yaşadığımız hususlardan biri de ‘çokça yemin’
etmedir. Günlük konuşmalardan
alışverişlerdeki pazarlıklara, birilerini ikna etme çabalarından bazı hususları
ispatlama gayretlerine, dil alışkanlığı olarak yapılanlara varıncaya kadar
yemini sıkça ağzımıza alırız.
En güzeli dilimizi yemine alıştırmamaktır. Dilini yemine alıştıran
kişi, yaptığı yeminleri unutarak veya başka sebeplerle bozabilir ve böylece
dinen sorumlu konuma düşer. Böyle bir duruma düşmemek için dilimizi yemine alıştırmamalıyız. Yalan yere olmadıkça ve gerçeğin gizlenmesine
yahut bir haksızlığa ve yanlışa aracı kılınmadıkça her ne kadar yemin etmek
dinen meşru kılınmış ise de mümkün mertebe yeminden uzak durmak gerekmektedir.
m. Sövme ve Çirkin Sözler
Söylemek
Peygamber Efendimiz(sav), Bedir Savaşı’nda öldürülen müşriklere dahi
sövmeyi yasaklamış ve “Şu öldürülen müşriklere sövmeyin! Çünkü sizin
söylediklerinizden hiçbir şey onlara ulaşmaz. Ayrıca geride kalanlarına da
eziyet etmiş olursunuz. Dikkat edin! Çirkin söz gerçekten yasaklanmıştır’’
buyurmuştur. (Tirmizi, Birr ve’s- Sıla, 51 Nesai, Kaseme, 22-33; Ahmed, Müsned,
4/252; Suyuti; Camiu’s Sagır; nr.9783; İbn Ebü’d Dünya, Kitabü’s Samt, nr.
323.)
Kötü söz, aynı zamanda çirkin ve hoş olmayan şeyleri açık ifadelerle
anlatmaktır. Bunlar çoğunlukla cinsi (şehevi) arzuların harekete geçmesine
vesile olan sözlerdir. Zira ahlakı bozuk insanların, cinsi konularda
kullandıkları çok çirkin ve açık seçik ifadeleri vardır. Hâlbuki Salih insanlar
o sözleri konuşmaktan şiddetle kaçınırlar. Onları ( konuşmak zorunda oldukları
zaman da) üstü kapalı ve işaret yoluyla konunun fıkhen veya tıbben durumu izah
edecek yeterlilikte ve edep içerisinde konuşurlar. İbn Abbas (ra) şöyle der: “Şüphesiz
Allah (c.c) hayâ ve kerem sahibidir. Kusurları affeder ve ayıp şeylerden
bahsederken üstü kapalı söyler.’’ Mesela Allah Teâlâ ayette “cima’’ yerine
“dokunma’’ kelimesini zikretmiştir.(Nisa 43) Bunun gibi “dokunma, temas, duhul,
beraberlik’’ gibi lafızlar cimanın yerine kullanılır. Bunların hiçbiri fahiş
sözlerden değildir.
Kişinin küçük ve büyük abdest bozma diye bilinen def-i hacet gibi
vücudun zaruri olan bir ihtiyacını gidermek veya bir sağlık sorununu ifade
etmek için bile bu durumları üstü kapalı beyan etmesi, açık seçik ifade
etmesinden daha uygundur. Açıkça konuşma fahiş konuşma sayılır. Mahrem
bölgeleriyle ilgili bir hastalığı olan bir kişi durumunu ( doktorun dışındaki
kimselere ) açık seçik söylemesi uygun değildir. Ancak, “bir şikâyetim var”
veya benzeri ifadelerle anlatmalıdır. Açıkça anlatmak kötü konuşmaya girer.
Maalesef günümüzde abartı gibi gelebilen bu hassasiyet, aslında kişinin
dilini zaruret halinde bile kontrol altında tutarak, kötü ve çirkin konuşmanın
farkında olmadan alışkanlık haline gelmesini ve yaygınlaşmasını önleyen bir
edep örneğidir. Rasulullah Efendimiz (sav): “Mümin, kötülemez, lanet etmez,
kötü ve çirkin konuşmaz…’’ (Tirmizi, Birr ve’s Sıla, 48; Ahmed, Müsned, 1/404)
buyurmuştur.
Allah Rasulü (sav) diğer bir hadislerinde :“ Allah Teâlâ, sokaklarda
yüksek sesle bağırıp çağıran ve çirkin şeyler konuşanları sevmez.’’ ( Buhari,
Edebü’l Müfred, 1/309; Ahmed, Müsned, 5/202; 6/135 ) buyurmuştur. Oysa günümüze
baktığımızda sosyal medyayı kullanarak insanların uygunsuz görüntü ve
bilgilerini paylaşmasının oluşturduğu hasar, Allah Rasulü(sav)‘nün şiddetli bir
uyarıda bulunduğu sokakta bağırıp çağıran bu insanların oluşturacağı hasarla
mukayese bile edilemeyecek kadar büyüktür.
İnsanı tüm bu fahiş konuşmalara yönelten sebeplerin başlıcaları ya
muhatabına eziyet etmek ya da kötü ahlaklı kimselerle olan birlikteliğinden
dolayı meydana gelen kötü bir alışkanlıktır. Çünkü sövüp saymak onların çirkin
adetlerindendir. Bu durumdan kurtulmanın yolu ise bu kötü alışkanlığa sahip insanlarla
birarada bulunmamak ve Rasulullah (sav)’ın hadisi şeriflerindeki hakikatlere
uymaktan geçer.
Hadislerle İslâm adlı eserde
konuyla ilgili aşağıdaki açıklamalara yer verilmektedir:
Allah Resûlü’nün tarifine göre, “Mümin, ırza, namusa dil uzatan, lânet eden, çirkin işler yapan,
edepsiz konuşan kimse değildir.” (Tirmizî, Birr, 48) Kabalık ve
edepsizlik içeren davranışların, çirkin ve argo konuşmaların, Yüce Allah’ın
nefretle karşıladığı hususlardan olduğunu ifade eden Hz. Peygamber(sav)( Tirmizî,
Birr, 62) bir başka hadisinde de, “Hayâ
imandandır, imanın yeri ise cennettir. Kötü konuşmak kabalıktandır. Kabalık
(insanları incitmek) ise cehennemdedir.” (Tirmizî, Birr, 65)
buyurarak ağzı bozuk insanların iman ve hayâ ile bağdaşmayan bir kişiliğe sahip
olduklarına işaret etmektedir. Yaratılmışların en yücesi ve en mükemmeli olan
Sevgili Peygamberimizi anlatanlar, onun kaba davranışlar içinde bulunmadığını,
sövgü ve kötü konuşmalardan şiddetle sakındığını vurgulamaktadırlar. Nitekim
Hz. Enes’in anlattığına göre, Resûlullah (sav) sövmez, kötü konuşmaz ve lânet
etmezdi. Birini azarlayacağı zaman, “O
alnı toprak göresiye ne oluyor?” (Buhârî,Edeb 38) diyerek, yüzüstü yere
kapaklanmayı ifade eden bir Arap deyişini kullanmakla yetinirdi.
Allah Resûlü (sav), ensardan bir toplulukla birlikteyken orada bulunan
ve ağzının bozukluğu ile tanınan bir adamdan dolayı, “Müslüman’a sövmek fâsıklık (alâmeti),
onunla savaşmak ise küfür (alâmeti) dür.” (Buhârî, Edeb, 44) buyurmuşlardır. Yine, “Birbirine
söven iki kişinin günahı, mazlum olan haddi aşmadıkça ilk sövene aittir.”(Müslim, Birr, 68) buyuran Hz.
Peygamber(sav), birbirlerine hakaret edenlerden en büyük sorumluluk ve günahın
bu çirkinliği başlatana ait olduğunu ifade etmiştir.
Sövgüye muhatap olan Müslüman, cevap amacıyla dahi olsa küfür sözlerini
ağzına alarak seviyesini düşürmemeli, zor da olsa sabretmeli, sövene uyarak
çirkinleşmemelidir. Çünkü ne şekilde olursa olsun kötü söz şeytandandır. Onun
için Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Allah bana, alçakgönüllü olmanızı vahyetti. O hâlde biriniz diğerine
haksızlık etmesin ve hiç kimse de diğerine karşı övünmesin.” Hadisi
rivayet eden İyâz b. Hımâr, “Ey Allah’ın Resûlü! Benden daha alt seviyede olan bir topluluk içerisinden biri bana
söver, ben de onun sözüne cevap verirsem, bundan dolayı günaha girer miyim?”
diye sorduğunda Rasulullah(sav), “Birbirlerine
sövenlerin her ikisi de şeytandır, birbirlerini suçlarlar ve yalanlarlar.” (Buhârî, el-Edebü’l-müfred, 153)karşılığını
vermiştir.
Mümin kişi, sövene karşı söverek alçalmaz. Yunus Emre’nin dediği gibi,
“sövene karşı dilsiz” olanı meleklerin müdafaa edeceğine dair Sevgili
Peygamberimizin(sav) müjdesi vardır. İbn Abbâs(ra)’ın anlattığına göre,
Resûlullah(sav)’ın yanında iki adam birbirlerine ağır konuşmuşlardı. Bunlardan
biri söverken diğeri karşılık vermeyerek susmaktaydı. Susan kişi de söverek
karşılık vermeye başlayınca Hz. Peygamber (sav) kalkarak oradan uzaklaştı.
Niçin kalktığı sorulduğunda da, “Melekler
kalkınca ben de onlarla birlikte kalktım. Bu susan kişi sustuğu sürece onun
adına melekler sövene cevap vermekteydi. Ancak kendisi söverek cevap vermeye
başlayınca melekler de kalktılar.” (Buhârî, el-Edebü’l-müfred, 151)buyurdu.
Abdullah b. Amr b. Âs’tan(ra) nakledildiğine göre Resûlullah (sav) bir
gün, “Bir kimsenin ebeveynine
sövmesi büyük günahlardandır.” demiş, ashâb bunun üzerine, “Yâ
Resûlallah! Hiç insan ana babasına söver mi?” deyince, “Evet, bir kimse birinin babasına söver, o
da onun babasına söver. (Adamın) anasına söver, o da onun anasına söver.” (Müslim,
Îmân, 146) buyurmuşlardır.
Dinimizde açıkça haram işleyen bir günahkâra bile hakaret etmek uygun
bulunmamıştır. Suçlu cezasını çeker ama kendisine hakaret edilemez. Bir
defasında sahâbîler, içki içen birini cezalandırması için Resûlullah(sav)’a
getirdiler. Hz. Peygamber de ona dayak cezası uyguladı. Kimi eliyle, kimi
pabucuyla, kimi de elbisesinin ucuyla adama vurmaya başladı. Bununla yetinmeyen
birisi ise, “Allah seni rezil etsin!” diyerek sarhoşa hakaret etti. Bunun
üzerine Resûl-i Ekrem(sav), “Hayır,
böyle demeyin! Ona karşı şeytana yardımcı olmayın!” (Buhârî, Hudûd,
4) buyurdu. Dolayısıyla suç işlemiş ve cezayı hak etmiş olsa da mümin kardeşin
mânevî şahsiyetini korumak diğer müminlerin görevidir.
Dirilere olduğu gibi ölülere sövmek de Hz. Peygamber tarafından
kesinlikle yasaklanmıştır. Bu yüzden ölülerin arkasından kötü konuşmamak ve
onları hayırla yâd etmek Müslümanların yaşattığı güzel geleneklerden biri
olmuştur. Bu konuda Sevgili Peygamberimiz (sav), “Ölülere sövmeyin. Çünkü onlar, önden göndermiş olduklarının
(amellerinin) karşılıklarına ulaşmışlardır.(Buhârî, Cenâiz, 97). (Bu hareketinizle onların) hayatta olan
yakınlarını incitirsiniz.” (Tirmizî, Birr, 51) buyurmaktadır. Ölülere
yapılan saygısızlığın, kendisine zarar vermese bile onun akrabalarını,
yakınlarını ve sevenlerini rahatsız edeceği açıktır. Dolayısıyla ölen kimsenin
mânevî şahsiyetinin dokunulmazlığını korumak dirilerin görevidir. Muhatabı ölü
bile olsa iftira nitelikli sövgülere had cezasının uygulanması bunun en açık
delilidir.
Hz. Peygamber, Müslüman olan çocuklarını ve akrabalarını üzmemek için
kâfir ve müşriklere sövmeyi bile yasaklamıştır. Buradan hareketle tarihte
görülen üzücü olayları bahane ederek sahâbeye veya onlardan herhangi birine
sövmek veya haklarında kötü ve saygısızca konuşmanın evleviyetle yasak olduğu
anlaşılır. Onlar İslâm’ın kuruluş yıllarının bütün sıkıntılarını,
mahrumiyetlerini çekmiş, düşmanların tüm zulüm, işkence ve saldırılarına
Resûlullah (sav) ile birlikte göğüs germiş, bu uğurda yurtlarından hicret
etmiş, hatta babalarına, oğullarına, akrabalarına karşı savaşmak zorunda
kalmış, canlarını ve mallarını cömertçe ortaya koymuşlardır. (Hadislerle İslâm Cilt 3 Sayfa 420-422)
n. Eleştiri
Türkçe’de tenkit yerine kullanılan “eleştiri’’ bir insanı, bir eseri,
bir konuyu doğru yanlış yanlarını bulup göstermek masadıyla incelemek şeklinde
tanımlanmaktadır. Görüldüğü gibi tenkit
veya eleştiri, kusurlu, eksik veya sakıncalı olan şeye müdahale edip,
doğrusunun ve hatasız olanın ortaya çıkması yönünde bir düzeltme çabasıdır.
Eleştiride dikkat edilmesi
gerekenler nelerdir?
Her şeyden önce yapılan eleştirinin/tenkidin doğru, olumlu, Allah’ın rızasını
gözeten bir amacı olmalıdır.
Eleştiri dozu, eleştirilen
ile eleştiren kişi arasında normalde var olan saygı, sevgi perdesini
yırtmayacak düzeyde olmalıdır.
Kişilik özelliklerine yönelen, başkalarının yanında rencide eden,
kişinin beklemediği bir anda donup kalmasına neden olan umutlarının heves ve
heyecanlarının tükenmesine neden olan yıkıcı eleştiri, aslında eleştiriden çok
art niyetli bir tutumdur. Eleştiri, yıkmak, bitirmek ve yok etmek amacıyla
yapılırsa saldırgan bir davranışa dönüşür ve büyük olasılıkla giderek tırmanan
olumsuz bir çatışma sürecini başlatır. Bu nedenle iyi niyetli, sağlıklı ve
faydalı bir eleştiri, sadece olumsuz yönleri göstermekten ibaret olmamalı; destekleyici,
kavranması ve uygulanılması kolay yol gösterici önerileri de içermelidir. Ayrıca
karşı tarafın mesajları sabırla, anlayışla dinleme ve bu eleştiriler
doğrultusunda kendini değiştirebilme, geliştirebilmesine imkânlar sunan
özelliklere de sahip olmalıdır. Bu anlamda bir eleştiride önemli olan,
eleştiren veya eleştirilen kişi değil eleştirilen konu, durum veya özellik
olmalıdır.
Eleştirinin olumlu sonuçlar verebilmesi için; hoşgörü, sabır ve anlayış
içerisinde kişiler hakkında ön yargıdan uzak bir şekilde etkili ve empatik bir dinlemenin
veya gözlemlemenin ardından, saygı ve nezaket temellerine dayalı olarak bireyin
kendisini hedefe almadan fikirler, konular veya davranışlar üzerinde yapılması
gerekir.
Eleştiri yapacak kimsenin, haber kaynağını kontrol etmesi gerekir.
Haber kaynağı sağlam olmayan kişinin tenkidi, hedefine ulaşmamaya mahkûmdur.
Kişilere ve kişilik özelliklerine yönelik eleştiriler özellikle bilginin
doğruluğundan emin olmadan ölçüsüzce ve haksızca yapılıyorsa çoğu kez dedikodu,
gıybet suçlama, saldırı hatta iftira gibi ağır nitelikler taşıyabilir ki
bunların hepsi dinen nehiy edilmiş afetlerdir.
Yine maalesef kitle iletişim araçları veya sosyal medya aracılığıyla
edinilen ve doğruluğunu araştırma zahmetine girmeksizin haberi olduğu gibi
kabul etme kolaylığına kaçma hastalığının yaygın olduğu günümüzde bir
Müslümanın başka bir Müslümanı eleştirisi, onarılamayacak yaraların açılmasına
ve ayrılıkların ortaya çıkmasına vesile olduğu gibi; İslami hassasiyete sahip
olmayan bir başkasının da haksız yere eleştirilmesi müslümanın güvenirliliğinin
de toplumda zedelenmesine neden olabilecek bir durumun ortaya çıkmasında etkisi
oldukça büyüktür.
Eleştiri sadece başkalarına yönelik olmaz. Kişinin kendi kendini
eleştirmesi de gereklidir. Buna öz eleştiri ya da nefis muhasebesi adı
verilmektedir. “Kuran bu konuda harikulade bir uyarı yapmakta, “(Ey bilginler!)
Sizler Kitab’ı (Tevrat’ı) okuduğunuz (gerçekleri bildiğiniz) halde, insanlara
iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz?”
(Bakara 44) diyerek insanlara iyiliği emrederken kendi nefsimizi unutmamamız
hususunda bizi ikaz etmektedir. Öz eleştiri, cemaatler ve cemiyetler içinde
kullanılabilir ve bu durumda, refiklerine karşı kendilerini gözden geçiren,
kusurlarını tespit edip giderme yolunu seçen cemaat ve cemiyetlere işaret eder.
Rasulullah (sav) hiçbir zaman yapılan itikadi, ameli veya ahlaki
uygulamalardaki hataları, yapan kişinin kendisine olan yakınlık derecesi ve
toplumdaki konumu ne olursa olsun görmezden gelmemiştir. Konunun önemi ve
eleştirilecek kişinin özelliklerine göre Rasulullah (sav) yöntemini en uygun
şekilde belirlemiştir. Bu konuda çok sayıda örnek olmakla beraber bunlardan
ikisi hataya dikkat çekme ve hatanın düzeltilmesi sırasında kullanılan uslub
arasındaki farkı görmek açısından dikkate değerdir.
1)Peygamber Efendimiz, bazı sahâbîleri ile birlikte mescitte otururken
ensardan Hallâd b. Râfi isimli sahâbî içeri girdi ve alelacele namaz
kıldıktan sonra Hz. Peygamber (sav)’e yaklaşarak selâm verdi. Hallâd’ın namaz
kılışını göz ucuyla takip eden Resûlullah, onun selâmını aldıktan sonra, “Dön ve namazını yeniden kıl, çünkü sen
namaz kılmış olmadın!” buyurdu. Bunun üzerine Hallâd namazını
tekrar kıldı ve Hz. Peygamber(sav)in yanına gelerek selâm verdi. Resûlullah,
selâmını aldıktan sonra yine, “Dön
ve namazını yeniden kıl, çünkü sen namaz kılmış olmadın!” buyurdu.
Bu durum üçüncü defa tekrar ettikten sonra Hallâd, “Seni hak ile gönderen
Allah’a yemin olsun ki, bundan daha güzel yapamıyorum. Bana (doğrusunu) öğretir
misin?” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav) usulüne uygun olarak kılınması
gereken namazı şöyle tarif etti:
“Namaz kılacağın zaman (önce)
tekbir getir. Sonra Kur’an’dan kolayına gelen yerlerden oku. Ardından rükûa git
ve yeterli olduğuna kanaat getirinceye kadar bekle. Sonra tam olarak doğrul.
Peşinden secdeye git ve yeterli olduğuna kanaat getirinceye kadar bekle.
(Secdeden) kalktığında (belini) iyice doğrult ve yeterli olduğuna kanaat
getirinceye kadar bekle. Sonra (tekrar) secdeye var ve yeterli olduğuna kanaat
getirinceye kadar bekle. Sonra namazın tamamını bu şekilde kıl.”(Buhari, Ezan
122)
2)Mekke fethinde olduğu gibi Hz. Peygamber’in birçok seferde onu
devesinin terkisine aldığı rivayet edilen ve kendisine duyduğu büyük sevgi
vesilesiyle sahabenin rasulullahtan bir şey isteyeceği zaman kendilerine aracı
kıldıkları genç sahabi Üsâme bin Zeyd hicretin 8. yılı Safer ayında Gālib b. Abdullah kumandasında Fedek
civarında oturan Mürre kabilesi üzerine gönderilen 200 kişilik seriyyede yer
aldı. Bu sırada Benî Mürre’nin müttefiki Cüheyne kabilesine mensup Mirdâs b.
Nehîk’ı “lâ ilâhe illallah” dediği halde onun gerçekte müslüman olmadığını,
ancak can korkusuyla Müslümanlığı kabul ettiğini düşünerek öldürdü. Bunu duyan
Resûl-i Ekrem Üsâme’yi çağırır. Üsame huzuru nebiye geldiği andan itibaren
Rasulullah(sav), “demek sen lâ ilâhe illallah diyen birini öldürdün ,demek sen
lâ ilâhe illallah diyen birini öldürdün”diyerek sözünü defaatle tekrar
ediyordu. Üsame (ra) diyorki “dünya başıma yıkılıyordu” Ya rasulallah adam korkusundan
lâ ilâhe illallah dedi bende öldürdüm dediğinde Üsame (ra) üzerinden günümüze
kardar gelecek olan o tüm Müslümanlara öğrettiği muhteşem ölçütü ortaya koyan
“Kalbini yarıp da mı baktın?” cevabını veriyor”. Üsâme böyle bir hata yaptığı
ve Resûlullah’ı üzdüğü için kendini affedememiş ve Rasulullah(sav)’ın bu
tepkisi “Keşke daha önce değil de bugün müslüman olsaydım” diyecek kadar
etkilemiştir. (Buhârî, “Meġāzî”, 45; Müslim, “Îmân”, 158; İbn Sa‘d, II, 119).
Bu örneklerden birincisinde
hatasının düzeltilmesi konusunda kendisine tabi olmuş bir kimseye tane tane ve
onun güç yetirebileceği şekilde yapılması gerekeni anlatmıştır. Bu şekilde
ameli uygulamalardaki hataların insanlar arasında yaygınlaşmadan önüne
geçilmesi konusunda bize güzel bir örneklik sergilemiştir. Diğerinde ise
kendisine çok yakın bir bir sahabenin toplumda yanlış anlaşılmaya, güvensizliğe
ve ayrışmaya sebebiyet verebilecek bir hatası karşısında ikazını sadece Üsame
(ra)’ın değil tüm ümmetin yüreğine derin bir iz bırakacak şekilde, hiç gecikmeden
yapmıştır.
7. SONUÇ
Ø Dil,
Allah (cc)’ın büyük nimetlerinden ve çok harika lütuflarındandır. O, cüssesi
küçük, ancak itaati ve günahı büyük bir azadır. Zira iman ve küfür, dilin
şahitliği ile belli olur, ortaya çıkar. Hayırda da şerde de geniş alana sahiptir.
Dilin dizginini serbest bırakan ve ihmal eden kimseyi şeytan her yere götürür.
Onu helake düşürmek için uçurumun kenarına getirir. Bu nedenle kullanırken her
zaman temkinli olunması gerektiği unutulmamalıdır.
Ø Konuşma,
insanın kişiliğini, seviyesini ve seciyesini gösterir. Zaruret miktarı kadar
konuşmalı, şayet konuşmayı gerektiren bir durum yoksa sukut etmeli, susmalıdır.
Ø Mümin
her zaman doğru sözlüdür. Müminin kalbi, imanın ve doğruluğun merkezi
olmalıdır. Nasıl ki küfrün yuvalandığı bir kalpte iman, hıyanetin kök saldığı
bir kalpte emanet bulunmazsa, yalanın kararttığı bir kalpte de doğruluk
barınamaz.
Ø Söz
ve hareketlerinde kabalıktan uzak durmak, kırıcı olmamak; yapıcı, uzlaştırıcı
ve nezaket sahibi olmak, kişinin hem iyi bir insan hem de olgun bir mümin
olduğunun göstergesidir.
Ø Mü’min
her zaman maleyaniden uzak durmak için çaba sarfetmeli ve Rasülullah
Efendimizin (sav) şu tavsiyesini hep hatırda tutmalıdır. “Şüphesiz müminin
susması tefekkür, bakışı ibret, konuşması da zikir olmalıdır.” (Tabakatuş Şafiiyye
6/336, İbni Hibban, Lisanu’l Mizan 7/140).Böylece boşa konuşmaya
harcayacağı zamanı tefekkürde kullanarak
Allah(cc)’ın rahmetinin güzelliklerine ve büyük ihsanlarına nail olmaya
çalışmalıdır.
Ø İnsanın ilmini ve faziletini göstermek
suretiyle üstünlüğünü ispat etmek ile başkasının eksikliğini göstererek ona
hücum etme hevesi, nefsin gizli ve pek kuvvetli iki şehvetidir. Çünkü böyle bir
durumda tartışmayı terk etmek, nefse çok ağır gelir ve bu ağırlık en fazla
cemaatler, mezhepler ve inançlarda insana galebe
çalar. Oysa her müslümana ehl-i kıble hakkında
dilini tutması daha uygun düşer.
Ø
Dersi
dinleyen kişilerin veya öğrencilerin anlatıcı veya hoca seçiminde en önemli
kriteri kendisine yaptığı şakalar değil, sunduğu ilmin kalbinde bıraktığı manevi
haz olmalıdır. Günlük hayatta şaka yaparken de bir anlık keyif için kardeşinin
gönlünün kırılmasına razı olmamalıdır.
Ø
Başkasının
dış görünüşünü, söz ve davranışlarını kusurlu görmek veya göstermek amacıyla
alay ederek onu küçümsemek, toplumda kardeşlik bağlarını zedeleyen,
Müslümanların birbirleriyle olan ilişkilerine zarar veren tehlikeli bir
durumdur. İslâm’a göre her ferdin onuru, haysiyeti ve şerefi (iffeti)
dokunulmazdır. Her ne sebeple olursa olsun hiç kimse bu değerlerle alay
etme ve insanları bu yönden zedeleme ve rencide etme hakkına sahip değildir.
Ø
Kimsenin
sonunun ne olacağı bilinemediği için hayattaki birine lanet okumak doğru
değildir.
Ø Dinimizde
açıkça haram işleyen bir günahkâra bile hakaret etmek uygun bulunmamıştır.
Suçlu cezasını çeker ama kendisine hakaret edilemez. Kişinin onuru İslam’ın
güvencesi altındadır. Değil dirilere ölülere bile sövmek ve çirkin söz söylemek
dinimizce yasaklanmıştır.
Ø Her
şeyden önce yapılan eleştirinin/tenkidin doğru, olumlu, Allah(cc)’ın rızasını
gözeten bir amacı olmalıdır. Bu amaç doğrultusunda da sabır ve müsamaha
içerisinde ön yargıdan uzak bir dinleme ve gözlemlemenin
ardından, saygı ve nezaket temellerine dayanarak, bireyin kendisini hedefe
almadan fikirler, konular veya davranışlar üzerinde eleştiri yapılması gerekir.
8. ÖDEV
اللَّهُمَّ إِنِّي
أَعُوذُ بِكَ مِنْ شَرِّ سَمْعِي، وَمِنْ شَرِّ بَصَرِي، وَمِنْ شَرِّ لِسَانِي،
وَمِنْ شَرِّ قَلْبِي، وَمِنْ شَرِّ مَنِيِّي
Şüteyr b. Şekel’in
naklettiğine göre, babası Şekel b. Humeyd şunları anlatmıştı: “Hz. Peygamber’e
(sav) giderek, "Ey Allah’ın Resûlü, bana kendisiyle Allah’a sığınacağım
bir dua öğret." dedim. Hz. Peygamber omzumdan tuttu ve şöyle buyurdu:
"De ki, Allah’ım! Kulağımın şerrinden, gözümün şerrinden, dilimin
şerrinden, kalbimin şerrinden ve şehvetimin şerrinden sana sığınırım. "
(Tirmizî, Deavât, 74) duasını
ezberlemek.
9. VİDEO
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder