20. HAVF VE RECÂ
- GİRİŞ
Havf ve recâ (korku ve ümit) münciyat (kurtarıcılar) başlığı
altındaki konuların önemlilerinden olup müminin her halinde bulunması gereken
iki haslettir. Kulluğun sağlıklı bir şekilde yürütülebilmesi için, havf veya
recânın tek birine meyledilmemesi, birbiriyle dengeli olması gerekir. Recânın
hâkim olduğu kimse, “nasıl olsa affedileceğim” ümidiyle ibadetleri terk
edebilir. Havfın hâkim olduğu kimse ise “affedilmeme” endişesi ile kendisine,
ailesine ve etrafındakilere zarar verecek şekilde aşırı ibadete yönelebilir. Bu
durum, birtakım ruhî hastalıklara dahi sebep olabilir. Havf ve recâ, nefsin iki
dizginine benzetilmiştir. Dizginler müsavi tutulursa, nefs zapt edilir ve doğru
istikamette gitmek mümkün olur. Havf ve recâ, kuşun iki kanadına da
benzetilmiştir. Kanatları eşit olmayan kuşun doğru istikamette uçması mümkün
olmadığı gibi, havf ve recâsı dengeli olmayan kişinin de kulluğunu doğru
istikamette yürütmesi ve mutedil bir dinî hayat yaşaması mümkün olmaz. (Havf ve
Recâ (Korku ve Ümit) Dengesi, Yrd. Doç. Dr. Mansur GÖKCAN, ÇÜİFD, 2016, cilt:
16, sayı: 2, ss. 171-192)
2. KAVRAM TAHLİLİ
a)
Havf: Lügatte;
korkmak, çekinmek, sakınmak, endişe etmek ve bilmek anlamında kullanılmaktadır.
Ayrıca havf, istenilmeyen bir şeyin başa gelmesi veya sevilen bir şeyin
kaybedilmesi endişesi içinde olmaktır. Havf, emniyet ve güven kelimelerinin
zıddıdır. Allah (cc) korkusunun karşılığı olarak, havfullah ve haşyetullah
kelimeleri kullanıldığı gibi havf kelimesi de yalnız başına “Allah (cc) korkusu”
anlamında kullanılmaktadır.
Kuşeyrî (ö. 465/1072):
“Havf, gelecekteki bir şeyle ilgilidir. Çünkü insan, ya başına hoşlanmadığı bir
şeyin gelmesinden veya arzu ettiği bir şeyi elde edememekten korkar. Halde
mevcut olan bir şeyle korkunun ilgisi bulunmaz. Allah (cc) ’dan olan korku;
kulun, ‘Allah (cc) beni ya dünyada ya da âhirette cezalandıracak.’ diye
korkması şeklinde olur” diyerek, havfın gelecekle ilgili bir endişeden
kaynaklandığını ifade etmiştir.
Gazâlî (ö. 505/1111):
“Beklenen, hoşa gitmeyen bir şey ise ve ondan dolayı da kalpte bir elem hâsıl
olursa, buna havf adı verilir” diyerek, havfı tanımlamıştır. Korkuya sebep olan
şey, hoşa gitmeyen bir akıbet beklentisidir. Bu durum, kalbi daraltmakta ve
üzüntüye yol açmaktadır. Kalbin bu durumu kabz olarak ifade edilmektedir. (Havf
ve Recâ (Korku ve Ümit) Dengesi, Yrd. Doç. Dr. Mansur GÖKCAN, ÇÜİFD, 2016,
cilt: 16, sayı: 2, ss. 171-192)
b) Recâ: Recâ, kök anlamı yönüyle
bir şeyin kenarı, yan tarafı anlamına da gelir. Örneğin belli bir kuyunun
kenarı için “racâ’l-bi’r” tabiri kullanılır. Yavrulama vakti gelen deve için
“erceti’n-nâka” denir. Deve sahibi, yavrunun doğmasına ilişkin ümit beslemeye
başladığı için böyle bir ifâde kullanılır. Ümîdin rahatlık vermesi gibi, insanı
rahatlatması dolayısıyla kırmızı renge ‘ercuvân’ denmiştir.
Ümitsizliğin zıttı olup,
ümit anlamındadır; ayrıca bir şeyin olmasını beklemek ve istemek anlamlarına da
gelmektedir. Recâ, ummak-ümitetmek anlamlarına geldiği gibi, bir şeyden
“korkmak” anlamına da gelir. Ebu Talib el-Mekkî (ö. 386/996), “Recâ,
korkanların rahatlama sebebidir. Bundan dolayı Araplar, recâyı havf olarak
isimlendirirler. Çünkü havf ve recâ birbirinden uzaklaştırılamayan iki
vasıftır.” diyerek, korku ile umudun iç içe olduğunu ifade etmiştir.
Tanımlardan ve Mekkî’nin
sözünden anlaşılacağı üzere, recânın içerisinde havf da mevcuttur. Recâda,
affedilme ümidi kadar, affedilmeme korkusu ve endişesi de vardır. Korkusuz bir
af ümidi, rehavete sokarak ibadetlerden uzaklaştırabilir. Recâda, affedilme
umudu galip unsurdur, fakat affedilmeme korkusu ve endişesi de göz ardı
edilmemesi gereken bir husustur. Kuşeyrî, “Recâ, ihsanı ve ikramı bol olan Allah
(cc)’ın cömertliğine güvenmektir” “Recâ, gelecekte meydana gelecek olan ve
sevilip istenilen bir şeye kalbin ilgi ve alaka duymasıdır. Recâ da havf gibi
gelecekte meydana gelecek olan bir şeyle ilgilidir” diyerek recâyı
tanımlamıştır.
Gazâlî, recânın zıttının
ye’s ve ümitsizlik olduğunu belirtmiş ve recâyı şu şekilde tanımlamıştır: “Eğer
beklenen şey, hoşa giden bir şey ise ve kalpte de bir zevk ve rahatlama meydana
getirirse buna recâ denilir” demiştir. (Havf ve Recâ (Korku ve Ümit) Dengesi,
Yrd. Doç. Dr. Mansur GÖKCAN, ÇÜİFD, 2016, cilt: 16, sayı: 2, ss. 171-192)
3. KONU İLE İLGİLİ AYETLER
“Korkuyla ve umutla
Rablerine yalvarmak üzere (ibadet ettikleri için), vücutları yataklardan uzak
kalır ve kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah (cc) yolunda harcarlar.” (Secde
16)
“Ey oğullarım! Gidin Yûsuf’u ve kardeşini
araştırın. Allah (cc)’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü kâfirler
topluluğundan başkası Allah (cc)’ın rahmetinden ümidini kesmez.” (Yusuf 87)
“De ki: Ey kendi
nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah (cc)'ın rahmetinden ümit
kesmeyin! Çünkü Allah (cc) bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok
bağışlayan, çok esirgeyendir.” (Zümer53)
“Islah edilmesinden sonra
yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. Allah (cc)'a korkarak ve (rahmetini) umarak
dua edin. Muhakkak ki iyilik edenlere Allah (cc)'ın rahmeti çok yakındır.”
(Araf 56)
“Allah (cc)'ın azabından
emin mi oldular? Fakat ziyana uğrayan topluluktan başkası, Allah (cc)'ın
(böyle) mühlet vermesinden emin olamaz.” (Araf 99)
“İman edenler ve hicret
edip Allah (cc) yolunda cihad edenler var ya, işte bunlar, Allah (cc)'ın
rahmetini umabilirler. Allah (cc), gafûr ve rahîmdir.” (Bakara 218)
“Ey iman edenler! Allah
(cc)'tan korkun ve Peygamber (sav)ine inanın ki O, size rahmetinden iki kat
versin ve size ışığında yürüyeceğiniz bir nûr lütfetsin; sizi bağışlasın. Allah
(cc), çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” (Hadid 28)
“Müminler, müminleri
bırakıp da kâfirleri dost edinmesin. Kim bunu yaparsa, artık onun Allah (cc)
nezdinde hiçbir değeri yoktur. Ancak kâfirlerden gelebilecek bir tehlikeden
sakınmanız başkadır. Allah (cc), kendisine karşı (gelmekten) sizi sakındırıyor.
Dönüş yalnız Allah (cc)'adır.” (Ali imran 28)
“İşte o şeytan, ancak
kendi dostlarını korkutur. Şu hâlde, eğer iman etmiş kimseler iseniz onlardan
korkmayın, benden korkun.” (Ali imran 175)
“İnsanlardan,
hayvanlardan ve davarlardan da yine böyle türlü renkte olanlar var. Kulları
içinden ancak âlimler, Allah (cc)'tan (gereğince) korkar. Şüphesiz Allah (cc),
daima üstündür, çok bağışlayandır.” (Fatır 28)
“Ey iman edenler! Sizden
önce kendilerine Kitap verilenlerden dininizi alay ve oyun konusu edinenleri ve
kâfirleri dost edinmeyin. Allah (cc)'tan korkun; eğer müminler iseniz.” (Maide
57)
“Eğer seni yalanlarlarsa
de ki: Rabbiniz geniş bir rahmet sahibidir. Bununla beraber O'nun azabı,
suçlular topluluğundan uzaklaştırılamaz.” (Enam 147)
4. KONU İLE İLGİLİ HADİSLER
Hz. Enes (ra) anlatıyor: "Resulullah (sav) buyurdular ki:
"Allah (cc) diyor ki: "Ey âdemoğlu! Sen bana dua edip, (affımı) ümid
ettikçe ben senden her ne sâdır olsa, aldırmam, ben seni affederim. Ey
âdemoğlu! Senin günahın semanın bulutları kadar bile olsa, sonra bana dönüp
istiğfar etsen, çok oluşuna bakmam, seni affederim. Ey âdemoğlu! Bana arz
dolusu hata ile gelsen, sonunda hiçbir şirk koşmaksızın bana kavuşursan, seni
arz dolusu mağfiretimle karşılarım." (Tirmizi, Sünen, Daavat, 49, V, 548.)
Hz. Ebu Hüreyre (ra)
anlatıyor: " Resulullah (sav) buyurdular ki: "Mü'min, Allah (cc)
indindeki ukubeti (cezalandırmayı) bilseydi, cennetten ümidini keserdi. Eğer
kâfir Allah (cc)'ın rahmetini bilse idi, cennetten ümidini kesmezdi." (Müslim, Sahih, Tevbe, 49, III, 2109.)
Hz. Enes (ra) anlatıyor:
"Rasulullah (sav) ölmek üzere olan bir gencin
yanına girmişti. Hemen sordu: "Kendini nasıl buluyorsun? Genç de: ‘Ey Allah
(cc)'ın Resûlü, Allah (cc)'tan ümidim var, ancak günahlarımdan korkuyorum’ diye
cevap verdi. Rasulullah (sav) da şu açıklamayı yaptı: ‘Bu durumda (ölmek üzere)
olan bir kulun kalbinde (ümit ve korku) birleşti mi Allah (cc) o kulun ümid
ettiği şeyi mutlak verir ve korktuğu şeyden de onu emin kılar." (Tirmizi,
Sünen, Cenaiz, 8, III, 311; İbn Mace, Sünen, Zühd, 37, II, 1429.)
Ebu Sa'îd (ra): "Rasulullah
(sav) buyurdular ki: "Allah (cc) Teâla hazretleri, Kıyamet günü kulu
mutlaka hesaba çeker. Hatta şunu da söyler: "Münkeri gördüğün zaman onu
tatbik etmene mâni olan şey ne idi?" Eğer Allah (cc) kula hüccetini
söylemeyi telkin ederse kul şöyle der: "Ey Rabbim! Ben senin rahmetini
umdum ve insanlardan korktum (ve dinin reddettiği münkerlere müdahaleyi bu
sebeple terkettim)." (İbn Mace, Sünen, Fiten, 36, II, 1332.)
5. RECÂNIN HAKİKATİ
Gazâlî İhyada şöyle der: Recâ kalp nezdinde mahbub olanı beklemekten gelen sevgi
demektir. Fakat o beklemenin muhakkak bir sebebi vardır. Eğer intizar edilmesi
sebeplerinin çoğunun var olması için ise ona recâ ismini vermek doğru olur.
Eğer sebeplerin karışmasına rağmen bir bekleyişse ona recâ demekten daha fazla
ahmaklık ve gurur ismi uygun düşer.
Eğer sebeplerin ne
varlığı ne de yokluğu belli değilse bu bekleyişe sebepsiz olduğu için temenni
ismi daha uygun düşer. Recâ ve havf ismi ancak içinde tereddüt olan şeye
verilir. Kesin olan şeye ise bu isim verilmez. Çünkü doğuş zamanında güneşin
doğuşunu ümit ediyorum, batış zamanında batışından korkuyorum denilemez; zira o
zamanlarda doğuş ve batışı kesindir. Evet, yağmurun yağmasını ümit ediyorum ve
kesilmesinden korkuyorum denilebilir.
Allah (cc) erbabına
dünyanın ahiret için tarla olduğunu, kalbin de toprak olduğunu ve imanın
toprağa ekilen tohum gibi olduğunu öğretmiştir. İbadetle yerin sulanması ve
temizlenmesi, ark ve arazilere su ulaştırmanın yerine geçer. Dünyaya tamamen
kendisini kaptıran bir kimsenin kalbi de tohumu bitirmeyen çorak arazi gibidir.
Kıyamet günü hasad günüdür. Hiç kimse ektiğinden başkasını biçemez. Ancak
imanın tohumundan ekin biter. Tıpkı çorak yerde ekinin az bitmesi gibi. Öyle
ise insanın ümidini ziraat sahibinin ümidine kıyas etmek uygundur. Bu bakımdan
kim güzel bir toprak talep ederse ve çürük olmayan bir tohumu oraya ekerse
sonra gerekli zamanda ona ihtiyacı olan suyu verirse, yerden fuzulî dikenleri
ve otları ayıklarsa, tohumun bitmesine mâni olup ekini bozacak şeyleri
temizlerse, sonra Allah (cc)'tan yıldırımlar ve ifsad edici âfetleri ziraat
yetişinceye kadar def etmesini beklerse bu bekleyişe recâ denir.
Eğer tohumu çorak ve kuru
bir yere tümsek ve suyun varamadığı bir araziye ekerse ve ıslahı ile meşgul
olmazsa, sonra ondan hasad beklerse bu bekleyişe recâ değil, ahmaklık ve gurur
(aldanma) adı verilir.
Eğer tohumu güzel bir
araziye ekerse, fakat o arazi susuz olursa, yağmurların yağmadığı bir zamanda
yağmur beklerse, fakat aynı zamanda yağmurun yağması da muhtemel ise bu
bekleyişe recâ değil temenni (boş beklenti) adı verilir.
Nitekim Hz. Peygamber
(sav) şöyle buyurmuştur: “Akıllı kişi, nefsine hâkim olan ve ölüm sonrası için
çalışandır. Aciz kişi de nefsini hevasına tabi kılan ve Allah (cc)’tan
dileklerde bulunup durandır (bunu yeterli görendir).” (Tirmizî, Kıyamet
25; bk. İbni Mace, Zühd 31)
“Onlardan sonra yerlerine
öyle bir nesil geldi ki namazı terkettiler. Şehvetlerine uydular. Onlar kötülük
bulacaklardır.” (Meryem 59)
“Onların arkalarından
yerlerine geçip kitaba vâris olan birtakım insanlar geldi ki onlar şu alçak
dünyanın menfaatini alıyorlar 'Biz nasıl olsa bağışlanacağız' diyorlar.” (Araf 169)
Madem durum budur, o
halde ibâdetlere dalan, günahlardan sakınan kul, Allah (cc)'tan nimetin
tamamını beklemeye lâyıktır. Nimetin tamamı da ancak cennete girmekle elde
edilir. Asi bir kimse ise tevbe eder, eski kusurlarını telafi ederse ancak o
zaman tevbesinin kabul edilmesini bekleyebilir. Zaten ümit de sebeplerin
hazırlanmasından sonradır.
“Onlar ki inandılar,
hicret ettiler, Allah (cc) yolunda savaştılar, işte onlar Allah (cc)'ın
rahmetini umarlar.” (Bakara 218)
Allah (cc) ümidi,
müstehak olanlara tahsis etmiştir, Allah (cc)'ın hoşuna gitmeyen şeylere dalıp
nefsini kınamayan ve tevbeye azimli olmayan bir kimseye gelince, onun ümidi
çorak yere tohum ekip, o tohumu sulamayan ve yabani otları temizlemeyen bir
kimsenin ümidi gibi ahmaklıktır.
Recanın Fazileti ve Recaya Teşvik:
Recâ ile amel, korku ile
amelden daha yücedir; zira Allah (cc) katında kulların en sevimlisi Allah (cc)'ı
en fazla sevendir. Sevgi ise, recâ ile galebe çalar. Bu, biri cezasından
korkarak, diğeri de sevdiği için hizmet edilen iki hükümdarla ölçülebilir. Bu
sırra binaen recâ ve güzel zan hakkında birçok terğıbler vârid olmuştur.
Özellikle de ölüm vaktinde: “Sakın Allah (cc)'ın
rahmetinden ümitsiz olmayın!” (Zümer 53) Bu bakımdan Allah (cc) ümitsizliği
haram kılmıştır.
“Sizden bir kimse Allah
(cc) hakkındaki zannını düzelterek ölüme hazırlansın.” Müslim
Hz. Peygamber (sav) ölüm
sekeratında olan bir kişinin yanına girdi ve ona şöyle sordu: “Kendini nasıl
hissediyorsun? Günahlarımdan korktuğumu, rabbimin rahmetini umduğumu
hissediyorum! Onların ikisi bu yerde (ölüm çağında) bir kulun kalbinde bir
araya gelirse Allah (cc) o kula umduğunu verir ve onu korktuğundan emin kılar.”
Mürsel (İsnadında, sahâbî olan râvisi veya diğer râvilerinden biri
zikredilmeyen hadis.) bir hadistir. (Tirmizi, Cenaiz 11, (983); İbnu Mace, Zühd
31, (4261).)
Hz. Ali (ra) günahlarının
çokluğundan korkarak ümitsizliğe kapılan bir kişiye şöyle dedi: 'Ey kişi, senin
Allah (cc)'ın rahmetinden ümitsiz olman, günahlarından daha tehlikelidir'.
Ümidin Çaresi ve Sebepleri
İki sınıf insan, ümit ile
tedaviye muhtaçtır. Bunlardan biri ümitsizliğe düşüp ibadeti terkeden, diğeri
de fazla korkuya kapılıp kendisine ve ailesine zarar verecek şekilde ibadete
dalan kişidir. Bunların ikisi de itidâlden ayrılmış olup ifrat ve tefride
kaymışlardır. Bunların kendilerini itidâle sevkedecek tedaviye ihtiyaçları
vardır.
Ne zaman itidâlden
kayarsa onu itidâle çevirecek şekilde tedavi etmek gerekir. İtidâlden daha
fazla uzaklaştıran ilâçla tedavi edilmemelidir. Bu zaman öyle bir zamandır ki o
zamanda halka ümit vermek uygun değildir. Korkutmakta mübalağa etmek de onları
hak caddesine ve doğruluk yollarına çeviremeyebilir.
Fakat ümit vermek onları
tamamen helâk eder. Fakat kalplere daha hafif ve nefisler katında daha lezzetli
olduğu için ve vaizlerin de hedefleri zaten kalpleri celbetmek, halkı nasıl
olursa olsun lehlerinde konuşturmaktan başka birşey olmadığı için vaizler bol
bol ümit vermeye meylettiler. Öyle ki alabildiğine fesad çoğaldı, hatta
alabildiğine tuğyana dalanlar arttı.
Nitekim Hz. Ali (ra) 'Âlim
ancak o kimsedir ki halkı Allah (cc)'ın rahmetinden ümitsiz kılmadığı gibi
azabından da emin kılmaz' demiştir.
Biz Kitab'a ve Sünnete
uyarak ümitsizliğe düşeni ve fazla korkuya kapılanı bu çıkmazdan kurtarmak için
recâ ve ümidin sebeplerini zikredeceğiz. Kitap ve Sünnet ümit ve korkuyu
kapsamaktadır. Çünkü onlar her çeşit hasta hakkında şifanın sebeplerini
toplamıştır.
O zaman, Allah (cc)'ın
kullarına dünyada vermiş olduğu nimetlerinin incelikleri, insan fıtratında
gözettiği hikmetlerin acaiplikleri bilinir.
Dolayısıyla insan ilâhî
inayetin bu inceliklerin benzerlerinde kullardan esirgenmediğini, hatta kullar
için zînet ve ihtiyaçtaki meziyetlerin yokluğuna bile rıza göstermediğini
anlar. İlâhî inayet onları ebedî helâke sevketmeye nasıl razı olabilir? Aksine
insan şifa verici bir bakışla baktığı zaman bilir ki halkın çoğu için daha
dünyada saadetin sebepleri hazırlanmıştır. Hatta halkın çoğu kendisine 'Ölümden
sonra azap görmeyeceksin veya asla dirilmeyeceksin!' denilse bile yine de ölümü
hoş görmez.
Madem halkın çoğunun
dünyadaki galip olan hali hayır ve selâmettir. Öyle ise Allah (cc)'ın
sünnetinin değiştiğini görmezsin. Bu bakımdan ahiret işi de böyle olur. Çünkü
dünya ve ahireti tedvir eden Bir'dir. O gafur, rahîm ve kulları için latîfdir.
Onlara merhamet edicidir. Bu durum hakkı ile düşünüldüğü zaman, bu düşünce ile
recâ'nın sebepleri kuvvet bulur.
İkincisi, ayetleri ve
hadîsleri tedkik etmektir. Bu bakımdan ümit hakkındaki vârid olanlar
sayılmayacak kadar çoktur.
“De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah'ın rahmetinden
ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok
bağışlayan, çok esirgeyendir.” (Zümer 53)
Hz. Peygamber (sav) bu
ayeti okuduğunda 'O perva etmez, çünkü o gafûr ve rahimdir' demiştir.
“Neredeyse yukarılarından gökler çatlayacak! Melekler de Rablerini hamd ile
tesbih ediyorlar ve yerdekiler için mağfiret diliyorlar. İyi bilin ki Allah çok
bağışlayan, çok esirgeyendir.” (Şûrâ 5)
Allah (cc) ateşi
düşmanlarına hazırladığını, ancak onunla dostlarını korkuttuğunu haber
vermiştir.
“Onların üstlerinde
ateşten tabakalar, altlarında da (öyle) tabakalar var. İşte Allah kullarını bununla
korkutuyor. Ey kullarım! Yalnızca benden korkun.” (Zümer 16)
“Kâfirler için
hazırlanmış bulunan ateşten sakının!” (Âlu İmran 131)
“(Müşrikler) senden
iyilikten önce kötülüğü çabucak istiyorlar. Halbuki onlardan önce ibret
alınacak nice azap örnekleri gelip geçmiştir. Doğrusu insanlar kötülük
ettikleri halde Rabbin onlar için mağfiret sahibidir. (Bununla beraber)
Rabbinin azabı da çok şiddetlidir.” (Ra'd 6)
Konuyla ilgili bazı
hadislerde aşağıdaki gibidir: “Kul bir günah işleyip Allah (cc)'tan af talep
ettiğinde, Allah (cc) meleklerine şöyle der: 'Kuluma bakınız! Bir günah işledi
ve kendisinin günahları affeden ve günahtan dolayı azap eden bir rabbi olduğunu
hatırladı. Ben sizi şahid tutarım ki onu affettim.” (Buhari, Tevhid 35; Müslim,
Tevbe 29)
“Eğer kul, günahları
göklere varıncaya kadar günah işlese, benden af dilediği ve umduğu müddetçe o
günahlarını affederim. Eğer kulum yeryüzüdolusu günah ile benim huzuruma gelse,
ben de yeryüzü dolusu af ile onu karşılarım.” (Tirmizi Deavat, 98)
“Allah (cc), halkı yaratmadan önce 'rahmetim
öfkemi geçmiştir' diye kendi üzerine rahmeti yazmıştır.” (Buhâri, Tevhid 15,
22, 28, 55, Bedi'ül'-Halk 1; Müslim, Tevbe 14, (2751); Tirmizi, Daavat 109,
(3537).)
“Muaz b. Cebel ve Enes b. Mâlik'ten (ranhum) şöyle
rivayet ediliyor: Kim 'Lâ ilâhe illâllah' derse cennete girer.” (Müslim,
Kitabü'l- iman, 53)
“Kalbinde zerre kadar
imanı olan ateşe (ebedî kalmak üzere) girmez.” (Müslim, Iman 147; Ebu Davud,
Edeb 29. (4091); Tirmizi, Birr 61, (1999).)
“Mü’min, Allah katında
olan azabı bilmiş olsaydı, hiç kimse cennete göz dikmezdi. Kâfir de Allah
katında olan rahmeti bilmiş olsaydı, hiç kimse cennetten ümidini
kesmezdi.” (Müslim, Tevbe 23, (2755); Tirmizî, Da'avât 100, (3542)).
“Ey insanlar! Rabbinizden
korkun! Çünkü kıyamet vaktinin depremi müthiş bir şeydir!” (Hacc 1). Hz. Peygamber
(sav) bu ayeti okuduğu zaman şöyle buyurmuştur: Bunun hangi gün olduğunu
biliyor musunuz? Bu o gündür ki Adem'e 'Kalk! Zürriyyetinden ateşe gidecek
grubu gönder!' denir. Âdem 'Onlar ne kadardır?' diye sorunca, Adem'e 'Her bin
kişiden, dokuzyüz doksandokuzu cehenneme girecektir' denir. Bu söz üzerine, Hz.
Peygamber (sav)'i dinleyenler, dehşete kapılıp ağlamaya başladılar. Bütün gün
meşgul olup amel etmez oldular. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav) yanlarına
çıkıp 'Neden amel etmiyorsunuz?' dedi. Dediler ki: 'Bunu bize söyledikten sonra
kim amelle meşgul olur?'
Hz. Peygamber (sav) şöyle
dedi: Siz ümmetler arasında ne kadarsınız ki? Tavil, Taris, Mensik, Ye'cüc ve
Me'cüc nerededirler? Bunlar Allah (cc)'tan başka sayıları bilinmeyecek
ümmetlerdir. Siz ancak diğer ümmetler arasında siyah öküzün derisindeki beyaz
kıl gibisiniz. Yürüyen hayvanın ön ayağındaki nişan gibisiniz.” (Tirmizî,
44/Tefsîru’l-Kur’ân, 22 (V, 323-324), nr: 3169.) Hz. Peygamber (sav)in halkı
nasıl korku kamçısı ve ümit gemiyle Allah (cc)'a doğru sevkettiğine dikkat et!
Zira önce onları korku kamçısıyla sevketti. Sonra bu korku onları normal
hududların dışına çıkarıp ye'se düşürdüğü zaman, Hz. Peygamber (sav) onları
ümit ilâcıyla tedavi etti.
Onları itidale çevirdi.
Bu sonuncusu, birincisine zıd değildir. Fakat Hz. Peygamber (sav) birincisinde
'Şifaya sebep olacağını' gördüğü şeyi zikretti ve sadece onunla yetindi. Onlar
ümitle tedavi edilmeye muhtaç olduklarında işin tamamını onlara söyledi.
“Eğer siz günah işlememiş
olsaydınız, Allah (cc), affetmek için günah işleyen bir halk yaratırdı.” (Müslim,
Tevbe, 9, 10, 11)
“Nefsimi kudret elinde
tutan Allah (cc)'a yemin olsun! Mü'min kulu hakkında Allah (cc), şefkatli
annenin evladına merhametinden daha fazla merhametlidir.” (Buhârî, Edeb, 18;
Müslim, Tevbe, 22.)
“Sizden hiçbir kimse
yoktur ki ameli onu cennete soksun veya onu ateşten kurtarsın. Sen de mi?
Ben de! Ancak Allah (cc)'ın rahmeti beni örtmüştür.” (Buharî, Rikak,18; Müslim,
Münafikîn, 71-73).
“Amel
edin! Müjde verin. Bilin ki hiçbir kimseyi ameli kurtaramaz.” Buhari,Müslim
Hz. Peygamber (sav) de
şöyle buyurmuştur: “Cennette yüz derece vardır ki, Allah onları Allah yolunda
cihâd edenler için hazırlamıştır. Her derecenin arası yerle gök arası kadardır.
Allah’tan istediğinizde, Firdevs’i isteyiniz! Zira o, cennetin ortası ve en
yüksek yeridir.” (Buhârî, Cihâd, 4; Tevhîd, 22. Ayrıca bkz. Nesâî, Cihâd,
18; Ahmed, II, 335, 339)
Ashabın ve Alimlerin Sözleri
Hz. Ali (ra) şöyle
demiştir: 'Kim bir günah işler, Allah (cc) da dünyada onun günahını örterse, Allah
(cc) o örtüyü kıyamette kaldırmaktan beridir. Kim bir günah işlerse, dünyada
onun cezasını görürse, ahirette ikinci bir defa kulundan intikam almaktan Allah
(cc) beridir.'
Süfyan es-Sevrî şöyle demiştir:
'Ben hesabımın anama babama bile havale edilmesini istemem. Çünkü Allah (cc)'ın
onlardan bana daha merhametli olduğunu biliyorum.'
6. KORKUNUN HAKİKATİ
Havf /korku kalbin
yanmasından ibarettir.
Korku kendisinden
korkulan şeyin tabiatında bulunan bir sıfattan ileri gelir. Ateşin tabiatında
yakmak vardır, bu bakımdan mekruhun sebeplerini bilmek, kalbin yanmasına ve
elem duymasına biricik sebeptir. O yanma, Allah (cc)'tan korkmanın ta
kendisidir, bu bakımdan insanların rabbinden en fazla korkanı, nefsini ve
rabbini en iyi bilenidir.
Hz. Peygamber (sav) şöyle
buyurmuştur: “Ben sizin içinizde Allah (cc)'tan en fazla korkanınızım.” (Buhari
Nikah 1)
“Kulları içinden ancak
âlimler, Allah'tan (gereğince) korkar.” (Fâtır 28)
Sonra mârifet kemâle
erdiğinde kalbin yanmasını gerektirir. Sonra kalbin yangını bedene, azalara ve
sıfatlara yayılır.
Azalardaki yayılmasına
gelince, bu yayılma, azaları günahlardan alıkoymak ve ibâdetlere yönelmek
suretiyle kendisini gösterir. Bunu da daha önce yapmış olduğu kusuru telâfi
etmek ve geleceğe hazırlanmak maksadıyla yapar. Bu sırra binaen şöyle
denilmiştir: Korkan, ağlayıp gözlerini silen kimse değildir. Aksine yaptığından
dolayı ceza çekeceğini bilip terkedendir'.
Hakîm Ebu Kasım 'Herhangi
bir şeyden korkan o şeyden kaçar. Allah (cc)'tan korkan da Allah (cc)'a kaçıp
sığınır' demiştir.
Sıfatlara yayılmasına
gelince, şehvetleri gemlemesi, lezzetleri bulandırması ile olur. Dolayısıyla
nezdinde sevimli olan günahlar, bu sefer çirkin görünmeye başlarlar. Nitekim
balın, balı sevenin nezdinde, içinde zehir olduğunu bildiği zaman çirkin
göründüğü gibi...
Bu bakımdan şehvetler
korku ile gemlenir, âzalar edeplenir. Kalpte sönüklük, korku, zillet ve
meskenet hâsıl olur. Kibir, hıkd ve hased kalpten ayrılır. Kalp, bütün
himmetini korkuya sarfeder, akibetin tehlikesine bakmaya yönelir ve başkasına
bakmaya vakit bulamaz. Böylece onun hali, yırtıcı bir hayvanın pençesine düşen
bir kimsenin haline benzer. Bu kimse pençesinde bulunduğu hayvanın, kendisini
bırakıp bırakmayacağını, kendisini parçalayıp parçalamayacağını bilemez. Bu
kimsenin zâhir ve bâtını, korktuğu nokta ile meşguldür. O noktadan başka onun
kalbinde herhangi bir şey bulunmaz. Bu durum, kendisine korkunun hâkim olduğu
bir kimsenin durumudur. Sahabe ve tâbiînden bir cemaatin hali böyleydi.
Murakabe, muhasebe ve
mücahedenin kuvveti, kalbin elem ve yanmasından ibaret olan korkunun kuvveti
nisbetindedir. Korkunun kuvveti ise, Allah (cc)'ın celâlini, sıfat ve
fiilerini, nefsinin ayıplarını ve önündeki tehlikeleri bilmesinin kuvveti nisbetindedir.
Amellerde eseri beliren
şeylerden olan korkunun en az derecesi, kişiyi mahzurlu şeylerden menetmesidir.
Kişiyi mahzurlu şeylerden menetmekten meydana gelen hâle vera denir. Eğer
kuvveti artarsa, kendisine haramın katılması mümkün olan şeylerden de sakınır
ve böylece haram olmadığını bildiği (birtakım) mübahlardan da sakınır. Bu hâle
takva adı verilir; zira takva demek, kendisinde şüphe bulunanı bırakıp,
kendisinde şüphe olmayana yönelmek demektir. Bu hareket, bazen kendisini
zararsız birtakım hareketleri, zararlının korkusundan terketmeye de sürükler.
Bu durumda takvada doğruluktur (sıdk).
Korkunun Dereceleri, Kuvvet ve Zayıflıkta
Farklılık Göstermesi
Korku, dinen övülmüş bir
sıfattır. Çoğu zaman her korkunun dinen övüldüğü, daha kuvvetli ve daha çok
olan korkunun daha fazla övüldüğü zannedilir.
Korkunun da azı, çoğu ve
normali vardır. Dinen övülen korku, normal olan korkudur.
Fudayl b. İyaz şöyle
demiştir: "Sana 'Allah (cc)'tan korkar mısın?' denildiği zaman sus! Çünkü
eğer 'Hayır! Korkmam' dersen kâfir olursun. 'Evet! Korkuyorum' dersen, yalan
söylemiş olursun!".
Kendisi bu sözüyle azalan
günahlardan alıkoyan ve ibâdetlerle bağlayan korkuya işaret etmiştir. Azalarda
müsbet bir tesir meydana getirmeyen korku ise, nefse gelen bir şeydir. Ona korku
demeye değmez.
Müfrit korku şiddetlenir,
normalin hududunu geçer. Hatta ümitsizliğe kadar varır. Bu şekildeki korku da
kötüdür. Çünkü bu durum, insanı amelden meneder. Korku da bazen insanı
hastalık, zâfiyet, akılsızlık ve dehşete götürür. Bu bakımdan korkudan gaye;
kamçıdan ne kastolunuyorsa o olmalıdır. O da amele zorlamaktır. Eğer bu
olmasaydı, korku hiçbir zaman kemâl sayılmazdı.
Korkulan Şeye Nispetle Korkunun Kısımları
Hz. Peygamber (sav)
birgün minberin üzerinde sağ elini kapatıp şöyle demekle buna işaret etmiştir:
“Şu Allah (cc)'ın
kitabıdır. Allah (cc) bu kitabda cennet ehlini, ecdadlarının isimleriyle
beraber yazmış bulunuyor. Onların içine ne bir kimse katılır ne de onlardan
biri eksilir. Sonra sol elini kapatarak şöyle buyurmuştur: Bu Allah (cc)'ın
kitabıdır. Burada isimleriyle ve ecdadlarının isimleriyle cehennemlikleri
yazmıştır. Onlara ne biri eklenir ne de eksilir. Saadet ehli, sanki şekavet
edilmiş gibi şekavet ehlinin ameliyle amel eder. Hatta 'Şekavet ehlinin ta
kendileridir' denilir. Sonra Allah (cc), ölümden önce bir devenin iki sağımı
arası kadar bir zaman kalsa bile onları şekavetten kurtarır. Yemin olsun,
şekavet ehli sanki saadet ehliymiş gibi saadet ehlinin ameliyle amel eder.
Sonra ölümden önce Allah (cc) bir devenin iki sağımı arası kadar dahi olsa
şekavet ehlini saadet ehlinin zümresinden çıkarır. Said odur ki Allah (cc)'ın
kaza ve kaderiyle said olmuştur. Şakî ise, Allah (cc)'ın kazâ ve kaderiyle şakî
olan kimsedir. Ameller ise sonuçlarına bağlıdır!” (Tirmizi, Kader 8, (2142))
Günahtan korkmak salih
kimselerin, Allah (cc)'tan korkmak ise (muvahhid) birleyici ve sıddîklaın
korkusudur. Bu korku, Allah (cc)'ın marifetinin meyvesidir. Kim Allah (cc)'ı ve
sıfatlarını bilmiş ise onun sıfatlarından, suçsuz olsa dahi kendisinden
korkması gereken kısımları tanımış olur. Belki âsî kimse hakkıyla Allah (cc)'ı
tanımış olsaydı günahından değil, Allah (cc)'tan korkardı.
'Ârif ateşten değil,
ancak Allah (cc)'tan mahcub olmaktan korkar.’
Korkunun Fazileti ve Korkuya Teşvik
Korkunun fazileti bazen
düşünmek ve ibret almakla, bazen de ayet ve hadîslerle bilinir.
İbret almanın yolu şudur: Bir şeyin fazileti, insanı ahirette Allah (cc) ile
mülâki olma saadetine götürmekteki rolüne göredir. Anlaşıldı ki ahirette Allah
(cc) ile mülâki olma saadetinin varlığı, ancak muhabbetini istemekle ve dünyada
O'nunla yakınlık kurmakla mümkündür.
Muhabbet de ancak
mârifetle, mârifet de düşüncenin devamıyla, ünsiyet de ancak muhabbetle ve
zikrin devamıyla elde edilir. Zikir ve düşünceye devam etmek ancak dünya
sevgisini kalpten atmakla mümkün olur. Dünya sevgisi de ancak dünyanın lezzet
ve şehvetlerini terketmekle kalpten çıkar. Nefsin isteklerinin terkedilmesi,
ancak şehvetleri yok etmekle mümkündür. Şehvetler de korku ateşiyle yok
oldukları gibi, hiçbir şeyle yok olmazlar. Bu bakımdan şehvetleri yakan ateş,
korkudur. Zira korkunun fazileti, yaktığı şehvetler nisbetinde ve insanı
günahtan alıkoyduğu ve ibadetlere teşvik ettiği nisbettedir.
Korku nasıl faziletli
olmasın? Çünkü iffet, verâ, takva ve mücahede ancak korku ile elde edilir.
Bunlar ise, Allah (cc)'a hakkıyle yaklaştırıcı ve dinen övülen faziletli
amellerdir.
Allah (cc) bu konu
hakkında şöyle buyuruyor: “Musa'nın öfkesi dinince levhaları aldı. Onlardaki
yazıda Rablerinden korkanlar için hidayet ve rahmet (haberi) vardı.” (Araf 154)
“Kulları içinden ancak âlimler, Allah'tan (gereğince) korkar.” (Fâtır 28). Allah
(cc) bu kulları korkmalarından ötürü ilimle vasıflandırmıştır.
“Allah (cc) onlardan razı
olmuş, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte bu, rabbine saygı gösterene
mahsustur.” (Beyyine 8)
İlmin faziletine delâlet
eden her delil, korkunun faziletine de delâlet eder. Çünkü korku ilmin meyvesidir.
Eğer korkuyu meyve olarak
veren şeye bakılırsa, onun ilim olduğu görülür. Eğer korkunun meyvesine
bakılırsa o takvadır. İlim ve takvanın faziletleri hakkında vârid olan hükümler
ise hiç kimseye gizli değildir. Hatta iyi sonuç takvaya verilir. Nitekim hamdin
Allah (cc)'a, salâtın Rasûlullah'a mahsus olduğu gibi...
Öyle ki 'Hamd âlemlerin
rabbi olan Allah (cc)'a, iyi sonuç muttakîlere, sâlat da efendimiz Hz. Muhammed
(sav)'e ve onun bütün âline mahsustur' denir. “Allah (cc), takvayı nefsine
izafe etmek sûretiyle tahsis kılarak şöyle buyurmuştur: “Onların ne etleri ne
de kanları Allah'a ulaşır; fakat O'na sadece sizin takvânız ulaşır.” Takva
ancak korku ile daha önce geçtiği gibi haramlardan sakınmaktan ibarettir. “Allah
(cc) katında en üstün olanınız, takvası en fazla olanınızdır.” (Hucurât 13)
“Sizden önce kitab
verilenlere de size de 'Allah (cc)'tan korkun!' diye tavsiye ettik. Eğer inkâr
ederseniz (biliniz ki) göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah (cc)'ındır.” (Nisâ
131)
“Eğer inanmış iseniz,
onlardan korkmayın, benden korkun!” (Âlu İmran 175)
Görüldüğü gibi, Allah
(cc) korkmayı emrediyor, iman için şart koşuyor. Bu nedenle bir mü'minin ne
kadar zayıf olursa olsun korkudan ayrılması düşünülemez. Mü'minin korkusunun
zafiyeti mârifet ve imanının zâfiyeti nisbetindedir.
Hz. Peygamber (sav)
takvanın fazileti hakkında şöyle buyurmuştur: “Allah (cc) geçmiş ve gelecekleri
belli bir günde topladığı zaman, en kenarda kalanları tarafından bile işitilen
bir sesle karşı karşıya kalırlar, O ses sahibi der ki: 'Ey insanlar! Sizi
yarattığım günden bugüne kadar sizin için susup (sizi dinledim), siz de bugün
benim için susun, (beni dinleyin): Onlar amellerinizdir. Sizin üzerinize vârid
olur'.
Ey insanlar! Ben size bir
neseb seçtim. Siz de başka bir soy seçip benim seçmiş olduğum nesebi
bıraktınız, kendinizin seçtiği nesebi yücelttiniz. Ben 'Allah (cc) katında
sizin en şerefliniz, takvası en fazla olanınızdır' dedim. Siz bunu kabul
etmekten imtina edip ille şöyle demekte israr ettiniz: 'Filan filanın oğludur!
Filandan daha zengindir!' Bugün sizin seçtiğiniz nesebi bırakıp, benim kılmış
olduğum nesebi yücelteceğim. (Öyleyse) muttakîler nerede? Muttakîler için bir
sancak yükseltilir. Muttakîler o sancağı takip ederek Allah (cc) tarafından
kendileri için takdir edilen makamlarına giderler. Dolayısıyle hesaba
çekilmeden cennete girerler.” (Hâkim el-Müstedrek II/503, Taberânî (H. 360),
el-Mu’cemü’l-Evsat IV/388)
Zikrin faziletleri
hakkında vârid olan şeyler de gizli değildir. Allah (cc) zikri korkanlara
mahsus kılarak şöyle buyurmuştur: “Allah (cc)'a saygılı olan hatırlar, (öğüt
alır).” (Alâ 10)
“Rabbinin makamından
korkan bir kimse için iki cennet vardır.” (Rahmân 46)
Allah (cc) (bir hadîs-i
kudsî'de) şöyle buyurmaktadır: “İzzetime yemin ederim ki kulum için iki korkuyu
ve iki emniyeti bir araya getirmeyeceğim. Eğer kulum dünyada benden emin olursa
kıyamet gününde onu korkuturum. Eğer dünyada benden korkarsa kıyamet gününde
onu emin kılarım”. (İbn Hibban, Sahihu İbn Hibban, 2/406; Bezzar, Müsned,
14/342; Beyhaki, Şuabu’l-İman, 2/223; İbnu’l-Mübarek, ez-Zuhd, 1/50)
Sehl şöyle demiştir:
'Helâl yemedikçe korkuyu elde edemezsin!
'Hasan'a şöyle denildi: Ey
Ebu Said! Biz ne yapalım? Bizi aklımız uçacak derecede korkutan kavimlerle
beraber oturuyoruz. Allah (cc)'a yemin olsun! Sizi korkutan bir kavimle
arkadaşlık yapmanız, sizi emin kılan bir kavimle arkadaşlık yapmanızdan daha
hayırlıdır.
Ebu Süleyman ed-Dârânî
dedi ki: 'Korku herhangi bir kalbten ayrılırsa, o kalp harab olur'.
“Hz. Âişe (rah), Hz. Peygamber (sav)'e şöyle
sorar: Ey Allah (cc)'ın Rasûlü! 'Rablerinin huzuruna varacaklarından yürekleri
çarparak zekâtlarını verenler' (Mü'minûn 60) ayetinde bahsi geçen kimseler
hırsızlık ve zina yapan kişiler midir? Rasulullah (sav) da cevaben: ‘Bilakis
oruç tutan, namaz kılan, sadaka veren ve bu ibâdetlerin kendisinden kabul
edilmeyeceğinden korkan kimsedir’ dedi.” Tirmizî, İbn Mâce, Hâkim
Kalbin hal-i hazırda
birisiyle meşgul olup gafletinden ötürü, öbürüsüne iltifat etmemesi de
mümkündür. Bunun böyle olması şu noktadan ileri geliyor: Ümit ve korkunun
şartındandır ki, şüpheli olan nesne ile ilgili bulunsunlar; zira malûm olan bir
şey ne umulur ne de ondan korkulur. Madem durum budur, varlığı mümkün olan
mahbubun yokluğu da şüphesiz ki mümkündür. Bu bakımdan varlığı kalbe rahat
verirse ümit olur. Yokluğu kalbi üzerse o da korkudur. Bu iki şey, şüphesiz
zıttırlar. Eğer o beklenen şey şüpheli ise durum budur. Şüphenin iki tarafından
biri, bir kısım sebeplerin hazır olmasından dolayı başkasına galebe çalar ki buna
zan denir. Bu da birinin diğerine galebe çalmasının sebebi olur. Zannın üzerine
mahbubun varlığı galebe çaldığında ümit tarafı kuvvet bulur. Ona göre korku
gizlenir. Aksi de böyledir. Her durumda ümit ile korku, ayrılmaz iki
haslettirler.
“Gerçekten onlar
hayırlara koşarlar, umarak ve korkarak bize dua ederlerdi.” (Enbiyâ 90)
“Yanları yataklarından
uzaklaşır, korkarak ve umarak rablerine dua ederler.” (Secde 16) Nitekim Allah
(cc) şöyle buyurmuştur: “Size ne oluyor
ki Allah (cc) için saygı ummuyorsunuz korkmuyorsunuz?” (Nuh 13)
Çoğu kez Kur'an birşeyi
onun ayrılmaz parçası ile ifade etmektir. Öyleyse Allah (cc) korkusundan
ağlamanın fazileti hakkında vârid olan her hüküm, korkunun faziletini
belirtmektir. Çünkü o ağlama, korkunun meyvesidir.
“Artık kazandıklarının cezası olarak az gülsünler ve çok ağlasınlar.” (Tevbe 82)
“Ağlayarak çeneleri üstü
kapanırlar ve Kur'an onların derin saygısını artırır.” (İsrâ 109) “Şimdi siz bu
Kur'an'a mı şaşıyorsunuz ve gülüyorsunuz da ağlamıyorsunuz ve siz baş kaldırıyorsunuz?”
(Necm 59-61)
“Mü'min bir kulun
gözlerinden, sinek başı kadar olsa dahi Allah (cc) korkusundan yaş aksa, sonra
onun yüzünün kızgınlığından birşeye isabet etse, muhakkak ki Allah (cc) onu
ateşe haram kılar.” Taberânî, Beyhakî
“Mü'minin kalbi Allah
(cc)'ın korkusundan ürperdiği zaman, yapraklar ağaçtan döküldüğü gibi günahları
dökülür.” Taberânî, Beyhakî
“Allah (cc) korkusundan
ağlayan bir kimse sağılan süt memeye tekrar girmedikçe- ateşe girmez (Tirmizî,
Zühd, 9) “Allah (cc)'ın korkusundan ötürü gözden akan bir damla yaştan veya Allah
(cc) yolunda akıtılan bir damla kandan Allah (cc) katında daha sevimli bir şey
yoktur.” (Tirmizî, Fezâilü’l-cihâd 26) (Ebu Ummâme'den) “Ey Allahım! Bana çokça
ağlayan iki göz ihsan et ki göz damlaları akıtmak sûretiyle kalbe şifa
versinler.” Müslim, Buhârî
Yedi sınıf insan vardır,
arşın gölgesinden başka gölgenin bulunmadığı bir günde Allah (cc) onları
gölgelendirir. Hz. Peygamber (sav) bu hadîsi uzun uzadıya izah ettikten sonra
şöyle demiştir: O sınıflardan biri de tenhada bulunduğu halde Allah (cc)'ı anan
ve gözlerinden yaşlar akan bir kimsedir.
Ebubekir Sıddîk (r.a) der
ki: 'Bir müslüman ağlayabildiği kadar ağlasın, ağlayamayan ise kendini ağlamaya
zorlasın'.
Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in kâtibi Hanzala İbnu'r-Rebî el-Esedî (r.a)
anlatıyor: Birgün Hz. Ebu Bekir (r.a)'la karşılaştık. Bana:
"-Nasılsın?" diye sordu. "-Hanzala münafık oldu"dedim.
"-Sübhanallah, sen neler söylüyorsun?" diye şaşırdı. Ben açıkladım.
"-Hz. Peygamber (sav)'in huzurunda olduğumuz sırada bize cennet ve
cehennemden söz edilir, sanki gözlerimizle görmüş gibi oluruz. Oradan ayrılıp
çoluk çocuğumuza, bağ bahçemize karışınca çoklukla unutup gidiyoruz". Hz.
Ebu Bekir (r.a) de: "-Allah'a yemin olsun ben de aynı şeyi
hissediyorum" dedi. Beraberce Hz. Peygamber (sav)'e gittik ve bu durumu
açtık. Bize: "-Nefsimi kudret elinde tutan Zat-ı Zülcelâl'e kasem olsun
siz, benim yanımdaki hâli dışarda da devam etirip (cennet ve cehennemi)
hatırlama işini koruyabilseniz melekler sizinle yataklarınızda, yollarda
müsafaha ederdi. Fakat ey Hanzala, bazan öyle bazan böyle olması normaldir
(münâfıklık değildir)" dedi ve (son cümleyi üç kere tekrarladı."
Müslim, Tevbe 12, (2750); Tirmizî, Kıyamet 60, (2516). Ümit, ağlama, takva,
verâ ve ilmin fazileti hakkında ve Allah (cc)'ın azabından emin olmanın da
aleyhinde vârid olan bütün hükümler Allah (cc) korkusunun faziletine de delâlet
ederler. Çünkü bütün bunlar korku ile bağlantılı bulunurlar, kimi korkunun
sebebi ve kimi de korkudan doğan hallerdir.
7. KORKUNUN MU ÜMİDİN Mİ FAZLASI DAHA
FAZİLETLİDİR, YOKSA İKİSİNİN DE NORMALİ Mİ DAHA FAZİLETLİDİR?
Korku ve ümidin fazileti
hakkında vârid olan haberler pek çoktur. Çoğu kez korku ile ümide bakan bir
insan hangisinin daha üstün olduğunda şüpheye düşer. Kişinin 'Korku mu daha
üstündür, recâ mı?' suali yanlış bir sualdir. Tıpkı 'Ekmek mi üstündür yoksa su
mu?' diyenin sözüne benzer. Bunun cevabı 'Aç bir kimse için ekmek sudan daha
üstündür. Susamış bir kimse için ise su daha üstündür ve bu iki durum bir arada
bulunursa, duruma bakılır. Eğer açlık daha galip ise, ekmek daha üstündür.
Susuzluk daha galipse, su daha üstündür. Eğer eşit iseler fazilette de
eşittirler' demektir.
Eğer galip olan durum Allah
(cc)'ın rahmetinden ümitsizlik ise, ümit daha faziletlidir. Aynen bunun gibi
eğer kul üzerinde galip olan durum, günahkârlık ise, böyle bir kul için korku
daha üstündür. Kayıtsız ve şartsız korku daha üstündür demek caizdir.
Günümüzde korku daha
faziletlidir denebilir. Çünkü halk arasında Allah (cc)'ın affına aldanmak ve
günahlara dalmak daha yaygın bir haldir.
Rivayet ediliyor ki Hz.
Ali (r.a) çocuklarından birine 'Ey oğul! Allah (cc)'tan öyle bir şekilde kork
ki bütün yeryüzünde yaşayan insanların sevaplarıyla O'nun huzuruna varsan bile
o sevapları senden kabul etmeyeceğini düşün ve Allah (cc)'tan öyle bir şekilde
ümitli ol ki eğer yeryüzündeki bütün insanların kötülükleriyle O'nun huzuruna
gelsen bile seni bağışlayacağını düşün' demiştir.
Bu sırra binaen Hz. Ömer
(r.a) şöyle demiştir: 'Eğer bir kişi müstesna bütün insanlar ateşe girecek
dense, o kişinin ben olmasından ümidimi kesmem ve yine bütün insanlar bir kişi
müstesna cennete girecek dense, muhakkak o kişi olmaktan korkarım!'
Hz. Ömer (r.a) kalbini
inceden inceye tedkik ederdi. Hatta münâfıkları en iyi bilen Hz. Huzeyfe'den
'Acaba bende münafıklık var mı?' diye sorardı. Çünkü Hz. Peygamber (sav),
Huzeyfe'ye münafıkları bildirmişti. Madem durum budur, öyleyse kalbini gizli
nifaktan ve gizlice Allah (cc)'a ortak koşmaktan temizlemeye kimin gücü yeter?
Eğer kişi, kalbinin bundan temizlenmiş olduğuna inanırsa, bilâhare
bozulmayacağından nasıl emin olabilir? Ayıbının kendisinden gizlendiğinden
nasıl emin olabilir? Eğer buna da güveniyorsa, son nefesine kadar bu durum
üzerinde kalacağına dair nereden teminat almıştır?
Hz. Peygamber (sav) şöyle
buyurmuştur: “Kişi elli senelik ömrü boyunca cennet ehlinin ameli gibi, Allah
(cc)'a ibâdet eder. Öyle ki cennetle arasında bir karış kadar mesafe kalır.
(Bir rivayette; onunla cennetin arası ancak bir devenin iki sağımı arası kadar
kalır, Allah (cc)'ın kaza ve kaderi ilâhisi onun önüne geçer ve cehennem
ehlinin ameliyle onun defteri sonuçlanır).” Bezzar ve Taberânî
Devenin iki sağımı arası
kadar bir miktar, azalarla amel yapmaya müsait olmayan bir zamandır. O ancak
ölüm çağında insanoğlunun kalbinden geçenin sığacağı kadar bir zamandır. Bu
durum, kişinin sonunun kötülükle sonuçlanmasını gerektirir! Öyle ise kişi
bundan nasıl emin olabilir? Madem durum budur, imanlı bir kimsenin en yüksek
hedefi, Allah (cc)'tan korkması ile Allah (cc)'ın rahmetini ümit etmesinin eşit
olmasıdır. Birçok kimsede ümidin galebe çalması aldanmasından ve mârifetinin
azlığından kaynaklanır. Bunun için Allah (cc) ümit ile korkuyu, övdüğü
insanların niteliği olarak bir arada cem'ederek şöyle buyurmuştur:
“Korkarak ve umarak rablerine dua ederler.” (Secde 16)
“Gerçekten onlar
hayırlara koşarlar, umarak ve korkarak bize dua ederlerdi.” (Enbiya 90)
Hz. Ömer gibisi nerede!
Bu bakımdan bu zamanda yaşayanlar için uygun olan şey, korkunun ümide galebe
çalmasıdır. Fakat korku ve ümitsizlik, onları ameli terketmeye ve Allah (cc)'ın
rahmetinden ümit kesmeye götürmemek şartıyla; zira bu dereceye vardırdığı
takdirde amelde tembellik ve günahlara dalmaya sebep olur.
Böyle bir durum, korku
değil, Allah (cc)'ın rahmetinden ümit kesmektir. Korku insanı ibâdet etmeye teşvik
eder, şehvetleri bulandırır. Kalbi dünyaya meyletmekten sakındırır. Aldanış
evinden kalbi uzaklaşmaya dâvet eder. İşte dinen övülen korku bu korkudur,
insanı günahlardan menetmeyen, aksine teşvik eden ve sözden ibaret olan bir
durum, korku değildir. Ümitsizliği gerektiren hareket de korku değildir.
Madem durum budur, o
halde bu üç vasfı bir araya getirmek gerekir. Fakat ölümü görmeden önce
korkunun galebe çalması en uygunudur, ölüm anında ise, insan için en uygunu
ümidin galebe çalması ve Allah (cc) hakkında hüsn-ü zanda bulunmasıdır. Çünkü
korku, insanı çalışmaya iteleyen kamçı gibidir. Ölüm anında ise, çalışma sona
ermiştir. Ümit ise kişinin kalbini kuvvetlendirir. Umduğu, rabbini ona
sevdirir. Allah (cc)'ın dostu olmadığı halde dünyadan ayrılmak, hiç kimse için
uygun değildir. Bu bakımdan dünyadan ayrılan Allah (cc)'ını sevmelidir. Çünkü Allah
(cc) ile mülâki olmayı sevenle Allah (cc) da mülâki olmayı sever. Ümit ve
muhabbet beraber olur. Bu bakımdan Allah (cc)'ın keremini ümit eden bir kimse,
aynı zamanda, Allah (cc)'ın mahbûbudur. Zaten ilim ve amellerden gaye; Allah
(cc)'ın mârifetidir ki bu mârifet muhabbet ve sevgiyi meyve olarak verir. Çünkü
sonuç O'na döner.
Ölümle insan O'nun
huzuruna varır. Öyleyse mahbûbunun huzuruna varan bir kimsenin sevinci
muhabbeti nisbetinde büyük olur. Mahbûbundan ayrılan bir kimsenin üzüntü ve
azabı da şiddetli olur. O halde ölüm anında kalpte ailesinin, evladının,
malının, meskeninin, akar ve arkadaşlarının sevgisi galip ise, bu kimsenin
bütün sevdikleri dünyadadır. Bu bakımdan dünya bunun cennetidir; zira cennet
bütün sevgilileri bir araya getiren bir kıtadan ibarettir. Öyleyse bunun için
ölüm, kendisine ait cennetten çıkış ve kendisiyle istedikleri arasına perde
geren bir durumdur. Bu bakımdan kişinin Allah (cc)'tan, O'nun zikri, mârifeti
ve O'nun hakkında düşünmekten başka mahbûbu olmadığı ve dünya ile dünyanın
nimetleri kendisini mahbûbundan meşgul ettiği zaman, dünya onun için
hapishanedir! Zira hapishane, hapsolunan bir kimseyi sevdiklerine gitmekten
alıkoyan bir yerin ismidir. Bu bakımdan bu kimsenin ölümü, mahbûbunun huzuruna
varış ve hapisten kurtuluştur. Hapisten kurtulmuş ve mahbûbuyla engel
olmaksızın başbaşa kalmış bir kimsenin hali ise, herkesin malûmudur. İşte
ölümünden sonra dünyadan ayrılan herkesin ilk rastladığı sevap ve ceza budur.
Bu da Allah (cc) 'nın salih kulları için gözün görmediği, kulağın işitmediği,
beşerin hayâl bile etmediği nimetler ve dünyayı ahirete tercih eden ve dünyaya
razı olan, ona tamamen güvenen kullarına da hazırladığı bukağılar ve
zincirlerdir.
Bu bakımdan biz Allah
(cc) 'dan, bizi müslüman olarak öldürmesini ve salih kullarının zümresine ilhak
etmesini talep ederiz. Bu duanın kabul olunması ancak Allah (cc)'ın sevgisini
elde etmek ile umulabilir ve Allah (cc) sevgisine de ancak başkasının sevgisini
kalpten çıkarmak, Allah (cc)'tan başka mertebe, mal ve meskenden alâkayı
kesmekle varılır. Bu bakımdan bizim için en iyisi Hz. Peygamber (sav)'in Allah
(cc)'ı çağırdığı dua ile dua etmektir:
Ebü’d-Derdâ (r.a) rivayet
edildiğine göre, Resûlullah (sav) şöyle buyurdu: “Dâvûd aleyhisselâm şöyle dua
ederdi: Allah (cc)ım! Senden; seni sevmeyi, seni sevenleri sevmeyi ve senin
sevgine ulaştıracak amelleri sevmeyi dilerim. Allah (cc)ım! Senin sevgini bana
canımdan, ailemden ve soğuk sudan daha sevimli kıl!” (Tirmizî, Daavât 73)
Cabir (ra) der ki:
Resulullah'ın (sav) vefat etmeden üç gün önce: "Sakın, sizden biriniz Allah
(cc) hakkında hüsnü zan beslemekten başka bir hal üzere ölmesin"
buyurduğunu işittim. (Müslim, Cennet
81,82. Ebû Dâvûd, Cenâiz 13)
Korku Halini Temin Eden Çare
Allah (cc)'tan korkmanın
iki makam üzere olduğunu anlayabilirsin. O makamlardan biri Allah (cc)'ın
azabından, ikincisi O'nun zatından korkmaktır.
Allah (cc)'ın zatından
korkmak, âlimlerin ve kalp erbabının korkusudur. Onlar öyle âlim ve kalp
erbabıdır ki Allah (cc) 'nın sıfatlarından heybet, korku ve sakınmayı
gerektireni bilirler. O'nun şu ayetlerinin sırrına muttalidirler: “Allah (cc)
sizi kendinden sakındırır.” (Âlu İmran 28), “Ey mü'minler! Allah (cc)'tan O'na
yaraşır biçimde korkun ve ancak müslüman olarak can verin!” (Âlu İmran 102)
Birincisi, bütün halk
tabakasının korkusudur. O korku cennet ve cehennemin esasına inanmak ve ibâdet
ile günahtan ötürü insana verileceklerine inanmakla meydana gelir. Bu korkunun
zayıflaması gaflet ve iman zâfiyeti sebebiyle meydana gelir. Gaflet ise, ancak Allah
(cc)'ı hatırlamak, vaaz, kıyamet gününün şiddetleri hakkında düşünmek,
ahiretteki azabın çeşitlerini tefekkür etmekle silinir. Korkan insanlara
bakmak, onlarla oturmak ve onların hallerini görmekle de silinir.
Birincisinden daha yüce
olan ikinci korkuya gelince, bu tür korku, korkutanın Allah (cc)'ın ta kendisi
olmasıdır. Bundan şunu kastediyorum. Kul, Allah (cc)'tan uzaklaşmak ve mahcup
olmaktan korkar O'na yakın olmayı umar.
Nitekim Zünnûn-i Mısrî
demiştir ki: 'Ateşten korkmak gerçek sevgiliden ayrılmanın korkusu yanında
engin bir denize damlayan bir damla gibi olur!' Bu korku, âlimlerin korkusudur.
Nitekim Allah (cc) şöyle buyurmuştur: “Kullarından ancak âlimler, Allah (cc)'tan
(gereğince) korkarlar.” (Fâtır 28)
“Suffe ehlinden bir kişi
şehid düştü. Annesi onun için 'Ne mutlu sana! Cennet kuşlarından bir kuşsun,
Hz. Peygamber (sav)'e hicret ederek geldin. Allah (cc) yolunda öldürüldün'
deyince, Hz. Peygamber (sav), ona cevap olarak şöyle buyurmuştur: Onun öyle
olduğunu sana bildiren nedir? Oysa o faydasız şeyler konuşur. Zararsız şeyleri
de menederdi.” Beyhaki ve Ebu Yala
Müslümanlar nasıl korkmasınlar?
Allah (cc)'ın Peygamber (sav)i şöyle buyurmaktadır: “Hûd, Vakıa, Tekvir ve Nebe
sûreleri beni ihtiyarlattılar.” (Tirmizî, “Tefsîr”, 57/3297; Şevkânî, II, 544;
Kurtubî, XI, 1)
Alimler bunun sebebinin
Hûd sûresindeki uzaklaştırma hâdisesi olduğunu söylemişlerdir: “İyi bilin
Hûd'un kavmi Ad, (Allah (cc)'ın rahmetinden) uzak olsun (yok olup gitsin)!” (Hûd
60)
“İyi bilin ki Semûd
(kavmi) defolup gittiler!” (Hûd 68)
“İyi bilin ki Semûd kavmi
nasıl helâk olduysa Medyen halkı da öyle helâk olmuştur.” (Hûd 95)
Buna rağmen, Hz. Peygamber
(sav) biliyordu ki Allah (cc) dileseydi insanların hiçbiri O'na ortak koşmazdı;
zira Allah (cc) dileseydi herkese hidayet verirdi. “Olacak vâkı olduğu (kıyamet
koptuğu) zaman onun oluşunu yalanlayacak kimse çıkmaz. O alçaltıcı
yükselticidir.” (Vâkıa 1-3)
Yani kudret kalemi,
olacak herşeyi yazmış ve kalem kurumuştur! Ezeli takdir tamam olmuş, hatta
Vâkıa denilen kıyamet kopmuştur. Bu kıyamet dünyada yüksek olan bir kavmi
düşürücü veya dünyada alçak olan bir kavmi yükselticidir.
Tekvir sûresinde
kıyametin şiddetleri ve insanoğlunun sonunun inkişafı vardır. “Cehennem
alevlendirildiği zaman, cennet yaklaştırıldığı zaman, her can ne yapıp
getirdiğini bilir.” (Tekvîr 12-14)
“O gün kişi, ellerinin
(yapıp) öne sürdüğü işlere bakar ve kâfir şöyle der: Ah! Keşke ben toprak
olaydım!” (Nebe 40)
“Rahman'ın izin
verdiğinden başka kimse bir kelime bile söyleyemeyecektir.” (Nebe 38)
Kur'ân, başından sonuna
kadar, düşünerek okuyan bir kimse için korkularla doludur. Eğer Kur'an'da şu
ayetten başkası olmasaydı yine kâfi gelirdi: “Ve ben, tevbe eden, iman edip
sâlih amel işleyen, sonra da hak yolda sebat gösteren kimse için çok
bağışlayıcıyım.” (Tâhâ 82)
Zira Allah (cc) burada
mağfireti dört şarta bağlıyor ki kul onların birinden bile acizdir. Bu ayetten daha
şiddetlisi şu ayetlerdir: “Ey ins u cinn sizin için de boş vaktimiz olacak
(sizin de hesabınızı göreceğiz)!” (Rahmân 31)
“Allah (cc)'ın tuzağından
(kurtulacaklarına) emin mi oldular? Ziyana uğrayan topluluktan başkası, Allah
(cc)'ın tuzağından emin olmaz!” (Araf 99)
“İşte rabbin zulmeden
kentleri yakaladığı zaman böyle yakalar. Doğrusu O'nun yakalaması çok acı ve
çok çetindir.” (Hûd 102)
“Takva sahiplerini, binek
üzerinde ikrâm ile Rahmân'a götürdüğümüz gün, mücrimleri de yaya ve susuz
olarak cehenneme sürdüğümüz (gün)...” (Meryem 85-86)
“İçinizden hiç kimse
yoktur ki mutlak surette ona uğrayacak olmasın! Bu, rabbinin katında
kesinleşmiş bir hükümdür.” (Meryem 71)
“Dilediğinizi yapın,
çünkü O, bütün yaptıklarınızı görmektedir.” (Fussilet 40)
“Kim ahiret ekinini
istiyorsa onun ekinini artırırız, kim dünya ekinini istiyorsa ona da dünyadan
birşey veririz. Fakat ahirette bir nasibi olmaz.” (Şûrâ 20)
“Artık kim zerre kadar
bir hayır işlerse onun mükâfatını görecek! Kim de zerre kadar bir kötülük
işlerse onun cezasını görecektir.” (Zilzâl 7-8)
“Yaptıkları her işin
önüne geçmişiz de onu (etrafa) saçılmış toz zerreleri haline getirmişizdir.” (Furkan
23)
“Asr'a yemin olsun ki
insan ziyandadır. Ancak iman edip de salih ameller işleyenler, birbirine hakkı
ve sabrı tavsiye edenler müstesna!” (Asr Suresi)
En büyük tehlike senin
işinin eğer seni helâk ederse pervası olmayan; senin gibi sayısız kimseleri
helâk eden ve durmadan dünyada onlara elem ve hastalıklar tattıran, bununla
beraber kalplerini küfür ve nifakla hasta eden, sonra ebediyyen onlara azap
eden bir zat-ı kibriyanın meşiyyet ve isteğine bağlanmasıdır. Sonra o zat-ı
kibriya o kimselerden haber vererek şöyle buyurmaktadır: “Dileseydik herkese
hidayetini verirdik. Fakat benden 'Muhakkak cehennemi cinlerden ve insanlardan
bir kısmıyla tamamen dolduracağım' sözü çıkmıştır.” (Secde 13)
“Rabbinin 'Andolsun!
Cehennemi tamamen insanlardan ve cinlerden dolduracağım' sözü tam yerine
gelmiştir.” (Hûd119)
Bu bakımdan insanların en
cahili o kimsedir ki 'Allah (cc)'ın azabından emin olmaktan sakın!' dendiği
halde o, Allah (cc)'ın azabından emin olur. Eğer Allah (cc) ârif kullarına
lûtfetmeseydi, onların kalplerini ümit ruhuyla canlandırmasaydı, kalpleri korku
ateşinden yanardı. Bu bakımdan ümit, Allah (cc)'ın halis kulları için bir
rahmettir. Gaflet de bir yönden, halk tabakası için rahmettir; zira eğer perde
kalksa, kalpleri evirip çevirenin korkusundan paramparça olur.
Sehl derdi ki: 'Sıddîklar
her hareketin neticesinin kötü olmasından korkarlar'. Sıddîklar o kimselerdir
ki Allah (cc) onları vasıflandırarak şöyle buyurmuştur: “Verdiklerini
rablerinin huzuruna varacakları düşüncesiyle kalpleri korkudan ürpererek
verirler.” (Mü'minûn 60)
Kötü sonucun ölümden önce
beliren birçok sebepleri vardır: Bid'at, nifak, gurur ve kötü sıfatlardan
birçoğu gibi... Bu sırra binaen, ashab-ı kirâm nifaktan çok korkmuşlardır.
Hatta Hasan Basrî der ki: 'Nifaktan beri olduğumu bilsem, bu durum benim
nezdimde üzerine güneş doğan herşeyden daha sevimli olur'.
Ashab-ı kirâm bu nifaktan iman esasının zıddı olan nifakı kasdetmiyordu.
Onların gayesi; imanın esasıyla bir arada olan nifaktır. Bu bakımdan (bu mânâ
ile) kişi aynı zamanda hem münâfık hem de müslüman olabilir. Bu nifakın birçok
alâmetleri vardır. Nitekim Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:
“Kimde dört özellik
bulunursa katıksız münafık olur. Kimde de bu özelliklerden bir tanesi bulunursa
o kimse, bu hasleti terk edene kadar nifaktan bir vasıf taşımış olur. Emanete
ihanet eder, konuşunca yalan söyler, yaptığı anlaşmayı bozar, düşmanlıkta haddi
aşar” (Buhârî, İman 25)
Ashab ve tabiin, nifakı
öyle şeylerle tefsir etmişlerdir ki onlardan ancak sıddîk olan bir kimse
kurtulur; zira Hasan Basrî 'Kişinin gizli ve açık durumları değişik olursa,
dili ve kalbi ayrı ayrı bulunursa, çıkış ve girişi aynı olmazsa bu nifaktandır'
demiştir. Acaba bunlardan kim kurtulabilir?
Hz. Peygamber (sav)in
ashabı şöyle derlerdi: 'Sizler gözünüzde kıldan daha ince ve kıymetsiz görünen
birtakım amellerde bulunursunuz ki biz o amelleri Hz. Peygamber (sav)in
zamanında büyük günahlardan sayardık'.
Anlaşıldı ki ariflerin
korkusu kötü neticedendir ve yine anlaşıldı ki kötü neticenin sebebi, neticeden
önce tahakkuk eden birkaç şeydir. Onlardan biri bid'at, biri günahlar ve biri
de nifaktır. Acaba kul ne zaman bütün bunlardan kurtulabilir? Eğer kul
bunlardan kurtulduğunu zannederse, onun bu zannı nifaktır. Çünkü 'Nifaktan emin
olan bir kimse, münafığın ta kendisidir' denilmiştir. Bu bakımdan ârif kişi,
kader-i ezelî ve sonuç arasında ve ikisinde de korktuğu halde kıvranmaktadır.
Bu sırra binaen Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Mü'min kul iki korku arasındadır:
Allah (cc)'ın kendisine ne gibi bir muamele yapacağını bilmediği geçmiş bir
ecel ile Allah (cc)'ın hakkında ne gibi bir hüküm vereceğini bilmediği gelecek
bir ecel arasındadır. Nefsimi kudret elinde tutan Allah (cc)'a yemin ederim,
ölümden sonra artık ayıplanacak yoktur, Dünyadan sonra, cennet veya cehennemden
başka bir ev yoktur.” Beyhakî, Şuab
Yardım edici Allah (cc)'tır.
Su-i Hatimenin (Kötü Sonucun) Anlamı
Kötü sondan emin olmak
ancak şöyle mümkün olabilir: 'Eşyayı olduğu gibi, cahillik olmaksızın görmek ve
bütün ömrünü günah işlemeksizin Allah (cc)'ın ibadetine sarfetmektir'.
Eğer bunun muhal veya
çetin olduğunu biliyorsan, elbette ariflerin kalbine galebe çalan korku, sana
galebe çalmalıdır ki onun sebebiyle uzun uzadıya ağlayıp figan edesin ve ondan
ötürü üzüntün ve sarsılman devam etsin.
Nitekim biz ileride Peygamber
(sav)lerin ve selef-i salîhinin hallerinden bu durumu hikâye edeceğiz ki bu
senin kalbinde ateş korkusunu artıran sebeplerden biri olsun!
Kötü son tehlikesinden
dolayıdır ki şehâdet mertebesi imrenecek bir mertebe ve ânî ölüm istenilmeyecek
bir ölümdür.
Anî ölüm şundan ötürü
istenilmez: Çoğu kez kötü bir düşüncenin galebe çaldığı ve kalbi istilâ ettiği
bir âna tesadüf eder. Oysa kalp de ya mârifet nûruyla dolu veya kerahiyeti ve
istememezlikten dolayı böyle düşüncelerden boşalabilir.
Şehâdet mertebesi ise,
kalpte Allah (cc) sevgisinden başkasının kalmadığı, dünya, aile efradı, mal,
evlât ve bütün şehvetlerin sevgisinin kalpten çıktığı halde ruhun
kabzedilmesinden ibarettir; zira çarpışanların saflarına nefsini ölüme
hazırlayarak hücum etmek, ancak Allah (cc)'ın sevgisini, rızasını talep etmek,
düyasını verip ahiretini satın almak ve Allah (cc) ile yapmış olduğu alışverişe
razı olmak halinde o mertebeye ulaşılır.
“Allah (cc), mü'minlerden canlarını ve mallarını cennet kendilerinin olmak
üzere satın almıştır.” (Tevbe111)
Sana kötü sonucun mânâsı
ve kötü sonuç hakkında korkutan şeyin ne olduğu belirdiğinde, o sonucu iyi
geçiştirmeye hazırlanmakla meşgul ol, Allah (cc)'ın zikrine devam et, kalbinden
dünya sevgisini çıkar, azalarını günah işlemekten koru, kalbini günahları
düşünmekten uzaklaştır. Mümkün olduğu kadar günahları ve günah ehlini müşahede
etmekten sakın; zira bu da kalpte menfî tesir yapar. Bu bakımdan her göz açıp
kapanışta kalbini kontrol et. Bir an dahi ihmal etme. O ânın senin sonun olması
mümkündür. Bu durum uyanıklık halinde devam ederse böyledir.
Uyuduğun zamana gelince,
ancak zâhir ve bâtının uyanık olduğu halde uyu. Allah (cc)'ın zikri kalbine
galebe çaldıktan sonra uyku sana galip gelsin. Zikrin kalbine galebe çaldığı
zaman dedim de diline galip geldiği demedim. Çünkü sadece dil ile söylenen
zikrin tesiri zayıftır. Kesinlikle bil ki uyku çağında senin kalbine ancak
uykudan önce galebe çalan bir durum galip gelir. Uyku halinde ancak uyanıklık
halinde galip olan, kalbine galebe çalar. Ölüm ile ölümden sonra dirilmek, uyku
ile uyanıklığa benzer. Nasıl ki kul, ancak uyanıklık halinde kendisine galip
olanın üzerinde uyanıyorsa, aynen onun gibi kişi neyin üzerinde yaşıyorsa,
ancak onun üzerinde ölür. Neyin üzerinde ölmüş ise, onun üzerinde haşrolunur.
Kesinlikle ve yakînen tahakkuk etti ki ölümden sonra dirilmek, senin
hallerinden iki haldir, tıpkı uyku ile uyanıklık gibi...
Nefeslerini murâkebe et.
Bir göz açıp kapayıncaya kadar Allah (cc)'tan gafil olmaktan sakın; sen bütün
bunları yapsan bile (yine de) büyük bir tehlike içindesin. Bunları yapmazsan
acaba durumun nasıl olur?
Sehl et-Tüsteri: “Bütün
insanlar helâk olmuşlardır; ancak âlimler müstesna! Alimlerin de hepsi helâk
olmuştur; ancak ilimleriyle amel edenler müstesna! Amel edenlerin de hepsi
helâk olmuştur; ancak ihlâs sahipleri müstesna! İhlâs sahipleri de büyük bir tehlike
üzerindedirler.”
Dünyadan zarurî ihtiyacın
kadarıyla kanaat etmedikçe, senin için bu durum müyesser olamaz. Senin zarurî
ihtiyacın ise yiyecek, giyecek ve meskendir. Bunların dışında kalan diğer
şeylerin tümü fuzulîdir. Yemekten zarurî olan miktar belini doğrultan, mideni
doyuran miktardır. Bu bakımdan istemeyen ve mecbur kalan bir kimsenin yediği
gibi yemelisin. Tuvalete gitme rağbetinden, yemekteki rağbetin daha fazla
olmamalıdır. Zira yemeği mideye sokmakla çıkarmanın arasındaki fark yoktur. Bu
iki şey de insan tabiatında zarurîdir. Nasıl ki def-i hacet kalbini meşgul
edecek değerde değil ise, aynen onun gibi yemeğin de kalbini meşgul etmesi
uygun değildir. Eğer hedefin; karnına giren şey ise, kıymetin de karnından
çıkan şeydir. Def-i hacette olduğu gibi yemekten maksadın Allah (cc)'ın
ibâdetinde kuvvetli olmaktan başka birşey olmamalıdır. Bunun alâmeti üç şeyde
belirir: Yiyeceğin vaktinde, miktarında ve cinsinde...
Vakte gelince, vaktin en
azı, gece gündüz (yirmi dört saat) bir defa yemektir. Bu bakımdan bu şahıs
oruca devam eder.
Miktarına gelince,
midenin üçte birinden fazlasını doldurmamaktır.
Cinsine gelince, mümkün
ve mevcut olanla kanaat edip yemeklerin lezzetlilerini aramamaktır.
Elbisene gelince,
elbiseden gaye sıcak ile soğuğu defetmek ve avreti örtmek olsun.
İşlerin zarurî
kısımlarının hepsi böyledir. Eğer zarurî miktarla iktifa edersen, Allah (cc)'a
kulluk yapmak vaktini bulursun. Ahiretin için azıklanmaya gücün yeter. Sonucun
için hazırlanabilirsin. Eğer zaruret hududunu aşar, nefsinin istek ve
temennilerine dalarsan, hedefin çeşitli dallara ayrılır, seni hangi derede
helâk edeceğine Allah (cc) perva etmez! Bu bakımdan senden daha fazla nasihata
muhtaç olan (benim gibi) bir kimseden bu nasihati kabul et!
Tedbir, azıklanma ve
ihtiyatın geniş sahası bu kısa ömürdür. Muhakkak sen Peygamber (sav)lerin,
velîlerin ve âlimlerin akıl, amel ve Allah (cc)'ın nezdindeki derecelerinin,
senin aklın, amelin ve derecenden daha az olmadığını biliyorsun. Bu bakımdan
basiretinin körlüğüne ve onların halleri hakkındaki kalp gözünün körlüğüne
rağmen düşün! Neden onlar o kadar korkmuşlar? Neden uzun bir zaman üzüntüye
kapılıp ağlamışlar? Hatta bazıları çığlıklar atmış, bazıları dehşete kapılmış,
bazıları bayılarak düşmüş, bazıları ölü olarak yere serilmiş! Eğer bu durum
kalbine tesir etmezse bu vaziyet, hiç de şaşılacak bir şey değildir. Çünkü
gafillerin kalpleri taş gibi veya taştan daha katıdır!
“Çünkü öyle taşlar var ki
içinde ırmaklar fışkırır; öylesi var ki çatlar da bağrından su kaynar, öylesi
de var ki Allah (cc) korkusundan aşağı düşer. Allah (cc) yaptıklarınızdan gafil
değildir!” (Bakara 74)
Ashabın, Tabiinin ve ümmetin Selef-i
Sülehasının Korku ile İlgili Halleri
Ebubekir Sıddîk (r.a) bir kuşa hitaben 'Ey kuş! Keşke senin gibi
olsaydım. Beşer olarak yaratılmasaydım!' demiştir.
Hz. Ömer (r.a) Kur’an’dan
bir ayet dinlediği zaman, korkusundan bayılarak düşerdi. Birkaç gün hastadır
diye ziyaret edilirdi. Birgün yerden bir saman çöpü alarak şöyle dedi: 'Keşke
ben bu çöp olsaydım. Keşke ben anılır birşey olmasaydım. Keşke ben unutulmuş
olsaydım. Keşke annem beni doğurmasaydı'.
Hz. Ali (r.a), sabah namazından selâm vererek çıktığında üzüntüye kapılmış bir
halde mübarek elini evirip çeviriyor ve şöyle diyordu 'Ben Hz. Muhammed'in
ashabını gördüm. Bugün onlara benzer bir kişi görmüyorum. Onlar tozlu topraklı,
benizleri sapsarı ve gözlerinin arasında keçinin dizlerinde olduğu gibi izler
olduğu halde sabahlardı. Onlar bütün geceyi secde ve kıyam etmek sûretiyle Allah
(cc)'ın kitabını okuyarak alın ve ayakları arasında uyuklarlardı!
Sabahladıkları zaman, Allah (cc)'ı anarlar, ağaçların rüzgârlı bir günde, sağa
sola eğildiği gibi uzanırlardı. Elbiselerini ıslatacak kadar gözlerinden yaşlar
akardı. Yemin olsun, sanki ben şu kavmi gafil olarak gecelemiş görüyorum!'
Rivayet ediliyor ki: “Ensar-ı
kiramdan bir gencin içine ateş korkusu girdi, durmadan ağlıyordu, bu durum onu
evde hapsetti. Bunun üzerine, Hz. Peygamber (sav) gelip onun yanına girdi,
boynuna sarıldı ve o genç o anda ölerek yere düştü. Bunun üzerine Hz. Peygamber
(sav) şöyle buyurdu: Arkadaşınızın cenazesini techiz edin! Ateş korkusu, onun
ciğerini parçalamıştır.” (İbni Ebu Dünya, Et- Tergib, V., 223)
Ahmed b. Hanbel der ki:
"Allah (cc) 'dan benim üzerime korkudan bir kapı açmasını diledim, açtı.
Sonra aklımdan korktum ve şöyle dedim: 'Yarab! Gücüm yetecek kadar olsun!'
Böylece kalbim sükûnete kavuştu".
İşte bunlar, Peygamber
(sav)lerin, velî kulların, âlim ve salihlerin korkularıdır. Biz onlardan daha
fazla korkmaya müstehakız. Fakat korku günahların çokluğundan değildir. Aksine
kalplerin saflığından ve marifetin kemâlinden gelir. Aksi takdirde biz günahlarımızın
azlığından ve ibâdetlerimizin çokluğundan emin olamayız. Şehvetimiz bizi çeker.
Şekavetimiz bize galebe çalar. Durumumuzu mülâhaza etmekten, gafletimiz ve
kalbimizin katılığı bizi menetmektedir. Göç etmenin yaklaşması bizi
uyandırmadığı gibi, günahların çokluğu da müsbet olarak bizde bir hareket
meydana getirmez. Allah (cc)'tan korkanların durumlarını müşahede etmek bizi
korkutmuyor! Sonucun tehlikesi bizi ürkütmüyor!
Allah (cc) 'dan
dileğimiz, fazilet ve cömertliğiyle hallerimizi yed-i kudretiyle ıslah
etmesidir. Tabiî eğer kalp hazır olmadan ve sadece dil ile istemek fayda
veriyorsa...
Acaipliklerdendir ki biz
dünyada servet istediğimiz zaman, tohum serpiyor, ağaç dikiyor, ticaret
yapıyor, denizlerde sefer düzenliyor, çöllerin tehlikesine girişiyor, bütün
bunlardan sonra serveti umuyoruz. Eğer biz ilim rütbesini istersek, fıkıh
ilmini okuyor, onu ezberlemek ve tekrarlamak hususunda, yoruluyor, uykusuz
kalıyoruz. Rızıklarımızın talebine var kuvvetimizle dalıyor, Allah (cc) 'nın
bize kefil olduğuna bir türlü güvenmiyor ve evimizde bu güvene dayanarak
oturmuyoruz. 'Yarab! Bize rızık ver' demiyoruz. Sonra gözlerimizi mukim ve daim
olan mülke diktiğimizde sadece dilimizle 'Ey Allah (cc)ım! Bizi affet, bize
rahmet et! Allah (cc) o Allah (cc)'tır ki ümidimiz onadır. Onunla aziz oluruz'
demekle iktifa ediyoruz. O zaman Allah (cc) bizi çağırarak şöyle der: “Hakîkaten,
insan için kendi çalıştığından başkası yoktur.” (Necm 39)
“Sakın dünya hayatı sizi
aldatmasın ve o aldatıcı (şeytan) Allah (cc)'ın affına güvendirmek) suretiyle
sizi aldatmasın.” (Fâtır 5)
“Ey insan! Kerîm olan
rabbına karşı seni aldatan ne?” (İnfitar 6)
Sonra bütün bunlar bizi
uyandırmıyor. Gurur ve boş temennilerin çukurundan bizi çıkarmıyor. Eğer Allah
(cc), nasûh tevbesi ile bize lütfetmezse ve tevbe-i nasûh vasıtasıyle elimizden
tutup bizi o girdaptan kurtarmazsa bu dehşetli bir felakettir. Allah (cc) 'dan
dileğimiz bize tevbe nasip etmesidir. O'ndan dileğimiz kalplerimizin
gizliliklerini, tevbeye teşvik etmesi, dilimizle tevbeyi bize son nasip
kılmamasıdır. Aksi takdirde biz, deyip de amel etmeyen, dinleyip de kabul
etmeyen kimselerden oluruz! Vaazı dinlediğimiz zaman
ağlarız. Dinlediğimizle amel etme zamanı geldi mi isyan
ederiz. Mahrumluk için bundan daha büyük bir alâmeti fârika yoktur!
Allah (cc) 'dan minnet ve
faziletiyle tevfîkini ve bizi hakîkate irşâd etmesini talep ederiz.
8. SONUÇ
Ø
Recânın
lügat anlamlarından birinin de “korkmak” olması ve mutasavvıfların, recânın
içerisinde gizli olarak havfın da bulunduğunu ifade etmeleri, recâda af ümidi
galip unsur olmakla birlikte, affedilmeme endişe ve korkusunun da mevcut
olduğunu ortaya koymaktadır.
Ø
Havf ve
recâ, zıt kavramlar olmayıp birbirinin tamamlayıcısıdır ve kulda birlikte
bulunmaları önem arz etmektedir.
Ø
Kulda
havf ve recânın dengeli olması gerekir. Kulun durumuna ve ihtiyacına göre havf veya
recânın oranının yüksek olması daha efdal olabilir.
Ø
Allah’ın
azabının şiddetinin bilinmesi, havfı meydana getirir. O’nun affının ve
rahmetinin genişliğini ve cennetteki mükâfatın büyüklüğünü bilmek recâyı
meydana getirir. Havf ve recâya ulaştıran en önemli etkenlerden birisi de marifettir.
Ø
Havfla
günahlardan uzaklaşan kul, recâ ile istikametini düzelterek ibadetlere ve
Allah’a yönelir. Havf, tövbenin sebebi, tevbe ise recânın sebebidir. Havf ve
recânın tek taraflı olması, kulun dengesini bozar. Havfın şiddetlenmesi, ümitsizliğe
sevk ederek recâyı yok eder. Recânın şiddetlenmesi ise, akıbetten emin hale
getirerek havfı yok eder. Bir konuda haddi aşmak, diğer konunun hiç gündeme
gelmemesine veya eksik kalmasına sebep olur. Recâ, korkan ve daralan kalplerin
ferahlamasını sağlar ve havfın, insan sağlığına vereceği zararları da
engelleyerek akıl ve ruh sağlığını korur.
Ø
Recâdan
yoksun olan havf duygusu, endişe, çaresizlik ve umutsuzluğa sürükleyerek kişinin
dengesini bozar. Affedilebileceği bilgisi ise, umutsuz ve çaresiz bir korkuyu,
ümitvar bir endişe haline çevirir.
Ø
Havf ve
recânın, terazinin iki kefesi ve kuşun iki kanadı gibi dengeli olması, kulun
doğru istikamette gitmesini sağlar.
9. ÖDEVLER
Her namazın
arkasından bu duayı okumak.
10. VİDEO
Günahlarımdan Çok Korkuyorum - Nureddin
Yıldız
https://www.youtube.com/watch?v=_7HjDFIDKEk
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder