20. HAVF VE RECÂ

 

20. HAVF VE RECÂ

 

  1. GİRİŞ

Havf ve recâ (korku ve ümit) münciyat (kurtarıcılar) başlığı altındaki konuların önemlilerinden olup müminin her halinde bulunması gereken iki haslettir. Kulluğun sağlıklı bir şekilde yürütülebilmesi için, havf veya recânın tek birine meyledilmemesi, birbiriyle dengeli olması gerekir. Recânın hâkim olduğu kimse, “nasıl olsa affedileceğim” ümidiyle ibadetleri terk edebilir. Havfın hâkim olduğu kimse ise “affedilmeme” endişesi ile kendisine, ailesine ve etrafındakilere zarar verecek şekilde aşırı ibadete yönelebilir. Bu durum, birtakım ruhî hastalıklara dahi sebep olabilir. Havf ve recâ, nefsin iki dizginine benzetilmiştir. Dizginler müsavi tutulursa, nefs zapt edilir ve doğru istikamette gitmek mümkün olur. Havf ve recâ, kuşun iki kanadına da benzetilmiştir. Kanatları eşit olmayan kuşun doğru istikamette uçması mümkün olmadığı gibi, havf ve recâsı dengeli olmayan kişinin de kulluğunu doğru istikamette yürütmesi ve mutedil bir dinî hayat yaşaması mümkün olmaz. (Havf ve Recâ (Korku ve Ümit) Dengesi, Yrd. Doç. Dr. Mansur GÖKCAN, ÇÜİFD, 2016, cilt: 16, sayı: 2, ss. 171-192)

2. KAVRAM TAHLİLİ

a) Havf: Lügatte; korkmak, çekinmek, sakınmak, endişe etmek ve bilmek anlamında kullanılmaktadır. Ayrıca havf, istenilmeyen bir şeyin başa gelmesi veya sevilen bir şeyin kaybedilmesi endişesi içinde olmaktır. Havf, emniyet ve güven kelimelerinin zıddıdır. Allah (cc) korkusunun karşılığı olarak, havfullah ve haşyetullah kelimeleri kullanıldığı gibi havf kelimesi de yalnız başına “Allah (cc) korkusu” anlamında kullanılmaktadır.

Kuşeyrî (ö. 465/1072): “Havf, gelecekteki bir şeyle ilgilidir. Çünkü insan, ya başına hoşlanmadığı bir şeyin gelmesinden veya arzu ettiği bir şeyi elde edememekten korkar. Halde mevcut olan bir şeyle korkunun ilgisi bulunmaz. Allah (cc) ’dan olan korku; kulun, ‘Allah (cc) beni ya dünyada ya da âhirette cezalandıracak.’ diye korkması şeklinde olur” diyerek, havfın gelecekle ilgili bir endişeden kaynaklandığını ifade etmiştir.

Gazâlî (ö. 505/1111): “Beklenen, hoşa gitmeyen bir şey ise ve ondan dolayı da kalpte bir elem hâsıl olursa, buna havf adı verilir” diyerek, havfı tanımlamıştır. Korkuya sebep olan şey, hoşa gitmeyen bir akıbet beklentisidir. Bu durum, kalbi daraltmakta ve üzüntüye yol açmaktadır. Kalbin bu durumu kabz olarak ifade edilmektedir. (Havf ve Recâ (Korku ve Ümit) Dengesi, Yrd. Doç. Dr. Mansur GÖKCAN, ÇÜİFD, 2016, cilt: 16, sayı: 2, ss. 171-192)

b) Recâ: Recâ, kök anlamı yönüyle bir şeyin kenarı, yan tarafı anlamına da gelir. Örneğin belli bir kuyunun kenarı için “racâ’l-bi’r” tabiri kullanılır. Yavrulama vakti gelen deve için “erceti’n-nâka” denir. Deve sahibi, yavrunun doğmasına ilişkin ümit beslemeye başladığı için böyle bir ifâde kullanılır. Ümîdin rahatlık vermesi gibi, insanı rahatlatması dolayısıyla kırmızı renge ‘ercuvân’ denmiştir.

Ümitsizliğin zıttı olup, ümit anlamındadır; ayrıca bir şeyin olmasını beklemek ve istemek anlamlarına da gelmektedir. Recâ, ummak-ümitetmek anlamlarına geldiği gibi, bir şeyden “korkmak” anlamına da gelir. Ebu Talib el-Mekkî (ö. 386/996), “Recâ, korkanların rahatlama sebebidir. Bundan dolayı Araplar, recâyı havf olarak isimlendirirler. Çünkü havf ve recâ birbirinden uzaklaştırılamayan iki vasıftır.” diyerek, korku ile umudun iç içe olduğunu ifade etmiştir.

Tanımlardan ve Mekkî’nin sözünden anlaşılacağı üzere, recânın içerisinde havf da mevcuttur. Recâda, affedilme ümidi kadar, affedilmeme korkusu ve endişesi de vardır. Korkusuz bir af ümidi, rehavete sokarak ibadetlerden uzaklaştırabilir. Recâda, affedilme umudu galip unsurdur, fakat affedilmeme korkusu ve endişesi de göz ardı edilmemesi gereken bir husustur. Kuşeyrî, “Recâ, ihsanı ve ikramı bol olan Allah (cc)’ın cömertliğine güvenmektir” “Recâ, gelecekte meydana gelecek olan ve sevilip istenilen bir şeye kalbin ilgi ve alaka duymasıdır. Recâ da havf gibi gelecekte meydana gelecek olan bir şeyle ilgilidir” diyerek recâyı tanımlamıştır.

Gazâlî, recânın zıttının ye’s ve ümitsizlik olduğunu belirtmiş ve recâyı şu şekilde tanımlamıştır: “Eğer beklenen şey, hoşa giden bir şey ise ve kalpte de bir zevk ve rahatlama meydana getirirse buna recâ denilir” demiştir. (Havf ve Recâ (Korku ve Ümit) Dengesi, Yrd. Doç. Dr. Mansur GÖKCAN, ÇÜİFD, 2016, cilt: 16, sayı: 2, ss. 171-192)

3. KONU İLE İLGİLİ AYETLER

“Korkuyla ve umutla Rablerine yalvarmak üzere (ibadet ettikleri için), vücutları yataklardan uzak kalır ve kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah (cc) yolunda harcarlar.” (Secde 16)

 “Ey oğullarım! Gidin Yûsuf’u ve kardeşini araştırın. Allah (cc)’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah (cc)’ın rahmetinden ümidini kesmez.” (Yusuf 87)

“De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah (cc)'ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah (cc) bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” (Zümer53)

“Islah edilmesinden sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. Allah (cc)'a korkarak ve (rahmetini) umarak dua edin. Muhakkak ki iyilik edenlere Allah (cc)'ın rahmeti çok yakındır.” (Araf 56)

“Allah (cc)'ın azabından emin mi oldular? Fakat ziyana uğrayan topluluktan başkası, Allah (cc)'ın (böyle) mühlet vermesinden emin olamaz.” (Araf 99)

“İman edenler ve hicret edip Allah (cc) yolunda cihad edenler var ya, işte bunlar, Allah (cc)'ın rahmetini umabilirler. Allah (cc), gafûr ve rahîmdir.” (Bakara 218)

“Ey iman edenler! Allah (cc)'tan korkun ve Peygamber (sav)ine inanın ki O, size rahmetinden iki kat versin ve size ışığında yürüyeceğiniz bir nûr lütfetsin; sizi bağışlasın. Allah (cc), çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” (Hadid 28)

“Müminler, müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesin. Kim bunu yaparsa, artık onun Allah (cc) nezdinde hiçbir değeri yoktur. Ancak kâfirlerden gelebilecek bir tehlikeden sakınmanız başkadır. Allah (cc), kendisine karşı (gelmekten) sizi sakındırıyor. Dönüş yalnız Allah (cc)'adır.” (Ali imran 28)

“İşte o şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Şu hâlde, eğer iman etmiş kimseler iseniz onlardan korkmayın, benden korkun.” (Ali imran 175)

“İnsanlardan, hayvanlardan ve davarlardan da yine böyle türlü renkte olanlar var. Kulları içinden ancak âlimler, Allah (cc)'tan (gereğince) korkar. Şüphesiz Allah (cc), daima üstündür, çok bağışlayandır.” (Fatır 28)

“Ey iman edenler! Sizden önce kendilerine Kitap verilenlerden dininizi alay ve oyun konusu edinenleri ve kâfirleri dost edinmeyin. Allah (cc)'tan korkun; eğer müminler iseniz.” (Maide 57)

“Eğer seni yalanlarlarsa de ki: Rabbiniz geniş bir rahmet sahibidir. Bununla beraber O'nun azabı, suçlular topluluğundan uzaklaştırılamaz.” (Enam 147)

4. KONU İLE İLGİLİ HADİSLER

Hz. Enes (ra) anlatıyor: "Resulullah (sav) buyurdular ki: "Allah (cc) diyor ki: "Ey âdemoğlu! Sen bana dua edip, (affımı) ümid ettikçe ben senden her ne sâdır olsa, aldırmam, ben seni affederim. Ey âdemoğlu! Senin günahın semanın bulutları kadar bile olsa, sonra bana dönüp istiğfar etsen, çok oluşuna bakmam, seni affederim. Ey âdemoğlu! Bana arz dolusu hata ile gelsen, sonunda hiçbir şirk koşmaksızın bana kavuşursan, seni arz dolusu mağfiretimle karşılarım."  (Tirmizi, Sünen, Daavat, 49, V, 548.)

Hz. Ebu Hüreyre (ra) anlatıyor: " Resulullah (sav) buyurdular ki: "Mü'min, Allah (cc) indindeki ukubeti (cezalandırmayı) bilseydi, cennetten ümidini keserdi. Eğer kâfir Allah (cc)'ın rahmetini bilse idi, cennetten ümidini kesmezdi."  (Müslim, Sahih, Tevbe, 49, III, 2109.)

Hz. Enes (ra) anlatıyor: "Rasulullah (sav) ölmek üzere olan bir gencin yanına girmişti. Hemen sordu: "Kendini nasıl buluyorsun? Genç de: ‘Ey Allah (cc)'ın Resûlü, Allah (cc)'tan ümidim var, ancak günahlarımdan korkuyorum’ diye cevap verdi. Rasulullah (sav) da şu açıklamayı yaptı: ‘Bu durumda (ölmek üzere) olan bir kulun kalbinde (ümit ve korku) birleşti mi Allah (cc) o kulun ümid ettiği şeyi mutlak verir ve korktuğu şeyden de onu emin kılar." (Tirmizi, Sünen, Cenaiz, 8, III, 311; İbn Mace, Sünen, Zühd, 37, II, 1429.)

Ebu Sa'îd (ra): "Rasulullah (sav) buyurdular ki: "Allah (cc) Teâla hazretleri, Kıyamet günü kulu mutlaka hesaba çeker. Hatta şunu da söyler: "Münkeri gördüğün zaman onu tatbik etmene mâni olan şey ne idi?" Eğer Allah (cc) kula hüccetini söylemeyi telkin ederse kul şöyle der: "Ey Rabbim! Ben senin rahmetini umdum ve insanlardan korktum (ve dinin reddettiği münkerlere müdahaleyi bu sebeple terkettim)." (İbn Mace, Sünen, Fiten, 36, II, 1332.)

5. RECÂNIN HAKİKATİ

Gazâlî İhyada şöyle der: Recâ kalp nezdinde mahbub olanı beklemekten gelen sevgi demektir. Fakat o beklemenin muhakkak bir sebebi vardır. Eğer intizar edilmesi sebeplerinin çoğunun var olması için ise ona recâ ismini vermek doğru olur. Eğer sebeplerin karışmasına rağmen bir bekleyişse ona recâ demekten daha fazla ahmaklık ve gurur ismi uygun düşer.

Eğer sebeplerin ne varlığı ne de yokluğu belli değilse bu bekleyişe sebepsiz olduğu için temenni ismi daha uygun düşer. Recâ ve havf ismi ancak içinde tereddüt olan şeye verilir. Kesin olan şeye ise bu isim verilmez. Çünkü doğuş zamanında güneşin doğuşunu ümit ediyorum, batış zamanında batışından korkuyorum denilemez; zira o zamanlarda doğuş ve batışı kesindir. Evet, yağmurun yağmasını ümit ediyorum ve kesilmesinden korkuyorum denilebilir.

Allah (cc) erbabına dünyanın ahiret için tarla olduğunu, kalbin de toprak olduğunu ve imanın toprağa ekilen tohum gibi olduğunu öğretmiştir. İbadetle yerin sulanması ve temizlenmesi, ark ve arazilere su ulaştırmanın yerine geçer. Dünyaya tamamen kendisini kaptıran bir kimsenin kalbi de tohumu bitirmeyen çorak arazi gibidir. Kıyamet günü hasad günüdür. Hiç kimse ektiğinden başkasını biçemez. Ancak imanın tohumundan ekin biter. Tıpkı çorak yerde ekinin az bitmesi gibi. Öyle ise insanın ümidini ziraat sahibinin ümidine kıyas etmek uygundur. Bu bakımdan kim güzel bir toprak talep ederse ve çürük olmayan bir tohumu oraya ekerse sonra gerekli zamanda ona ihtiyacı olan suyu verirse, yerden fuzulî dikenleri ve otları ayıklarsa, tohumun bitmesine mâni olup ekini bozacak şeyleri temizlerse, sonra Allah (cc)'tan yıldırımlar ve ifsad edici âfetleri ziraat yetişinceye kadar def etmesini beklerse bu bekleyişe recâ denir.

Eğer tohumu çorak ve kuru bir yere tümsek ve suyun varamadığı bir araziye ekerse ve ıslahı ile meşgul olmazsa, sonra ondan hasad beklerse bu bekleyişe recâ değil, ahmaklık ve gurur (aldanma) adı verilir.

Eğer tohumu güzel bir araziye ekerse, fakat o arazi susuz olursa, yağmurların yağmadığı bir zamanda yağmur beklerse, fakat aynı zamanda yağmurun yağması da muhtemel ise bu bekleyişe recâ değil temenni (boş beklenti) adı verilir.

Nitekim Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Akıllı kişi, nefsine hâkim olan ve ölüm sonrası için çalışandır. Aciz kişi de nefsini hevasına tabi kılan ve Allah (cc)’tan dileklerde bulunup durandır (bunu yeterli görendir).” (Tirmizî, Kıyamet 25; bk. İbni Mace, Zühd 31)

“Onlardan sonra yerlerine öyle bir nesil geldi ki namazı terkettiler. Şehvetlerine uydular. Onlar kötülük bulacaklardır.” (Meryem 59)

“Onların arkalarından yerlerine geçip kitaba vâris olan birtakım insanlar geldi ki onlar şu alçak dünyanın menfaatini alıyorlar 'Biz nasıl olsa bağışlanacağız' diyorlar.” (Araf 169)

Madem durum budur, o halde ibâdetlere dalan, günahlardan sakınan kul, Allah (cc)'tan nimetin tamamını beklemeye lâyıktır. Nimetin tamamı da ancak cennete girmekle elde edilir. Asi bir kimse ise tevbe eder, eski kusurlarını telafi ederse ancak o zaman tevbesinin kabul edilmesini bekleyebilir. Zaten ümit de sebeplerin hazırlanmasından sonradır.

“Onlar ki inandılar, hicret ettiler, Allah (cc) yolunda savaştılar, işte onlar Allah (cc)'ın rahmetini umarlar.” (Bakara 218)

Allah (cc) ümidi, müstehak olanlara tahsis etmiştir, Allah (cc)'ın hoşuna gitmeyen şeylere dalıp nefsini kınamayan ve tevbeye azimli olmayan bir kimseye gelince, onun ümidi çorak yere tohum ekip, o tohumu sulamayan ve yabani otları temizlemeyen bir kimsenin ümidi gibi ahmaklıktır.

Recanın Fazileti ve Recaya Teşvik:

Recâ ile amel, korku ile amelden daha yücedir; zira Allah (cc) katında kulların en sevimlisi Allah (cc)'ı en fazla sevendir. Sevgi ise, recâ ile galebe çalar. Bu, biri cezasından korkarak, diğeri de sevdiği için hizmet edilen iki hükümdarla ölçülebilir. Bu sırra binaen recâ ve güzel zan hakkında birçok terğıbler vârid olmuştur. Özellikle de ölüm vaktinde: “Sakın Allah (cc)'ın rahmetinden ümitsiz olmayın!” (Zümer 53) Bu bakımdan Allah (cc) ümitsizliği haram kılmıştır.

“Sizden bir kimse Allah (cc) hakkındaki zannını düzelterek ölüme hazırlansın.” Müslim

Hz. Peygamber (sav) ölüm sekeratında olan bir kişinin yanına girdi ve ona şöyle sordu: “Kendini nasıl hissediyorsun? Günahlarımdan korktuğumu, rabbimin rahmetini umduğumu hissediyorum! Onların ikisi bu yerde (ölüm çağında) bir kulun kalbinde bir araya gelirse Allah (cc) o kula umduğunu verir ve onu korktuğundan emin kılar.” Mürsel (İsnadında, sahâbî olan râvisi veya diğer râvilerinden biri zikredilmeyen hadis.) bir hadistir. (Tirmizi, Cenaiz 11, (983); İbnu Mace, Zühd 31, (4261).)

Hz. Ali (ra) günahlarının çokluğundan korkarak ümitsizliğe kapılan bir kişiye şöyle dedi: 'Ey kişi, senin Allah (cc)'ın rahmetinden ümitsiz olman, günahlarından daha tehlikelidir'.

Ümidin Çaresi ve Sebepleri

İki sınıf insan, ümit ile tedaviye muhtaçtır. Bunlardan biri ümitsizliğe düşüp ibadeti terkeden, diğeri de fazla korkuya kapılıp kendisine ve ailesine zarar verecek şekilde ibadete dalan kişidir. Bunların ikisi de itidâlden ayrılmış olup ifrat ve tefride kaymışlardır. Bunların kendilerini itidâle sevkedecek tedaviye ihtiyaçları vardır.

Ne zaman itidâlden kayarsa onu itidâle çevirecek şekilde tedavi etmek gerekir. İtidâlden daha fazla uzaklaştıran ilâçla tedavi edilmemelidir. Bu zaman öyle bir zamandır ki o zamanda halka ümit vermek uygun değildir. Korkutmakta mübalağa etmek de onları hak caddesine ve doğruluk yollarına çeviremeyebilir.

Fakat ümit vermek onları tamamen helâk eder. Fakat kalplere daha hafif ve nefisler katında daha lezzetli olduğu için ve vaizlerin de hedefleri zaten kalpleri celbetmek, halkı nasıl olursa olsun lehlerinde konuşturmaktan başka birşey olmadığı için vaizler bol bol ümit vermeye meylettiler. Öyle ki alabildiğine fesad çoğaldı, hatta alabildiğine tuğyana dalanlar arttı.

Nitekim Hz. Ali (ra) 'Âlim ancak o kimsedir ki halkı Allah (cc)'ın rahmetinden ümitsiz kılmadığı gibi azabından da emin kılmaz' demiştir.

Biz Kitab'a ve Sünnete uyarak ümitsizliğe düşeni ve fazla korkuya kapılanı bu çıkmazdan kurtarmak için recâ ve ümidin sebeplerini zikredeceğiz. Kitap ve Sünnet ümit ve korkuyu kapsamaktadır. Çünkü onlar her çeşit hasta hakkında şifanın sebeplerini toplamıştır.

O zaman, Allah (cc)'ın kullarına dünyada vermiş olduğu nimetlerinin incelikleri, insan fıtratında gözettiği hikmetlerin acaiplikleri bilinir.

Dolayısıyla insan ilâhî inayetin bu inceliklerin benzerlerinde kullardan esirgenmediğini, hatta kullar için zînet ve ihtiyaçtaki meziyetlerin yokluğuna bile rıza göstermediğini anlar. İlâhî inayet onları ebedî helâke sevketmeye nasıl razı olabilir? Aksine insan şifa verici bir bakışla baktığı zaman bilir ki halkın çoğu için daha dünyada saadetin sebepleri hazırlanmıştır. Hatta halkın çoğu kendisine 'Ölümden sonra azap görmeyeceksin veya asla dirilmeyeceksin!' denilse bile yine de ölümü hoş görmez.

Madem halkın çoğunun dünyadaki galip olan hali hayır ve selâmettir. Öyle ise Allah (cc)'ın sünnetinin değiştiğini görmezsin. Bu bakımdan ahiret işi de böyle olur. Çünkü dünya ve ahireti tedvir eden Bir'dir. O gafur, rahîm ve kulları için latîfdir. Onlara merhamet edicidir. Bu durum hakkı ile düşünüldüğü zaman, bu düşünce ile recâ'nın sebepleri kuvvet bulur.

İkincisi, ayetleri ve hadîsleri tedkik etmektir. Bu bakımdan ümit hakkındaki vârid olanlar sayılmayacak kadar çoktur.
“De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” (Zümer 53)

Hz. Peygamber (sav) bu ayeti okuduğunda 'O perva etmez, çünkü o gafûr ve rahimdir' demiştir.
“Neredeyse yukarılarından gökler çatlayacak! Melekler de Rablerini hamd ile tesbih ediyorlar ve yerdekiler için mağfiret diliyorlar. İyi bilin ki Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” (Şûrâ 5)

Allah (cc) ateşi düşmanlarına hazırladığını, ancak onunla dostlarını korkuttuğunu haber vermiştir.

“Onların üstlerinde ateşten tabakalar, altlarında da (öyle) tabakalar var. İşte Allah kullarını bununla korkutuyor. Ey kullarım! Yalnızca benden korkun.” (Zümer 16)

“Kâfirler için hazırlanmış bulunan ateşten sakının!” (Âlu İmran 131)

“(Müşrikler) senden iyilikten önce kötülüğü çabucak istiyorlar. Halbuki onlardan önce ibret alınacak nice azap örnekleri gelip geçmiştir. Doğrusu insanlar kötülük ettikleri halde Rabbin onlar için mağfiret sahibidir. (Bununla beraber) Rabbinin azabı da çok şiddetlidir.” (Ra'd 6)

Konuyla ilgili bazı hadislerde aşağıdaki gibidir: “Kul bir günah işleyip Allah (cc)'tan af talep ettiğinde, Allah (cc) meleklerine şöyle der: 'Kuluma bakınız! Bir günah işledi ve kendisinin günahları affeden ve günahtan dolayı azap eden bir rabbi olduğunu hatırladı. Ben sizi şahid tutarım ki onu affettim.” (Buhari, Tevhid 35; Müslim, Tevbe 29)

“Eğer kul, günahları göklere varıncaya kadar günah işlese, benden af dilediği ve umduğu müddetçe o günahlarını affederim. Eğer kulum yeryüzüdolusu günah ile benim huzuruma gelse, ben de yeryüzü dolusu af ile onu karşılarım.” (Tirmizi Deavat, 98)

 “Allah (cc), halkı yaratmadan önce 'rahmetim öfkemi geçmiştir' diye kendi üzerine rahmeti yazmıştır.” (Buhâri, Tevhid 15, 22, 28, 55, Bedi'ül'-Halk 1; Müslim, Tevbe 14, (2751); Tirmizi, Daavat 109, (3537).)

 “Muaz b. Cebel ve Enes b. Mâlik'ten (ranhum) şöyle rivayet ediliyor: Kim 'Lâ ilâhe illâllah' derse cennete girer.” (Müslim, Kitabü'l- iman, 53)

“Kalbinde zerre kadar imanı olan ateşe (ebedî kalmak üzere) girmez.” (Müslim, Iman 147; Ebu Davud, Edeb 29. (4091); Tirmizi, Birr 61, (1999).) 

“Mü’min, Allah katında olan azabı bilmiş olsaydı, hiç kimse cennete göz dikmezdi. Kâfir de Allah katında olan rahmeti bilmiş olsaydı, hiç kimse cennetten ümidini kesmezdi.” (Müslim, Tevbe 23, (2755); Tirmizî, Da'avât 100, (3542)).

“Ey insanlar! Rabbinizden korkun! Çünkü kıyamet vaktinin depremi müthiş bir şeydir!” (Hacc 1). Hz. Peygamber (sav) bu ayeti okuduğu zaman şöyle buyurmuştur: Bunun hangi gün olduğunu biliyor musunuz? Bu o gündür ki Adem'e 'Kalk! Zürriyyetinden ateşe gidecek grubu gönder!' denir. Âdem 'Onlar ne kadardır?' diye sorunca, Adem'e 'Her bin kişiden, dokuzyüz doksandokuzu cehenneme girecektir' denir. Bu söz üzerine, Hz. Peygamber (sav)'i dinleyenler, dehşete kapılıp ağlamaya başladılar. Bütün gün meşgul olup amel etmez oldular. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav) yanlarına çıkıp 'Neden amel etmiyorsunuz?' dedi. Dediler ki: 'Bunu bize söyledikten sonra kim amelle meşgul olur?'

Hz. Peygamber (sav) şöyle dedi: Siz ümmetler arasında ne kadarsınız ki? Tavil, Taris, Mensik, Ye'cüc ve Me'cüc nerededirler? Bunlar Allah (cc)'tan başka sayıları bilinmeyecek ümmetlerdir. Siz ancak diğer ümmetler arasında siyah öküzün derisindeki beyaz kıl gibisiniz. Yürüyen hayvanın ön ayağındaki nişan gibisiniz.” (Tirmizî, 44/Tefsîru’l-Kur’ân, 22 (V, 323-324), nr: 3169.) Hz. Peygamber (sav)in halkı nasıl korku kamçısı ve ümit gemiyle Allah (cc)'a doğru sevkettiğine dikkat et! Zira önce onları korku kamçısıyla sevketti. Sonra bu korku onları normal hududların dışına çıkarıp ye'se düşürdüğü zaman, Hz. Peygamber (sav) onları ümit ilâcıyla tedavi etti.

Onları itidale çevirdi. Bu sonuncusu, birincisine zıd değildir. Fakat Hz. Peygamber (sav) birincisinde 'Şifaya sebep olacağını' gördüğü şeyi zikretti ve sadece onunla yetindi. Onlar ümitle tedavi edilmeye muhtaç olduklarında işin tamamını onlara söyledi.

“Eğer siz günah işlememiş olsaydınız, Allah (cc), affetmek için günah işleyen bir halk yaratırdı.” (Müslim, Tevbe, 9, 10, 11)

“Nefsimi kudret elinde tutan Allah (cc)'a yemin olsun! Mü'min kulu hakkında Allah (cc), şefkatli annenin evladına merhametinden daha fazla merhametlidir.” (Buhârî, Edeb, 18; Müslim, Tevbe, 22.)

“Sizden hiçbir kimse yoktur ki ameli onu cennete soksun veya onu ateşten kurtarsın.  Sen de mi?
Ben de! Ancak Allah (cc)'ın rahmeti beni örtmüştür.” (Buharî, Rikak,18; Müslim, Münafikîn, 71-73).

Amel edin! Müjde verin. Bilin ki hiçbir kimseyi ameli kurtaramaz.” Buhari,Müslim

Hz. Peygamber (sav) de şöyle buyurmuştur: “Cennette yüz derece vardır ki, Allah onları Allah yolunda cihâd edenler için hazırlamıştır. Her derecenin arası yerle gök arası kadardır. Allah’tan istediğinizde, Firdevs’i isteyiniz! Zira o, cennetin ortası ve en yüksek yeridir.” (Buhârî, Cihâd, 4; Tevhîd, 22. Ayrıca bkz. Nesâî, Cihâd, 18; Ahmed, II, 335, 339)

Ashabın ve Alimlerin Sözleri

Hz. Ali (ra) şöyle demiştir: 'Kim bir günah işler, Allah (cc) da dünyada onun günahını örterse, Allah (cc) o örtüyü kıyamette kaldırmaktan beridir. Kim bir günah işlerse, dünyada onun cezasını görürse, ahirette ikinci bir defa kulundan intikam almaktan Allah (cc) beridir.'

Süfyan es-Sevrî şöyle demiştir: 'Ben hesabımın anama babama bile havale edilmesini istemem. Çünkü Allah (cc)'ın onlardan bana daha merhametli olduğunu biliyorum.'

6. KORKUNUN HAKİKATİ

Havf /korku kalbin yanmasından ibarettir.

Korku kendisinden korkulan şeyin tabiatında bulunan bir sıfattan ileri gelir. Ateşin tabiatında yakmak vardır, bu bakımdan mekruhun sebeplerini bilmek, kalbin yanmasına ve elem duymasına biricik sebeptir. O yanma, Allah (cc)'tan korkmanın ta kendisidir, bu bakımdan insanların rabbinden en fazla korkanı, nefsini ve rabbini en iyi bilenidir.

Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Ben sizin içinizde Allah (cc)'tan en fazla korkanınızım.” (Buhari Nikah 1)

“Kulları içinden ancak âlimler, Allah'tan (gereğince) korkar.” (Fâtır 28)

Sonra mârifet kemâle erdiğinde kalbin yanmasını gerektirir. Sonra kalbin yangını bedene, azalara ve sıfatlara yayılır.

Azalardaki yayılmasına gelince, bu yayılma, azaları günahlardan alıkoymak ve ibâdetlere yönelmek suretiyle kendisini gösterir. Bunu da daha önce yapmış olduğu kusuru telâfi etmek ve geleceğe hazırlanmak maksadıyla yapar. Bu sırra binaen şöyle denilmiştir: Korkan, ağlayıp gözlerini silen kimse değildir. Aksine yaptığından dolayı ceza çekeceğini bilip terkedendir'.

Hakîm Ebu Kasım 'Herhangi bir şeyden korkan o şeyden kaçar. Allah (cc)'tan korkan da Allah (cc)'a kaçıp sığınır' demiştir.

Sıfatlara yayılmasına gelince, şehvetleri gemlemesi, lezzetleri bulandırması ile olur. Dolayısıyla nezdinde sevimli olan günahlar, bu sefer çirkin görünmeye başlarlar. Nitekim balın, balı sevenin nezdinde, içinde zehir olduğunu bildiği zaman çirkin göründüğü gibi...

Bu bakımdan şehvetler korku ile gemlenir, âzalar edeplenir. Kalpte sönüklük, korku, zillet ve meskenet hâsıl olur. Kibir, hıkd ve hased kalpten ayrılır. Kalp, bütün himmetini korkuya sarfeder, akibetin tehlikesine bakmaya yönelir ve başkasına bakmaya vakit bulamaz. Böylece onun hali, yırtıcı bir hayvanın pençesine düşen bir kimsenin haline benzer. Bu kimse pençesinde bulunduğu hayvanın, kendisini bırakıp bırakmayacağını, kendisini parçalayıp parçalamayacağını bilemez. Bu kimsenin zâhir ve bâtını, korktuğu nokta ile meşguldür. O noktadan başka onun kalbinde herhangi bir şey bulunmaz. Bu durum, kendisine korkunun hâkim olduğu bir kimsenin durumudur. Sahabe ve tâbiînden bir cemaatin hali böyleydi.

Murakabe, muhasebe ve mücahedenin kuvveti, kalbin elem ve yanmasından ibaret olan korkunun kuvveti nisbetindedir. Korkunun kuvveti ise, Allah (cc)'ın celâlini, sıfat ve fiilerini, nefsinin ayıplarını ve önündeki tehlikeleri bilmesinin kuvveti nisbetindedir.

Amellerde eseri beliren şeylerden olan korkunun en az derecesi, kişiyi mahzurlu şeylerden menetmesidir. Kişiyi mahzurlu şeylerden menetmekten meydana gelen hâle vera denir. Eğer kuvveti artarsa, kendisine haramın katılması mümkün olan şeylerden de sakınır ve böylece haram olmadığını bildiği (birtakım) mübahlardan da sakınır. Bu hâle takva adı verilir; zira takva demek, kendisinde şüphe bulunanı bırakıp, kendisinde şüphe olmayana yönelmek demektir. Bu hareket, bazen kendisini zararsız birtakım hareketleri, zararlının korkusundan terketmeye de sürükler. Bu durumda takvada doğruluktur (sıdk).

Korkunun Dereceleri, Kuvvet ve Zayıflıkta Farklılık Göstermesi

Korku, dinen övülmüş bir sıfattır. Çoğu zaman her korkunun dinen övüldüğü, daha kuvvetli ve daha çok olan korkunun daha fazla övüldüğü zannedilir.

Korkunun da azı, çoğu ve normali vardır. Dinen övülen korku, normal olan korkudur.

Fudayl b. İyaz şöyle demiştir: "Sana 'Allah (cc)'tan korkar mısın?' denildiği zaman sus! Çünkü eğer 'Hayır! Korkmam' dersen kâfir olursun. 'Evet! Korkuyorum' dersen, yalan söylemiş olursun!".

Kendisi bu sözüyle azalan günahlardan alıkoyan ve ibâdetlerle bağlayan korkuya işaret etmiştir. Azalarda müsbet bir tesir meydana getirmeyen korku ise, nefse gelen bir şeydir. Ona korku demeye değmez.

Müfrit korku şiddetlenir, normalin hududunu geçer. Hatta ümitsizliğe kadar varır. Bu şekildeki korku da kötüdür. Çünkü bu durum, insanı amelden meneder. Korku da bazen insanı hastalık, zâfiyet, akılsızlık ve dehşete götürür. Bu bakımdan korkudan gaye; kamçıdan ne kastolunuyorsa o olmalıdır. O da amele zorlamaktır. Eğer bu olmasaydı, korku hiçbir zaman kemâl sayılmazdı.                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                      

Korkulan Şeye Nispetle Korkunun Kısımları

Hz. Peygamber (sav) birgün minberin üzerinde sağ elini kapatıp şöyle demekle buna işaret etmiştir:

“Şu Allah (cc)'ın kitabıdır. Allah (cc) bu kitabda cennet ehlini, ecdadlarının isimleriyle beraber yazmış bulunuyor. Onların içine ne bir kimse katılır ne de onlardan biri eksilir. Sonra sol elini kapatarak şöyle buyurmuştur: Bu Allah (cc)'ın kitabıdır. Burada isimleriyle ve ecdadlarının isimleriyle cehennemlikleri yazmıştır. Onlara ne biri eklenir ne de eksilir. Saadet ehli, sanki şekavet edilmiş gibi şekavet ehlinin ameliyle amel eder. Hatta 'Şekavet ehlinin ta kendileridir' denilir. Sonra Allah (cc), ölümden önce bir devenin iki sağımı arası kadar bir zaman kalsa bile onları şekavetten kurtarır. Yemin olsun, şekavet ehli sanki saadet ehliymiş gibi saadet ehlinin ameliyle amel eder. Sonra ölümden önce Allah (cc) bir devenin iki sağımı arası kadar dahi olsa şekavet ehlini saadet ehlinin zümresinden çıkarır. Said odur ki Allah (cc)'ın kaza ve kaderiyle said olmuştur. Şakî ise, Allah (cc)'ın kazâ ve kaderiyle şakî olan kimsedir. Ameller ise sonuçlarına bağlıdır!” (Tirmizi, Kader 8, (2142))

Günahtan korkmak salih kimselerin, Allah (cc)'tan korkmak ise (muvahhid) birleyici ve sıddîklaın korkusudur. Bu korku, Allah (cc)'ın marifetinin meyvesidir. Kim Allah (cc)'ı ve sıfatlarını bilmiş ise onun sıfatlarından, suçsuz olsa dahi kendisinden korkması gereken kısımları tanımış olur. Belki âsî kimse hakkıyla Allah (cc)'ı tanımış olsaydı günahından değil, Allah (cc)'tan korkardı.

'Ârif ateşten değil, ancak Allah (cc)'tan mahcub olmaktan korkar.’

Korkunun Fazileti ve Korkuya Teşvik

Korkunun fazileti bazen düşünmek ve ibret almakla, bazen de ayet ve hadîslerle bilinir.
İbret almanın yolu şudur: Bir şeyin fazileti, insanı ahirette Allah (cc) ile mülâki olma saadetine götürmekteki rolüne göredir. Anlaşıldı ki ahirette Allah (cc) ile mülâki olma saadetinin varlığı, ancak muhabbetini istemekle ve dünyada O'nunla yakınlık kurmakla mümkündür.

Muhabbet de ancak mârifetle, mârifet de düşüncenin devamıyla, ünsiyet de ancak muhabbetle ve zikrin devamıyla elde edilir. Zikir ve düşünceye devam etmek ancak dünya sevgisini kalpten atmakla mümkün olur. Dünya sevgisi de ancak dünyanın lezzet ve şehvetlerini terketmekle kalpten çıkar. Nefsin isteklerinin terkedilmesi, ancak şehvetleri yok etmekle mümkündür. Şehvetler de korku ateşiyle yok oldukları gibi, hiçbir şeyle yok olmazlar. Bu bakımdan şehvetleri yakan ateş, korkudur. Zira korkunun fazileti, yaktığı şehvetler nisbetinde ve insanı günahtan alıkoyduğu ve ibadetlere teşvik ettiği nisbettedir.

Korku nasıl faziletli olmasın? Çünkü iffet, verâ, takva ve mücahede ancak korku ile elde edilir. Bunlar ise, Allah (cc)'a hakkıyle yaklaştırıcı ve dinen övülen faziletli amellerdir.

Allah (cc) bu konu hakkında şöyle buyuruyor: “Musa'nın öfkesi dinince levhaları aldı. Onlardaki yazıda Rablerinden korkanlar için hidayet ve rahmet (haberi) vardı.” (Araf 154) “Kulları içinden ancak âlimler, Allah'tan (gereğince) korkar.” (Fâtır 28). Allah (cc) bu kulları korkmalarından ötürü ilimle vasıflandırmıştır.

“Allah (cc) onlardan razı olmuş, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte bu, rabbine saygı gösterene mahsustur.” (Beyyine 8)

İlmin faziletine delâlet eden her delil, korkunun faziletine de delâlet eder. Çünkü korku ilmin meyvesidir.

Eğer korkuyu meyve olarak veren şeye bakılırsa, onun ilim olduğu görülür. Eğer korkunun meyvesine bakılırsa o takvadır. İlim ve takvanın faziletleri hakkında vârid olan hükümler ise hiç kimseye gizli değildir. Hatta iyi sonuç takvaya verilir. Nitekim hamdin Allah (cc)'a, salâtın Rasûlullah'a mahsus olduğu gibi...

Öyle ki 'Hamd âlemlerin rabbi olan Allah (cc)'a, iyi sonuç muttakîlere, sâlat da efendimiz Hz. Muhammed (sav)'e ve onun bütün âline mahsustur' denir. “Allah (cc), takvayı nefsine izafe etmek sûretiyle tahsis kılarak şöyle buyurmuştur: “Onların ne etleri ne de kanları Allah'a ulaşır; fakat O'na sadece sizin takvânız ulaşır.” Takva ancak korku ile daha önce geçtiği gibi haramlardan sakınmaktan ibarettir. “Allah (cc) katında en üstün olanınız, takvası en fazla olanınızdır.” (Hucurât 13)

“Sizden önce kitab verilenlere de size de 'Allah (cc)'tan korkun!' diye tavsiye ettik. Eğer inkâr ederseniz (biliniz ki) göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah (cc)'ındır.” (Nisâ 131)

“Eğer inanmış iseniz, onlardan korkmayın, benden korkun!” (Âlu İmran 175)

Görüldüğü gibi, Allah (cc) korkmayı emrediyor, iman için şart koşuyor. Bu nedenle bir mü'minin ne kadar zayıf olursa olsun korkudan ayrılması düşünülemez. Mü'minin korkusunun zafiyeti mârifet ve imanının zâfiyeti nisbetindedir.

Hz. Peygamber (sav) takvanın fazileti hakkında şöyle buyurmuştur: “Allah (cc) geçmiş ve gelecekleri belli bir günde topladığı zaman, en kenarda kalanları tarafından bile işitilen bir sesle karşı karşıya kalırlar, O ses sahibi der ki: 'Ey insanlar! Sizi yarattığım günden bugüne kadar sizin için susup (sizi dinledim), siz de bugün benim için susun, (beni dinleyin): Onlar amellerinizdir. Sizin üzerinize vârid olur'.

Ey insanlar! Ben size bir neseb seçtim. Siz de başka bir soy seçip benim seçmiş olduğum nesebi bıraktınız, kendinizin seçtiği nesebi yücelttiniz. Ben 'Allah (cc) katında sizin en şerefliniz, takvası en fazla olanınızdır' dedim. Siz bunu kabul etmekten imtina edip ille şöyle demekte israr ettiniz: 'Filan filanın oğludur! Filandan daha zengindir!' Bugün sizin seçtiğiniz nesebi bırakıp, benim kılmış olduğum nesebi yücelteceğim. (Öyleyse) muttakîler nerede? Muttakîler için bir sancak yükseltilir. Muttakîler o sancağı takip ederek Allah (cc) tarafından kendileri için takdir edilen makamlarına giderler. Dolayısıyle hesaba çekilmeden cennete girerler.” (Hâkim el-Müstedrek II/503, Taberânî (H. 360), el-Mu’cemü’l-Evsat IV/388)

Zikrin faziletleri hakkında vârid olan şeyler de gizli değildir. Allah (cc) zikri korkanlara mahsus kılarak şöyle buyurmuştur: “Allah (cc)'a saygılı olan hatırlar, (öğüt alır).” (Alâ 10)

“Rabbinin makamından korkan bir kimse için iki cennet vardır.” (Rahmân 46)

Allah (cc) (bir hadîs-i kudsî'de) şöyle buyurmaktadır: “İzzetime yemin ederim ki kulum için iki korkuyu ve iki emniyeti bir araya getirmeyeceğim. Eğer kulum dünyada benden emin olursa kıyamet gününde onu korkuturum. Eğer dünyada benden korkarsa kıyamet gününde onu emin kılarım”. (İbn Hibban, Sahihu İbn Hibban, 2/406; Bezzar, Müsned, 14/342; Beyhaki, Şuabu’l-İman, 2/223; İbnu’l-Mübarek, ez-Zuhd, 1/50)

Sehl şöyle demiştir: 'Helâl yemedikçe korkuyu elde edemezsin!

'Hasan'a şöyle denildi: Ey Ebu Said! Biz ne yapalım? Bizi aklımız uçacak derecede korkutan kavimlerle beraber oturuyoruz. Allah (cc)'a yemin olsun! Sizi korkutan bir kavimle arkadaşlık yapmanız, sizi emin kılan bir kavimle arkadaşlık yapmanızdan daha hayırlıdır.

Ebu Süleyman ed-Dârânî dedi ki: 'Korku herhangi bir kalbten ayrılırsa, o kalp harab olur'.

 “Hz. Âişe (rah), Hz. Peygamber (sav)'e şöyle sorar: Ey Allah (cc)'ın Rasûlü! 'Rablerinin huzuruna varacaklarından yürekleri çarparak zekâtlarını verenler' (Mü'minûn 60) ayetinde bahsi geçen kimseler hırsızlık ve zina yapan kişiler midir? Rasulullah (sav) da cevaben: ‘Bilakis oruç tutan, namaz kılan, sadaka veren ve bu ibâdetlerin kendisinden kabul edilmeyeceğinden korkan kimsedir’ dedi.” Tirmizî, İbn Mâce, Hâkim

Kalbin hal-i hazırda birisiyle meşgul olup gafletinden ötürü, öbürüsüne iltifat etmemesi de mümkündür. Bunun böyle olması şu noktadan ileri geliyor: Ümit ve korkunun şartındandır ki, şüpheli olan nesne ile ilgili bulunsunlar; zira malûm olan bir şey ne umulur ne de ondan korkulur. Madem durum budur, varlığı mümkün olan mahbubun yokluğu da şüphesiz ki mümkündür. Bu bakımdan varlığı kalbe rahat verirse ümit olur. Yokluğu kalbi üzerse o da korkudur. Bu iki şey, şüphesiz zıttırlar. Eğer o beklenen şey şüpheli ise durum budur. Şüphenin iki tarafından biri, bir kısım sebeplerin hazır olmasından dolayı başkasına galebe çalar ki buna zan denir. Bu da birinin diğerine galebe çalmasının sebebi olur. Zannın üzerine mahbubun varlığı galebe çaldığında ümit tarafı kuvvet bulur. Ona göre korku gizlenir. Aksi de böyledir. Her durumda ümit ile korku, ayrılmaz iki haslettirler.

“Gerçekten onlar hayırlara koşarlar, umarak ve korkarak bize dua ederlerdi.” (Enbiyâ 90)

“Yanları yataklarından uzaklaşır, korkarak ve umarak rablerine dua ederler.” (Secde 16) Nitekim Allah (cc)  şöyle buyurmuştur: “Size ne oluyor ki Allah (cc) için saygı ummuyorsunuz korkmuyorsunuz?” (Nuh 13)

Çoğu kez Kur'an birşeyi onun ayrılmaz parçası ile ifade etmektir. Öyleyse Allah (cc) korkusundan ağlamanın fazileti hakkında vârid olan her hüküm, korkunun faziletini belirtmektir. Çünkü o ağlama, korkunun meyvesidir.
“Artık kazandıklarının cezası olarak az gülsünler ve çok ağlasınlar.” (Tevbe 82)

“Ağlayarak çeneleri üstü kapanırlar ve Kur'an onların derin saygısını artırır.” (İsrâ 109) “Şimdi siz bu Kur'an'a mı şaşıyorsunuz ve gülüyorsunuz da ağlamıyorsunuz ve siz baş kaldırıyorsunuz?” (Necm 59-61)

“Mü'min bir kulun gözlerinden, sinek başı kadar olsa dahi Allah (cc) korkusundan yaş aksa, sonra onun yüzünün kızgınlığından birşeye isabet etse, muhakkak ki Allah (cc) onu ateşe haram kılar.” Taberânî, Beyhakî

“Mü'minin kalbi Allah (cc)'ın korkusundan ürperdiği zaman, yapraklar ağaçtan döküldüğü gibi günahları dökülür.” Taberânî, Beyhakî

“Allah (cc) korkusundan ağlayan bir kimse sağılan süt memeye tekrar girmedikçe- ateşe girmez (Tirmizî, Zühd, 9) “Allah (cc)'ın korkusundan ötürü gözden akan bir damla yaştan veya Allah (cc) yolunda akıtılan bir damla kandan Allah (cc) katında daha sevimli bir şey yoktur.” (Tirmizî, Fezâilü’l-cihâd 26) (Ebu Ummâme'den) “Ey Allahım! Bana çokça ağlayan iki göz ihsan et ki göz damlaları akıtmak sûretiyle kalbe şifa versinler.” Müslim, Buhârî

Yedi sınıf insan vardır, arşın gölgesinden başka gölgenin bulunmadığı bir günde Allah (cc) onları gölgelendirir. Hz. Peygamber (sav) bu hadîsi uzun uzadıya izah ettikten sonra şöyle demiştir: O sınıflardan biri de tenhada bulunduğu halde Allah (cc)'ı anan ve gözlerinden yaşlar akan bir kimsedir.

Ebubekir Sıddîk (r.a) der ki: 'Bir müslüman ağlayabildiği kadar ağlasın, ağlayamayan ise kendini ağlamaya zorlasın'.

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in kâtibi Hanzala İbnu'r-Rebî el-Esedî (r.a) anlatıyor: Birgün Hz. Ebu Bekir (r.a)'la karşılaştık. Bana: "-Nasılsın?" diye sordu. "-Hanzala münafık oldu"dedim. "-Sübhanallah, sen neler söylüyorsun?" diye şaşırdı. Ben açıkladım. "-Hz. Peygamber (sav)'in huzurunda olduğumuz sırada bize cennet ve cehennemden söz edilir, sanki gözlerimizle görmüş gibi oluruz. Oradan ayrılıp çoluk çocuğumuza, bağ bahçemize karışınca çoklukla unutup gidiyoruz". Hz. Ebu Bekir (r.a) de: "-Allah'a yemin olsun ben de aynı şeyi hissediyorum" dedi. Beraberce Hz. Peygamber (sav)'e gittik ve bu durumu açtık. Bize: "-Nefsimi kudret elinde tutan Zat-ı Zülcelâl'e kasem olsun siz, benim yanımdaki hâli dışarda da devam etirip (cennet ve cehennemi) hatırlama işini koruyabilseniz melekler sizinle yataklarınızda, yollarda müsafaha ederdi. Fakat ey Hanzala, bazan öyle bazan böyle olması normaldir (münâfıklık değildir)" dedi ve (son cümleyi üç kere tekrarladı." Müslim, Tevbe 12, (2750); Tirmizî, Kıyamet 60, (2516). Ümit, ağlama, takva, verâ ve ilmin fazileti hakkında ve Allah (cc)'ın azabından emin olmanın da aleyhinde vârid olan bütün hükümler Allah (cc) korkusunun faziletine de delâlet ederler. Çünkü bütün bunlar korku ile bağlantılı bulunurlar, kimi korkunun sebebi ve kimi de korkudan doğan hallerdir.

7. KORKUNUN MU ÜMİDİN Mİ FAZLASI DAHA FAZİLETLİDİR, YOKSA İKİSİNİN DE NORMALİ Mİ DAHA FAZİLETLİDİR?

Korku ve ümidin fazileti hakkında vârid olan haberler pek çoktur. Çoğu kez korku ile ümide bakan bir insan hangisinin daha üstün olduğunda şüpheye düşer. Kişinin 'Korku mu daha üstündür, recâ mı?' suali yanlış bir sualdir. Tıpkı 'Ekmek mi üstündür yoksa su mu?' diyenin sözüne benzer. Bunun cevabı 'Aç bir kimse için ekmek sudan daha üstündür. Susamış bir kimse için ise su daha üstündür ve bu iki durum bir arada bulunursa, duruma bakılır. Eğer açlık daha galip ise, ekmek daha üstündür. Susuzluk daha galipse, su daha üstündür. Eğer eşit iseler fazilette de eşittirler' demektir.

Eğer galip olan durum Allah (cc)'ın rahmetinden ümitsizlik ise, ümit daha faziletlidir. Aynen bunun gibi eğer kul üzerinde galip olan durum, günahkârlık ise, böyle bir kul için korku daha üstündür. Kayıtsız ve şartsız korku daha üstündür demek caizdir.

Günümüzde korku daha faziletlidir denebilir. Çünkü halk arasında Allah (cc)'ın affına aldanmak ve günahlara dalmak daha yaygın bir haldir.

Rivayet ediliyor ki Hz. Ali (r.a) çocuklarından birine 'Ey oğul! Allah (cc)'tan öyle bir şekilde kork ki bütün yeryüzünde yaşayan insanların sevaplarıyla O'nun huzuruna varsan bile o sevapları senden kabul etmeyeceğini düşün ve Allah (cc)'tan öyle bir şekilde ümitli ol ki eğer yeryüzündeki bütün insanların kötülükleriyle O'nun huzuruna gelsen bile seni bağışlayacağını düşün' demiştir.

Bu sırra binaen Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir: 'Eğer bir kişi müstesna bütün insanlar ateşe girecek dense, o kişinin ben olmasından ümidimi kesmem ve yine bütün insanlar bir kişi müstesna cennete girecek dense, muhakkak o kişi olmaktan korkarım!'

Hz. Ömer (r.a) kalbini inceden inceye tedkik ederdi. Hatta münâfıkları en iyi bilen Hz. Huzeyfe'den 'Acaba bende münafıklık var mı?' diye sorardı. Çünkü Hz. Peygamber (sav), Huzeyfe'ye münafıkları bildirmişti. Madem durum budur, öyleyse kalbini gizli nifaktan ve gizlice Allah (cc)'a ortak koşmaktan temizlemeye kimin gücü yeter? Eğer kişi, kalbinin bundan temizlenmiş olduğuna inanırsa, bilâhare bozulmayacağından nasıl emin olabilir? Ayıbının kendisinden gizlendiğinden nasıl emin olabilir? Eğer buna da güveniyorsa, son nefesine kadar bu durum üzerinde kalacağına dair nereden teminat almıştır?

Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Kişi elli senelik ömrü boyunca cennet ehlinin ameli gibi, Allah (cc)'a ibâdet eder. Öyle ki cennetle arasında bir karış kadar mesafe kalır. (Bir rivayette; onunla cennetin arası ancak bir devenin iki sağımı arası kadar kalır, Allah (cc)'ın kaza ve kaderi ilâhisi onun önüne geçer ve cehennem ehlinin ameliyle onun defteri sonuçlanır).” Bezzar ve Taberânî

Devenin iki sağımı arası kadar bir miktar, azalarla amel yapmaya müsait olmayan bir zamandır. O ancak ölüm çağında insanoğlunun kalbinden geçenin sığacağı kadar bir zamandır. Bu durum, kişinin sonunun kötülükle sonuçlanmasını gerektirir! Öyle ise kişi bundan nasıl emin olabilir? Madem durum budur, imanlı bir kimsenin en yüksek hedefi, Allah (cc)'tan korkması ile Allah (cc)'ın rahmetini ümit etmesinin eşit olmasıdır. Birçok kimsede ümidin galebe çalması aldanmasından ve mârifetinin azlığından kaynaklanır. Bunun için Allah (cc) ümit ile korkuyu, övdüğü insanların niteliği olarak bir arada cem'ederek şöyle buyurmuştur:
“Korkarak ve umarak rablerine dua ederler.” (Secde 16)

“Gerçekten onlar hayırlara koşarlar, umarak ve korkarak bize dua ederlerdi.” (Enbiya 90)

Hz. Ömer gibisi nerede! Bu bakımdan bu zamanda yaşayanlar için uygun olan şey, korkunun ümide galebe çalmasıdır. Fakat korku ve ümitsizlik, onları ameli terketmeye ve Allah (cc)'ın rahmetinden ümit kesmeye götürmemek şartıyla; zira bu dereceye vardırdığı takdirde amelde tembellik ve günahlara dalmaya sebep olur.

Böyle bir durum, korku değil, Allah (cc)'ın rahmetinden ümit kesmektir. Korku insanı ibâdet etmeye teşvik eder, şehvetleri bulandırır. Kalbi dünyaya meyletmekten sakındırır. Aldanış evinden kalbi uzaklaşmaya dâvet eder. İşte dinen övülen korku bu korkudur, insanı günahlardan menetmeyen, aksine teşvik eden ve sözden ibaret olan bir durum, korku değildir. Ümitsizliği gerektiren hareket de korku değildir.

Madem durum budur, o halde bu üç vasfı bir araya getirmek gerekir. Fakat ölümü görmeden önce korkunun galebe çalması en uygunudur, ölüm anında ise, insan için en uygunu ümidin galebe çalması ve Allah (cc) hakkında hüsn-ü zanda bulunmasıdır. Çünkü korku, insanı çalışmaya iteleyen kamçı gibidir. Ölüm anında ise, çalışma sona ermiştir. Ümit ise kişinin kalbini kuvvetlendirir. Umduğu, rabbini ona sevdirir. Allah (cc)'ın dostu olmadığı halde dünyadan ayrılmak, hiç kimse için uygun değildir. Bu bakımdan dünyadan ayrılan Allah (cc)'ını sevmelidir. Çünkü Allah (cc) ile mülâki olmayı sevenle Allah (cc) da mülâki olmayı sever. Ümit ve muhabbet beraber olur. Bu bakımdan Allah (cc)'ın keremini ümit eden bir kimse, aynı zamanda, Allah (cc)'ın mahbûbudur. Zaten ilim ve amellerden gaye; Allah (cc)'ın mârifetidir ki bu mârifet muhabbet ve sevgiyi meyve olarak verir. Çünkü sonuç O'na döner.

Ölümle insan O'nun huzuruna varır. Öyleyse mahbûbunun huzuruna varan bir kimsenin sevinci muhabbeti nisbetinde büyük olur. Mahbûbundan ayrılan bir kimsenin üzüntü ve azabı da şiddetli olur. O halde ölüm anında kalpte ailesinin, evladının, malının, meskeninin, akar ve arkadaşlarının sevgisi galip ise, bu kimsenin bütün sevdikleri dünyadadır. Bu bakımdan dünya bunun cennetidir; zira cennet bütün sevgilileri bir araya getiren bir kıtadan ibarettir. Öyleyse bunun için ölüm, kendisine ait cennetten çıkış ve kendisiyle istedikleri arasına perde geren bir durumdur. Bu bakımdan kişinin Allah (cc)'tan, O'nun zikri, mârifeti ve O'nun hakkında düşünmekten başka mahbûbu olmadığı ve dünya ile dünyanın nimetleri kendisini mahbûbundan meşgul ettiği zaman, dünya onun için hapishanedir! Zira hapishane, hapsolunan bir kimseyi sevdiklerine gitmekten alıkoyan bir yerin ismidir. Bu bakımdan bu kimsenin ölümü, mahbûbunun huzuruna varış ve hapisten kurtuluştur. Hapisten kurtulmuş ve mahbûbuyla engel olmaksızın başbaşa kalmış bir kimsenin hali ise, herkesin malûmudur. İşte ölümünden sonra dünyadan ayrılan herkesin ilk rastladığı sevap ve ceza budur. Bu da Allah (cc) 'nın salih kulları için gözün görmediği, kulağın işitmediği, beşerin hayâl bile etmediği nimetler ve dünyayı ahirete tercih eden ve dünyaya razı olan, ona tamamen güvenen kullarına da hazırladığı bukağılar ve zincirlerdir.

Bu bakımdan biz Allah (cc) 'dan, bizi müslüman olarak öldürmesini ve salih kullarının zümresine ilhak etmesini talep ederiz. Bu duanın kabul olunması ancak Allah (cc)'ın sevgisini elde etmek ile umulabilir ve Allah (cc) sevgisine de ancak başkasının sevgisini kalpten çıkarmak, Allah (cc)'tan başka mertebe, mal ve meskenden alâkayı kesmekle varılır. Bu bakımdan bizim için en iyisi Hz. Peygamber (sav)'in Allah (cc)'ı çağırdığı dua ile dua etmektir: 

Ebü’d-Derdâ (r.a) rivayet edildiğine göre, Resûlullah (sav) şöyle buyurdu: “Dâvûd aleyhisselâm şöyle dua ederdi: Allah (cc)ım! Senden; seni sevmeyi, seni sevenleri sevmeyi ve senin sevgine ulaştıracak amelleri sevmeyi dilerim. Allah (cc)ım! Senin sevgini bana canımdan, ailemden ve soğuk sudan daha sevimli kıl!” (Tirmizî, Daavât 73)

Cabir (ra) der ki: Resulullah'ın (sav) vefat etmeden üç gün önce: "Sakın, sizden biriniz Allah (cc) hakkında hüsnü zan beslemekten başka bir hal üzere ölmesin" buyurduğunu işittim.  (Müslim, Cennet 81,82. Ebû Dâvûd, Cenâiz 13)

Korku Halini Temin Eden Çare

Allah (cc)'tan korkmanın iki makam üzere olduğunu anlayabilirsin. O makamlardan biri Allah (cc)'ın azabından, ikincisi O'nun zatından korkmaktır.

Allah (cc)'ın zatından korkmak, âlimlerin ve kalp erbabının korkusudur. Onlar öyle âlim ve kalp erbabıdır ki Allah (cc) 'nın sıfatlarından heybet, korku ve sakınmayı gerektireni bilirler. O'nun şu ayetlerinin sırrına muttalidirler: “Allah (cc) sizi kendinden sakındırır.” (Âlu İmran 28), “Ey mü'minler! Allah (cc)'tan O'na yaraşır biçimde korkun ve ancak müslüman olarak can verin!” (Âlu İmran 102)

Birincisi, bütün halk tabakasının korkusudur. O korku cennet ve cehennemin esasına inanmak ve ibâdet ile günahtan ötürü insana verileceklerine inanmakla meydana gelir. Bu korkunun zayıflaması gaflet ve iman zâfiyeti sebebiyle meydana gelir. Gaflet ise, ancak Allah (cc)'ı hatırlamak, vaaz, kıyamet gününün şiddetleri hakkında düşünmek, ahiretteki azabın çeşitlerini tefekkür etmekle silinir. Korkan insanlara bakmak, onlarla oturmak ve onların hallerini görmekle de silinir.

Birincisinden daha yüce olan ikinci korkuya gelince, bu tür korku, korkutanın Allah (cc)'ın ta kendisi olmasıdır. Bundan şunu kastediyorum. Kul, Allah (cc)'tan uzaklaşmak ve mahcup olmaktan korkar O'na yakın olmayı umar.

Nitekim Zünnûn-i Mısrî demiştir ki: 'Ateşten korkmak gerçek sevgiliden ayrılmanın korkusu yanında engin bir denize damlayan bir damla gibi olur!' Bu korku, âlimlerin korkusudur. Nitekim Allah (cc) şöyle buyurmuştur: “Kullarından ancak âlimler, Allah (cc)'tan (gereğince) korkarlar.” (Fâtır 28)

“Suffe ehlinden bir kişi şehid düştü. Annesi onun için 'Ne mutlu sana! Cennet kuşlarından bir kuşsun, Hz. Peygamber (sav)'e hicret ederek geldin. Allah (cc) yolunda öldürüldün' deyince, Hz. Peygamber (sav), ona cevap olarak şöyle buyurmuştur: Onun öyle olduğunu sana bildiren nedir? Oysa o faydasız şeyler konuşur. Zararsız şeyleri de menederdi.” Beyhaki ve Ebu Yala

Müslümanlar nasıl korkmasınlar? Allah (cc)'ın Peygamber (sav)i şöyle buyurmaktadır: “Hûd, Vakıa, Tekvir ve Nebe sûreleri beni ihtiyarlattılar.” (Tirmizî, “Tefsîr”, 57/3297; Şevkânî, II, 544; Kurtubî, XI, 1)

Alimler bunun sebebinin Hûd sûresindeki uzaklaştırma hâdisesi olduğunu söylemişlerdir: “İyi bilin Hûd'un kavmi Ad, (Allah (cc)'ın rahmetinden) uzak olsun (yok olup gitsin)!” (Hûd 60)

“İyi bilin ki Semûd (kavmi) defolup gittiler!” (Hûd 68)

“İyi bilin ki Semûd kavmi nasıl helâk olduysa Medyen halkı da öyle helâk olmuştur.” (Hûd 95)

Buna rağmen, Hz. Peygamber (sav) biliyordu ki Allah (cc) dileseydi insanların hiçbiri O'na ortak koşmazdı; zira Allah (cc) dileseydi herkese hidayet verirdi. “Olacak vâkı olduğu (kıyamet koptuğu) zaman onun oluşunu yalanlayacak kimse çıkmaz. O alçaltıcı yükselticidir.” (Vâkıa 1-3)

Yani kudret kalemi, olacak herşeyi yazmış ve kalem kurumuştur! Ezeli takdir tamam olmuş, hatta Vâkıa denilen kıyamet kopmuştur. Bu kıyamet dünyada yüksek olan bir kavmi düşürücü veya dünyada alçak olan bir kavmi yükselticidir.

Tekvir sûresinde kıyametin şiddetleri ve insanoğlunun sonunun inkişafı vardır. “Cehennem alevlendirildiği zaman, cennet yaklaştırıldığı zaman, her can ne yapıp getirdiğini bilir.” (Tekvîr 12-14)

“O gün kişi, ellerinin (yapıp) öne sürdüğü işlere bakar ve kâfir şöyle der: Ah! Keşke ben toprak olaydım!” (Nebe 40)

“Rahman'ın izin verdiğinden başka kimse bir kelime bile söyleyemeyecektir.” (Nebe 38)

Kur'ân, başından sonuna kadar, düşünerek okuyan bir kimse için korkularla doludur. Eğer Kur'an'da şu ayetten başkası olmasaydı yine kâfi gelirdi: “Ve ben, tevbe eden, iman edip sâlih amel işleyen, sonra da hak yolda sebat gösteren kimse için çok bağışlayıcıyım.” (Tâhâ 82)

Zira Allah (cc) burada mağfireti dört şarta bağlıyor ki kul onların birinden bile acizdir. Bu ayetten daha şiddetlisi şu ayetlerdir: “Ey ins u cinn sizin için de boş vaktimiz olacak (sizin de hesabınızı göreceğiz)!” (Rahmân 31)

“Allah (cc)'ın tuzağından (kurtulacaklarına) emin mi oldular? Ziyana uğrayan topluluktan başkası, Allah (cc)'ın tuzağından emin olmaz!” (Araf 99)

“İşte rabbin zulmeden kentleri yakaladığı zaman böyle yakalar. Doğrusu O'nun yakalaması çok acı ve çok çetindir.” (Hûd 102)

“Takva sahiplerini, binek üzerinde ikrâm ile Rahmân'a götürdüğümüz gün, mücrimleri de yaya ve susuz olarak cehenneme sürdüğümüz (gün)...” (Meryem 85-86)

“İçinizden hiç kimse yoktur ki mutlak surette ona uğrayacak olmasın! Bu, rabbinin katında kesinleşmiş bir hükümdür.” (Meryem 71)

“Dilediğinizi yapın, çünkü O, bütün yaptıklarınızı görmektedir.” (Fussilet 40)

“Kim ahiret ekinini istiyorsa onun ekinini artırırız, kim dünya ekinini istiyorsa ona da dünyadan birşey veririz. Fakat ahirette bir nasibi olmaz.” (Şûrâ 20)

“Artık kim zerre kadar bir hayır işlerse onun mükâfatını görecek! Kim de zerre kadar bir kötülük işlerse onun cezasını görecektir.” (Zilzâl 7-8)

“Yaptıkları her işin önüne geçmişiz de onu (etrafa) saçılmış toz zerreleri haline getirmişizdir.” (Furkan 23)

“Asr'a yemin olsun ki insan ziyandadır. Ancak iman edip de salih ameller işleyenler, birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesna!” (Asr Suresi)

En büyük tehlike senin işinin eğer seni helâk ederse pervası olmayan; senin gibi sayısız kimseleri helâk eden ve durmadan dünyada onlara elem ve hastalıklar tattıran, bununla beraber kalplerini küfür ve nifakla hasta eden, sonra ebediyyen onlara azap eden bir zat-ı kibriyanın meşiyyet ve isteğine bağlanmasıdır. Sonra o zat-ı kibriya o kimselerden haber vererek şöyle buyurmaktadır: “Dileseydik herkese hidayetini verirdik. Fakat benden 'Muhakkak cehennemi cinlerden ve insanlardan bir kısmıyla tamamen dolduracağım' sözü çıkmıştır.” (Secde 13)

“Rabbinin 'Andolsun! Cehennemi tamamen insanlardan ve cinlerden dolduracağım' sözü tam yerine gelmiştir.” (Hûd119)

Bu bakımdan insanların en cahili o kimsedir ki 'Allah (cc)'ın azabından emin olmaktan sakın!' dendiği halde o, Allah (cc)'ın azabından emin olur. Eğer Allah (cc) ârif kullarına lûtfetmeseydi, onların kalplerini ümit ruhuyla canlandırmasaydı, kalpleri korku ateşinden yanardı. Bu bakımdan ümit, Allah (cc)'ın halis kulları için bir rahmettir. Gaflet de bir yönden, halk tabakası için rahmettir; zira eğer perde kalksa, kalpleri evirip çevirenin korkusundan paramparça olur.

Sehl derdi ki: 'Sıddîklar her hareketin neticesinin kötü olmasından korkarlar'. Sıddîklar o kimselerdir ki Allah (cc) onları vasıflandırarak şöyle buyurmuştur: “Verdiklerini rablerinin huzuruna varacakları düşüncesiyle kalpleri korkudan ürpererek verirler.” (Mü'minûn 60)

Kötü sonucun ölümden önce beliren birçok sebepleri vardır: Bid'at, nifak, gurur ve kötü sıfatlardan birçoğu gibi... Bu sırra binaen, ashab-ı kirâm nifaktan çok korkmuşlardır. Hatta Hasan Basrî der ki: 'Nifaktan beri olduğumu bilsem, bu durum benim nezdimde üzerine güneş doğan herşeyden daha sevimli olur'.
Ashab-ı kirâm bu nifaktan iman esasının zıddı olan nifakı kasdetmiyordu. Onların gayesi; imanın esasıyla bir arada olan nifaktır. Bu bakımdan (bu mânâ ile) kişi aynı zamanda hem münâfık hem de müslüman olabilir. Bu nifakın birçok alâmetleri vardır. Nitekim Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:

“Kimde dört özellik bulunursa katıksız münafık olur. Kimde de bu özelliklerden bir tanesi bulunursa o kimse, bu hasleti terk edene kadar nifaktan bir vasıf taşımış olur. Emanete ihanet eder, konuşunca yalan söyler, yaptığı anlaşmayı bozar, düşmanlıkta haddi aşar” (Buhârî, İman 25)

Ashab ve tabiin, nifakı öyle şeylerle tefsir etmişlerdir ki onlardan ancak sıddîk olan bir kimse kurtulur; zira Hasan Basrî 'Kişinin gizli ve açık durumları değişik olursa, dili ve kalbi ayrı ayrı bulunursa, çıkış ve girişi aynı olmazsa bu nifaktandır' demiştir. Acaba bunlardan kim kurtulabilir?

Hz. Peygamber (sav)in ashabı şöyle derlerdi: 'Sizler gözünüzde kıldan daha ince ve kıymetsiz görünen birtakım amellerde bulunursunuz ki biz o amelleri Hz. Peygamber (sav)in zamanında büyük günahlardan sayardık'.

Anlaşıldı ki ariflerin korkusu kötü neticedendir ve yine anlaşıldı ki kötü neticenin sebebi, neticeden önce tahakkuk eden birkaç şeydir. Onlardan biri bid'at, biri günahlar ve biri de nifaktır. Acaba kul ne zaman bütün bunlardan kurtulabilir? Eğer kul bunlardan kurtulduğunu zannederse, onun bu zannı nifaktır. Çünkü 'Nifaktan emin olan bir kimse, münafığın ta kendisidir' denilmiştir. Bu bakımdan ârif kişi, kader-i ezelî ve sonuç arasında ve ikisinde de korktuğu halde kıvranmaktadır. Bu sırra binaen Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Mü'min kul iki korku arasındadır: Allah (cc)'ın kendisine ne gibi bir muamele yapacağını bilmediği geçmiş bir ecel ile Allah (cc)'ın hakkında ne gibi bir hüküm vereceğini bilmediği gelecek bir ecel arasındadır. Nefsimi kudret elinde tutan Allah (cc)'a yemin ederim, ölümden sonra artık ayıplanacak yoktur, Dünyadan sonra, cennet veya cehennemden başka bir ev yoktur.” Beyhakî, Şuab

Yardım edici Allah (cc)'tır.

Su-i Hatimenin (Kötü Sonucun) Anlamı

Kötü sondan emin olmak ancak şöyle mümkün olabilir: 'Eşyayı olduğu gibi, cahillik olmaksızın görmek ve bütün ömrünü günah işlemeksizin Allah (cc)'ın ibadetine sarfetmektir'.

Eğer bunun muhal veya çetin olduğunu biliyorsan, elbette ariflerin kalbine galebe çalan korku, sana galebe çalmalıdır ki onun sebebiyle uzun uzadıya ağlayıp figan edesin ve ondan ötürü üzüntün ve sarsılman devam etsin.

Nitekim biz ileride Peygamber (sav)lerin ve selef-i salîhinin hallerinden bu durumu hikâye edeceğiz ki bu senin kalbinde ateş korkusunu artıran sebeplerden biri olsun!

Kötü son tehlikesinden dolayıdır ki şehâdet mertebesi imrenecek bir mertebe ve ânî ölüm istenilmeyecek bir ölümdür.

Anî ölüm şundan ötürü istenilmez: Çoğu kez kötü bir düşüncenin galebe çaldığı ve kalbi istilâ ettiği bir âna tesadüf eder. Oysa kalp de ya mârifet nûruyla dolu veya kerahiyeti ve istememezlikten dolayı böyle düşüncelerden boşalabilir.

Şehâdet mertebesi ise, kalpte Allah (cc) sevgisinden başkasının kalmadığı, dünya, aile efradı, mal, evlât ve bütün şehvetlerin sevgisinin kalpten çıktığı halde ruhun kabzedilmesinden ibarettir; zira çarpışanların saflarına nefsini ölüme hazırlayarak hücum etmek, ancak Allah (cc)'ın sevgisini, rızasını talep etmek, düyasını verip ahiretini satın almak ve Allah (cc) ile yapmış olduğu alışverişe razı olmak halinde o mertebeye ulaşılır.
“Allah (cc), mü'minlerden canlarını ve mallarını cennet kendilerinin olmak üzere satın almıştır.” (Tevbe111)

Sana kötü sonucun mânâsı ve kötü sonuç hakkında korkutan şeyin ne olduğu belirdiğinde, o sonucu iyi geçiştirmeye hazırlanmakla meşgul ol, Allah (cc)'ın zikrine devam et, kalbinden dünya sevgisini çıkar, azalarını günah işlemekten koru, kalbini günahları düşünmekten uzaklaştır. Mümkün olduğu kadar günahları ve günah ehlini müşahede etmekten sakın; zira bu da kalpte menfî tesir yapar. Bu bakımdan her göz açıp kapanışta kalbini kontrol et. Bir an dahi ihmal etme. O ânın senin sonun olması mümkündür. Bu durum uyanıklık halinde devam ederse böyledir.

Uyuduğun zamana gelince, ancak zâhir ve bâtının uyanık olduğu halde uyu. Allah (cc)'ın zikri kalbine galebe çaldıktan sonra uyku sana galip gelsin. Zikrin kalbine galebe çaldığı zaman dedim de diline galip geldiği demedim. Çünkü sadece dil ile söylenen zikrin tesiri zayıftır. Kesinlikle bil ki uyku çağında senin kalbine ancak uykudan önce galebe çalan bir durum galip gelir. Uyku halinde ancak uyanıklık halinde galip olan, kalbine galebe çalar. Ölüm ile ölümden sonra dirilmek, uyku ile uyanıklığa benzer. Nasıl ki kul, ancak uyanıklık halinde kendisine galip olanın üzerinde uyanıyorsa, aynen onun gibi kişi neyin üzerinde yaşıyorsa, ancak onun üzerinde ölür. Neyin üzerinde ölmüş ise, onun üzerinde haşrolunur. Kesinlikle ve yakînen tahakkuk etti ki ölümden sonra dirilmek, senin hallerinden iki haldir, tıpkı uyku ile uyanıklık gibi...

Nefeslerini murâkebe et. Bir göz açıp kapayıncaya kadar Allah (cc)'tan gafil olmaktan sakın; sen bütün bunları yapsan bile (yine de) büyük bir tehlike içindesin. Bunları yapmazsan acaba durumun nasıl olur?

Sehl et-Tüsteri: “Bütün insanlar helâk olmuşlardır; ancak âlimler müstesna! Alimlerin de hepsi helâk olmuştur; ancak ilimleriyle amel edenler müstesna! Amel edenlerin de hepsi helâk olmuştur; ancak ihlâs sahipleri müstesna! İhlâs sahipleri de büyük bir tehlike üzerindedirler.”

Dünyadan zarurî ihtiyacın kadarıyla kanaat etmedikçe, senin için bu durum müyesser olamaz. Senin zarurî ihtiyacın ise yiyecek, giyecek ve meskendir. Bunların dışında kalan diğer şeylerin tümü fuzulîdir. Yemekten zarurî olan miktar belini doğrultan, mideni doyuran miktardır. Bu bakımdan istemeyen ve mecbur kalan bir kimsenin yediği gibi yemelisin. Tuvalete gitme rağbetinden, yemekteki rağbetin daha fazla olmamalıdır. Zira yemeği mideye sokmakla çıkarmanın arasındaki fark yoktur. Bu iki şey de insan tabiatında zarurîdir. Nasıl ki def-i hacet kalbini meşgul edecek değerde değil ise, aynen onun gibi yemeğin de kalbini meşgul etmesi uygun değildir. Eğer hedefin; karnına giren şey ise, kıymetin de karnından çıkan şeydir. Def-i hacette olduğu gibi yemekten maksadın Allah (cc)'ın ibâdetinde kuvvetli olmaktan başka birşey olmamalıdır. Bunun alâmeti üç şeyde belirir: Yiyeceğin vaktinde, miktarında ve cinsinde...

Vakte gelince, vaktin en azı, gece gündüz (yirmi dört saat) bir defa yemektir. Bu bakımdan bu şahıs oruca devam eder.

Miktarına gelince, midenin üçte birinden fazlasını doldurmamaktır.

Cinsine gelince, mümkün ve mevcut olanla kanaat edip yemeklerin lezzetlilerini aramamaktır.

Elbisene gelince, elbiseden gaye sıcak ile soğuğu defetmek ve avreti örtmek olsun.

İşlerin zarurî kısımlarının hepsi böyledir. Eğer zarurî miktarla iktifa edersen, Allah (cc)'a kulluk yapmak vaktini bulursun. Ahiretin için azıklanmaya gücün yeter. Sonucun için hazırlanabilirsin. Eğer zaruret hududunu aşar, nefsinin istek ve temennilerine dalarsan, hedefin çeşitli dallara ayrılır, seni hangi derede helâk edeceğine Allah (cc) perva etmez! Bu bakımdan senden daha fazla nasihata muhtaç olan (benim gibi) bir kimseden bu nasihati kabul et!

Tedbir, azıklanma ve ihtiyatın geniş sahası bu kısa ömürdür. Muhakkak sen Peygamber (sav)lerin, velîlerin ve âlimlerin akıl, amel ve Allah (cc)'ın nezdindeki derecelerinin, senin aklın, amelin ve derecenden daha az olmadığını biliyorsun. Bu bakımdan basiretinin körlüğüne ve onların halleri hakkındaki kalp gözünün körlüğüne rağmen düşün! Neden onlar o kadar korkmuşlar? Neden uzun bir zaman üzüntüye kapılıp ağlamışlar? Hatta bazıları çığlıklar atmış, bazıları dehşete kapılmış, bazıları bayılarak düşmüş, bazıları ölü olarak yere serilmiş! Eğer bu durum kalbine tesir etmezse bu vaziyet, hiç de şaşılacak bir şey değildir. Çünkü gafillerin kalpleri taş gibi veya taştan daha katıdır!

“Çünkü öyle taşlar var ki içinde ırmaklar fışkırır; öylesi var ki çatlar da bağrından su kaynar, öylesi de var ki Allah (cc) korkusundan aşağı düşer. Allah (cc) yaptıklarınızdan gafil değildir!” (Bakara 74)

Ashabın, Tabiinin ve ümmetin Selef-i Sülehasının Korku ile İlgili Halleri

Ebubekir Sıddîk (r.a) bir kuşa hitaben 'Ey kuş! Keşke senin gibi olsaydım. Beşer olarak yaratılmasaydım!' demiştir.

Hz. Ömer (r.a) Kur’an’dan bir ayet dinlediği zaman, korkusundan bayılarak düşerdi. Birkaç gün hastadır diye ziyaret edilirdi. Birgün yerden bir saman çöpü alarak şöyle dedi: 'Keşke ben bu çöp olsaydım. Keşke ben anılır birşey olmasaydım. Keşke ben unutulmuş olsaydım. Keşke annem beni doğurmasaydı'.
Hz. Ali (r.a), sabah namazından selâm vererek çıktığında üzüntüye kapılmış bir halde mübarek elini evirip çeviriyor ve şöyle diyordu 'Ben Hz. Muhammed'in ashabını gördüm. Bugün onlara benzer bir kişi görmüyorum. Onlar tozlu topraklı, benizleri sapsarı ve gözlerinin arasında keçinin dizlerinde olduğu gibi izler olduğu halde sabahlardı. Onlar bütün geceyi secde ve kıyam etmek sûretiyle Allah (cc)'ın kitabını okuyarak alın ve ayakları arasında uyuklarlardı! Sabahladıkları zaman, Allah (cc)'ı anarlar, ağaçların rüzgârlı bir günde, sağa sola eğildiği gibi uzanırlardı. Elbiselerini ıslatacak kadar gözlerinden yaşlar akardı. Yemin olsun, sanki ben şu kavmi gafil olarak gecelemiş görüyorum!'

Rivayet ediliyor ki: “Ensar-ı kiramdan bir gencin içine ateş korkusu girdi, durmadan ağlıyordu, bu durum onu evde hapsetti. Bunun üzerine, Hz. Peygamber (sav) gelip onun yanına girdi, boynuna sarıldı ve o genç o anda ölerek yere düştü. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurdu: Arkadaşınızın cenazesini techiz edin! Ateş korkusu, onun ciğerini parçalamıştır.” (İbni Ebu Dünya, Et- Tergib, V., 223)

Ahmed b. Hanbel der ki: "Allah (cc) 'dan benim üzerime korkudan bir kapı açmasını diledim, açtı. Sonra aklımdan korktum ve şöyle dedim: 'Yarab! Gücüm yetecek kadar olsun!' Böylece kalbim sükûnete kavuştu".

İşte bunlar, Peygamber (sav)lerin, velî kulların, âlim ve salihlerin korkularıdır. Biz onlardan daha fazla korkmaya müstehakız. Fakat korku günahların çokluğundan değildir. Aksine kalplerin saflığından ve marifetin kemâlinden gelir. Aksi takdirde biz günahlarımızın azlığından ve ibâdetlerimizin çokluğundan emin olamayız. Şehvetimiz bizi çeker. Şekavetimiz bize galebe çalar. Durumumuzu mülâhaza etmekten, gafletimiz ve kalbimizin katılığı bizi menetmektedir. Göç etmenin yaklaşması bizi uyandırmadığı gibi, günahların çokluğu da müsbet olarak bizde bir hareket meydana getirmez. Allah (cc)'tan korkanların durumlarını müşahede etmek bizi korkutmuyor! Sonucun tehlikesi bizi ürkütmüyor!

Allah (cc) 'dan dileğimiz, fazilet ve cömertliğiyle hallerimizi yed-i kudretiyle ıslah etmesidir. Tabiî eğer kalp hazır olmadan ve sadece dil ile istemek fayda veriyorsa...

Acaipliklerdendir ki biz dünyada servet istediğimiz zaman, tohum serpiyor, ağaç dikiyor, ticaret yapıyor, denizlerde sefer düzenliyor, çöllerin tehlikesine girişiyor, bütün bunlardan sonra serveti umuyoruz. Eğer biz ilim rütbesini istersek, fıkıh ilmini okuyor, onu ezberlemek ve tekrarlamak hususunda, yoruluyor, uykusuz kalıyoruz. Rızıklarımızın talebine var kuvvetimizle dalıyor, Allah (cc) 'nın bize kefil olduğuna bir türlü güvenmiyor ve evimizde bu güvene dayanarak oturmuyoruz. 'Yarab! Bize rızık ver' demiyoruz. Sonra gözlerimizi mukim ve daim olan mülke diktiğimizde sadece dilimizle 'Ey Allah (cc)ım! Bizi affet, bize rahmet et! Allah (cc) o Allah (cc)'tır ki ümidimiz onadır. Onunla aziz oluruz' demekle iktifa ediyoruz. O zaman Allah (cc) bizi çağırarak şöyle der: “Hakîkaten, insan için kendi çalıştığından başkası yoktur.”  (Necm 39)

“Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve o aldatıcı (şeytan) Allah (cc)'ın affına güvendirmek) suretiyle sizi aldatmasın.” (Fâtır 5)

“Ey insan! Kerîm olan rabbına karşı seni aldatan ne?” (İnfitar 6)

Sonra bütün bunlar bizi uyandırmıyor. Gurur ve boş temennilerin çukurundan bizi çıkarmıyor. Eğer Allah (cc), nasûh tevbesi ile bize lütfetmezse ve tevbe-i nasûh vasıtasıyle elimizden tutup bizi o girdaptan kurtarmazsa bu dehşetli bir felakettir. Allah (cc) 'dan dileğimiz bize tevbe nasip etmesidir. O'ndan dileğimiz kalplerimizin gizliliklerini, tevbeye teşvik etmesi, dilimizle tevbeyi bize son nasip kılmamasıdır. Aksi takdirde biz, deyip de amel etmeyen, dinleyip de kabul etmeyen kimselerden oluruz! Vaazı dinlediğimiz zaman ağlarız. Dinlediğimizle amel etme zamanı geldi mi isyan ederiz. Mahrumluk için bundan daha büyük bir alâmeti fârika yoktur!

Allah (cc) 'dan minnet ve faziletiyle tevfîkini ve bizi hakîkate irşâd etmesini talep ederiz. 

8. SONUÇ

Ø  Recânın lügat anlamlarından birinin de “korkmak” olması ve mutasavvıfların, recânın içerisinde gizli olarak havfın da bulunduğunu ifade etmeleri, recâda af ümidi galip unsur olmakla birlikte, affedilmeme endişe ve korkusunun da mevcut olduğunu ortaya koymaktadır.

Ø  Havf ve recâ, zıt kavramlar olmayıp birbirinin tamamlayıcısıdır ve kulda birlikte bulunmaları önem arz etmektedir.

Ø  Kulda havf ve recânın dengeli olması gerekir. Kulun durumuna ve ihtiyacına göre havf veya recânın oranının yüksek olması daha efdal olabilir.

Ø  Allah’ın azabının şiddetinin bilinmesi, havfı meydana getirir. O’nun affının ve rahmetinin genişliğini ve cennetteki mükâfatın büyüklüğünü bilmek recâyı meydana getirir. Havf ve recâya ulaştıran en önemli etkenlerden birisi de marifettir.

Ø  Havfla günahlardan uzaklaşan kul, recâ ile istikametini düzelterek ibadetlere ve Allah’a yönelir. Havf, tövbenin sebebi, tevbe ise recânın sebebidir. Havf ve recânın tek taraflı olması, kulun dengesini bozar. Havfın şiddetlenmesi, ümitsizliğe sevk ederek recâyı yok eder. Recânın şiddetlenmesi ise, akıbetten emin hale getirerek havfı yok eder. Bir konuda haddi aşmak, diğer konunun hiç gündeme gelmemesine veya eksik kalmasına sebep olur. Recâ, korkan ve daralan kalplerin ferahlamasını sağlar ve havfın, insan sağlığına vereceği zararları da engelleyerek akıl ve ruh sağlığını korur.

Ø  Recâdan yoksun olan havf duygusu, endişe, çaresizlik ve umutsuzluğa sürükleyerek kişinin dengesini bozar. Affedilebileceği bilgisi ise, umutsuz ve çaresiz bir korkuyu, ümitvar bir endişe haline çevirir.

Ø  Havf ve recânın, terazinin iki kefesi ve kuşun iki kanadı gibi dengeli olması, kulun doğru istikamette gitmesini sağlar.

 

9. ÖDEVLER

Her namazın arkasından bu duayı okumak.

10. VİDEO

Günahlarımdan Çok Korkuyorum - Nureddin Yıldız

 https://www.youtube.com/watch?v=_7HjDFIDKEk

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Dersler