14. UCB

 

14. UCB*

GİRİŞ

Kendini beğenmişlik, belki de dilimizdeki beliğ ifadesiyle “benlik” her çağın insanının amansız hastalığıdır.

Şüphesiz kendini beğenmişlik, insanı helak eden nefislerdeki bir ahlâktır. Geçmişte bu huy, bir hastalık olarak görülürdü ve tevâzû kıymetli bir özellikti. Şimdi ise vahim bir şekilde tam tersi geçerli. Bugün, ‘kişisel gelişim’, ‘başarı’, ‘kendine güven’ gibi kavramlarla, insanların cilalanarak -bilinçsizce kullanılan ilacın tesiri gibi- mânevî bir zehirlenmeye uğradığına şâhid oluyoruz. Etrafımız kendine güven, başarı, gelişim havârîlerinin telkinleriyle balon gibi şişen ve “küçük dağları ben yarattım, büyüklere de katkım oldu” diyen insanlarla çevrili. Nitekim Kur’ân-ı Hakîm’de de, “Yapmadıkları, içinde emekleri, gayretleri olmayan işlerle övülmekten hoşlananlar”dan yerilerek bahsedilmektedir.

Dilimizde “kibirlenme”, “böbürlenme”, “gurur”, “kendini beğenmişlik” gibi çeşitli şekillerde ifade edilen kavramlar birbirine yakın olmakla beraber farklı anlamlar ifade etmektedir. Esas olarak hepsinin kaynağı olan “ucb”dan başlayarak bu yazımızda kendini beğenmişliğin psikolojisi üzerinde durmaya çalışacağız. (*Kendini Beğenmişlik (Ucb), Eğitim Yazıları Dergisi, Rukiye Çetin’in makalesinden istifade edilmiştir.)

1- UCBUN (KENDİNİ BEĞENME) TANIMI

a-     Kelime Anlamı:

Kendini beğenme, böbürlenme anlamında ahlâk terimi.

Sözlükte “şaşmak, hayret etmek, yadırgamak” mânasındaki acb kökünden isim olan ucb “bir kimsenin hak etmediği bir mertebeyi kendinde vehmetmesi” şeklinde tanımlanır (et-Tarîfât, “ucb” md.; Râgıb el-İsfahânî, eź-Źerîa, s. 306). Sözlüklerde ucb genellikle “övünme, kibir, tekebbür” diye açıklanırsa da (meselâ bk. Lisânü’l-Arab, “acb” md.; Tâcü’l-arûs, “acb” md.) âlimler bu kavramların birbirinden farklı olduğunu belirtir. Meselâ er-Riâye li-ĥuķūķıllâh adlı eserinde (s. 371, 377) ucb, kibir ve bunlarla ilişkisi bulunan ahlâkî kusurları geniş biçimde ele alan Hâris el-Muhâsibî kibrin ucbden doğduğunu kaydeder. İbn Hazm ucbu kendini beğenme, övünme, kibir ve büyüklenmenin aslı olarak gösterir ve birbirine yakın anlamlar taşıdığından çoğu insanın bu kelimeleri ayırt etmekte güçlük çektiğini ifade eder (el-Aħlâķ ve’s-siyer, s. 73-74). Mâverdî kişinin itibarı ve mevkisiyle gururlanmasına kibir, faziletleriyle övünmesine ucb (i‘câb) denildiğini söyler ve bunların ikisinin de faziletleri silip götürdüğünü kaydeder (Edebü’d-dünyâ ve’d-dîn, s. 228). Gazzâlî’ye göre kibir toplum içinde görülen bir durumdur, zira insanlar birbirine karşı büyüklük taslar. Ucb ise psikolojik bir hal olup tek başına yaşayanlarda da bulunabilir (İhyâ, III, 343-344). Bazı kaynaklarda ucbün ileri derecesine idlâl denilmiştir. Buna göre ucb yapılan iyilikle böbürlenmek, idlâl iyiliğe karşılık beklemektir (Muhâsibî, s. 343-344; Gazzâlî, III, 371). (TDV Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Ucb, Mustafa Çağrıcı)

b- Ucb Kavramı:

Ucb, bir kimsenin kendisine verilen bir nimet sebebiyle nefsini beğenmesi, ululamasıdır. Kibirden ayrılan yönüyle Ucb bir iç durum olup dışa yansımayan bir haldir. Ucbun ileri merhalesinde dışa yansıyan daha büyük hastalık olan kibir vardır.

Kurtûbî (ö.671/1273)’ye göre ucb, Allah Teâlâ’nın nimetlerini unutarak nefsini kemâl gözüyle mülahaza etmektir. İ’câb, bir şeyin güzel bulunması, beğenilmesidir.

Gazzâlî (ö.505/1111) İhyâ’sında ucbu şöyle târif eder: “Ucb, verilen nimeti, onu veren Allah Teâlâ’ya nisbet etmeden kendine mâl edip bağlanmaktır.”

Ucub şu şekilde de tanımlanır: "Bir kimsenin, kendisindeki kemalin Allah'ın nimeti olduğunu unutarak kendisini kusursuz görmesidir. Eğer bu durumdaki bir insan, başkalarını hakir görürse bu da kibir olur." Bu durumda kibirde iki unsur bulunmaktadır: Bir şeyle büyüklenen kimse ve karşısında büyüklenilen kimse. Ucubda ise tek unsur bulunur ve bu da "kendini beğenen kimse" dir. İnsanın kendini beğenmesi, başkasını hakir görmedikçe kibir sayılmaz; fakat bu huy zamanla insanı kibre sürükler. Sonuç olarak ucub ve tekebbür, aralarında umum husus ilişkisi bulunan iki karakterdir. (Kadir Polater, Kur’an Açısından Kibir Sorunu ve Sonuçları, C.Ü İlahiyat Fakültesi Dergisi, 17. Cilt, Sayı 1, Sayfa 63-88, 2013)

Kendini beğenme, kibir ve gururla ilişkilidir. Sahip olduğu nimetlerin Allah’tan geldiğini ve yine bir gün yok olup gidebileceğini düşünmemektir. İnsanın âciz ve zayıf bir kul olduğunu unutmasıdır.

Kendini beğenenler, diğer insanların aklını, fikir ve düşüncelerini, davranışlarını hattâ giyim kuşamlarını beğenmez, nefislerinden başka bir şey düşünmez, inatçılıktan da geri kalmaz.

Kendini beğenmek ilk defa şeytanın yaptığı bir iştir. Bu yüzden cennetten kovulmuş ve rahmetten uzaklaştırılmıştır.

Ucb, kulların çoğunda bulunan, günahlarını onlara göstermeyen, hatâ ve sürçmelerini onlara süsleyen bir âfettir. Çünkü ucb, kalbi kör eder. Öyle ki kendini beğenen kimse, kötü biri olduğu halde kendisini iyi, helâk olduğu halde kurtulmuş, hatâlı olduğu halde kendini doğru bulan biri olarak görür. Ucb sahibi kimse, gaflete meyletmeye devam eder ve bu suretle günahlarını küçük görür. Yaptığı ameller gözüne çok görünür, o da bunlarla aldanır.

Nitekim, “Ucb, nefsi kusursuz görmeye sevk eder. Çünkü ucb sahibinin bütün fiilleri, onun gözünde iyi ve güzeldir” denilmiştir. Oysa Kur’ân-ı Hakîm’de; “(Bununla beraber) nefsimi temize çıkarmıyorum.” (Yûsuf 53), “Bunun için kendinizi temize çıkarmayın.” (Necm 32) buyurulmaktadır.

Ucb sebebiyle sapıkların ileri gelenleri sapıklıklarında daha da derinleşir, mütekebbirler daha da kibirlenir, böbürlenenler daha da böbürlenir ve büyüklenenler gün geçtikçe daha da büyüklenir. Yani bu durumları her geçen gün ileri derecelere varır. Bu ümmetin yaşadığı acı günler de ucb sebebiyledir. Buna delil, Hz. Peygamber (sav)’in bu ümmetin sonundakileri kastederek Ebû Sa’lebe’ye söylediği şu hadîstir: “İtaat olunan cimriliği, uyulan hevâ-i nefsi ve görüş sahiplerinin her birinin kendi görüşünü beğendiğini gördüğün zaman kendini kurtarmaya bak.” (Ebû Dâvud, Melahim 17; Tirmizî, Tefsîr 5; İbn Mâce, Fiten 61)

Kendini beğenen kimse öyle kimsedir ki, kendine göre Allah ona ilim, şan şöhret, güç, güzellik, mal, makam, çok evlat veya akıl ve ileri derecede zekâ vermiştir. Gerçekte bunların hepsini vermiş olabileceği gibi, bazısını da vermiş olabilir. Bu kimse, Allah’ın kendisine vermiş olduğu bu nimetlerin bir gün yok olacağı korkusunu içinde taşımaz. Bu nimetlerin gerçek sahibinin ve kendisine bahşedenin Allah Teâlâ olduğu, aklının ucundan bile geçmez. Onların varlığıyla mutlu olur ve övünür. Sanki bu nimeti kendisi hak etmiştir de Allah’ın bu noktada kendi üzerine bir ihsânı söz konusu değildir. Onu (nimeti) zevâle ermeyecek bir nesne olarak görür. İşte mu’ceb (kendini beğenen) bu  nitelikteki kimsedir.

c- Ucubla İlgili Kavramlar:

Fahr: Övünme karşılığında kullanılan Arapça fahr ve aynı kökten türeyen iftihâr kelimeleri “bir kimsenin, mal ve mevki gibi kendi varlık bütünlüğünün dışındaki değerlere ve imkânlara sahip olduğu için kendini övmesi” veya “kişinin kendisinde yahut ailesinde bulunan üstünlükler, şan ve şeref dolayısıyla övünmesi, böbürlenmesi” şeklinde tanımlanır (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “fħr” md.; Lisânü’l-Arab, “fħr” md.; Tâcü’l-arûs, “fħr” md.) Kişinin çocuğunun geldiği makam ve mevki ile övünmesi fahra örnek verilebilir.

Tefâhür: “İki yahut daha çok kimsenin övünme yarışına girişmesi”. Müfâhare: “Bir kimsenin üstünlük ve meziyetlerini sıralayarak bunlarda başkasıyla üstünlük yarışı yapması” anlamına gelmektedir (Kāmus Tercümesi, “fħr” md.). Temeddüh ve Mübâhât: Bu kelimeler de “övünme”, ihtiyâl “kibirlenme, böbürlenme”, Tebâhî de “üstünlük yarışına girişme” mânasında kullanılmaktadır. Son kavramın geçtiği bir hadiste, “İnsanların mescidler konusunda birbirine karşı üstünlük yarışına girişmeleri (tebâhî) kıyamet alâmetlerindendir” buyrulmuştur (Müsned, III, 134, 145; Nesâî, “Mesâcid”, 2; Ebû Dâvûd, “Śalât”, 12).

Tevazu: (Ucbun tersi olumlu kavram olarak) Sözlükte “kendi itibar ve derecesini düşük görmek, birine boyun eğmek” anlamındaki vaz‘ kökünden türeyen tevâzu‘ (Lisânü’l-Arab, “vaż” md.; Tâcü’l-arûs, “vaż” md.) kibrin karşıtı olup kişinin başkalarını aşağılayıcı duygu ve davranışlardan kendini arındırmasını ifade eder. Türkçe’de alçak gönüllülük sözüyle karşılanmaktadır. Râgıb el-İsfahânî tevazuun “aşağılık, itibarsızlık, onursuzluk” anlamındaki da‘at (ضعت) kökünden geldiğini ve “insanın lâyık olduğundan daha düşük bir dereceye razı olması” mânasına geldiğini belirtir (eź-Źerîa ilâ mekârimi’ş-şerîa, s. 299). Tehânevî tevazuu “aza razı olma ve halkın yükünü çekme” diye tanımlar (Keşşâf, II, 1488). Kaynaklarda tevazu ile aynı veya yakın anlamda tezellül ve huşû‘ kelimeleri de geçmekte (meselâ bk. Kuşeyrî, I, 380-381), sözlüklerde tevazu bu kavramlarla da açıklanmaktadır (Tâcü’l-arûs, “vaż” md.; Kāmus Tercümesi, “vaz‘” md.). Ancak Râgıb el-İsfahânî’ye göre tevazu ile huşû arasında fark vardır. Tevazu hem ahlâkî melekeler hem açık ve gizli fiiller için, huşû ise özellikle organların hareketleri için kullanılır, kalpteki tevazu organlara huşû olarak yansır. Tasavvuf ehli huşûu kalbin bir hali olarak görür. Cüneyd-i Bağdâdî huşûu “kalplerin, gizlilikleri bilen Allah karşısındaki tevazuu” diye tanımlamıştır (Kuşeyrî, I, 381).

İdlâl (Amelle Şımarma): İdlâl (şımarma) ucb mânâsıyla birlikte, başka bir mânâyı daha içermektedir. Şöyle ki, ilmi ve ameliyle ucba düşmüş kimse, kendisini, ameli karşılığında, Allah katında sevabı hak ettiğini ve yüce bir değere sahip olduğunu sanır.

Nitekim, “Yaptığın iyiliği çok görerek başa kakma.” (Müddessir 6) âyetinin tefsîrinde, Katâde (rha); “Amelin ile idlâl etme” demiştir.

İdlâl ucbdan sonra gelir. İdlâl eden, ameliyle nazlanan herkeste ucb vardır. Fakat her ucb sahibinde idlâl yoktur. Çünkü ucb, kendini beğenmek ve varlıklarını büyük görmekten ibârettir. Fakat idlâl, yaptığını beğenmekle beraber mükâfât beklemektir. “Benim duamın kabul edilmesi gerekir, nasıl olur da dileğim kabul edilmez?” der. Kötü bir insanın dileğinin reddine aldırış etmez de kendi duasının reddine şaşar. İşte bu hem ucb hem de idlâldir. Aynı zamanda kibrin başlangıç sebeplerindendir.

Kuşkusuz Allah’ın kullarına nimet ve fazlı olmasaydı, onları iyi ameller işlemeye muvaffak etmezdi. Zira iyi amel, Allah’ın bir fazlı ve nimetidir; kulları ise pek az şükrederler, pek çok günah işlerler. Doğrusu, şükretmek de Allah’ın bir nimetidir. Günahlar ise pek çoktur. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

“Ey iman edenler! Şeytanın adımlarını takip etmeyin. Kim şeytanın adımlarını takip ederse, muhakkak ki o, edepsizliği (yüzkızartıcı suçları) ve kötülüğü emreder. Eğer üstünüzde Allah’ın lütuf ve merhameti olmasaydı, içinizden hiçbir kimse asla temize çıkamazdı. Fakat Allah dilediğini arındırır. Allah işitir ve bilir..” (Nûr 21)

Bu âyet indiği zaman, insanların en hayırlısı olan Rasûlullah (sav), ashâbına şöyle dedi: “Hiçbirinizi ameli kurtaramaz.” Ashâb-ı kirâm, “Seni de mi amelin kurtaramaz ey Allah’ın Rasûlü?” diye sordular. Rasûlullah (sav), “Evet, Allah beni rahmetiyle kuşatmasa, beni de amelim kurtaramaz” buyurdu. (Buhârî, Rikak 18; Müslim, Münâfikîn 73)

 

2- KUR’AN-I KERİM’DE UCB

Ucb kavramı Kur’ân-ı Kerîm’de ahlâkla ilgili anlamıyla bir âyette geçmektedir. "Andolsun ki Allah, birçok yerde (savaş alanlarında) ve Huneyn savaşında size yardım etmişti. Hani çokluğunuz size kendinizi beğendirmiş, fakat sizi hezimete uğramaktan kurtaramamıştı. Yeryüzü bütün genişliğine rağmen size dar gelmişti, sonunda (bozularak) gerisin geri dönmüştünüz." (Tevbe 25) Burada müslümanlara Huneyn Gazvesi esnasında sayılarının çokluğuyla böbürlendikleri hatırlatılmakta, yanlış olan bu davranışın kendilerine zarar verdiğine işaret edilmektedir.

"Allah’a ibadet edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolcuya, ellerinizin altında bulunanlara (köle, cariye, hizmetçi ve benzerlerine) iyi davranın; Allah kendini beğenen ve daima böbürlenip duran kimseyi sevmez.” (Nisa 36)

"Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Zira Allah, kendini beğenmiş övünüp duran kimseleri asla sevmez." (Lokmân 18)

3- HADİSLER’DE UCB

 “Eğer siz hiç günah işlemeseydiniz, Allah Teâlâ sizi helak eder ve yerinize, günah işleyecek (fakat tevbeleri sebebiyle) mağfiret edeceği kimseler yaratırdı.” (Müslim, Tevbe 9/2748); Tirmizî, Da’avât 105/3533)

 “Eğer siz hiç günah işlemeseydiniz, sizin üzerinize bundan daha zararlı olan ucbdan korkardım.” (Bu hadîs için bkz. Kudâî, Müsned, II, 320-321/1446; Beyhakî, Şuabu’l-îmân, V, 453/7255; Deylemî, Müsned, III, 371/5126; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, X, 269 (Bezzâr’ın Müsned’inde)

Bu hadîslerin şerhi sadedince şunlar kaydedilmiştir: “Çünkü günahkâr kişi isyanını bilir ve onun için kendisinden tevbe umulur. Ucblu kişi ise mağrurdur; ilmiyle ve ameliyle aldanmıştır; onun tevbe etmesi uzak ihtimaldir… Ucb, kulun yüzünü Allah’tan çevirir. Günah ise onu Allah’a tevbeye ve ilticâya çevirir. Çünkü ucb, kibirlenmeyi, böbürlenmeyi doğurur; günah ise ilticâyı, çaresiz kalmayı doğurur ve ihtiyaçlı olmaya götürür. Kulun hayırlı evsafı ise onun muhtaçlığı, Rabbine ihtiyacı ve ona sığınmasıdır.”  (Hadimî, Berika III, 335)

Atâullah İskenderî (ö.709/1309) de Hikemü’l-Atâiyye’de şöyle demiştir: “Zillet [Allah’a karşı mahcûbiyet ve acziyet] ve iftikar [Allah’a muhtâciyet] getiren bir masiyet ve günah, izzet ve kibir getiren bir ibâdet ve taatten daha hayırlıdır.” (İskenderî, Hikemü’l-Atâiyye, s. 28 (98))

“Üç şey helak edicidir: Kişiyi emri altına alan cimrilik, uyulan nefis hevesleri ve kişinin kendini beğenmesi (ucb).” (Abdullah b. Mübârek, Zühd, I, 31 (123); Ma’mer b. Râşid, Câmi, XI, 304 (20606); Bezzâr, Müsned, VIII, 295 (3366); Taberânî, Mu’cemu’l-Evsât, V, 328 (5452). Hadîs için ayrıca bkz. Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, I, 90-91; Münzirî, Tergîb ve’t-Terhîb, I, 45 (86); III, 258 (3943)

4- ALİMLERİN UCB HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ

Selef-i sâlihîn şöyle demiştir: “Nefsini azîz gören, dînini zelîl kılmış olur. Nefsini zelîl kılan ise dînini azîz kılmış olur.” (Ahmed b. Hanbel, el-Verâ, I, 19; İbn Ebî Âsım, Kitabü’z-Zühd, I, 378.

Abdullah b. Mesûd (r.a.) insanı felâkete sevkeden iki şeyin ümitsizlik ve ucb olduğunu söyler. Zira ümitsizliğe kapılan kişi günahlarının bağışlanmayacak derecelere ulaştığını düşünerek tövbeyi bırakır ve sonuçta kendini tamamen kötülüğe terkeder. Ucb de insana nefsini tertemiz gösterip günahlarının farkına varmasını engeller. Bu sebeple, “İnsan ne zaman kötü olur?” sorusuna Hz. Âişe (r.ah.), “İyi olduğunu zannettiği zaman” cevabını vermiştir (Haris Muhâsibî er-Riâye, Kitâbü’l-Ucb, s. 335-337). Kişinin böbürlenmesi onun dini veya dünyasıyla ilgilidir. Dinde böbürlenmenin sebebi ilim, amel, doğru ya da yanlış görüşler; dünya ile ilgili böbürlenmenin sebebi benlik tutkusu, zenginlik, soy sop, evlât ve akraba çokluğu olabilir. Muhâsibî ucb sebeplerini incelerken bu konudaki yanılgıları ve bunları düzeltme çarelerini gösterir. Ucb hakkındaki temel yanılgı insanın nefsiyle ilgili bilgisizliği ve kavuştuğu nimeti kendinden bilmesi, ucbün çaresi kişinin nefsini tanıması, nimet sahibinin Allah olduğunu bilmesi ve O’na şükretmesidir (Haris Muhâsibî er-Riâye, Kitâbü’l-Ucb, s. 338-371).

 İbn Hazm şöyle der: “Hiçbir kusuru bulunmadığını sanan kişi çaresiz bir belâya düşmüş demektir. Gerçekte peygamberler dışında kusursuz insan yoktur. Kendini kusursuz görmek en büyük kusurdur ve tam bir akıl yoksunluğudur. (el-Aħlâķ ve’s-Siyer, s. 65-76).

Ebû Bekir er-Râzî ucbün kendini sevmekten kaynaklandığını söyler ve insanın iyi özelliklerini abartırken kötü özelliklerini önemsiz gördüğünü, bu eğilimin güçlenmesinin ucbe dönüştüğünü belirtir. Râzî’ye göre ucbün en tehlikeli yanı onu besleyen sebeplerin önemsiz sayılmasıdır. Bu durumdaki insanın ucbden kurtulması mümkün değildir (et-Tıbbü’r-Rûhânî, s. 46-47). Râzî’den yararlandığı bilinen Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî de aynı görüşleri tekrarlar (et-Tıbbü’r-Rûhânî, s. 25-26). Ucbün aslının ben sevgisi olduğunu söyleyen Râgıb el-İsfahânî, “Bir şeye karşı hissettiğin ölçüsüz sevgi gözünü kör, kulağını sağır eder” meâlindeki hadiste (Ebû Dâvûd, “Edeb”, 116) buna işaret edildiğini, bu anlamda gözü kör, kulağı sağır olanların artık kendi kusurlarını göremeyeceklerini kaydeder.

 

4- UCBUN ZARARLARI

Ucbun afetleriyle ilgili İmam Gazali İhya-u Ulumid-Din adlı eserinde şöyle der: "Ucb'un âfetleri pek çoktur. Çünkü ucb, kibre çağırır; zira daha önce dediğimiz gibi ucb, kibrin sebeplerinden biridir. Bu durum, kullara göre böyledir. Allah'a göre ise ucb, günahları unutmaya ve ihmal etmeye dâvet eder. Bu bakımdan kişi, günahlarının bir kısmını hatırlamaz, araştırmaz. Günahlarından hatırladığı kısımları ise, küçük görür. Büyük telâkki edip telâfisine çalışmaz. Aksine bağışlandığını zanneder! İbâdet ve amellere gelince, kişi onları büyük görür. Onlarla mağrur olur. Onları yaptığından dolayı Allah'a minnet eder! Çünkü zâhirî ameller halis ve riyadan tertemiz olmadıkça az fayda verir. Günahı, ucbu değil de korkusu galebe çalan bir kimse araştırır. Ucb'a kapılan kimse ise, nefsine ve görüşüne aldanıp Allah'ın azabından emin olur. Allah katında bir minneti ve Allah'ın nimetlerinden biri olan amellerinden ötürü Allah'ın ihsanından olan ibâdetlerinden dolayı bir hakkının olduğunu zanneder!”

“Ucb onu, nefsini övecek ve tezkiye edecek raddeye vardırır. Eğer görüşüne, amel ve ahlâkına güvenirse, bu güven onu istifade etmekten, istişarede bulunmaktan, bilenlerden sormaktan meneder. Kendisinden daha âlim olan bir kimseden sormaktan çekinir. Bazen de kendisine doğru görünen yanlış fikrini benimser ve böyle bir fikrin kalbine doğan güzel mânâlardan olduğunu düşünerek sevinir. Hatta başkasına câhil gözüyle bakar ve hatasında ısrar eder. Ucb'un en büyük âfetlerinden biri de zaferi elde ettiğini, artık ibâdet ve amelden müstağni olduğunu sanmasından dolayı çalışmakta gevşeklik göstermesidir. Bu, katıksız ve açık bir helâktir. Yüce Allah'tan ibâdetine bizi muvaffak etmesini talep ederiz!”

a- Ucb İnsan İlişkilerine Engeldir

Ucb, başkalarıyla normal diyalog kurmaya engel psikolojik bir rahatsızlıktır. Bu hastalığın sahibi hayatta muvaffak olamaz. Bunun iki sebebi olabilir:

Biri, insanlar bu gibi kimselere dost gibi görünseler dahî ucbları sebebiyle onları zemmederler. Onlarla ilgili dedikoduları da mutlaka kendilerine duyuranlar olur. Sonuçta bu kişi de onları zemme başvurur ve bu surette, toplumla aralarındaki dostluk bağları kopar.

İkinci olarak; insanlar, insanlık şerefine layık görülüp yaratıldıklarından, izzetli olmak fıtratlarında vardır. Ucb sahipleri ise kendilerinden başka kimsenin izzetine kıymet vermediklerinden, toplum tarafından nefretle karşılanırlar.

Mekke’nin fethinde, Bilâl (r.a.)’in Kâbe’nin üstüne çıkıp ezan okuması üzerine Haris b. Hişam, Süheyl b. Amr ve Halid b. Üseyd’in, neseblerinin verdiği kendini beğenmişlikten dolayı alay edici bir şekilde; “Bu siyah köle mi Kâbe üzerinde ezan okuyacak?” demelerinin sebeb-i nüzul olarak gösterildiği; “Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır.” (Hucûrât 13) âyeti, insanların en fazla övündükleri nesebin (soy, asâlet) Allah katında kıymetinin olmadığı ve bununla asla ucb edilemeyeceği vurgulanmaktadır.

Demek ki bu yönüyle ucb, toplumda imtiyazlı bir zümrenin oluşmasına zemin hazırlayan bir etmen olduğu ve aynı zamanda, insanı çevresinde istenmez konuma getiren ruhsal ve psiko-sosyal boyutlu bir unsurdur.

Kendini beğenmişlik ya da daha ileri boyutuyla büyüklük kompleksi, nefret uyandırıcıdır. Karakter zayıflığının, dar ufukluluğun, ahlâkî kokuşmuşluğun yansımasıdır. İslâm şeriatı bunu yasaklamış, Müslümanları sıkı sıkıya uyarmıştır. Yüce Allah şöyle buyurur: “Bunun için kendinizi temize çıkarmayın. Çünkü O, kötülükten sakınanı daha iyi bilir.” (Necm 32)

 b- Kendini Beğenme

Kendini beğenenler, diğer insanların aklını, fikir ve düşüncelerini, davranışlarını, hatta giyim ve kuşamlarını beğenmez, nefislerinden başka bir şey düşünmez, inatçılıktan da geri kalmaz. Onlara göre kendileri değerli, başkaları değersizdir. Her yaptıkları iyi, her eksiklikleri fazilettir. Her yüksek makama onlar layıktır.

Kendini beğenmek, kibirle aynı anlamda gibi görünüyorsa da aralarında bir fark vardır. Mesela, bir adam dünyada tek başına kalsa, bu kişinin kibirlenmesi düşünülemez, ancak kendini beğenmesi düşünülebilir.

Kendini beğenenlerin yaptıkları akıl dışı davranışlardan biri de, bol bol öğünmeleridir. Böyle bir huya yakalananların, bu durumdan kurtulmalar için, faziletli ve ahlaklı kişiler ile düşüp kalkmaları gerekir. Öyle kişileri kendilerine ayna edinerek, kusurlarını görmek ve güzel huylar kazanmaya çalışmak zorundadır: Kendi kusurlarını görmeyen bir kişinin, olgun bir ahlaka sahip olması çok zordur. Bu durumu ifade eden şöyle bir söz söylenmiştir: "Kişi için noksanını bilmek gibi irfan olmaz."

Kendini beğenmenin bir takım sebepleri vardır. Bunlardan en önemlisi, kişinin münafıklığı âdet haline getirmiş olması ve etrafındakilerin övgüleri ile şişirilip uçurulmasıdır. İnsan; kendini beğenmeyi terkederse ve onun sebeplerinden uzak durursa, onun yerine tevazu gönlüne yerleştirir. Bu ise, insanların sevgisine ve samimi teveccühlerine en kuvvetli vesiledir.

 

5- UCBA YOL AÇAN SEBEBLER VE TEDÂVİSİ

a- Bedeniyle ucblanmak: Boy-pos, endam, şekil ve kılık kıyafet, güzellik, vücud düzgünlüğü, ses güzelliği gibi şeylerle kendini beğenmek gibi. Her an zevâle maruz kalabileceğini ve bunların kendisine Allah’ın bir lütfu olduğunu unutarak güzel tarafı ile övünür ve ucblanır.

Bunun tedavisi, evvelinin nutfe, sonunun cife (leş) olduğunu düşünmesi, öldükten sonra o güzel endamının nasıl çürüyüp herkesin nefret edeceği bir lâşe haline geleceğini akletmesidir.

Rasûlullah (sav) buyuruyor ki; “Allah sizin sûretlerinize ve kalıplarınıza bakmaz, fakat kalplerinize ve amellerinize bakar. Takva şuradadır. (Bu sırada eliyle göğsünü işaret ediyordu.)” (Buhârî, Edeb 57, 58; Müslim, Birr 28-34 (2563-2564)

b- Kuvvet ve ceberut ile ucblanmak: Nitekim Allah Teâlâ bunların, “Bizden daha kuvvetli kim var?” (Fussilet 15) dediklerini haber vermiştir.  Kuvvet ile kendini beğenmek, saldırganlığa, agresifliğe sebep olur.

Kuvvetle ucblanmanın tedavisi, bir günlük sıtma hastalığının kendisini bîtâb düşüreceğini, onu verenin (kaza, hastalık, felç gibi) çeşitli sebeplerle  geri alabileceğini düşünmektir.

c- Akıl ve zekâsı ile ucblanmak: Din ve dünyâ işlerinde ince ve mühim noktaları en iyi kendisinin anladığını zannetmesidir. Bunun alâmeti de dik kafalılık, kendi görüşlerinde ısrar, istişâreden kaçınmak, bildiğini okumak, görüşlerine uymayanların câhil olduğunu söylemek, âlimlere saygısızlık etmek gibi hallerdir.

Bunun tedavisi, Allah’ın kendisine verdiği akıl nimetine şükretmek, bunun herhangi bir akıl ve ruh hastalığı ile sarsılabileceğini düşünüp korkusunu taşımak, aklını ve ilmini küçümsemek, kendine ilimden az bir miktar verildiğini hatırlamak, ahmakların da kendi akıllarını beğendikleri için insanlar nezdinde nasıl gülünç duruma düştüklerini ve bilmeyerek bunların derekesine ineceğini düşünerek bundan kaçınmaktır. Çünkü akılsızlar bunu kabul etmezler. Aklının derecesini kendisinden değil başkalarından, dostlarından değil düşmanlarından öğrenmelidir. Çünkü etrafında yaltaklananlar, onu methederler; o da söylenenlere aldanıp kendini beğenir.

d- Asâletle ucblanmak: Irkı, kavmi, aşîreti veya âilesi ile övünenler gibi. Hattâ bazıları bu sebeple Allah katında ayrıcalıklı ve makbul bir kul olduklarını dahî düşünmüşlerdir.

Bunun tedâvi çaresi, atalarının yolundan körü körüne gitmenin cehâlet olduğunu, şayet eski dindar atalarına uyuyorsa atalarında ucb olmadığını, daima Allah korkusu ve tevâzu hâkim olduğunu, onların şereflerinin haseb ve neseble olmayıp, ilim, amel ve güzel ahlâkla olduğunu bilerek bu vasıflarla şereflenmeye çalışmaktır.

“Onlar bir ümmetti, gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız sizindir. Siz onların yaptıklarından sorguya çekilmezsiniz.” (Bakara 134) âyet-i celîlesi ve; “Amellerinin yavaşlattığı bir kimseyi, nesebi hızlandıramaz. Amelleri yol aldıramıyorsa, soyu ona yol aldıramaz” (Müslim, Zikr 38/2699; Ebû Dâvud, Edeb 68/4946; Tirmizî, Birr 19/1931) hadîsi bu hususa dikkat çekmektedir.

Şurası da unutulmamalıdır ki, aynı âileden olmakla beraber çok aşağılık durumlara düşenler de vardır. Nuh (as)’ın oğlu, Lut (as)’ın hanımı ve Allah Rasûlü (sav)’nün amcası Ebû Leheb gibi… Nitekim Allah Teâlâ: “Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.” (Hucûrât 13)

e- Dindarlık ve ilme nisbetle değil, zalim yöneticilerin iktidarına mensup olmakla şereflenmek ve ucblanmak: Bu ise sırf cehâletten başka bir şey değildir.

Bunun ilacı, yöneticilerin zulümlerini, ifsadlarını, Allah katında menfur olduklarını, bunun sonucu olarak, cehennemdeki korkunç ve iğrenç hallerini görecek olsa onlardan nasıl nefret edeceğini ve uzaklaşacağını düşünerek onlarla övünmemektir. Zâlimlerin, zulümden korunmuş çocuklarına yakışan, onlarla övünmek değil, Allah’a şükredip onlar için istiğfar etmektir. Onlarla ucblanmak cehâlettir.

f- Evlât, akraba ve adamlarının çokluğuyla ucblanmak: Allah (cc) Kur’ân’da kafirlerin şöyle dediğini haber veriyor:

 “Biz hangi ülkeye bir uyarıcı göndermişsek mutlaka oranın varlıklı ve şımarık kişileri: Biz, size gönderilmiş olan şeyi inkâr ediyoruz, demişlerdir. Ve dediler ki: Biz malca ve evlâtça daha çoğuz, biz azaba uğratılacak da değiliz. (Sebe 34-35)

“Karun ise: O (servet) bana ancak kendimdeki bilgi sayesinde verildi, demişti. Bilmiyor muydu ki Allah, kendinden önceki nesillerden, ondan daha güçlü, ondan daha çok taraftarı olan kimseleri helâk etmişti. Günahkârlardan günahları sorulmaz (Allah onların hepsini bilir).” (Kasas 78)

Hattâ bu konuyu vurgulayan; boyutlarını, vardığı noktayı gösteren bir olay ve onun nüzûl sebebi olduğu bir sûre var:

“Çokluk kuruntusu sizi o derece oyaladı ki, nihayet kabirleri ziyaret ettiniz.” (Tekâsür 1-2)

Bunun tedavisi, Allah’ın izniyle nice az toplulukların çok toplulukları yendiğini düşünmektir.  Sonra, öldüğü vakit onlardan nasıl ayrılıp tek başına zelil bir şekilde mezara gireceğini, yakınlarından, adamlarından hiç kimsenin kendisiyle gelmeyeceğini, kendisini çürümeye terk edeceklerini ve en şiddetli bir ihtiyaç ânında kendisine bir fayda sağlamayacaklarını, aksine kendisinden kaçacaklarını düşünmektir. Bunun benzeri başka anlar da vardır. Nitekim âyet-i celîlelerde kıyâmet ânı için şöyle buyurulur: “İşte o gün kişi kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçar. O gün, herkesin kendine yetip artacak bir derdi vardır.” (Abese 34-37)

g- Mal ile ucblanmak: Allah Teâlâ iki bahçe sahibinden haber verirken buna dikkat çeker: Bu adamın başka geliri de vardı. Bu yüzden arkadaşıyla konuşurken ona şöyle dedi: “Ben, servetçe senden daha zenginim; insan sayısı bakımından da senden daha güçlüyüm.” (Kehf 34)

Zühd ve dünyanın zemmi (yerilmesi) hakkında söylenenlerin hepsi de Allah katında, azgın zenginlerin hakirliğini ve şükreden, sabreden fakirlerin şerefini anlatmaktadır. Bunları bildikten sonra daha bir mü’min için servetiyle ucblanmak düşünülebilir mi? Belki bunları bilen bir Müslüman serveti helâlinden kazanarak, meşrû yola sarf edip edemediği ve malın hakkını verip veremediğini düşünerek daima korku içinde olur. Ve bilir ki bunlara riayet etmeyenlerin sonu hüsrandır. Daha nasıl olur da serveti ile ucblanır?

h. Yanlış ve isâbetsiz görüşleriyle ucblanmak: Nitekim Allah(cc): “Kötü işi kendisine güzel gösterilip de onu güzel gören kimse (kötülüğü hiç istemeyen kimseye benzer) mi? Allah dilediğini sapıklığa yöneltir, dilediğini doğru yola iletir. O halde onlar için üzülerek kendini helak etme. Allah onların ne yaptıklarını biliyor.” (Fâtır 8); diğer âyette de; “(Bunlar;) iyi işler yaptıklarını sandıkları halde, dünya hayatında çabaları boşa giden kimselerdir.” (Kehf 104) buyurmuştur. Rasûl-i Ekrem (sav), bu gibilerin âhir zamanda çoğalacağını ve geçmiş ümmetlerin de bu sebeple helâk olduğunu haber vermiştir. Zira onlar fırkalara ayrıldılar, her fırka kendi görüşünü beğendi ve saptı.

Ucbun bu çeşidinin tedavisi diğerlerinden daha zordur. Zira hatâlı görüşe sahip olan, görüşünün hatâlı olduğunu bilemez. Çünkü hatâsını bilse ondan dönerdi. Bilinmeyen hastalığı tedavi de zordur. Çünkü bilmeyen, bilmediğini de bilmez ve bu sebeple söz dinlemez, laf anlamaz. Kendini helâk edecek belâyı nimet sanır.

Bunun tedavisi, daima kendi hatâsını görmeye çalışmak, kendini beğenmemek, ancak Kitâb, Sünnet ve selîm akla dayananı kabul etmektir. Şâyet yüzeysel bir bilgiyle taassuba saplanırsa anlamadan helâke gider.

Genel anlamda ucbun ilacı, her şeyin Allah’ın yaratmasıyla ve O’nun iradesiyle olduğunu bilmektir. Akıl, ilim, amel, makam, mal ve diğer  bütün nimetlerin yalnızca  Allah Teâlâ’dan olduğunu bilmektir.

Ebu’l-Leys Semerkandî (ö.374/984), Tenbîhü’l-Gâfilîn adlı kitabında şunları kaydetmiştir:

“Ucb duygusunu kırmak isteyenin dört şeyi yapması gerekir:

1. Başarıyı Allah’tan görmesi: Bir kimse başarıyı Allah’tan görürse, O’na şükürle meşgul olur, kendini ucba kaptırmaz.

2. Allah’ın kendisine ihsan buyurduğu nimetlere bakması: Bir kimse Allah’ın nimetlerini görürse, O’na şükür yolunu tutar. Amelini azımsar, iyilikleri ile ucba kapılmaz.

3. Amelinin makbul olmama ihtimalini de hesaba katıp düşünmesi: Bir kimse amellerinin kabul olmama korkusunu özünde taşırsa, ucba kapılmaz.

4. Daha önce işlediği günahları düşünmesi: Bir kimse kötülüklerinin iyiliklerine ağır basacağından korkarsa, ucbu azalır.

Durumu böyle olan nasıl ucba kapılsın? Kıyâmet günü amel defterinden neler çıkacağını bilemez. Zira ucbu ve sevinci, ancak amel defterini okuduktan sonra olacaktır.” (Semerkandî, Tenbîhü’l-Gâfilîn, s. 564-566)

İmam Gazali İhyası'nda ucbun çaresi olarak şu tavsiyelerde bulunur: "Her hastalığın ilacı, o hastalığın sebebine zıddıyla karşı çıkmaktır. Ucb hastalığı katıksız cehalettir. Bu bakımdan onun ilacı, sadece o cehalete zıd düşen mârifettir. İbâdet etmek, sadaka vermek, gazaya gitmek, halkı idare edip ıslaha çalışmak gibi kulun ihtiyarı dahiline giren bir fiilden meydana gelen ucb, kulun ihtiyarı dahiline girmeyen ve kulun nefsinden görmediği güzellik, kuvvet, neseb gibi şeylerden gelen ucbdan daha fazladır.

Bu bakımdan ona denilir ki; o sıfat da (hediye ile seni tercih etmeye vesile olan sıfat da) sultanın hediyesi ve atiyesidir. Öyle bir hediye ki senin hiçbir dahlin olmaksızın sultan onu sana kendiliğinden tahsis etmiştir veya o hediye başkasının hediyesidir. Başkasının hediyesi de eğer sultanın hediyesinden ise, onunla da ucb'a kapılmamalısın! Bu, tıpkı sultanın sana bir at verdiğinde ucb'a kapılmayıp, ondan sonra bir hizmetçi verdiği için ucb'a kapılman ve 'Ben at sahibiyim de hizmetkârı bana verdi. Başkasının ise atı yoktur ki ona hizmetkâr versin' demen gibidir. Bu takdirde denilir ki; 'Sana atı veren de odur. Bu bakımdan at ile hizmetkârı birden vermekle, birini diğerinden sonra vermek arasında hiçbir fark yoktur.

Eğer o sıfat sultandan başkasından olsaydı, o sıfatla ucb'a kapılması uzak bir ihtimal değildi! Böyle birşey dünya sultanları hakkında düşünülebilir. Fakat sultanların sultanı, kahhâr, cebbâr, bütün kâinatı yoktan var eden, sıfatı da sıfat sahibini de, bir program ve proje olmaksızın yaratan hakkında bu düşünülemez; zira sen ibâdetinle ucb'a kapılır, 'Ben O'nu sevdiğim için beni ibâdete muvaffak etti' dersen, sana (cevap olarak) şöyle denir: 'Senin kalbinde sevgiyi yaratan kimdir?' Muhakkak sen 'O'dur!' diyeceksin. Bu takdirde sana denilir ki; 'Sevgi ile ibâdetin değeri O'nun katından gelen nimetlerdir. O nimetleri senin bir hakkın olmadığı halde sana vermiştir'. Bu bakımdan ucb'a kapılmak O'nun cömertliğiyle olur; zira o senin varlığını, sıfatlarının varlığını, amellerinin varlığını ve sebeplerini sana ihsan etmiştir. Durum bu iken âbidin ibâdetiyle, âlimin ilmiyle, güzelin güzelliğiyle, zenginin zenginliğiyle ucb'a kapılmasının hiçbir mânâsı yoktur. Çünkü bütün bunlar Allah'ın faziletindendir. Ancak kişi, Allah'ın faziletinin ve cömertliğinin feyezan ettiği merkezdir. Merkez de onun fazilet ve cömertliğindendir.

İtiraz: Amellerimi bilmemem mümkün değildir. Çünkü onları yapan benim! Onlardan ötürü sevap bekleyen benim! Eğer onlar benim amelim olmasaydı ben sevap bekler miydim? Eğer ameller, yoktan var etmek yoluyla Allah'ın mahlûkları olsa artık benim için sevap nerede kalır? Eğer ameller benden ise, benim kuvvet ve kudretimle olmuşsa, ben onlardan ötürü nasıl ucb'a kapılmayayım?

Cevap: Apaçık hakka gelince, sen, senin kudretin, iraden, hareketin ve bütün bunlar Allah'ın yarattıklarından ve yoktan var ettiklerindendir. Sen yaptığın zaman, yapmadın, ancak (O'nun yardımıyla yapmış oldun). Namaz kıldığın zaman sen kılmadın, (ancak O'nun yardımıyla kıldın).

“Attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı (onu).” (Enfâl 17) İşte kalp sahiplerine keşfolunan hakîkat budur.

Acaba bütün dünya hazinelerini bir kale içinde görsen, o kalenin anahtarı da öyle bir hazinedarın elindedir ki eğer o kalenin kapısında bin sene oturup duvarlarının etrafında bin sene gezsen onun bir dinarına bakma imkânını dahi sana vermez. Eğer sana anahtarı verirse, kolaylıkla elini uzatıp alırsın. O hazinedar sana anahtarları verdiği, o kaleye seni girdirip açma imkânlarını sana verdiği zaman, sen de elini uzatıp onu alırsan senin ucb'a kapılman hazinedarın anahtarları sana vermesiyle mi veya elini uzatıp anahtarları almanla mı olacaktır? Sen bunun hazinedardan bir nimet olduğundan şüphe etmezsin. Zira elin hareketiyle malı almak, az bir külfettir. Düğüm, ancak anahtarların teslimiyle çözülür. Aynen böyle kudret halkedildiği, kesin irade musallat kılındığı, yapmaya teşvik edici şeyler harekete geçtiği, engeller senden uzaklaştırıldığı zaman amel sana kolay gelir. Amelin teşvikçilerini harekete geçirmek, engelleri ortadan kaldırmak, sebepleri meydana getirmek, bütün bunlar Allah'tandır. Bunların hiç biri senden değildir. Bundan dolayı bütün işleri elinde tutan Allah'ın kuvvet ve kudretinden hayret etmeyip kendi nefsinin cılız kuvvetiyle hayrete kapılman anormalliktir.

“Eğer üstünüzde Allah’ın lütuf ve merhameti olmasaydı, içinizden hiçbir kimse asla temize çıkamazdı.” (Nûr 21)

Hz. Peygamber (s.a) insanların en hayırlısı oldukları halde ashâbına şöyle hitap etti:

-Hiç kimse yoktur ki ameli onu kurtarsın!

-Sen de mi ya Rasûlullah?

-Benim de amelim beni kurtaramaz! Ancak rabbimin rahmetiyle beni örtmesi hariç! (Müslim, Buhârî)

Hz. Peygamber (s.a.v.)'in ashâbı kendisinden sonra toprak, saman ve kuş olmalarını temenni ederlerdi. Hem de amellerinin ve kalplerinin saflığına rağmen... Durum bu iken, acaba basiret sahibi nasıl ameliyle ucb'a kapılıp onunla cilveler yapıp nefsi için korkmayacaktır?

Vaziyet bu iken ucb lekesini kalpten söküp atan ilaç ancak budur. Bu düşünce kalbe hâkim olduğu zaman, bu nimetin elinden alınacağı korkusu kalbi, amellerle ucb'a kapılmaktan meneder. Kalp, kâfir ve fâsıklara bakar, onların daha önce işlemiş oldukları bir günah olmaksızın, iman ve taat nimetinden mahrum kılındıklarını görür. Bu durumdan korkar ve şöyle der: 'Allah, suçsuz mahrum etmekten perva etmez. Nice mü'min vardır ki dininden dönmüş, nice mutî vardır ki fâsık olmuş ve sonucu kötülükle kapanmıştır'. İşte böyle bir düşünce ile beraber hiçbir halde ucb kalamaz. Allah herkesten daha iyi bilir."

Sonuçta ucb cahilliğin doğurduğu bir hastalıktır ve tedavisi bilgiyle mümkündür. Kendinde bir üstünlük gören kişi bunu verenin Allah olduğunu bilmeli, nefsine değil Allah’ın lutfuna hayranlık duymalı, O’na minnettar kalmalıdır; ancak bu sayede ucbdan kurtulabilir.

6. SONUÇ

Ø  Ruh dünyamızın en önemli hastalıklarından olan ucb müminin hemen terketmesi gereken bir haldir. Tedavi edilmediğinde ileri seviye olarak kafirin hastalığı olarak bilinen kibire yol açar. Bir başka ifadeyle ucb hali kişiyi "cennetini kesin bilmesi"ne ve dolayısıyla Allah’ın azabından kendini emin sanmasına kadar varacak bir uçuruma götürür.

Ø  Ucb insanı yoldan çıkaran aşırılıkların bir halkasıdır. İbadet yapmada ve hayır işlemede başarılı olamayan insanlarda "ümitsizlik" hastalığı kendini gösterdiği gibi, başarıya ulaştığı halde nefsine söz geçiremeyen insanlarda ise, sonu kibir ve gurura varan "ucb" hastalığı tezahür eder. Bunlardan birincisi tefrit, ikincisi ifrattır.

Ø  Bu haliyle ucb müminin kalbinde hemen kurtulması gereken bir kordur. En büyük düşmanımız olan şeytanın sağ cenahtan yaklaşan saldırı oklarına zemin hazırlayan ucb hastalığından korunmada tevazu ipine sarılmalıyız. Hesap gününde herkesin kendi hesabını verme derdine düşeceğini aklımızdan çıkarmamalıyız. Şunu unutmayalım ki o gün nefsimize çok gözüken salih amellerimizle değil  ancak Allah’ın rahmetiyle kurtuluşa erebileceğiz. Rahmetinin kimleri kuşatacağını en iyi bilen Allah’tır. 

7. VİDEO

a. Tefsirine bakılacak ve tefekkür edilecek: “Eğer Allah, yaptıkları yüzünden insanları (hemen) cezalandırsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı yaratık bırakmazdı. Fakat Allah, onları belirtilmiş bir süreye kadar erteliyor. Vakitleri gelince (gerekeni yapar). Kuşkusuz Allah, kullarını görmektedir." (Fâtır 45)

b. Bizim Bayburtlu Hacca yazılmış

https://www.youtube.com/watch?v=IC0zYVtp4RE  

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Dersler