3.AHLAK İLMİ
Müslüman
fertler ve toplumlar olarak birkaç asırdır devam edegelen son yıllarda da artış
gösteren bir ahlaki erozyonla veya ahlaki yok oluşla karşı karşıya bulunmaktayız.
Bu olumsuz gidişat âdemoğlunun imanın nurundan uzaklaştığı ilk toplumlarda kendisini
gösterdiği gibi günümüzde de modern düşünceyle de kendisini daha etkili bir
şekilde hissettirmektedir. Bu sorun sadece Müslümanları kasıp kavurmakla
kalmadığı gibi diğer tüm dinleri, kültürleri ve toplumları da bozguna
uğratmakta ve sinsi bir şekilde onları işlevsiz hale getirerek modern küfre,
şirke ve tuğyana zemin hazırlamaktadır.
Türkiye’de
yaşayan Müslümanlar olarak yaşadığımız ahlaki sorunların temelinde modern
düşünceyle belirginleşen itikadi zafiyetler, akabinde ortaya çıkan toplumsal
erozyon ve sonuç olarak cumhuriyetle birlikte inkıtaya uğrayan İslami birikim
gibi olguların önemli sebepler arasında olduğunu belirtebiliriz.
Türkiye
toplumuna has olarak bu süreci tetikleyen birkaç olguyu da başlıklar halinde
şöyle sıralayabiliriz: İslami terbiyenin/eğitimin sistematik
gerçekleştirilememesi, laisist hayat tarzının dayatılması, davet çalışması
yürüten yapıların muhatap olunan ferdi ve toplumu kuşatacak, güncellenmiş
eğitim programı/yöntemi geliştirememeleri, özel tv kanallarının yaygınlaşması,
internet, sosyal medya vb kitlesel iletişim araçlarının bilinçsizce
kullanılmasıdır.
Bu ders
sürecinde “yiğit düştüğü yerden kalkar” hakikati ölçüsü içerisinde ilk olarak
imanımızın aynası olan İslam ahlakını tanıma, kuşanma ve içinde yaşadığımız
topluma örnek bir mümin olma gayretinde olacağız. Ahlakın sadece bireysel bir
iç yaşantı olmadığını aksine ferdin tüm hayatını dönüştürdüğü gibi toplumun da
kılcal damarlarına kadar sirayet ederek toplumsal yapıda da (eğitim, siyaset,
ekonomi, kültür, aile vb) kendini gösterdiği gibi toplumsal dönüşümün de mihenk
taşı olması gerektiği şuurunu kazanmaya çalışacağız.
Ahlakın Tanımı:
Allah Teâlâ tarafından
insanlığı hidayete erdirmek için gönderilen Kuran’ı Kerim Arapça olarak
indirilmiştir. Her dilin kendine has kavramları olduğu gibi, Arapça’nın da
kendine has kavramları vardır. Her bir kavram, her dil için hayat damarıdır.
Son Kitap da Arapça indirildiğinden dolayı Arapça’ya has kavramları
kullanmıştır. Kur’an; mesajını, kavramlar örgüsü ile bizlere sunar ve
ulaştırmak istediğini, bu kavramlar vasıtasıyla ulaştırır. Kavramlardan
habersiz olan bir insanın, Kur’an’ı Allah’ın vahyi indirme muradına uygun
yorumlaması ve mesajını sağlıklı anlaması imkansız gibidir. Bundan dolayı,
Kur’an’ın kavramlar dünyasıyla tanışmak, bir ucundan da olsa o atmosferi
teneffüs etmek ancak bu kavramların anlamlarının üzerinde tefekkür etmekle
mümkün olabilecektir. (Kur’an’da Hikmet Kavramı, Bilal Tan, Pınar Yayınları,
shf 9)
Müslüman
aklın ve düşünce biçiminin en önemli yapıtaşı olan kavramların yerli yerine
oturtulması ve içeriğinin de vahyin ölçüleri içerisinde belirlenmesi hayati bir
önem arz eder. Bu konuda ünlü Çinli düşünür Konfüçyüs’e sorulmuş: “ Bir ülkenin
ıslah görevi size verilseydi, işe nereden başlardınız? Konfüçyüs ‘Dilden
başlardım’ demiş. Çünkü insanlar dille/kavramlarla anlaşırlar. Eğer bir ülkede
dille anlaşma imkânı ortadan kalkmışsa o ülkeyi/toplumu düzeltmek mümkün
değildir. Onun için ilk önce dili, kavramları düzeltmekle başlarsanız o ülkeyi
ıslah etmeniz, düzeltmeniz daha kolay olur.”
(İslam’ın Ahlaki İlkeleri/Ragıp el-İsfahani/Shf:15) Bu hikmetlere binaen
biz de kavram tahliliyle konuyu ele alacağız.
Ahlâk Arapçada “seciye, tabiat, huy”
gibi manalara gelen hulk veya huluk kelimesinin çoğuludur. Sözlüklerde
çoğunlukla insanın fizik yapısı için halk, mânevî yapısı için hulk
kelimelerinin kullanıldığı kaydedilir (Lisânü’l-Arab, “hlk” md.). Başta
hadisler olmak üzere İslâmî kaynaklarda hulk ve ahlâk terimleri genellikle iyi
ve kötü huyları, fazilet ve reziletleri ifade etmek üzere kullanılmış;
özellikle iyi huylar ve faziletli davranışlar hüsnü’l-huluk, mehâsinü’l-ahlâk,
mekârimü’l-ahlâk, el-ahlâku’l-hasene, el-ahlâku’l-hamîde, kötü huylar ve fena
hareketler ise sûü’l-huluk, el-ahlâku’z-zemîme, el-ahlâku’s-seyyie gibi
terimlerle karşılanmıştır. Ayrıca ahlâk yanında yeme, içme, sohbet, yolculuk
gibi günlük hayatın çeşitli alanlarıyla ilgili davranış ve görgü kurallarına,
terbiyeli, kibar ve takdire değer davranış biçimlerine, bunlara dair öğüt
verici kısa ve hikmetli sözlere ve bu sözlerin derlendiği eserlere edep veya
âdâb da denilmiştir. İslâmî literatürde edep terimi ilk dönemlerden itibaren
özel davranış alanları hakkında kullanılırken ahlâk, tutum ve davranışların
kaynağı mahiyetindeki ruhî ve mânevî melekeleri, insanın ruhî kemalini
sağlamaya yönelik bilgi ve düşünce alanını ifade etmiştir. ( İslam Ansiklobedisi/Ahlak md/ cilt: 2, sayfa: 1)
İslâm
ahlâkçılarınca ahlâkın terim anlamları içerisinde en beğenileni İmam Gazalî’nin
tanımıdır. Buna göre: “Ahlâk, insan nefsinde yerleşen öyle bir melekedir ki,
fiiller, hiçbir zorlama olmaksızın, düşünüp taşınmadan, bu yetenek nedeniyle
kolaylıkla ortaya çıkar.” Dolayısıyla
“ahlakı olmayan kimse yoktur ama ahlakı iyileştirilmesi gerekilen kimse/kimseler
vardır” şeklindeki bir tespit daha yerinde olacaktır. Ahlaksız tabiri ise
mecazi anlamda, ahlakı kötü olan kimse için kullanılır.
İnsanın Ahlakı/Tabiatı
Değişir mi?
İnsan ahlakının değişip değişmeyeceğine
dair bazı ahlakçılar ve filozoflar tarih boyunca münakaşa etmişlerdir. Bu
münakaşalara sadece batılı ahlakçılar değil, doğulu ahlakçılar ve
hükema da katılmıştır. Her iki görüşü de destekleyen müşahedeler, akla ve nassa
dayanan deliller ortaya konmuştur. Aristo gibi bazı filozoflar, insan ruhunu
her bilgiyi, her ahlakı almaya kabil boş bir levhaya, ekime hazır verimli
boş bir tarlaya benzetirken, Goethe gibi diğer bir kısımları da, karakterin
doğuştan sabit şekilde tespit edildiğini, sonradan verilecek terbiye ile hiçbir
şeyin değişmeyeceğini söylemişlerdir.
İslâm
ahlâkçıları ahlakı iki kısma ayırmışlardır:
1. Hulk-i
Tabii: İnsanın yaratılışı, tabiatıyla uyuşan veya insanın yaratılışında
gizli ve saklı olan ahlâktır.
2. Hulk-ı Kesbi: Fiil ve davranışlar
şeklinde meydana gelip istikrar kazanarak, sırf görüşüp kaynaşmaya, âdete
dayalı huydur.
Meseleye her iki yönüyle bakan İslam âlimleri,
yaratılıştan gelen iyi hasletlerin iradi gayretle desteklenerek meleke haline
getirilmesine, kötü huyların da baskı altında tutularak sindirilmesine, böylece
irade ve gayretle sonradan iyi hasletlere sahip olunacağına hükmetmişlerdir. (http://www.islamahlaki.com/ Mustafa Bilgen)
Bu hakikati teyid eden birkaç delili aşağıda
ele alalım.
"Nefsini temizleyen kurtuluşa ermiş,
ihmal edip örten ziyana uğramıştır" (Şems Suresi 9-10)
" Ey
inananlar! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten
koruyun. " (Tahrim Suresi 6)
"Muhakkak ki ben güzel ahlakı
tamamlamak için gönderildim" (Muvatta, Hüsnü’l-Hulk, 8; Ahmed b. Hanbel,
2/381)
"Çocuklarınıza ikram edin, terbiyelerini
güzel yapın" (İbn-i Mâce, Edeb, 3) gibi terbiyevi faaliyete dikkat çeken,
teşvik eden pek çok nass, insanı kurtuluşa erdirecek güzel hasletlerin terbiye
yoluyla kazanılacağını beyan eder. Aksi takdirde peygamberlerin, kitapların,
davetin, mücadelenin, vaaz ve irşadın ne anlamı olabilirdi?
Ahlakı Oluşturan
Etkenler:
Malumdur ki ahlak durup dururken
nefis içinde oluşmaz. Bilakis o, zaman içinde çeşitli merhalelerle oluşur ve
olgunlaşır. Onun oluşumunda büyük veya küçük birçok etken bulabiliriz.
a) Fıtrat: Yaratılıştan, tabiattan ve mizaçtan gelen
birtakım huylar ve sıfatlardır. En ufak bir şeye kızmak veya heyecanlanmak gibi…
Yaratılıştan itibaren iyilik ve kötülük, hak ve haksızlık hissi her insanın
ruhuna üflenmiştir. Filhakika çocuklarda ve hatta iman
etmeyenlerde, ahlak hissinin temyiz çağından itibaren ortaya
çıktığını ve bütün ömürleri boyunca devam ettiğini görüyoruz. Suçlular arasında
bile pişmanlık duyarak suçlarını itiraf edenlerin ne kadar fazla olduğunu
görüyoruz. Bir hadiste Allah Resulü (sav) : "Allah aranızda rızkınızı
taksim ettiği gibi, ahlakınızı da taksim etmiştir" buyurdu. Bir başka
hadiste de Resulullah (sav)’in el-Eşecc (ra)’a : "Sende iki haslet var ki;
Allah onları sever: hilm ve haya." Eşecc (ra) sormuştur: "Bunlar
bende eskiden (cahiliyeden) beri mi var yoksa yeni mi ?" Resulullah (sav)
: "Eskiden beri var." dedi. Bunun üzerine Eşecc (ra): "Beni, sevdiği
iki hasletle yaratan Allah’a hamd olsun” der. (Ebu
Davud, Edeb 161, 5225).
b) Veraset: Aileden az veya çok bazı asli sıfatların
ferde intikalidir. Bu cismi olabileceği gibi, edebi ve akli de olabilir.
*Anasına bak, kızını al.
*Kız halaya, erkek dayıya çeker, gibi veciz
ifadeler de genetik aktarımın Anadolu insanının diline dökülmesini ifade eder.
c) Toplum: Az veya çok kişide etki yapan, onu her yönden
kuşatan toplumsal amillerdir. Anne karnından itibaren ölüme kadarki zaman
içerisinde direk veya dolaylı olarak etkiye sahiptir. Ev, okul, arkadaş,
yolculuk, kanunlar, düzenler vb.nin insanı hayra veya şerre yönlendirmesinde
büyük etkileri vardır.
"Kişi dostunun dini üzeredir. Öyleyse her
biriniz, kiminle dostluk kuracağına dikkat etsin.” (Ebu Davud, Edeb, 19,
Tirmizi, Zühd, 45)
Arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim
hadisinde ve vecizesinde olduğu üzere toplum kişinin ahlakının oluşumunda
önemli bir faktördür.
Ahlakla İlgili Kavramlar
Adap; “edep” kelimesinin çoğuludur. Birçoğu
insanın ta yaratılışından gelen ve örnek alınacak nitelikler taşıyan bazı hal,
hareket ve görgü kuralları manasına gelir. Örfe uygun olan çoğu davranış
(mesela; hayâ, ağırbaşlılık, büyüklere saygı ve küçüklere merhamet göstermek) İslam
geleneğinde edepten sayılır ve güzel ahlakın alt başlığı olarak
değerlendirilir. Bundan dolayı bazı âlimler İslam ahlakını “edep” kelimesi ile
izah etmişlerdir.
İslamî
ahlak (buna artık edep de diyebiliriz), işte bu fıtrat üzerine giydirilen
elbise hükmündedir. Ona güzellik katar ve daha somut bir şekil verir.
Örneğin;
acelecilik, unutkanlık ve savaşçılık fıtrattandır ve doğru zamanda, doğru
işlerde kullanılmadığı zaman günah bir ameli ortaya çıkarabilir. Bu sebeple
insanların kendilerini edebe uygun eğitmesi ve fıtratlarını daimi surette
Kur’an temelli bir iyiliğe sevk etmeleri istenmektedir.
Fıtrat; maddenin -inşa edildiği özde mevcut
bulunan- temel yapısıdır. Âdemoğlunun da bir fıtratı vardır ve bu fıtrat
tamtamına İslâm’ın öngördüğü bir saflıktadır. O’nun vaazına yatkın, hidayet
yoluna gayet meyilli ve Yaratanını içten bilen bir yapıdadır.
Allah (cc)
şöyle buyurur: (Resûlüm!) Sen yüzünü hanîf olarak dine, Allah insanları hangi
fıtrat üzere yaratmış ise ona çevir. Allah'ın yaratışında değişme yoktur. İşte
dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler. (Rum Suresi 30)
Allah
Resülü (sav) buyurdu ki: Her insan İslam fıtratı üzere doğar. Sonra ana-babası
onu Yahudi, Hristiyan veya Mecusi yapar. (Buhârî, “Cenaiz”, 79, 80, 93; Müslim,
“Ķader”, 22-25)
Mizaç; genellikle
oluşumu anne karnında başladığı düşünülen ve çocukluğun ilk seneleriyle
birlikte gelişimini tamamlayan ahlakî bir ön-tanımlama yahut kişilik sıfatıdır.
Karakter (seciye) kelimesinin tam karşılığı olarak da kullanılır. Bireyle
bütünleştiği ve kolayca değişmediği için ona ruhun kendisi de denilmiştir.
Fakat esas itibariyle mizaç, psikolojik bir hali ifade eder.
Örneğin;
“filanca adam yerinde duramayan çok hareketli biridir”, denir. Yahut “ne kadar
da çabuk parlıyor”, “ne kadar neşeli bir tip”, vs. denilir. Bunlar uzun
zamandır o kişi ile özdeşleşmiş ve onda sürekli bir biçimde görülen haller
olduğu için artık onun mizacı olmuştur.
Kur’an’da
bu kavrama tek bir yerde işaret edilir: “İnsana nimet verdiğimiz zaman (bizden)
yüz çevirip yan çizer; ona bir de zarar ziyan dokunacak olsa iyice karamsarlığa
düşer. De ki: Herkes, kendi mizaç ve meşrebine göre iş yapar. Bu durumda kimin
doğru bir yol tuttuğunu Rabbiniz en iyi bilendir.” (İsra Suresi 83-84)
Burada
dikkati çeken, İslam ile uygunluk arz etmeyen bir mizaç sahibinin; (örneğin,
sevdiklerine karşı sürekli kırıcı olan birisinin ya da benzerinin) “ne yapayım,
ben böyleyim ve değişemiyorum” şeklindeki bir mazeret ile özrünün kabul
edilmemesidir... Doğru olan, mizacına ters de düşse, kişinin, kendini asıl
Allah’ın istediği bir kul (abid) olma hüviyetine bürümesidir. Aksi takdirde
nefsin heva ve hevesi işe karışacak ve kişi günaha sürüklenecektir.
Bize göre
mizaç ve diğer tüm psikolojik duygusal takıntılar, tümüyle ahlakın konusudur ve
gerektiğinde geliştirilmesi, değiştirilmesi söz konusu olmalıdır.
Ahlak
ilminin amacı işte bu ruhu yüceltmek, onu terbiye ile ıslah etmektir. Ayrıca
kişinin mizacını ve fıtratı da hesaba katarak ona en güzel ve en doğru olan
hidayet yolunu kolaylaştırır.
Ahlâk İlminin Önemi
İslâm
ahlâka büyük önem vermiş, Kur’an-ı Kerim
ve Hadis-i şerifler birey ve toplumun gelişmesinde en önemli yere sahip
olan bu konuya dikkatlerimizi çekmiştir. Gerek Kur’an-ı Kerim ve gerekse
Peygamberimiz (s.a.v.) itikât, ibâdet ve
ahlâk konuları üzerinde önemle durmuştur. İslâm bilginleri de bu konular
üzerinde sayısız eserler vererek gelecek nesillere ışık tutmuşlardır. İslâm,
insanı, yalnız Allah’a (c.c.) karşı sorumlu tutmamakta, hayatta insanı
ilgilendirecek maddî ve manevî bütün hadiselere karşı sorumluluk taşımasını
gerekli kılmaktadır.
Yarattığı
kullarını en iyi şekilde tanıyan Rabbimiz Kalem suresindeki: “Ve sen elbette
yüce bir ahlâk üzeresin” ayetiyle bizlere ahlak konusundaki mükemmel örneği
işaret etmiş, O’nun ahlakını öğrenerek buna göre yaşamamızı bildirmiştir. Bu
ayetin tefsiri babında Mevdudi şu açıklamayı yapmıştır: Bu cümlede iki anlam
vardır. Birincisi; insanları hidayete götürebilmek için katlandığı bütün bu
eziyetler yüksek bir ahlâk üzere olduğundandır. Aksi takdirde, zayıf ahlaklı
olan bir insan bunlara tahammül edemez. İkincisi; Kur'an'ın yanında sırf senin
bu yüksek ve temiz ahlakın, kâfirlerin sana delilik ithamlarında bulunmalarına
karşı açık bir delilidir. Onların bu ithamları tamamen mesnetsiz bir yalandır,
çünkü yüksek ahlak ve delilik bir arada bulunamaz. Deli, aklî dengesini
kaybetmiş kimsedir. Öte yandan, bir kimsede bulunan yüksek ahlak, o kişinin
sağlam bir akıl ve fıtrata sahip olduğunun ve zihni dengesinin gayet yerinde
olduğunun delilidir. Rasulüllah'ın ahlaki meziyetlerinin Mekkeliler tarafından
çok iyi bilindiği malum. Aslında buna işaret etmek yeter.
Yine aynı
ayetin tefsiri babında Elmalılı Hamdi Yazır: ve her halde sen kuşkusuz pek
büyük bir ahlâk üzerindesin yani gayret edip çalışmakla en yüksek hayır
gayesine ulaştıracak pek büyük huylar, gerçekten saygıya değer karakter, meleke
(yeti) ve maneviyat üzere yaratılmış bulunuyorsun. Onunla yürüyecek o gayeye
ereceksin. İşte o ahlâk, doğru yolu, hak din olan İslâm dinini teşkil eden
Kur'ân edebi ve ilâhî ahlâktır ki, onu yüce Allah lütfetmiş ve "Andolsun,
Resulullah'ta sizin için güzel bir örnek vardır." (Ahzab suresi, 21)
buyurmuştur. Onun büyüklüğünü insanlar anlayamaz da sabır ve tahammül edilmesi
gereken deliliklerde bulunurlar.
Kuran’ı
Kerim’de, Peygamber Efendimiz’in (sav) hadislerinde ve İslam âlimlerinin
eserlerinde imanın ağaca, ahlakın da ağacın meyvesine benzetilmesi örneği de
ahlakı iyi anlamamız açısından önemli bir ufuk açar. Kalpteki iman tohumu kök
saldıkça dalları ve meyveleri bir o kadar gürleşir. Sâdece dünya hayatımızı
değil ahiret hayatımızı da kapsamaya başlar. Çünkü Rabbimiz imanı kökü yerde
sabit, dalları yedi kat semada olan bir ağaca benzetmektedir. “Görmedin mi
Allah güzel bir sözü nasıl misal getirdi? (Güzel bir söz), kökü sağlam, dalları
göğe yükselen bir ağaç gibidir.” (İbrahim Suresi, 24.) Bu ağacın meyveleri de
devamlıdır. Her an meyve verir. Çünkü onda kuruma olmaz. Kökleri derinlerdedir.
Gıdası Rabbanidir. Unutulması söz konusu değildir. Bir an meyvesiz olması, iman’ın
süreklilik prensibine ters düşmesi demektir. Bundan dolayı Rabbimiz: “Bu ağaç
Rabbinin izniyle her zaman meyvesini verir. Öğüt alsınlar diye Allah insanlara
misaller getirir.” (İbrahim, 25.) buyurmaktadır. (Yeni Dünya Dergisi, Servet
Yalçın, Mart 2016)
Ahlâk ilminin
gayesi, insanı kötülüklerden korumak, ona iyi ve güzel davranışlar kazandırmak
için gereken yolları göstererek ruhu temizlemek, kötülükleri iyiliklere
çevirmektir. Ahlaki değişimin evrensel, mutlak doğru olan yönteminin Müslüman
ferdin ve toplumun öncelikle nefsini/kendini değiştirmesi gerektiğini bizlere
öğreten şu ayete kulak verebilmeliyiz: Bir toplum kendilerindeki özellikleri
değiştirinceye kadar Allah, onlarda bulunanı değiştirmez. (Rad Suresi, 11) Bu
ayetin beyan ettiği gerçeği daha iyi anlamak için şu tespitlere de dikkat
kesilmeliyiz:
Sağlıklı
bir vücut, sahibini nasıl dinamik yapıyorsa, sağlıklı fertlerde de toplumu
güçlü ve dinamik hale getirirler. Davetçi olmayı hedefleyen biri için ahlak
olmazsa olmaz şarttır. Toplumu oluşturan bireylerin güzel ahlâklı olması bu
açıdan büyük önem taşımaktadır. Toplumsal ahlâk, bireyin ahlâklı olmasıyla
mümkün hale gelir. Bireylerin eğitilmesi ise küçük yaştan başlar ve
olgunlaşıncaya kadar sürer. Çocuğun yetişmesinde ve karakter sahibi olmasında
yetiştiği çevrenin ve eğitimin etkisi olmakla birlikte, en önemli kişilik
ailesi tarafından kazandırılır. Bu nedenle bireyin iyi ahlâk sahibi olması için
çocukluktan başlayıp gençlik çağıyla devam eden ve insanın hayatının sonuna
kadar süren bir disiplin ve eğitim görmesi gereklidir. İslâm ahlâkının güzel
olarak gördüğü her eylem, Kur’an’ın insanlardan yapmalarını istediği
eylemlerdir. Yine İslâm ahlâkının kötü gördüğü her eylem, Kur’an’ın insanlardan
kaçınmasını istediği eylemlerdir. İslâm’ın
insanlara yüklediği görevlerin başında gelen ‘iyilikleri emretmek ve teşvik
etmek, kötülüklerden sakındırmak’ prensibi, İslâm’ın ahlâka verdiği önemi
gözler önüne sermektedir.
“İçinizden
(insanları) hayra çağıran, iyiliği emreden kötülükten sakındıran bir topluluk
olsun; işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Ali İmran Suresi, 104)
Peygamber
Efendimiz (sav)’in hadislerinde de ahlâkın ne kadar önemli bir yer tuttuğunu
aşağıda belirteceğimiz örneklerde görmekteyiz.
Rabbimizin
imanı bir ağaca benzetmesini dikkate alarak şu benzetmeyi yapmamız yanlış olmaz
kanaatindeyim: Kökü iman, gövdesi ibadet, dalları muamelat olan bu iman
ağacının meyveleri ise güzel ahlâktır. Gıdasını imandan alan ahlâk, içerideki
imanın huy haline gelmesi, davranışlarımızda sabır, merhamet, kanaat, rıza,
tevazu, hilm, şefkat, adâlet, isar, öfkeye hâkim olma ve anlayış gibi
tomurcuklarla iman ağacında kendini göstermesidir. Bundan dolayı Sevgili
Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmuştur: “İman
bakımından müminlerin en olgunu, ahlâkı en güzel olup, ailesine karşı en
yumuşak, en cömert davranandır.” (Nesai, İşretu'n-Nisâ/229. Tirmizi, İman,
hadis no: 2612)
Peygamber
Efendimiz (sav) diğer bir hadisi şerifinde ise ahlakın din ayrımı gözetmeksizin
kimde olursa onu yücelteceğini, üstün kılacağını beyan ederek ahlaka dair
evrensel bir ilkeyi net bir şekilde şöyle vurgulamıştır: “Şüphesiz yumuşak huy,
nezaket ve kibarlık her nerede bulunursa bulunsun mutlaka onu güzelleştirir,
güzelliğine güzellik katar; her nereden koparılıp uzaklaştırılırsa o şey
mutlaka çirkinleşir ve değer kaybeder.” (Sahih-i Müslim Birr, Sıla ve Adab
4/2004, Hadis no: 2594)
Resulullah
Efendimiz (sav) ahlakla ilgili bazı hadislerinde İslam’ın sadece bedeni
ibadetlerden ibaret olmadığını, diğer insanlarla iyi geçinmek ve kul hakkına riayet
etmek olduğunu çarpıcı bir şekilde bildirir. Bu nasihatiyle Müslümanın eğer kul
hakkına dikkat etmezse diğer ibadetlerinin onun kurtuluşuna yeterli
olmayabileceği ikazında bulunmaktadır. Bu uyarıyla ilgili şu hadisi şerife
kulak verelim:
Ebu
Hureyre'den -Allah ondan râzı olsun- rivâyet olunduğuna göre, o şöyle demiştir:
"Bir
adam: Ey Allah'ın elçisi! Falanca kadın,
çokça nafile namaz kılması, nafile oruç tutması ve sadaka vermesiyle anılır.
Fakat o, diliyle komşularına eziyet eder. (Bu kadın hakkında ne dersiniz?) diye
sordu.
Rasûlullah
(sav): O (kadın), cehennemdedir,
buyurdu. Adam devamla: Ey Allah'ın
elçisi! Filanca kadın da az nafile oruç tutması, az sadaka vermesi, az nafile
namaz kılması ve kurutulmuş yoğurttan bir parça sadaka vermesiyle anılır. Fakat
diliyle komşularına eziyet etmez.(Bu kadın hakkında ne dersiniz?) diye sordu.
Rasûlullah
: O (kadın), cennettedir, buyurdu."
(İmam Ahmed Müsnedi; c: 2, hadis no: 440. Münzirî de 'et-Terğîb ve't-Terhîb'
s:3/321'de, Elbânî ise, 'Silsiletu'l-Ehâdîsi's-Sahîha'; hadis no: 190'da
hadisin sahih olduğunu belirtmiştir.)
Kuran
ahlakını kuşanan, hayatını Peygamber eksenli idame ettiren müminin artık tüm
davranışları güzel ahlaktan damıtılarak ortaya konan üstün bir hale kavuşarak
ibadet hükmüyle Rabbi tarafından ücretlendirilmiştir. Bu halin Resül-i Kibriya
(sav) dilindeki ifadesi ise şu şekildedir.
“Bir mümin
güzel ahlakıyla, namaz ve oruca tutkun olup devamlı ibadet eden insanların
derecesine ulaşır.” (Sünen-i Ebu Davud, Edeb 5/149)
Ahlakın
kıymetiyle ilgili âlimlerimizden ikisinin tavsiyelerini de naklederek edebin ne
kadar kıymetli olduğunu bir defa daha anlamaya çalışalım. Maliki mezhebinin imamlarından
İmam Karafi şöyle der: “Şunu biliniz ki az bir edep, amellerin birçoğundan daha
hayırlıdır.”
Bunun
içindir ki; ilmiyle âmil, hayırlı bir ilim ehli olan Ruveym, oğluna şu
nasihatte bulunur: “Yavrum amelini tuz, edebini un yap! Yani edebin öyle çok
olsun ki, edebinle amelin kıyaslandığında, aralarındaki oran, yoğrulan bir
hamurdaki tuz ile unun oranı gibi olsun. Çok edeple, işlenen az sâlih amel, az
edeple yapılan çok amelden daha hayırlıdır.” (İslam Edebinden Demetler shf: 25)
Ahlaki Problemlerin Temel Sebepleri Nelerdir?
·
Sahih bir akide sahibi olmamak
·
Cehalet
·
İçindeki yaşadığımız toplumun olumsuz etkileri
·
Dünyevileşme
Çözüm Önerilerimiz
1) Sahih bir akide sahibi olabilmemiz için sahih
temel kaynaklardan tahkiki imana erişmenin ve onu korumanın yollarını
aramalıyız. Bu arayışımızı son nefesimize kadar devam ettirdiğimiz gibi onu
kaybetmenin her şeyimizi kaybetmek anlamına geleceği bilinciyle/haşyetiyle
hayatımızı idame ettirmeliyiz. Bu cehdin akabinde kalbimizde neyi taşıyorsak,
yaşatıyorsak onun amellerimiz/ahlakımız aracılığıyla etrafımıza hale hale
yayıldığını göreceğiz. Zira denilir ki; “ Kap ancak içerisinde taşıdığını
etrafına döker.” Söz buraya gelmişken akaid derslerinin bizim için biçilmez bir
kaftan olduğunu, büyük bir hazine değeri taşıdığının sevinciyle gözümüzü
açmamız gerekir değil mi?
2) Sahih bir
bilgiden kastımız İslam’ın asli kaynaklarından ahlak konularını şahsi
gayretimizle öğrenmeye çalışarak ben bu konuları biliyorum, bunlar basit
konular demeden sürekli bir öğrenme ve yenilenme bilinciyle şuurumuzu diri
tutmamızdır. Zira hayat asla boşluk kabul etmez. Biz ilmimizi hak yoldan elde
etmezsek şeytan ve onun avaneleri her yolla bizi batılın içerisine çekerek ahlakımızı
mutlaka bozacaklardır. Bu anlamda bu dersimiz Allah’ın bize sunduğu önemli bir
nimettir. Ki bu ders içerisinde de ahlaka dair tüm ayetleri, hadisleri ve
âlimlerin görüşlerini ele almamız mümkün değildir. Bizler okyanusa açılan
kapıları size aralamaya gayret edeceğiz, ondan sonraki alacağınız mesafe
sizlerin şahsi gayretlerine kalmıştır.
Ayrıca
tevhit tarihi dersiyle resullerin ahlakını, tefsir dersiyle Kuran’ın her bir
ayetinin hastalıklarımıza nasıl şifa olduklarını, sorunlarımızı kökten nasıl
çözebildiklerini, hadis dersiyle sahih ilmin ölgün ruhlarımıza ab-ı hayat gibi
nasıl dirilik üflediğini, siyer dersiyle de mükemmel kul olmanın ve bunun
yöntemlerinin nasıl hayata aktarıldığını görerek ilmek ilmek ahlakımızı vahiyle
inşa edeceğiz biiznillah.
3)
Cemaat bilincine sahip olmamız farkında
olmasak da bizi evrensel bağlamda kuşatmaya çalışan modern cahiliyenin tuzaklarından
koruyabilecek Allah’ın en kıymetli lütuflarından biridir. Zira Rabbimizin bu
konudaki ayetleri, Peygamber Efendimiz ’in örnekliği, aklın gösterdiği delillerle
anlamaktayız ki fert, toplum ve ümmet olarak kurtuluşumuzun yegâne çıkış yolu
cemaat bilincine sahip olarak İslam’a hizmet etme yöntemine sahip çıkmamızdır.
Bu nimetle/araçla kardeşlerimizdeki güzel ahlakı görerek hem kendimizi ulvi
hedeflere (nefsimizi sürekli tezkiye etmeye) yönlendirmiş oluruz hem de
Allah’ın bereketinin tecelli ettiği bir birliktelikle Vehhab olan Rabbimizin
rahmet ve lütuf sofrasından sınırsız istifade etmiş oluruz.
4)
Davet bilincimiz ise fert olarak sürekli kendi
imanımızı, ahlakımızı yenilememiz, diri tutmamız anlamında bize yol
gösterebileceği gibi davete muhatap olan kişilerin de kalplerini kazanmamızdaki
tartışmasız en iyi ve en kısa yöntemdir diyebiliriz. Peygamber Efendimiz’ in
(sav) ve sahabenin hayatındaki örnekliklere baktığımızda onlarca hidayet
öyküsünün Kuran Ahlakına bağlı olduğunu net bir şekilde görürüz. Kişinin ancak
yüreğine vahiyden damıttığı hakikatleri muhatabına anlattığı zaman tesir halk
edildiği şuuruyla gönlünü murakabe altında tutması da ahlakın ehemmiyetini
uyanık kalplere hatırlatır.
Soru-Cevap Yöntemi İle Konunun İrdelenmesi
1. Soru: Davranışlarımızı belirleyen esas ölçüt
(kıstas) ne olmalıdır? Hangi kaynağı temel alarak kendimizi düzeltmeli ve yahut
geliştirmeliyiz?
Cevap: Yaşadığımız
hayatta her an karşımıza “doğru” ile “yanlış”, “güzel” ile “çirkin”, “hak” ile
“batıl” gibi ikili ayırımlar çıkabilmektedir. (Buna örnek o kadar çoktur ki!) Bu
gibi durumlarda yapacağımız tercihler aslında inancımızın ve ahlakımızın direkt
bir yansımasıdır. Neyi seçtiğimiz ve ne için onu tercih ettiğimiz, esasen neye
ne kadar kıymet verdiğimizin de ölçüsüdür.
Müslümanlar
açısından ise Kur’an’dan başka bir hüküm (hikmet, güzellik ve hakk) belirleyici,
Allah’tan ve O’nun kutlu elçisi Muhammed’den (sav) başka razı etmemiz istenilen
herhangi bir merci bulunmamaktadır. (Bkz. Kasas 18, 57; Tevbe 59, 62; Nur 51-52,
62; Ahzap 36)
Bu
gerçekten hareketle diyebiliriz ki; kişinin neye inanacağı ve ne şekilde amel
edeceğini takdir eden yalnızca Rabb Teâlâ’dır. Bizden sadece -O’nun kitabına
bakıp gönderdiği elçiyi takip etmek suretiyle- itikadımızı tamamlamamız, hemen
peşinden de ahlakımızı güzelleştirme yolunu tutmamız istenmiştir. Başka yollar
ve metotlarla hidayeti aramamız ise tasvip görmemiştir. (Bkz. Ali İmran 101; Enfal
20, 24; Tevbe 33)
Yine bize
düşen görev, seçim yaparken ölçüt (kıstas) olarak Rabbimizin emrettiklerini
esas almamız ve O’nu razı etmeyeceğini bildiğimiz yahut kuşkulandığımız
seçimlerden uzak durmamızdır. Bu yargıyı en başta nefislerimize benimsetmemiz
gerekmektedir. Zira Allah’ın (cc) biz kulları için belirlediği kanunların
hiçbiri değiştirilemez, göz ardı edilemez ve yahut küçümsenemez.
Hem İslam’ın
sunduğu ahlak sayesinde, kişi, iyi ve kötünün tespitini, bela ve şerden kaçınma
yollarını, yapması gereken vazifeleri bilir; davranışlarındaki güzel ve değerli
olanı anladığı gibi çirkin ve rezil olanı da kavrar. Manevi hastalıklardan
kurtulma yollarını hep bu sayede öğrenir.
Netice
itibariyle; İslamî duruşumuzu belirleyen, nasıl kalkıp nasıl yürümemiz
gerektiğini bizlere izah eden, küçük işlerimizi dahi nasıl tertipleyeceğimize
karar veren bir tek Allah vardır ve biz bu hususta yalnız O’nun emrine
tabiyizdir… Nefsimizi her halükarda O’na satmamız emredilmiştir:
“Allah,
benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyle ise O'na kulluk edin. İşte bu doğru
yoldur.” (Ali İmran Suresi 51)
2. Soru: Diğer kültür ve dinlerdeki ahlak anlayışı
nasıldır? İslam’ın onlardan farkı ne(ler)dir?
İslâm,
hayatın bütün alanlarını kuşatan, insanın doğumundan ölümüne kadar her anını
kapsayan ahlâkî kurallar getirmiştir. Diğer dinlerde, yaşam biçimlerinde
hayatın tümünü kuşatan, teorik ve pratik anlamda tutarlılık arz eden bir
yapıdan söz etmek mümkün değildir.
Din dışı
kaynaklarda ve farklı filozoflar tarafından kabul edildiği şekliyle ahlakın
kaynağı akıl, toplum ve vicdandır. İslâm’a göre ahlâkın kaynağı ise vahiy (ilâhî
buyruklar, yani Kur’ân-ı Kerim) ve O’nun beyanı olan Sünnet’dir.
İslam
dışındaki tüm tahrif edilmiş din ile tüm ideolojilerde ahlâkî prensiplerin
belirlenmesinde zaman ve zemine göre değişmeyen “vahiy” gibi bir ölçütün
bulunmaması nedeniyle ahlaki rölativizm ve şüphecilik hep sorun teşkil
etmiştir. İslam ahlak sisteminde ise rölativizme ve şüphecilikle karşılaşmak
mümkün değildir. (Recep Kılıç, Ahlâkın Dinî Temeli, Türkiye Diyanet Vakfı
Yayınları 1992.)
İslâm,
vicdânî ve içtimâî sorumluluğu kabul etmekle beraber bunların eksik yönlerini
kapatmak üzere asıl dinî sorumluluğu vaz’eder. Dinî sorumluluk olmadıktan sonra
vicdânî ve içtimâî otorite, fonksiyonlarını devamlı surette icra edemezler.
Bazı toplumlarda görülen ahlâkî çöküntüler ya dinî sorumluluğun olmamasından
veya dinî sorumluluğun zayıflamasından kaynaklanmaktadır. İslâm, insanları
yapıp ettikleri her şeyden sorumlu tutmaktadır. İnsan sorumlu tutulduğu her
davranış ve amelden kısmen bu dünyada tam olarak ise ahirette sorguya
çekilecektir.
İslâm’a
göre ahlâkî prensipler aynı zamanda Allah’ın emridir. İslâm’a göre ahlâkî
vazifeler, dinî hükümlerin önemli bir kısmını teşkil eder. Onun için mü’min
“din başka ahlâk başkadır” diyemez. Öte taraftan ahlâkî fiiller her ne kadar
irâdî ve ihtiyârî olsa da, bu durum ahlâkî vazifelerin keyfîliği neticesini
vermez. (Mustafa Çağrıcı, Ana Hatlarıyla İslâm Ahlâkı, shf. 109, Ensar Neşriyat
2006 ).
Din
temelli ahlâk anlayışı, ahlâka, din dışı temelli ahlâk anlayışlarının
hiçbirinin sağlayamayacağı bir boyut kazandırmaktadır. İşte bu boyut, hürmet
edilen, sevgi ve korku objesi bulunan, emirlerine itaat edilen, mükemmel
sıfatların hepsi kendinde varolan aşkın bir Zât’a yani Allah’a iman boyutudur
(Kılıç, 1992: 163; Mehmet S. Aydın, (1991) Tanrı-Ahlâk İlişkisi. Ankara: Türkiye
Diyanet Vakfı Yayınları). Allah ve ahiret inancının pek çok ayet ve hadiste,
ahlâkî müeyyide olarak vurgulandığı görülür. Diğer din ve kültürlerde bu ölçüde
ve sahih bir şekilde Allah inancının olmadığını, vurgulanmadığını ve ahiret
inancının ise sahih bir ölçüde neredeyse hatırlanmadığı söylenebilir.
Ahlâkın en
önemli ilkelerinden biri de adaletin gerçekleşmesidir. Adalet, vazifeyi yerine
getirene mükafât, ihmal edene ceza verilmek suretiyle gerçekleşir. Müeyyidenin
olmadığı bir ahlâkî ekolde adaletin nasıl gerçekleşeceğinin izahı da
bulunmamaktadır. Sırf bu yüzden din dışı ahlâkî ekollerin içinde en ileri
seviyeye ulaşan Kant, kendi ahlâk düşüncesini tamamlamak için mutlak adaletin
gerçekleşeceği ahireti, ruhun ölümsüzlüğünü ve Allah’ın varlığını kabul etmek
zorunda kalmıştır (Kılıç, 1992: 157-159).
İslâm’da
ahlâkî anlayış ve ahlâkî esaslar mutlaktır. Çünkü bu esaslar, mutlak bir
Varlık’ın belirlediği kaide ve sınırlarla ortaya konulmuş olup şahıslara,
zamana ve mekâna göre değişmez. Diğer ahlâkî ekollerde ise, ahlâkî prensiplerin
evrenselliğinden bahsetmek mümkün değildir. Hâlbuki ahlâkî prensiplerin etkili
olabilmesi, onların ancak evrensel bir hüviyete sahip olmalarıyla mümkündür.
Evrensel bir hüviyete sahip olma da, ancak aşkın bir Varlık’la irtibat halinde
bulunmakla gerçekleşebilir (Kılıç, 1992: 145, 157).
İslâm
ahlâkı, insanın kendiyle, diğer insanlarla veya devletle olan ilişkilerini,
yani bütün hal ve hareketlerini içine alması bakımından da kapsamlı bir
özelliğe sahiptir. Bu açıdan hiçbir niyet, söz ve davranış, ahlâk dairesi
dışında değildir. İslâm ahlâkının bu kapsamlılık özelliği, -ister semâvî olsun
ister dünyevî- diğer hiçbir din veya sistemde bulunmamaktadır. (Abdulkerim
Zeydan, (1430/2009). Usûlü’d-da‘ve. Beyrut: Müessesetü’r-risâle.)
3. Soru: Peki
“güzel ahlak” herkes için gerekli midir? Gerçekte onu önemli kılan şey nedir?
Cevap: Batılı
ateist ve din tanımazların bir kısmı kutsal kitapların söz ettiği bir ahlakın
gereksizliğine inanmışlar ve kendi nefislerince bazı çıkarımlarda
bulunmuşlardır. Bir kısmı “haz veren şey iyidir, vermeyen ise kötüdür” demiş,
bir başkası “kişiye faydası olan her şey iyidir, fayda vermeyen ise kötüdür”
şeklinde bir tanım getirmiştir. (Dikkat edilirse, bu şekil bir yaklaşım, ne
yazık ki çağımızda sıklıkla görülen ahvaldendir.)
İslâm dışındaki toplumlarda “Ahlâk”
tanımlaması:
“İnsan her
şeyin ölçüsüdür. Doğrular ve yanlışlar insandan insana değişir.” (Protagoras)
“İnsanın
amacı en yüksek hazza ulaşmaktır. Haz vermeyen şeylerden ise uzak
durulmalıdır.” (Aristippos)
“Sana
yapılmasını istemediğin bir şeyi sen de başkasına yapma.” (Konfüçyüs)
“Amaca ulaşmak için her araç meşrudur.” (Machiavelli)
“Dinsel inançlar ve buyruklar olmadan da ahlaklı olunabilir.” (Bacon)
“Bir şeyi
yaptıktan sonra kendimi iyi hissediyorsam o ahlakîdir.” (Hemingway)
“Ahlâkî
gerçekler diye bir şey yoktur.” (Nietzsche)
“Her şey zevk vermesi açısından iyi ya da kötü
olarak adlandırılır.” (John Locke)
“Evrensel kural
olacak bir şekilde davranış ve eylemlerde bulunan kişi, ahlaklıdır.” (Emerson)]
Yine bir
başka düşünür olan F. Nietzche’ye göre iyi ve doğru olan şeyi belirleyen esas,
“güçlü” olmaktır. Mütevazılık, birine yardımda bulunmak ve ibadet etmek
nevinden ameller zayıflık belirtisidir ve terk edilmelidir. (!) J. P. Sartre’da
ise ahlak, ancak “özgürlük” ile sağlanabilir. Ona göre insan dilediğini
seçebilmeli, dilediğince yaşayabilme hakkına haiz olmalıdır. Aksi takdirde
ahlaka inanmak beyhude sayılacaktır. (?)
Evvelce
söylediğimiz gibi, İslam anlayışında iyi ve kötüyü, çirkin ve güzeli, doğru ile
yanlışı ve yasak olan ile caiz olanı belirleyen sadece ve sadece Allah (cc)
olduğu için yukarıdaki tanımlamalar toptan reddedilmiştir. Bu hususta nefis hevasına
göre değil, bizzat Kur’an ve sünnete dayalı olarak iyiyi ve kötüyü belirlemeli,
ancak bu bakış açısını kazandıktan sonra olayları sahih bir biçimde
değerlendirebileceği dikkate alınmalıdır.
Kaldı ki İslâm,
insanı, yalnız Allah’a (c.c.) karşı sorumlu tutmamakta, hayatta insanı
ilgilendirecek maddî ve manevî bütün hadiselere karşı sorumluluk taşımasını
gerekli kılmaktadır. Sağlıklı bir vücut, sahibini nasıl dinamik yapıyorsa,
sağlıklı fertler de o derece toplumu güçlü ve dinamik bir hale getirirler.
Toplumu oluşturan bireylerin güzel ahlâklı olması bu açıdan büyük önem
taşımaktadır. Bunun için ta çocukluktan başlayıp gençlik çağıyla devam eden ve
insanın hayatının sonuna kadar süren bir disiplin ve eğitim görmesi şarttır.
4. Soru:
Kişisel gelişim ve psikoloji kitapları ahlakımızı düzeltmede faydalı olur mu?
Cevap: Çoğu NLP uzmanı ve modern eğitimcilerin
yazdığı bu tür kitaplar, daha ziyadesiyle, insanın iş (meslek) dünyasındaki verimliliği
ve performansını artırmaya yönelik arayışları ve bu yöndeki çözüm yollarını
gösterir. Sürekli bir biçimde kişilerin daha fazla dünyevî bir kazancın peşinde
koşmalarını öğütler. Bunun için önder şahsiyetlerin düşüncelerine yer
verdikleri kadar yeri geldiğinde semavî dinlerin ahlâkî öğretilerini dahi seküler
hayata entegre etmeye çalışmaktadırlar. Ne var ki, çoğu kere vahye ters
düştükleri ve kişinin salt dünyevî menfaatini gözettikleri de olmuştur.
Örneğin; artık
bir klişe sayılan, “muvaffakiyete (başarıya) götürecek olan şey, senin o işe
olan inancındır” sözü, İslam’da kulun Allah’a tevekkül etmesinin önünde bir
perde gibi durmaktadır. Nitekim İslamî esaslarda, kul, olmasını temenni ettiği
bir iş için önce sünnetullaha uygun bir biçimde çalışıp çabalar, sonra gerçekten
bir neticeye kavuşmanın yalnız ve asıl O’nun izninden geçmesi gerektiğini
bilir. Böylece kendine olan inancından daha fazla Rabbine teslim olur, O’na
güvenip dayanır; işin başında da sonunda da… (Bkz. Ali İmran159; Enfal 2; Yusuf
67)
Hâlbuki salt
kendine güvenmeyi (ve bu sebeple kibre ve ucba sürüklenmeyi) adet haline
getiren bir öğreti için insanın nefisini, gururunu okşayan sözlerle Rabbini
unutacak seviyeye düşmesi korkunç bir haldir. Tevekkül inancı işte burada ciddi
zarar görür!
Bir başka misal;
boş zamanlarda yapılması tavsiye edilen işlerle ilgili… Değişik yazarların
türlü türlü tavsiyeleri arasında (güneş banyosundan tutun da kelime ezberlemesi
dâhil) değindiği konularda hiçbir zaman bir kulluk bilinci taşıdığı
görülmemiştir. Örneğin, kişisel gelişim kitaplarında “Allah’a şükür” için
ayrılacak bir vakitten asla bahsedilmez… Böyle olunca da Allah’ın halifesi
olması beklenen kulun gerçekte ne yapması gerektiği saptırıcı bir biçimde bulandırılmış
olur. Oysa Kur’an’da boş vakitlerde ne yapılması gerektiği güzelce
öğütlenmiştir. (Bkz. İnşirah 5-8)
Yine bir
başka mesele; uzmanların “iyi ve şık görünmeyi” tavsiye etmeleri ve bunun için
gerekirse hiçbir masraftan kaçınılmamasını öğütlemeleridir. (<Karşılaştır>
İsrafın haram oluşu ve Allah’ın müsrifleri sevmemesi…) Onlar açısından kişinin
her halükarda toplumda bir statü kazanması gerekmekte ve bu yüzden kıyafet
şeklini (saç, sakal, açık giysi, vs.) ona göre ayarlaması istenmektedir.
Benzer
şekilde psikoloji ilmi ile alakalı kitaplarda da çeşitli sıkıntılar mevcuttur.
Örneğin; klasik bir psikolog açısından manevî buhranlar için önerilen çözümler
arasında hiçbir zaman ibadî bir tavsiyeyi göremezsiniz. Onların çözümleri
sürekli biçimde maddeci bir bakış açısının ürünü olarak karşımıza çıkmaktadır.
Alt bilinç, güdülenme, toplum refleksi, alışkanlıklar vb. literatür ile kişilik
tedavisinde bulunduklarını sanırlar. Modern bilim dünyasında “şeytan” diye bir
kavram yer almaz örneğin; kötülük genlere kadar indirgenmiştir!
Diyebiliriz
ki; kişisel gelişim uzmanlarının ve psikologların bu şekil deist bir yaklaşım
göstermeleri, onların -ahireti hesaba katmadan- sırf dünya odaklı yaşamaları ve
vahyi dikkate almamalarının bir sonucudur. Onlar aslında işin sadece maddi
kısmı ile ilgilenirler. Bu da kuşkusuz uzun vadede bir takım manevî boşlukların
oluşmasına sebebiyet verecektir… Doğru olan ise ancak Rabbimizin şifası ile
kendimizi bulabileceğimiz ve mutlak bir teslimiyetle teslim olmamız gerçeğidir.
Zira O’na ne kadar yakın olabilirsek o denli bir huzur ve sükûnete erişme
ümidimiz olacaktır biiznillah. (Bkz. 13/28)
Ayrıca
bizim için, insanlar arası ilişkileri geliştiren ve toplum düzenini sağlayan
ahlakî prensiplere Hz. Muhammed (sav) kadar riayet eden ikinci bir insan daha
yoktur. (Bu manada kişisel gelişim kitaplarında ismi geçen lider şahsiyetlerin
sözleri ile peygamberimizin sözlerini derece itibariyle kıyaslamak
gerekecektir.) Hem Resulullah’ın (sav) örnekliği hariç her örnek
eleştirilebilir ve hataya sebebiyet verebilir. O’nun (sav) örnekliği ise
-Kur’an’ın gölgesi altında- gayet yetkin ve yeterli düzeydedir. (bkz. Bakara 151;
Ahzap 21,31)
Resulullah
(sav) şöyle buyurmuştur: “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.” (Ahmed
b. Hanbel, Müsned)
Sonuç olarak; İslam ahlakının içeriğinde kişinin
neyi ne kadar sevmesi ve neye ne kadar ihtiram göstermesi gerektiği, ayrıca
özgürlük meselesi ve kişiye hangi sınırlara kadar bir hürriyet hakkı tanındığı
hep ifade edilmiştir. Böylece İslam dininde ahlak, beşerin kişisel seçim ve
yaşam alanlarını hemen tüm yönleriyle kuşatmıştır. Allah (cc) insana yalnızca
bu dine katıksız – pazarlıksız teslim olmasını şart koşmuştur. O’nun kitabında
zikrettiği bir emri hoşumuza gittiği için değil, emredildiği için yapmalıyız
ki, nefsimiz o meseleyi kendi çıkarlarımıza göre değerlendirmeyip Rabbimizin
sözlerini üstte tutsun.
Özetlersek:
1. İslam
kişinin davranış ve mizacını (karakter) hedef alarak güzele tebdil etmeyi
amaçlar.
2. İyi ve
kötü, doğru ve yanlış gibi vasıflar sırf mantık ya da başka bir unsura
dayandırılamaz.
3. Bu
meyanda ahlakın kurallarını yalnız ve yalnız Allah (cc) belirler.
4. İnsanın
sorumluluğu asıldır ve vazifeler bu sebeple bağlayıcılık arz eder.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder