18. ŞÜKÜR
1. GİRİŞ
Şükür münciyat (kurtarıcılar) konuları içinde
yer alan başlıklardandır.
Günümüzde
geçmiş zamanlara göre nimetler hem çeşitlenmesine hem de artmasına
rağmen insanda doyumsuzluk, daha fazlasını isteme, şükürsüzlük hastalığının
belirgin şekilde arttığını görüyoruz. Bu
bakımdan şükürsüzlük çağımızın yaygın hastalıklarındandır.
İmam Gazali şükrün önemini
şöyle ifade etmiştir: “İman iki parçadan ibarettir. Bir parçası sabır, öbür
parçası şükürdür. Sabır ile şükür, Allah'ın vasıflarından iki vasıf ve en güzel
isimlerinden iki isimdir; zira Allah kendisine Sabûr ve Şekûr ismini vermiştir.
Bu bakımdan sabrın ve şükrün hakikatini bilmemek, imanın iki tarafını da
bilmemek demektir. Sonra bu husustaki bilgisizlik, Rahmân'ın vasıflarının
ikisinden de gafil olmak demektir. Oysa Allah'a yaklaşmak, ancak imanla olur.
İmanın varlığını teşkil eden şeyi bilmeksizin iman yolunda yürümek
düşünülebilir mi? İmanın kendisiyle var olduğu şeyi bilmemek iman yolunda
yürümenin düşünülmediğini gösterir.”
2. KAVRAM
TAHLİLİ
Sözlükte
“yapılan iyiliği bilmek ve onu yaymak, iyilik edeni iyiliğiyle övmek;
minnettarlık” anlamındaki şükr terim olarak “Allah’tan veya insanlardan gelen
nimet ve iyilikten dolayı minnettarlığını ifade etme, nimete söz ve fiille
mukabelede bulunma, Allah’a itaat edip günah işlemekten uzak durmak suretiyle
nimetin gereğini yapma” şeklinde tanımlanmıştır (Fîrûzâbâdî, el-Ḳāmûsü’l-muḥîṭ,
“şkr” md.; Lisânü’l-ʿArab, “şkr” md.; Fahreddin er-Râzî, XIX, 86). Kuşeyrî,
tasavvufun önde gelenlerinin şükrü “derin bir saygıyla nimet sahibinin
iyiliğini anmak” diye tarif ettiklerini belirtir (er-Risâle, II, 489). Ebû
Bekir eş-Şiblî, “Şükür nimeti değil nimeti vereni görmektir” şeklinde
özetlemiştir (Kuşeyrî, II, 492). Türkçe’de Allah’a karşı minnettarlık için şükür,
insanlara karşı minnettarlık için teşekkür kelimeleri kullanılır. Şükrün
karşıtı küfrdür (küfrân) (nimeti inkâr etme, nankörlük). Şükür hamd (övgü)
kavramına yakın bir anlam taşımakla birlikte hamdin kapsamı daha geniştir.
Nitekim bir kimse hem iyilikleri hem güzel nitelikleriyle övülür; şükür veya
teşekkür ise sadece iyiliklere karşı gösterilen minnettarlığı anlatır
(İbnü’l-Esîr, II, 493). Râgıb el-İsfahânî üç türlü şükürden bahseder. Nimeti
hatırda tutmak kalple şükür, nimeti vereni övgüyle anmak dille şükür, nimet
sahibine lâyık olduğu şekilde karşılık vermek organlarla şükürdür. İsfahânî
diğer bir açıdan şükrü yine üçe ayırır. Kendinden üstte olana şükür hizmet,
övgü ve dua ile, aynı seviyede olana iyiliğe iyilikle karşılık vererek, aşağı
seviyede olana ise onu ödüllendirmekle olur (el-Müfredât, “şkr” md.; eẕ-Ẕerîʿa
ilâ mekârimi’ş-şerîʿa, s. 279) (https://islamansiklopedisi.org.tr/sukur)
3.
KONUYLA İLGİLİ AYETLER
“(Resûlüm!)
De ki: Sizi yaratan, size işitme duyusu, gözler ve kalpler veren O'dur. Ne az
şükrediyorsunuz!” ( Mülk 23 )
“Şükreden
ancak kendisi için şükretmiş olur, nankörlük edene gelince, o bilsin ki,
Rabbimin hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, çok kerem sahibidir.” ( Neml 40 )
“Eğer
siz iman eder ve şükrederseniz, Allah size neden azap etsin! Allah şükre
karşılık veren ve her şeyi bilendir.” ( Nisâ 147 )
“ … Biz şükredenleri mükâfatlandıracağız.” (Âli
İmran 145 )
Şükür mertebesinin büyüklüğünden ötürü İblis,
halka tânederek şöyle dedi:
“… Sen ‘onların çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın!’ dedi” ( A'raf 17 )
“Siz (Allaha) şükür için çalışın. Kullarımdan
şükreden azdır.” ( Sebe 13 )
Allah Teâlâ, şükürle beraber fazla nimet
vereceğini söyleyip istisna yapmadı: “Hatırlayın ki Rabbiniz size: Eğer şükrederseniz, elbette
size (nimetimi) artıracağım … diye bildirmişti.” ( İbrahim 8 )
4.
KONUYLA İLGİLİ HADİSLER
Âişe (ra)
şöyle dedi: Resûl-i Ekrem (sav) geceleyin kalkıp ayakları şişinceye
kadar namaz kılardı. Bunun üzerine ona: “Yâ Resûlallah! Senin geçmiş ve gelecek
bütün hataların bağışlandığı halde niye böyle kendini yoruyorsun?” dedim. Bana
cevâben: “Allah’a şükreden bir kul olmayayım mı?” buyurdu. (Buhârî,
Tefsîrû sûre (48), 2; Müslim, Münâfikîn 81.)
Sa`d İbni Ebû
Vakkâs (ra) şöyle dedi: Bir gün Resûlullah (sav) ile
beraber Medine’ye gitmek üzere Mekke’den yola çıkmıştık. Azverâ denen yere
yaklaştığımızda Resûl-i Ekrem bineğinden indi. Sonra ellerini kaldırarak bir
süre dua etti. Sonra secdeye kapandı, uzunca bir süre secdede kaldı. Tekrar
ayağa kalktı, yine ellerini kaldırıp bir müddet dua etti. Sonra secdeye
kapandı. Bunu üç defa tekrarladı. Buyurdu ki: “Rabbimden dilekte
bulundum ve ümmetim için şefaat niyaz ettim. O da ümmetimin üçte birini bana
bağışladı. Ben de Rabbime şükretmek için secdeye kapandım. Sonra tekrar başımı
kaldırıp Rabbimden ümmetimi bağışlamasını diledim; O da bana ümmetimin üçte
birini bağışladı. Ben de bunun üzerine Rabbime şükür secdesine kapandım. Sonra
tekrar başımı kaldırıp Rabbimden ümmetimi diledim; O da bana ümmetimin geri
kalan üçte birini bağışladı. Ben de Rabbime şükretmek üzere secdeye kapandım.”
( Ebû Dâvûd, Cihâd 152 )
5.
ÇEŞİTLERİ
İmam Gazalî şöyle der:
Şükrün Hakikati
Şükür, ilim, hâl ve amelden meydana gelir.
İlim, asıldır ve hâli gerektirir. Hâl de ameli gerektirir.
İlim, nimeti nimet verenden bilmektir: Hâl,
nimet verenin nimet vermesinden dolayı meydana gelen sevinç demektir. Amel,
nimet vereni maksudu ve mahbubu yapmaktır. O amel, kalp, azalar ve dil ile
ilgilidir.
Birinci asıl ilimdir. İlim de üç şeyi
bilmektir: Nimetin kendisini yani o nimetin nimet olmasını, nimet verenin
zatını ve nimetinin tamamlanmasına vesile olup nimetin kaynağı olan
sıfatlarının varlığının bilinmesidir.
Padişaha muhalefet imkânından mahrum bulunan
ve dediğini yapmaya mecbur olan hazinedar nefsiyle baş başa bırakılırsa,
elindekinin zerresini dahi vermez. Bu bakımdan birisinin eliyle Allah'tan gelen
bir nimet sana ulaşmış ise, o kimse nimeti vermek mecburiyetindedir; zira verme
iradesini ona musallat kılan ve onun istek ve arzularını kabartan Allah'tır.
Onun kalbine 'Sana verdiğinin dünya ve ahirette kendisine hayırlı olduğunu'
ilham eden Allah'tır. Allah ona bu inancı yarattıktan sonra o onu terk etmeye
imkân bulamaz. Bu bakımdan o, senin için değil, nefsi için sana verir. Eğer
vermekte belli bir gayesi olmasaydı, muhakkak sana vermezdi. Eğer senin menfaatinde
kendi menfaatinin olduğunu bilmeseydi sana vermezdi. Bu bakımdan o, senin
menfaatinle nefsinin menfaatini talep eder. Öyleyse o sana nimet veren
değildir. Aksine seni, umduğu bir nimete götürücü bir vesile edinmiş olur. Sana
nimet veren, onu sana musahhar edendir. Onun kalbine, sana nimeti ulaştırmaya
onu mecbur eden îtikad ve iradeleri atandır. Eğer işleri böyle tanırsan
Allah'ı, Allah'ın fiilini tanımış olursun ve muvahhid olursun, Allah'ın şükrünü
yapmak kudretine sahip olursun ve sadece bu marifetle şükredici olursun.
Öyle ise sen ancak her nimetin O'ndan
olduğunu bilmekle şükretmiş olursun. Eğer bu hususta kalbine az bir şüphe
girerse, ârif olamazsın. Ne nimetlerin ve ne de nimet verenin ârifi olamazsın.
Üstelik sadece nimet vereni değil, O'nunla beraber başkalarını da seversin. Bu
bakımdan marifetinin eksikliğiyle sevgideki halin de eksilir. Sevginin
eksikliğinden ötürü de amelin eksilir. İşte birinci aslın beyanı budur.
İkinci asıl, mârifetin aslında edinilen
haldir. O hâl, tevazu ile nimet verene sevgi göstermektir. Fakat ancak şartı
haiz ise şükür olur. Şartı da nimet vermek veya nimetle değil ancak nimet verenle
sevinmektir.
Dünyadan sadece ahiretin basamağı olan
şeylerle sevinip ahirete yardım edenle ferahlamasıdır. Kendisini Allah'ın
zikrinden meşgul eden, Allah'ın yolundan alıkoyan her nimetten mahzun
olmasıdır. Çünkü böyle bir kimse nimeti, lezzetli olduğundan dolayı istemez.
Nitekim atın sahibinin de atı asil ve süratli bir at olduğundan dolayı
istemediği gibi. Aksine atı, kendisini padişahın refakatinde taşıdığı, daima
padişahın görmesini ve yaklaşmasını temin ettiği için sever. Bu nedenle Şiblî
şöyle demiştir: 'Şükür, nimeti değil, nimeti vereni görmektir'.
Padişahı at için isteyen ile atı padişah için
isteyenin arasında büyük fark vardır. Kendisine nimet vermesi için Allah'ı
kastedenle Allah'ın nimetlerini onlarla Allah'a ulaşmak için kastedenin
arasında da büyük fark vardır.
Üçüncü asıl nimet verenin marifetinden elde
edilen sevincin mucibiyle amel etmektir. Bu amel, kalp, dil ve azalarla
ilgilidir.
Kalple olana gelince o, hayrı kast etmek ve
bütün insanlar için kalbinde hayır beslemektir. Dil ile olana gelince, o da
Allah'a delâlet eden hamdlerle Allah'a şükretmeyi izhar etmektir. Azalara
gelince, o da Allah'ın nimetlerini ibadette kullanmak, o nimetlerden kuvvet
alıp günahlara dalmaktan kaçınmaktır. Gözlerin şükrü, onları müslümanların
ayıplarına kapatmaktır. Kulakların şükrü, onlarla dinlediğin her ayıbı
kapatmaktır
Allah’ın Sevdiğini Sevmediğinden Ayırt Etmek
Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Eğer
şeytanlar ademoğullarının kalplerinde gezmeseydiler (vesvese vermeseydiler)
muhakkak ki ademoğulları melekût âlemini seyrederlerdi.” (İmam Ahmed)
Bu misali anladığın zaman, bu misalle
hareketini, durgunluğunu, konuşmanı ve sükûtunu kıyas et! Senden sâdır olan her
fiil ya şükürdür veya küfür (nankörlük). Zira bu iki hasletten ayrılman
düşünülemez.
Öyleyse eğer sağ elinle istinca edersen,
ellerin nimetini inkâr etmiş olursun; zira Allah iki eli yarattı. Birini
diğerinden daha kuvvetli yaptı, kuvvetlisi çoğu zaman rüçhaniyetinin
fazlalığından dolayı şeref ve fazilete müstahak oldu. Eksiği daha üstün tutmak
adaletten ayrılmaktır. Oysa Allah ancak adaleti emreder. Sonra sana iki el
verdiğinden dolayı, Kur'an'ı tutmak gibi bazısı şerefli, necaseti gidermek gibi
bazısı pis olan birtakım amellere seni muhtaç kılmıştır. Öyleyse Kur'anı sol
elinle tutup, necaseti sağ elinle sildiğin takdirde, şerefliyi, hasis olan bir şeye
tahsis etmiş olursun. Dolayısıyla onun hakkını inkâr, kendisine zulüm edip
adaletten sapmış olursun.
Defi hacet yaparken kıbleye doğru durduğun
zaman, cihetleri ve âlemin genişliğini yaratmaktaki ilâhî nimeti inkâr etmiş
olursun. Çünkü Allah cihetleri, sana rahat hareket imkânı olsun diye yaratmış,
cihetleri, şerefli ve şereften mahrum kısımlara ayırmıştır.
O şereflendirdiği cihete bir beyt (Kâbe)
koyup onu nefsine izafe etmiş, bunu da senin kalbini oraya çekmek için
yapmıştır ki kalbin onunla bağlansın. Kalp vasıtasıyla bedenin de rabbine
ibâdet ettiği zaman, sebat ve vekar üzerinde o cihete bağlı bulunsun.
Evet! Gerekli bir ihtiyaç ve mühim bir
zaruret veya doğru bir hedef olmaksızın herhangi bir ağacın bir dalını kıran
bir kimse, o ağaçların ve elin yaratılışındaki ilâhî nimeti inkâr etmiş olur.
El kendisiyle fuzulî hareketler yapmak için
yaratılmamıştır. Aksine ibâdete yardımcı olan ameller için yaratılmıştır. Ağaca
gelince, Allah Teâlâ ağacı ve ağaç için damarlar yarattı. Ona su gönderdi. Onda
gıda ve gelişme kudretini yarattı ki o neşv ü nemanın en son zirvesine varsın,
kullar ondan faydalansın. Bu bakımdan ağacı yetişmeden ve önemli bir sebep
olmadan kesmek veya kırmak hikmetin hedefine muhalefet etmek ve adaletten
sapmak olur. Eğer önemli bir gaye için kırarsa, bu takdirde kırabilir; zira
ağaç ve hayvan, insan içindirler. Onların ikisi de fani ve helâk olucudurlar.
Bu bakımdan en şerefliyi bir müddet yaşatmak için, şerefli olmayanı feda etmek,
ikisini birden zayi etmekten adalete daha yakındır.
“O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi
katından (bir lütfu olmak üzere) size boyun eğdirmiştir. Elbette bunda düşünen
bir toplum için ibretler vardır.” ( Casiye 13 )
'Dünya malından, ihtiyacından fazla edinen,
onu istif edip elinde tutan bir kimse eğer o mala muhtaç olanlar varsa
zâlimdir'.
Böyle bir kimse, altın ve gümüşü istif
edenlerdendir, istif edilen altın ve gümüşü Allah yolunda infak
etmeyenlerdendir. Oysa Allah'ın yolu ancak taattir. Halkın taattaki azığı dünya
malıdır; zira dünya malı ile halkın zarurî ihtiyaçları bertaraf edilir.
Evet! Bu hüküm, fıkıh fetvasının hududuna
girmez. Çünkü ihtiyaçların miktarları gizlidir. Gelecekteki fakirliği hissetmek
hususunda nefisler değişik manzaralar arz eder. Ömürlerin sonları malum
değildir. Bu bakımdan halk tabakasına bunu teklif etmek, çocuklara vekar,
efendilik ve mühim olmayan bir konuşmayı yapmamayı ve sükût etmeyi tavsiye
etmek gibidir. Oysa çocuklar eksik olmaları itibariyle, bu teklifi yerine
getiremezler. Bu bakımdan oyun oynamak hususunda onlara itiraz etmeyi terk etmemiz,
onlara oyun oynamayı mübah görmemiz, oyun ve zıplamanın hak olduğuna delâlet etmez.
Tıpkı bunun gibi halk tabakası için malları korumak, infak hususunda sadece
zekât miktarını vermekle iktifa etmeyi mübah kılmamız insanların
yaratılışındaki zarurî cimriliklerinden çıkan bir hükümdür.
Bu bakımdan bizim bu şekildeki hükmümüz,
bunun hak olduğuna delâlet etmez. Nitekim Kur'an buna işaret ederek şöyle
buyurmuştur: “Eğer onları (tamamını) isteseydi ve sizi zorlasaydı, cimrilik
ederdiniz ve bu da sizin kinlerinizi ortaya çıkarırdı.” (Muhammed 37 )
Kulların Allah'ın malından sadece yolcunun
azığı kadar alması hak ve zulümsüz adalettir. Allah'ın her kulu beden merkebine
binip Deyyan olan padişahın huzuruna doğru gidecektir. Öyleyse kim fazlasını
alıp, ona muhtaç olan bir biniciyi o maldan menederse, o zâlim ve adaletsizdir.
Bu durumda hem hikmetin maksadından çıkmış olduğunu hem de Kur'an, peygamber,
akıl ve yolcunun azığından fazlasını almasının hem dünya ve hem de ahirette
vebal olduğunu tanıtan diğer sebeplerle sabit oldu ki Allah'ın nimetini inkâr
ettiği ortadadır. Biz bu kadarını burada Allah'ın şu ayetindeki doğruluğun alâmeti
bilinsin diye beyan ettik: “Kullarımdan şükreden azdır!” ( Sebe 13 )
İblis şu sözüyle sevindi: 'Sen de çoğunu
şükrediciler olarak bulmayacaksın'.
Nimetin Hakikati ve Kısımları
Her hayır, lezzet ve saadet, her matlup
(istek) ve müessir (tesir eden), nimet diye adlandırılır. Fakat hakikatte
nimet, uhrevî saadettir. Onun dışındakilere nimet ve saadet demek, ya yanlıştır
veya mecazdır. Ahirete yardım etmeyen dünyevî saadete nimet ismi vermek gibi.
Zira dünyevî saadete nimet demek, katıksız
bir hatadır. Bazen nimet ismini bir şeye vermek doğru olur. Fakat onu ahiret
saadetine ıtlak etmek daha doğrudur. Bu bakımdan insanı ahiret saadetine
götüren ve ona bir veya birkaç vasıta ile yardım eden her sebebe nimet ismini
vermek doğrudur. Çünkü bu sebep, hakîki nimete götürür. Yardımcı sebepler ve
nimet diye adlandırılan lezzetleri kısım kısım açıklayacağız.
Birinci Kısım
İlim ve güzel ahlâk gibi hem hali hazırda,
hem gelecekte fayda veren şeyler, hakîkat açısından nimetin ta kendisidir.
İkisine de zarar veren, kesinlikle belâdır. Bu da ilim ve güzel ahlâkın
zıddıdır. Hal-i hazırda fayda, gelecekte zarar veren ise, basiret sahipleri
nezdinde katıksız bir beladır. (Fakat cahiller onu nimet sanırlar).
Onun misali şudur: Acıkmış bir insan, içinde
zehir olan balı gördüğü zaman, eğer durumu bilmiyorsa, bu balı nimet sayar.
Durumu bildiği zaman onun kendisine verilen bir bela olduğunu anlar. Hal-i
hazırda zarar veren, gelecekte faydalı olan ise, akıl sahipleri nezdinde nimet,
cahiller nezdinde beladır. Bunun misali, hal-i hazırda tadı hoş olmayan, ancak
hastalıkta şifa verici devadır.
İkinci Kısım
Dünyevî sebepler değişiktir. Bazen
hayırlıları şerlilerine karışır. Hayırlıları çok az zaman saf kalır. Mal, aile,
çocuk, akrabalar, mertebe ve diğer sebepler gibi. Fakat bu sebepler, faydası
zararından daha fazla olan yeterli mal, mertebe ve diğer sebepler gibi
kısımlara ayrılır. Geniş mertebe, bol mal gibi, şahısların çoğunun hakkında
zararı faydasından daha fazla olan kısımla ve zararı faydasına denk olan
kısımlara ayrılır. Bunlar şahıslara göre değişen şeylerdir. Çok salih insan
vardır ki ne kadar çok olursa olsun salih maldan fayda görür. Onu Allah yolunda
sarf eder, hayırlarda kullanır. O mal, bu muvaffakiyetle beraber o kişi
hakkında nimettir. Çok insan da vardır ki az mal ile de zarar görür; zira
durmadan o malı azımsar, rabbinden şikayet ve daha fazlasını talep eder. Bu
bakımdan o mal bu mahrumiyetle beraber o kişi hakkında bela olur.
Soru: Ahiret yolunun mal, aile efradı,
mertebe ve aşiretten oluşan haricî nimetlere ne ihtiyacı vardır?
Cevap: Bu sebepler hedefe götüren kanat ve
kolaylaştıran âlet gibidirler. Mala gelince, yetecek kadar nafakası olmayan bir
fakirin ilim ve kemâl peşinde koşması, savaşa silahsız gitmek gibidir. Kanatsız
olduğu halde av peşine düşen doğan gibidir.
“Sâlih mal, salih kişi için ne güzeldir.” (İmam
Ahmed, Müsned, IV, 197, 202, Ebu Yâ'lâ, Taberânî )
“Takvâ ile beraber mal ne güzel bir
yardımdır.” ( Deylemî )
Akrabalara gelince, kişinin evlatları ve
akrabaları ne kadar çoğalırsa onlar kişi için gözler ve eller gibi olurlar.
Onlar sebebiyle dini hususunda dünyanın önemli işleri onun için kolaylaşır.
Eğer tek başına olsaydı, o işlerle uğraşması oldukça uzun sürerdi. O halde
senin kalbini dünyanın zaruretlerinden kurtaran her şey din hususunda sana
yardımcıdır. Mademki böyledir, öyle ise o bir nimettir.
Soru: Sen mal ve mertebeyi, soy, aile ve
evladı nimetler kapsamına dahil ettin. Oysa Allah Teâlâ mal ve mertebeyi kötülemiştir.
Hz. Peygamber ve âlimler de kötülemişlerdir.
Nitekim Allah Teâlâ (c.c) şöyle buyurmuştur: “Ey
iman edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman olanlar da vardır.
Onlardan sakının.” ( Teğabün 14 )
“Doğrusu mallarınız ve çocuklarınız sizin
için bir imtihandır.” ( Teğabün 15 )
Cevap: İşte bunlar ahiret işlerine inkâr
edilmeyecek derecede yardım eden nimetlerdir. Ancak bu nimetlerde birtakım
fitneler ve korkular söz konusudur. Bu bakımdan malın misali, kendisinde
faydalı panzehir ile öldürücü zehir bulunan bir yılan gibidir.
Mal, dibinde cevher ve incilerin çeşitleri
bulunan deniz gibidir. Bu bakımdan denize dalan şahıs, eğer yüzmeyi bilen bir
dalgıç ve denizdeki zararlı şeylerden korunma yollarını bilen bir kimse ise, o
denizdeki nimetleri elde eder. Eğer bunları bilmediği halde denize dalarsa
muhakkak helâk olur. Bu nedenle Allah Teâlâ malı övmüş ve mala hayır adını
takmıştır.
Hz. Peygamber (sav) malı
övmüş ve şöyle demiştir: “Takvâ hususunda mal, en güzel yardımcıdır.” (Deylemî)
Mertebe ve malın kötülenmesinin çok,
övülmesinin de az olması şu noktadan ileri gelmektedir: İnsanların çoğu mal
yılanının efsunlayıcı yolunun cahilidirler. Mertebe denizine dalmayı bilmezler.
Bu bakımdan onları sakındırmak farzdır. Çünkü onlar panzehirini elde etmeden
önce malın zehri ile helâk olurlar. Onlar mücevherleri ve incileri bulmadan
önce mertebe denizinin timsahı tarafından yutulurlar. Eğer mal ile mertebe
herkes için ve esasında kötü olsaydılar, asla peygamberlik mertebesine ancak
mal ve rütbe ile tamamlanan saltanat mertebesinin inzimamı (eklenmesi) düşünülemezdi.
Oysa bu iki mertebe de bizim peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) 'e verilmiştir.
Yine risalet mertebesine, Hz. Süleyman (as)'a verildiği gibi servet inzimam
edilmezdi.
İnsanlar çocuk gibidirler. Mal ise yılanlar
gibidir. Peygamber ve ârifler ise azimet ve afsun sahibi zatlardır. Bu bakımdan
bazen azimet sahibine zarar vermeyen şey, çocuğa zarar verir. Evet azimet
sahibi, eğer yaşamasını ve iyiliğini istediği bir çocuğa sahip ise bir yılan
gördüğünde o yılanı panzehirini çıkarmak için tutarsa, çocuğun da ona uyarak
yılanı tutacağını, yılanı gördüğü zaman, onunla oynamak için kucaklayacağını ve
helâk olacağını bilir. Bu bakımdan kişinin panzehire ihtiyacı olduğu gibi,
çocuğu korumaya da ihtiyacı vardır. Öyleyse panzehirle çocuk arasında mukayese
yapmalı, eğer panzehire sahip olmadığı için büyük bir zarar görmeyecekse,
çocuğun göreceği zarar daha büyükse bu takdirde yılanı gördüğü zaman kaçması ve
çocuğa da kaçmasını söylemesi ve yılanı çocuğun gözünde çirkin göstermesi, yılanda
hiç kimsenin kurtulamayacağı öldürücü bir zehirin olduğunu söylemesi ve hiçbir
şekilde yılanda bulunan faydalı panzehirden çocuğa bahsetmemesi farzdır. Çünkü
çocuğa yılandaki faydalı panzehirden bahsettiği takdirde bu durum, çocuğu çoğu
zaman aldatıp yılan avlamayı öğrenmeden yılanı tutmaya götürebilir.
Dalgıcın durumu da böyledir. Çocuğunun gözü
önünde denize daldığı takdirde çocuğun da arkasından helâk olacağını bildiği
zaman, çocuğu denizin ve nehrin kıyısından sakındırmak ona bir vecibe olur. Eğer
çocuk babasının kıyıda gezdiğini gördüğünden ötürü buralarda gezmekten
vazgeçmezse, bu takdirde çocukla beraber sahilden uzaklaşması ve çocuğu gördüğü
zamanlarda sahile yaklaşmaması vacibdir. Ümmet de tıpkı akılsız çocuklar gibi
peygamberlerin himayesindedirler.
“Ben size karşı babanın evladına olduğu
gibiyim.” (Ebu Davud, Taharet, 4)
“Siz
çekirgelerin ateşe düştüğü gibi ateşe düşersiniz. Ben ise kemerinizden sizi
yakalarım.” (Buhârî, Rikâk 26; Müslim, Fezâil 19; Tirmizî, Edeb 82)
Peygamberlerin en büyük zevki evlatlarını
(ümmetlerini) tehlikelerden korumaktır. Çünkü onlar bunun için
gönderilmişlerdir. Onlar maldan ancak zarurî gıdalarını edinirler. Şüphe yoktur
ki onlar doyacak kadarıyla iktifa etmişlerdir. Fazlasını istif etmeyerek infak
etmişlerdir; zira infak etmek panzehir, istif etmek ise zehirdir. Eğer halk
için malı edinme kapısı açılır, halk oraya teşvik edilirse, muhakkak istifin
zehirine meylederlerdi. İnfakın panzehirinden kaçarlardı. Bu nedenle mallar
çirkin gösterildi. Bundan gaye; malların istif edilmesinin çirkinliğidir.
Yeteri kadar mal edinmeye, fazlasını
hayırlara sarf etmeye gelince, bu kötü bir hareket değildir. Her misafirin
ancak seferde lâzım olacak kadar azık edinme hakkı vardır. Bu da edindiği azığı
sadece kendi nefsine sarf edeceği zaman böyledir. Nefsi azığını yedirmeye,
arkadaşlarına bolca infak etmeye müsamaha ettiği takdirde, fazla azık edinmekte
sakınca yoktur.
6. ŞÜKRE TEŞVİK EDEN
TEFEKKÜR
İnsan şükretmesi için
nefsindeki ve kainattaki ayetleri tefekkür etmesi gerekiyor.
Ancak bunlardan bir şey bilen şu ayetten bir
korku idrâk eder. “Allah'ın nimetini saymaya kalksanız, onu sayamazsınız.” ( Nahl
18 )
Yiyecek Maddelerinin Kendilerinden Meydana
Geldiği Asıllar Hakkındaki İlâhî Nimetler ve Daha Sonra Yiyecek Maddelerinin
İnsanların Eliyle Islah Edilebilecek Hale Gelmesi
Eğer buğday tanesini evde bırakırsan artmaz.
Çünkü bu durumda sadece hava ile münasebeti olur. Sadece hava ise onun gıdasına
elverişli değildir. Eğer su içerisinde bırakırsan artmaz. Eğer susuz bir
arazide bırakırsan artmaz. Aksine sulu bir arazi lâzımdır. O arazinin suyu
toprağına karışır, çamur haline gelir.
“İnsan, yediğine bir baksın! Şöyle ki:
Yağmurlar yağdırdık. Sonra toprağı göz göz yardık da oradan ekinler, üzüm
bağları, sebzeler, zeytin ve hurma ağaçları, iri ve sık ağaçlı bahçeler,
meyveler ve çayırlar bitirdik. (Bütün bunlar) sizi ve hayvanlarınızı yararlandırmak
içindir. ( Abese 24-32 )
Sonra su ile toprak da kâfi gelmez; zira eğer
buğday nemli, sert ve üst üste yığılmış bir araziye bırakılırsa, hava olmadığı
için bitmez. Bu bakımdan gevşek ve içine hava girebilecek bir araziye
bırakılması gerekir. Sonra hava bizzat ona ulaşmaz, havayı kıpırdatan, zorla
sürükleyen ve yerin içine nüfuz etmesini sağlayan bir rüzgâra muhtaçtır. “Biz,
rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik ve gökten bir su indirdik de onunla su
ihtiyacınızı karşıladık.” ( Hicr 22 )
Gökte olan her yıldız bir çeşit fayda için
yaratılmış ve teshir edilmiştir. Nasıl ki güneş ısıtmaya, ay nemlendirmeye
teshir edilmişse. Bu bakımdan yıldızlardan hiçbiri yoktur ki beşerin bilmediği
birçok hikmetlerden uzak olsun. Eğer böyle olmasaydı zaten onların yaratılması
fuzulî ve mânâsız olurdu ve bir de hâşâ şu ayetler doğru olmazdı: “Rabbimiz!
Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru!” ( Âlu İmran 191 )
Sonra Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:
“Bu ayeti okuduğu halde tefekkür etmeyen kimseye yazıklar olsun!”
“Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında
bulunanları, oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık.” ( Duhân 38 )
Nasıl ki senin azalarında faydasız hiçbir
organ yoksa, aynen onun gibi âlemdeki şeylerin hiçbiri de faydasız değildir.
Âlemin tamamı bir şahıs gibidir. Onun cisminin cüzleri onun azaları gibidir. Onlar
yardımlaşırlar. Tıpkı bedenindeki azaların yardımlaştıkları gibi.
Yiyecekler bir yerde bulunmazlar, onların
özel şartları vardır. Bu şartlardan dolayı bazı yerlerde bulunur, bazı yerlerde
bulunmazlar. Halk yeryüzüne dağılmıştır. Bazen yiyecekler onlardan uzak olur.
Onlarla yiyecekler arasına denizler ve kara parçaları girerler. Bu bakımdan
tüccarı müsahhar edip, onlara mal sevgisini ve kâr servetini nasıl musallat
kıldığına dikkat et! Oysa çoğu zaman onlar olmaz, onlar ancak toplar; onların
derlediklerini de ya gemiler batırır veyahut da yol kesiciler yağma ederler
veya onlar bazı memleketlerde ölürler. Oranın idarecileri de o malları alır.
Tüccarların en güzel durumları; mallarının varislere kalmasıdır. Oysa eğer
bilirlerse, varisler onların en şiddetli düşmanıdırlar. Allah Teâlâ'nın cehalet
ve gafleti tüccarlara nasıl musallat kıldığına, kâr talebinde şiddetlere göğüs
gerdiklerine, tehlikelere dalıp kârların hülyasıyla denizde sefere çıkmalarına
ve yiyecekleri ve ihtiyaçları doğu ve batının en uzak memleketlerinden alıp
getirmelerine dikkat et!
Allah Teâlâ'nın onlara gemi sanatını ve
gemiye nasıl binileceğini öğretmesine dikkat et! Allah Teâlâ'nın hayvanları
nasıl yarattığına, onları karada binmek ve yüklemek için nasıl musahhar
kıldığına bir bak! Devenin nasıl yartıldığına bir bak! At'ın nasıl
yaratıldığına, nasıl hızlı gittiğine bir bak! Merkebe bak! Yorgunluğa karşı
nasıl sabırlı davranıyor. Develere bak! Uzun çöl yollarını nasıl kat ediyor?
Susuz ve aç olduğu halde ağır yüklerin altında merhaleleri nasıl aşıyor?
Allah Teâlâ'nın tüccarları gemileri ve
hayvanları vasıtasıyla kara ve denizde nasıl gezdirip ve diğer ihtiyaçları
yükleyip getirttiğine dikkat et! Hayvanların muhtaç olduğu gemileri düşün!
Gemilerin muhtaç olduğu maddeleri düşün!
Allah Teâlâ, ihtiyaç hududuna kadar bütün bunları yaratmıştır. İhtiyaçtan fazla
da yaratmıştır. Fakat bunları saymak mümkün değildir. Bu, sayıların dışına
çıkan harici şeylere sirayet eder. Biz kitabı uzatmamak için sözü kısa kesmek
istiyoruz.
Ey miskin! Eğer incelersen bilirsin ki bir
tek ekmeğin yemeye elverişli hâle gelinceye kadar en azından bin sanatkârın
elinden geçmesi gerekir. Bu bakımdan suyu indirmek için bulutları sevk eden
melekten tut da melekler cihetinden yapılan amellerin en sonuncusuna kadar, ta
ki sıra insanın ameline varıncaya kadar gel! Göreceksin ki bir ekmek binlerce
kişiye muhtaçtır. Her sanatçı, halkın maslahat vasıtasıyla tamamlanan
sanatların köklerinden bir köktür. Sonra o aletlerdeki insan emeğinin çokluğunu
düşün!
Hatta küçücük bir alet olan iğnenin faydası
senden soğuğu uzaklaştıran elbiseyi dikmektir. Onun sûreti iğne olmaya
elverişli bir demirden oluşmaz. Ancak iğnecinin elinden yirmi beş defa
geçtikten ve her defasında başka bir ameliyeye tâbi tuttuktan sonra olur. Eğer
Allah Teâlâ memleketleri bir araya getirmeseydi, kulları müsahhar kılmasaydı,
otları biçmek için orağa ihtiyacın olduğunda ömrün tükenirdi, yine de orağı
edinmekten aciz kalırdın. Dikkat etmez misin, Allah Teâlâ, necis bir meniden
yaratmış olduğu kulunu, bu acaip işleri yapmaya nasıl sevk etmiş? Bu garip
sanatları yapmayı ona nasıl ihsan etmiştir? Mesela makasa bak. Onun iki tarafı,
birbirine uygun iki makas ağzıdırlar. Biri diğerinin üzerine kapanır. Bir şeyi
beraberce ve çabukça keserler. Eğer Allah Teâlâ fazilet ve keremiyle makası
edinme yolunu bizden öncekilere keşfettirmeseydi biz makası kendi fikrimizle
edinmeye muhtaç olsaydık, sonra demiri taştan çıkarmaya, makasın çalıştığı
aletleri yapmaya muhtaç olsaydık ve bizim her birimiz de Hz. Nuh (a.s) kadar
yaşayıp, dünyanın en mükemmel aklına sahip olsaydık yine de sadece bu makas
aletini ıslah etmekteki yolu çıkaramazdık. Bırak diğer âletleri yapmak şöyle
dursun!
Eğer memleket değirmenciden veya demirciden
veya işlerin en düşüğü olan hacamat yapandan veya örücüden veya diğer
sanatların birinden boş olursa, sana isabet eden sıkıntıyı ve işlerinin nasıl
sarsılacağını düşün! Bu bakımdan kulların bazısını diğerine müsahhar kılan
Allah ortaktan münezzehtir.
Biz bu husus hakkında da sözü kısa keselim.
Çünkü gaye sonuna kadar saymak değil de nimetlere dikkati çekmektir.
Yiyecekler ve başka şeyleri ıslah eden
sanatkârların fikirleri ayrılırsa, vahşi hayvanlar gibi birbirlerinden nefret
ederlerse, muhakkak dağılır ve birbirlerinden uzaklaşırlardı. Bazısı bazısından
istifade etmezdi. Vahşi hayvanlar gibi olurlar, bir yere sığmazlar, onları bir
hedef bir araya getirmezdi. Bu bakımdan Allah Teâlâ'nın onların kalplerini
nasıl birleştirdiğine ve kaynaştırdığına, onlara muhabbeti nasıl musallat
kıldığına dikkat et! “Ve (Allah), onların kalplerini birleştirmiştir. Sen
yeryüzünde bulunan her şeyi verseydin, yine onların gönüllerini
birleştiremezdin, fakat Allah onların aralarını bulup kaynaştırdı. Çünkü O,
mutlak galiptir, hikmet sahibidir.” ( Enfâl 63 )
Tanışmak ve yakınlaşmak için onlar bir araya
geldiler ve muhabbet kurdular. Şehirler ve memleketler bina ettiler,
birbirlerine komşu olarak evler ve meskenler yaptılar, çarşılar, hanlar ve meskenler
gibi sayılması uzun sürecek diğer şeyleri tertip ettiler. Öyle ki onlar, bir
şahsın parçaları imiş gibi memleketin parçalarını tertip ettiler. Bir hedef
için yardımlaştılar ki onların bazısı bazısından faydalanır. Mesela reisler,
kadılar, hapishane ve çarşıları idare eden kimseler tertip ettiler. Halkı
kanunlara uymaya mecbur ettiler. Halka müsaade etmeyi ve yardımlaşmayı gerekli
kıldılar. Öyle ki demirci kasaptan, kuyumcudan ve diğerlerinden faydalanır.
Onların hepsi demirciden faydalanır. Haccam (Hacamat yapan) çiftçiden, çiftçi
haccamdan faydalanır. Herbiri diğerinden faydalanır. Bu da tertiplerinin bir
arada olmalarını ve bir sultanın tertibi ve derlemesi atında inzibata
bağlanmalarının sebebi ile olur. Tıpkı aynı bedenin azaları birbirinden faydalandığı
gibi.
Dikkat et! Allah Teâlâ peygamber gönderdi ki
onlar halkı idare eden sultanların halini ıslah etsinler. Sultanlara halk
arasındaki adaleti korumak ve halkı zapt etmek hususundaki siyaset kanunlarının
teşriini, imamlık (padişahlık), saltanat ve fıkıh ahkâmını onlara öğretsinler.
Onlar bu ahkâm ile dünyanın ıslahına hidayet olundular. Onlara dinin ıslahından
fazla olarak bunları da öğrettiler.
Allah Teâlâ, peygamberleri melekler
vasıtasıyla ıslah etti. Meleklerin bazısını da diğerleriyle ıslah etti ki bu
zincirleme kendisiyle Allah arasında vasıta bulunmayan mukarreb meleğe
varıncaya kadar devam eder.
Bu bakımdan fırıncı hamuru pişirir.
Değirmenci öğütmekle, çiftçi biçmekle taneyi ıslah eder. Demirci çift
aletlerini ıslah eder. Marangoz demircilik aletini ıslah eder ve böylece yemek
aletlerini ıslah eden bütün sanat sahipleri de mütalaa edilmelidir. Sultanlar
sanatkârları, peygamberler varisleri bulunan âlimleri, âlimler sultanları,
melekler peygamberleri ıslah ederler. Bu iş her nizamın kaynağı, her
güzelliğin, her tertip ve telifin menşei olan rubûbiyet huzuruna varıncaya
kadar devam eder. Bütün bunlar rablerin rabbinin, sebeplerin müsebbibinin
nimetleridir.
“Allah'ın nimetini saymaya kalksanız, onu
sayamazsınız.” ( Nah 18 )
Eğer biz konuşursak onun izniyle konuşmaya
dalarız. Eğer susarsak onun kahrıyla susarız. Zira onun menettiğini hiç kimse
veremez. Onun verdiğini de hiç kimse menedemez; zira biz ölümden önce
hayatımızın dakikalarının her birinde kalplerin kulağı ile cebbâr olan
padişahın çağrısını dinliyoruz: Allah şöyle buyurmaktadır: ‘Bugün hükümranlık
kimindir? ' hiç kimse buna cevap veremez. Allah Teâlâ şöyle der: “Kahhâr olan
tek Allah'ındır.” ( Mü’min 16 )
Bu bakımdan bizi kâfirlerden ayıran, hayatlar
sona ermeden önce bize bu çağrıyı dinleten Allah'a hamd olsun!
İnsan gözünü birkaç defa açıp kapadığında
kirpikler sayesinde göz bebeği tozdan temizlenir. Pislikler gözün dışına ve
kirpiklerin arasına çıkmış olur.
Nâmahrem bir kimseye bakan, Allah'ın,
kirpiklerdeki nimeti olan gözü inkâr etmiş olur; zira kirpikler ancak göz ile
kâim olur. Göz, ancak baş ile kâimdir. Baş, ancak bütün beden ile, beden de
ancak gıda ile kâimdir. Gıda su, yer, hava, yağmur, bulut, güneş ve ay'a
muhtaçtır. Bunların hiçbir şeyi gözsüz olmaz. Gökler de meleksiz olmaz; zira
hepsi bir bütün gibidir. Bazısı diğerine bağlıdır. Bedenin azalarının birbirine
bağlı oluşu gibi.
Bu bakımdan bu kişi varlıktaki bütün
nimetleri, yerden Süreyya yıldızına kadar inkâr etmiş olur, hiçbir felek
kalmaz. Hiçbir melek, hiçbir hayvan, hiçbir bitki ve hiçbir cemaat yoktur ki
ona lanet okumasın. Bu sırra binaen haberlerde şöyle varid olmuştur:
'İnsanların toplandığı yer, dağıldıkları zaman ya onlara lanet eder veya onlara
af talebinde bulunur'. Yine şöyle varid olmuştur: 'Âlim için her şey istiğfar
eder. Hatta denizdeki balıklar bile'. Melekler sayılması mümkün olmayan birçok
lâfızlarla âsilere lanet okurlar. Bütün bunlar işaret eder ki bir göz açıp
kapatıncaya kadar isyan etmek, mülk ve melekûtta her ne varsa hepsine karşı suç
işlemektir. Böyle bir kimse nefsini helâk etmiştir. Meğer ki günahın arkasından
onu silecek bir sevab işlemiş olsun. Bu takdirde lanet, istiğfar ile değiştirilir.
Umulur ki Allah bunun tevbesini kabul eder ve günahından vazgeçer.
Her göz açıp kapamakta birçok nimetin
olduğunu anladınsa, bil ki verilen ve alınan her nefeste de iki nimet vardır;
zira nefes verilmekle kalpten yakıcı duman çıkar. Eğer o duman içten çıkmazsa,
insan helâk olur. Nefes almakla hava kalbe varır. Eğer nefes borusu tıkanırsa,
hava kesildiğinden dolayı kalp yanar ve o havanın getirdiği serinlik
olmadığından insan helâk olur. Gece ve gündüz yirmi dört saattir. Her saatte
bin nefese yakın nefes vardır. Her nefes on lâhzaya yakındır. Bu bakımdan her
lâhzada bedeninin her parçasında bir milyon nimet vardır. Âlemin parçalarının
her birinde milyonlarca nimet vardır. Acaba bunun sayılması düşünülebilir mi?
7. İNSANLARI ŞÜKÜRDEN ALIKOYAN NEDENLER
İnsanları nimetin şükründen cehalet ve gaflet
alıkoymuştur; zira halk cehalet ve gafletten ötürü nimetin marifetinden
menedilmişlerdir. Nimetin şükrü ancak marifetinden sonra tasavvur olunabilir.
Sonra halk bir nimeti bilirse ona şükretmenin dil ile elhamdülillâh (Hamd
Allah'a mahsustur), eşşükrü lillah (Şükür Allah'a mahsustur) demek olduğunu
zannederler.
Bilmezler ki şükrün mânâsı; nimeti, nimetten
kastedilen hikmetin tamamlanmasında kullanmak demektir. Bu da ibadettir. Bu iki
marifet hâsıl olduktan sonra, insanı şükretmekten ancak şehvetin galebe çalması
ve şeytanın istilası meneder.
Nimetlerden gafil olmanın birçok sebepleri
vardır. Sebeplerin biri odur ki insanlar cehaletlerinden dolayı halka verilen
nimeti önemsemeyip bütün hallerinde onlara musahhar olanı nimet saymazlar! Bu
nedenle bizim söylediğimiz nimetlere şükretmezler, çünkü o bütün mahlukâta
verilmiştir. Bu bakımdan onların her biri bunu özel olarak kendi nefsine
verilmiş görmez ve nimet saymaz. Onların hava nimetinden ötürü Allah'a
şükrettiklerini görmezsin.
İbn Semmak, elinde içtiği bir testi su olduğu
halde halifelerden birinin huzura girdi. Halife 'Bana nasihat et' dedi. İbn
Semmak, halifeye 'Susuz kaldığında şu su bütün servetin karşılığında sana
verilse acaba bütün servetini verip bu suyu alır mısın?’ dedi. Halife 'Evet!
Alırım!' dedi. İbn Semmak 'Bütün servetini vermek sûretiyle ancak bu suyu alabilirsin
denirse, acaba mülkünden vazgeçebilecek misin?' Halife 'Evet, vazgeçerim' dedi.
İbn Semmak 'O halde bir yudum suya değmeyen mülke aldanma!' dedi.
Böylece anlaşıldı ki Allah'ın kul üzerinde
susadığı zaman bir yudum sudaki nimeti yeryüzünün bütün mülkünden daha
büyüktür. Tabiatlar umumî nimeti değil de hususî nimeti nimet saymaya meyilli
olduğu için biz umumî nimetleri zikrettik. Bu bakımdan özel nimetlere kısaca
işaret edelim. Hiçbir kul yoktur ki durumlarını dikkatle izleyip engin bir
bakışla tedkik ettiğinde, Allah'tan kendisine özel olarak verilen bir veya
birçok nimetleri görmesin!
Akıl
Allah için kulluk yapan hiç kimse yoktur ki aklı hususunda Allah'tan razı
olmasın. İnsanların en akıllısı olduğuna inanır. Allah'tan akıl talep eden çok
az kimse vardır. Akıllı bir kimse akılla sevindiği gibi, akıldan mahrum olanın
da akılla sevinmesi, aklın şerefli oluşundandır. Bu bakımdan insanların en
akıllısı olduğuna inandığı zaman, Allah'a şükretmesi kendisine vâcib olur. Eğer
öyle değil de kendisini öyle sanıyorsa, bu da onun hakkında bir nimettir.
Halk/Yaratılış
Hiçbir kul yoktur ki sevmediği birtakım
ayıpları başkasında görmemiş olsun. Zemmettiği birtakım ahlâkları başkasına
müşahede etmesin.
İlim
Nefsinin iç âlemini, fikirlerinin gizliliklerini bilmeyen hiç kimse yoktur.
Onun bildiklerini ondan başkası bilmez. Eğer halktan biri o işe muttali olacak
şekilde perde ortadan kalksa, rezil olur. Acaba bütün insanlar o ayıba muttali
olursa, durum nasıl olur? Bu bakımdan her kulun özel bir şeyi vardır ki Allah'ın
kullarından hiç kimse onu bilmekte kendisine ortak değildir. Öyleyse
kötülüklerin yüzüne gerilen Allah'ın o güzelim örtüsüne karşı neden şükretmez?
Allah onun güzel tarafını insanlara göstermiş, çirkin tarafını da örtmüş,
insanların gözünden kaybetmiştir. Başkası muttali olmasın diye onun bilgisini
sadece kendisine vermiştir.
“Kim dünya hususunda kendisinden düşük
olana, din hususunda da kendisinden üstün olana bakarsa, Allah bu kimseyi
sabredici ve şükredici olarak yazar. Kim dünyada kendisinden üstün olana, dinde
de kendisinden düşük olana bakarsa, Allah onu ne sabredici, ne de şükredici
yazar!” ( Tirmizi, Rudani-Cemu’l Fevaid, 9689, Kütübü Sitte, Nefisle
İlgili Edebe Giren Hadisler, 5857 )
8. SABIR İLE ŞÜKRÜN BİR YERDE BİRLEŞMELERİ
Soru: Sabır ile şükür zıddır. Nasıl bir araya
gelirler? Çünkü sabır üzüntüye, şükür de sevinmeye karşı olur?'
Cevap: Bir şey bir yönden üzüntü, bir yönden
de sevinme vesilesi olur. Fakirlik, hastalık, korku ve dünya belasında beş şey
vardır. Akıllı bir kimse onlarla sevinmeli ve onlara karşı şükretmelidir.
Birincisi: Her musibet ve hastalığın, daha
büyük olması düşünülebilir; zira Allah Teâlâ'nın kudreti dahilinde olanların
sonu yoktur. Eğer Allah o musibeti kat kat verseydi kim onu reddeder, önüne
perde olurdu? O halde kendisine daha büyüğü verilmediği için şükretmelidir.
İkincisi: Musibetin dininde olması mümkündü.
Bir kişi Sehl Tüsterî'ye şöyle dedi: 'Hırsız
evime girip eşyamı götürdü'. Sehl 'Allah'a şükret' dedi; 'eğer şeytan kalbine
girip tevhidi ifsad etseydi ne yapardın!' Bu nedenle İsa (as) duasında istiâze
ederek şöyle demiştir: 'Ey Allahım! Benim musibetimi dinimde kılma!'
Hz. Ömer (ra) 'Ben herhangi bir bela ile
mübtelâ olduğumda mutlaka Allah'ın dört nimetine mazhar olmuşumdur: a) Dinimde
olmadığı için, b) Ondan daha büyüğü olmadığı için, c) Onunla razı olmaktan
mahrum olmadığım için, d) Ondan dolayı sevap umduğum için!'
Meşayihten biri bir çarşıdan geçti. Onun
kafasına bir tencere kül döküldü. Derhal Allah'a şükür secdesine vardı.
Kendisine denildi ki: 'Bu secde ne idi?' Dedi ki: 'Ben, üzerime ateş
dökülmesini beklerken külün dökülmesi benim için nimettir'.
Birine şöyle denildi: 'Bizden yağmur
kesilmiştir. Sen yağmur duasına çıkmaz mısın?' Cevap olarak dedi ki: 'Siz
yağmurun geciktiğini, ben de taş yağmasının geciktiğini görüyorum.’
Soru: Günahları benimkinden daha fazla olan
insanlar görüyorum ki benim başıma gelen bela onlarınkine gelmemiştir. Hatta
kâfirlere bile gelmemiştir. Bu durumda ben nasıl sevineyim?'
Cevap: 1. Kâfir için fazlası gizlenmiştir.
Ona daha fazla günah işlesin, cezası uzasın diye mühlet verilmiştir.
“İnkâr edenler sanmasınlar ki, kendilerine
mühlet vermemiz onlar için daha hayırlıdır. Onlara ancak günahlarını
arttırmaları için fırsat veriyoruz. Onlar için alçaltıcı bir azap vardır.”
(Âl-i İmran 178)
2. Günahkâr kişi yeryüzünde kendisinden daha
günahkâr kimseler olduğunu nereden biliyor?
-Bilemez- Oysa çoğu zaman Allah'ın ve sıfatlarının hakkında öyle bir sui
edebe girmiştir ki o su-i edeb, içki içmekten, zinadan ve azalarla yapılan
diğer günahlardan daha büyük ve daha korkunçtur. Bu nedenle Allah Teâlâ, onun
benzeri hakkında şöyle buyurmuştur:
“Çünkü siz bu iftirayı, dilden dile
birbirinize aktarıyor, hakkında bilgi sahibi olmadığınız şeyi ağızlarınızda
geveleyip duruyorsunuz. Bunun önemsiz olduğunu sanıyorsunuz. Halbuki bu, Allah
katında çok büyük (bir suç) tur.” ( Nûr 15 )
O halde sen nerden biliyorsun ki başkası
senden daha günahkârdır?
3. Sonra umulur ki onun azabını Allah ahirete
tehir etmiş seninkini dünyada vermiştir. Bundan dolayı Allah'a neden
şükretmiyorsun?
Dünyada cezası verilen, ikinci bir defa ceza
görmez. Nitekim Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Bir kul günah işlediği
zaman ona dünyada bir bela isabet etti mi ikinci bir defa onu azaba düçar
etmekten Allah yücedir.”
4. Bu musibet ve bela, o insanın üzerinde
levh-i mahfuz'da yazılıdır.
5. O musibetin sevabı ondan daha fazladır;
zira dünya musibetleri iki yönden, ahiretin yollarıdır.
Musibete Sabır
1. Tiksindirici ilâç, hasta hakkında nimet
olur. Oyundan menedilmek çocuk hakkında nimet olur; zira çocuk oyunla baş başa
bırakılırsa oyun onu ilim ve edepten engellediği için bütün hayatı mahvolur.
Kıyamette kullar, belalara karşı olan sevapları gördükleri zaman çocuğun, âkil
ve bâliğ olduktan sonra, dövmesinden ve terbiye vermesinden dolayı babasına ve
hocasına, verilen terbiyeden istifade ettiğini idrâk ettiğinden dolayı teşekkür
ettiği gibi, onlar da Allah'a teşekkür ederler. Allah'tan gelen bela, kul için
tedibdir. Allah'ın kulu hakkındaki inayeti, babaların evlatları hakkındaki
inayetinden daha büyüktür. Rivayet edildiğine göre bir kişi, Hz. Peygamber'e
'Bana vasiyet et' dediğinde, Hz. Peygamber ona şöyle buyurdu: “Allah'ı, senin
için hükmettiği bir şeyde itham etme!”
Hz. Peygamber (sav) bir ara göğe bakıp güldü.
Bu gülümsemenin sebebi kendisine sorulunca şöyle buyurdu: “Allah Teâlâ'nın
mü'min bir kula hükmettiği şeye hayret ettim. Eğer mü'min kul için genişliği
hükmederse, mü'min razı olur ve kendisi için hayırlı olur. Eğer onun için
sıkıntıyı
ve zararı hükmederse mü'min de razı olursa kendisi için hayırlı olur!”
2. Helâk edici hataların başı dünya
sevgisidir. Kurtarıcı sebeplerin başı da kalben aldanış yuvasından
uzaklaşmaktır. Nimetlerin belalar ve musibetlerle karışmaksızın istediği gibi
akması kalbin dünyaya ve sebeplerine güvenmesini ve yakınlaşmasını gerektirir.
Öyle ki dünya o kişi hakkında cennet gibi olur. O kişinin belâsı dünyadan
ayrıldığı için oldukça büyür, kişinin üzerinde musibetler çoğaldığı zaman kalbi
dünyadan ürker. Dünyaya itimat etmez, yakınlık kurmaz. Dünya onun için
hapishane olur. Onun dünyadan kurtuluşu hapishaneden kurtuluş gibi, lezzetin en
büyüğü olur. Bu nedenle Allah'ın peygamberi (sav) şöyle buyurmuştur: 'Dünya
mü'minin hapishanesi, kâfirin cennetidir'.
Kâfir, Allah'tan yüz çeviren, dünya
hayatından başkasını istemeyen, dünyaya razı olup güvenen kimsedir. Mü'min ise
kalbiyle dünyadan uzak duran, dünyadan göçmeye meyleden kimsedir. Küfrün bazısı
açık, bazısı gizlidir. Kalpteki dünya sevgisinin miktarı kadar, kalbe gizli
şirk girer. Mutlak muvahhid (Allah'ı birleyici) o kimsedir ki ancak hak olan
Bir'i sever. Bu bakımdan belada bu yönden nimetler vardır. Öyleyse bela ile
sevinmek farzdır. Acı çekmek de kaçınılmaz bir şeydir. Bu, hacamata muhtaç
olduğun anda seni parasız hacamat edene veya sana meccanen tiksindirici ve
faydalı bir ilâcı içiren bir kimse ile sevinmene benzer; zira sen, hem bu kimse
ile sevinir, hem de elem duyarsın.
Dünya bir konaktır. Orada devamlı kalması
mümkün değildir. İnsanlar rahim kapısından oraya girmişlerdir, kabir kapısından
da çıkacaklardır. Bu bakımdan onları o konağa ısındırıcı her şey beladır. O
konaktan kalplerini soğutucu, ünsiyetlerini kesici her şey de nimettir. O halde
bunu bilen bir kimsenin belalara şükretmesi düşünülebilir.
Beladaki bu nimeti bilmeyen bir kimsenin ise
şükretmesi düşünülemez. Çünkü şükür, zarurî olarak nimetin bilinmesine tâbidir.
Kim musibetin sevabının musibetten daha büyük olduğuna inanmazsa, o kimsenin
musibetten dolayı şükretmesi düşünülemez.
Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Allah
kim için hayrı irade ederse, ona musibet verir.” (Buhari; Kütübü Sitte
Hadisleri, Fezail Bölümü - Hastalık Ve Musibetlerin
Faziletleri , Hadis
No 4695 )
Allah Teâlâ (bir hadîs-kudsî'de) şöyle buyurmaktadır: “Kullarımdan
birine, bedeninde veya malında veya evladında bir musibet verdiğim zaman,
musibeti güzel bir sabır ile karşılarsa, kıyamet gününde onun için bir mizan
kurmaktan veya onun için bir defter açmaktan hayâ ederim.” (Müsned’ler)
Allah'ın buyurduğu gibi, 'Biz Allah içiniz ve
biz O'na döneceğiz' ( Bakara 156 )
Ebu Derdâ (ra) şöyle derdi: 'Siz ölüm için
doğuyorsunuz. Harap olmak için tamir ediliyorsunuz. Yok olacak olan
karşılığında kalacak olanı bırakıyorsunuz. Üç şey ne güzeldir: Fakirlik,
hastalık ve ölüm'.
Rivayet ediliyor ki “ Kim bir kötülük
yaparsa onun cezasını görür” ( Nisâ 123 ) ayeti nâzil olduğu zaman Hz. Ebubekir
(ra) şöyle demiştir: 'Bu ayetten sonra artık sevinmek nasıl olur?' Bunun
üzerine Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:
“Ey
Ebubekir! Allah seni affetsin. Sen hasta olmaz mısın? Sana eziyet dokunmaz mı?
Sen üzülmez misin? İşte bunlar karşılığını göreceğiniz şeylerdendir.” ( Tirmizi;
Kütübü Sitte Hadisleri, Tefsir Bölümü - Esbab-I Nüzule Dair,
Nisa Suresi, Hadis No 579 )
Hasan Basrî'den şöyle rivayet ediliyor:
Ashabdan bir kişi, cahiliyyet devrinden tanıdığı bir kadını gördü. Onunla biraz
konuşup ayrıldı. Yürüdüğü halde arada sırada dönüp kadına bakıyordu. Bu esnada
bir duvara çarptı ve yüzü yaralandı, Hz. Peygamber'e (sav) gelip hâdiseyi
anlattı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurdu: “Allah bir kuluna
hayrı irade ettiği zaman günahının cezasını dünyada hemen verir.” (Tirmizî,
Zühd 57, İbnî Mâce, Fiten 23, İmam Ahmed, Taberani )
Hz. Ali (ra) 'Size Kur'an'daki en fazla ümit
veren ayeti haber vereyim mi?' dediğinde, dinleyenler 'Evet!' dediler, o da şu
ayeti okudu: “Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle
işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah çoğunu affeder.” ( Şûra 30
)
Bu bakımdan dünyadaki musibetler işlenen
günahlar yüzünden meydana gelirler. Öyleyse Allah Teâlâ dünyada kulunu cezalandırdığı
zaman ikinci bir defa onu azaba dûçar etmekten yücedir. Dünyada onu affettiği
takdirde kıyamette onu tâzib etmekten münezzehtir.
İbn Mübârek'ten rivayet edildiğine göre, bir
oğlu öldü. Tanıdık bir mecusî kendisine taziyede bulunarak şöyle dedi: 'Akıllı
bir insan için cahil bir kimsenin beş gün sonra yapacağını bugün yapmak
gerekir!' Bunun üzerine İbn Mübârek talebelerine 'Mecusînin bu sözünü
kaydedin!" dedi.
Nimetin Bela Karşısındaki Fazileti
Şöyle diyebilirsin 'Bu hadîsler delâlet
ederler ki dünyada bela, nimetlerden daha hayırlıdır. Acaba bu durumda
Allah'tan bela isteyebilir miyiz?' Cevap olarak derim ki: Bunun böyle bir
anlamı yoktur. Çünkü Hz. Peygamber'den (sav) rivayet edildiğine göre duasında,
dünya ve ahiret belasından Allah'a sığınıyordu.( İmam Ahmed )
“Hz. Ali (ra) 'Ey Allahım senden sabır
istiyorum' diye dua edince, Hz. Peygamber (sav) buna karşılık şöyle buyurdu: ‘Ya
Ali! Muhakkak ki sen Allah'tan bela istedin! O halde ondan afiyet talep et!’” (
Tirmizi, Daavat 99 )
Afiyet beladan daha hayırlıdır.
Bütün mahlukatına faziletiyle minnet eden
Allah'tan din, dünya ve ahiret hususunda, hem kendimize, hem de bütün
müslümanlara af ve afiyet talep ederiz!
Sabır Mı Daha Faziletlidir Şükür Mü?
İnsanlar bu hususta ihtilafa düşmüştür.
Bazıları 'Sabır, şükürden daha üstündür' demiştir. Başkaları da 'Şükür daha
üstündür' demiştir. Bir kısmı da 'ikisi eşittir' demiştir. Dördüncü bir grup,
'Bunların hangisinin daha üstün olduğu hallere göre değişir' demiştir.
Öncelikle şeriatın terimlerinin zâhirine bakmaktır.
Bu ise sabrın üstün olduğunu gösterir. Her ne kadar şükrün fazileti hakkında
birçok haberler vârid olmuş ise de sabrın fazileti hakkında vârid olanlarla
karşılaştırıldığı zaman sabrın faziletlerinin daha çok olduğu görülür. Hatta
onlarda içerisindeki fazileti açıkça belirten lâfızlar vardır.
Bu bakımdan sabredene, şükredenlerin
mükafatının birkaç katı verilir: “… Sabredenlere, mükâfatları hesapsız
ödenecektir.” ( Zümer 10 )
Fakirliğin faziletleri hakkında her ne vârid
olmuşsa, bunlar aynı zamanda sabrın faziletine de delâlet eder.
Örneğin Kör olmayan kimse, sahip olduğu iki
gözün şükrünü iki şekilde eda edebilir:
Onları günahta kullanmamasıdır. İkincisi:
Onları tâatte kullanmasıdır.
Her iki şekilde de sabır geçerlidir. Çünkü
âmâ kimse görmediği için güzel sûretlere sabretme külfetinden kurtulur. Gözü
sağlam olan kimse ise güzel bir sûreti görüp de sabrettiğinde sahip olduğu göz
nimetinin şükrünü eda etmiş olur. Eğer sabretmeyip, bakacak olursa göz
nimetlerini inkâr etmiş ve şükrünü edâ etmemiş sayılır.
Görüldüğü gibi sabır şükre girmektedir. Hatta
insan ibâdete dalsa bu kez de ibâdet üzerinde sabretmesi gerekir. Sonra
gözlerin şükrünü, Allah'ın yaratış inceliklerine ve sanatına bakarak öder ki bu
bakışla Allah'ın marifetine varsın. Böyle bir şükür sabırdan daha üstündür.
Azaların her biri din için birer alettir. Yokluğu hâlinde dinin, kendiyle
yapılan rüknü de yok olur. Azaların şükrü, dinin emretmiş olduğu yerlerde
kullanılmalarıdır. Bu da ancak sabırla olur. Nafakadan fazla olan mal gibi
ihtiyaç yerine geçen mala gelince; kişinin, ancak zaruret miktarı edindikten
sonra, muhtaç olduğu halde daha ötesine sabretmesi mücahededir ki bu fakirlik
cihadıdır. Fazlasının bulunması nimettir; şükrü ise onu hayırlara sarfetmek
veya mâsiyette kullanmamaktır.
Söylediklerimizin mânâları düşünüldüğü zaman
her iki sözün de bazı durumlarda yeri olduğu anlaşılır; zira daha önce de
geçtiği gibi nice sabreden vardır ki şükreden zenginden daha faziletlidir. Yine
nice şükreden zengin vardır ki sabreden fakirden daha üstündür. Bu zengin,
nefsini fakir gibi gören zengindir; zira nefsine ancak zaruret miktarı mal
ayırır; geriye kalanı ise hayırlara sarf eder ya da ihtiyaç sahipleri veya
fakirler için muhafaza edip saklar. İhtiyacı gözetir ki malını oraya sarf etsin.
Malını nam ve şöhret için veya minnet yapmak için sarf etmez. Bilakis Allah'ın
kullarının halini gözeterek O'nun hakkını eda etmek için sarf eder. İşte böyle
bir zengin sebreden fakirden üstündür.
Muhakkak sabrın birçok dereceleri vardır. Bu
derecelerin en küçüğü, hoşa gitmemekle birlikte şikayeti terk etmektir. Bunun
arkasından rıza gelir. Rıza sabrın ötesinde bir makamdır. Onun arkasından
belaya şükretmek gelir ki bu da rızanın ötesindedir; zira sabır elemlerle
beraberdir. Rıza ise, içinde ne elem, ne de sevinç olmayan bir şeyle mümkün
olur. Şükür ise ancak hoşa giden ve sevindirici şeyler için yapılır.
Şükrün de birçok dereceleri vardır. Biz bu
derecelerin en büyüğünü anlattık. Bunun altında birçok dereceler vardır: Mesela
kulun, Allah Teâlâ'nın kendisine arka arkaya verdiği nimetlerden hayâ etmesi
şükürdür. Şükrünü eda hususunda kusurlu olduğunu bilmesi şükürdür. Şükrünün
azlığından dolayı özür dilemesi şükürdür. Allah'ın hilminin büyüklüğünü ve
günahlarını gizlediğini bilmesi şükürdür. Hak etmediği halde nimetlerin
Allah'tan geldiğini itiraf etmesi şükürdür. Şükrün de Allah'ın nimetlerinden
birisi olduğunu ve Allah tarafından hibe edildiğini bilmek de şükürdür.
Nimetlere karşı tevazu göstermek de şükürdür. Vasıtaların şükrü de şükürdür.
Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “İnsanlara
teşekkür etmeyen kimse Allah'a şükretmemiştir. (Tirmizî, Birr, 35) Verilen
nimetlere karşı itiraz etmemek ile nimet verenin huzurunda güzel edeb de
şükürdür. Nimetleri güzelce kabul etmek, küçüklerini bile önemsemek şükürdür.”
Bu bakımdan birinin diğerinden üstünlüğünü
kısaca göstermek nasıl mümkün olur? Bu ancak haber ve eserlerde olduğu gibi,
genel lafızla özel anlamı kastetme şeklinde yapılabilir. Bu bakımdan duruma
göre hangisinin daha faziletli olduğu ancak tafsilâtla bilinebilir. Allah en
doğrusunu bilir!
9. ÖZET
Ø Şükür, Allah’tan veya insanlardan gelen nimet
ve iyilikten dolayı minnettarlığını ifade etme, Allah’a itaat edip günah
işlemekten uzak durmak suretiyle nimetin gereğini yapmaktır.
Ø
Şükür
her nimetin Allah’tan olduğunu bilmekle başlar.
Ø
Şükretmek
için öncelikle Allah’ın neyi sevip neyi sevmediğini bilmemiz gerekir.
Ø
Nimetlerin
şükre yardımcı olacak şekilde kullanılması gerekir.
Ø
Hakkıyla
şükür için tefekkür etmek vazgeçilmezimiz olmalıdır.
Ø
Sabırla
şükür iç içe geçmiş iki unsurdur.
Ø
Musibetleri
de razı olacak şekilde karşılamak belki şükretmek gerekir. Ancak musibet
istenmemelidir, afiyet istenmelidir.
Ø
Sabır
şükürden daha efdal olsa da yerine göre sabır yerine göre şükür daha faziletli
olabilir.
10. ÖDEVLER
1 – Sabur – Şekur ismi tefekkür ve zikir
2 – Hastane ziyareti
11. VİDEO
a. Nick Vujicic - Bir Başarı Öyküsü/Nick Vujicic Hayatı ve Yaşadıkları Gözyaşlarınızı Tutamayacaksınız
b.
Şükür Nedir - Nureddin YILDIZ
https://www.youtube.com/watch?v=1uqngyzCM5g
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder