18. ŞÜKÜR

 

18. ŞÜKÜR

1. GİRİŞ

Şükür münciyat (kurtarıcılar) konuları içinde yer alan başlıklardandır.

Günümüzde  geçmiş zamanlara göre nimetler hem çeşitlenmesine hem de artmasına rağmen insanda doyumsuzluk, daha fazlasını isteme, şükürsüzlük hastalığının belirgin  şekilde arttığını görüyoruz. Bu bakımdan şükürsüzlük çağımızın yaygın hastalıklarındandır.

İmam Gazali şükrün önemini şöyle ifade etmiştir: “İman iki parçadan ibarettir. Bir parçası sabır, öbür parçası şükürdür. Sabır ile şükür, Allah'ın vasıflarından iki vasıf ve en güzel isimlerinden iki isimdir; zira Allah kendisine Sabûr ve Şekûr ismini vermiştir. Bu bakımdan sabrın ve şükrün hakikatini bilmemek, imanın iki tarafını da bilmemek demektir. Sonra bu husustaki bilgisizlik, Rahmân'ın vasıflarının ikisinden de gafil olmak demektir. Oysa Allah'a yaklaşmak, ancak imanla olur. İmanın varlığını teşkil eden şeyi bilmeksizin iman yolunda yürümek düşünülebilir mi? İmanın kendisiyle var olduğu şeyi bilmemek iman yolunda yürümenin düşünülmediğini gösterir.”

2. KAVRAM TAHLİLİ

Sözlükte “yapılan iyiliği bilmek ve onu yaymak, iyilik edeni iyiliğiyle övmek; minnettarlık” anlamındaki şükr terim olarak “Allah’tan veya insanlardan gelen nimet ve iyilikten dolayı minnettarlığını ifade etme, nimete söz ve fiille mukabelede bulunma, Allah’a itaat edip günah işlemekten uzak durmak suretiyle nimetin gereğini yapma” şeklinde tanımlanmıştır (Fîrûzâbâdî, el-Ḳāmûsü’l-muḥîṭ, “şkr” md.; Lisânü’l-ʿArab, “şkr” md.; Fahreddin er-Râzî, XIX, 86). Kuşeyrî, tasavvufun önde gelenlerinin şükrü “derin bir saygıyla nimet sahibinin iyiliğini anmak” diye tarif ettiklerini belirtir (er-Risâle, II, 489). Ebû Bekir eş-Şiblî, “Şükür nimeti değil nimeti vereni görmektir” şeklinde özetlemiştir (Kuşeyrî, II, 492). Türkçe’de Allah’a karşı minnettarlık için şükür, insanlara karşı minnettarlık için teşekkür kelimeleri kullanılır. Şükrün karşıtı küfrdür (küfrân) (nimeti inkâr etme, nankörlük). Şükür hamd (övgü) kavramına yakın bir anlam taşımakla birlikte hamdin kapsamı daha geniştir. Nitekim bir kimse hem iyilikleri hem güzel nitelikleriyle övülür; şükür veya teşekkür ise sadece iyiliklere karşı gösterilen minnettarlığı anlatır (İbnü’l-Esîr, II, 493). Râgıb el-İsfahânî üç türlü şükürden bahseder. Nimeti hatırda tutmak kalple şükür, nimeti vereni övgüyle anmak dille şükür, nimet sahibine lâyık olduğu şekilde karşılık vermek organlarla şükürdür. İsfahânî diğer bir açıdan şükrü yine üçe ayırır. Kendinden üstte olana şükür hizmet, övgü ve dua ile, aynı seviyede olana iyiliğe iyilikle karşılık vererek, aşağı seviyede olana ise onu ödüllendirmekle olur (el-Müfredât, “şkr” md.; eẕ-Ẕerîʿa ilâ mekârimi’ş-şerîʿa, s. 279) (https://islamansiklopedisi.org.tr/sukur)

3. KONUYLA İLGİLİ AYETLER 

“(Resûlüm!) De ki: Sizi yaratan, size işitme duyusu, gözler ve kalpler veren O'dur. Ne az şükrediyorsunuz!” ( Mülk 23 )

“Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur, nankörlük edene gelince, o bilsin ki, Rabbimin hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, çok kerem sahibidir.” ( Neml 40 )

“Eğer siz iman eder ve şükrederseniz, Allah size neden azap etsin! Allah şükre karşılık veren ve her şeyi bilendir.” ( Nisâ 147 )

“ … Biz şükredenleri mükâfatlandıracağız.” (Âli İmran 145 )

Şükür mertebesinin büyüklüğünden ötürü İblis, halka tânederek şöyle dedi:
“… Sen ‘onların çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın!’ dedi” ( A'raf 17 )

“Siz (Allaha) şükür için çalışın. Kullarımdan şükreden azdır.” ( Sebe 13 )

Allah Teâlâ, şükürle beraber fazla nimet vereceğini söyleyip istisna yapmadı: “Hatırlayın ki Rabbiniz size: Eğer şükrederseniz, elbette size (nimetimi) artıracağım … diye bildirmişti.” ( İbrahim 8 )

4. KONUYLA İLGİLİ HADİSLER

Âişe (ra) şöyle dedi: Resûl-i Ekrem (sav) geceleyin kalkıp ayakları şişinceye kadar namaz kılardı. Bunun üzerine ona: “Yâ Resûlallah! Senin geçmiş ve gelecek bütün hataların bağışlandığı halde niye böyle kendini yoruyorsun?” dedim. Bana cevâben:  “Allah’a şükreden bir kul olmayayım mı?” buyurdu. (Buhârî, Tefsîrû sûre (48), 2; Müslim, Münâfikîn 81.)

Sa`d İbni Ebû Vakkâs (ra) şöyle dedi: Bir gün Resûlullah (sav) ile beraber Medine’ye gitmek üzere Mekke’den yola çıkmıştık. Azverâ denen yere yaklaştığımızda Resûl-i Ekrem bineğinden indi. Sonra ellerini kaldırarak bir süre dua etti. Sonra secdeye kapandı, uzunca bir süre secdede kaldı. Tekrar ayağa kalktı, yine ellerini kaldırıp bir müddet dua etti. Sonra secdeye kapandı. Bunu üç defa tekrarladı. Buyurdu ki: “Rabbimden dilekte bulundum ve ümmetim için şefaat niyaz ettim. O da ümmetimin üçte birini bana bağışladı. Ben de Rabbime şükretmek için secdeye kapandım. Sonra tekrar başımı kaldırıp Rabbimden ümmetimi bağışlamasını diledim; O da bana ümmetimin üçte birini bağışladı. Ben de bunun üzerine Rabbime şükür secdesine kapandım. Sonra tekrar başımı kaldırıp Rabbimden ümmetimi diledim; O da bana ümmetimin geri kalan üçte birini bağışladı. Ben de Rabbime şükretmek üzere secdeye kapandım.” ( Ebû Dâvûd, Cihâd 152 )

5. ÇEŞİTLERİ

İmam Gazalî şöyle der:

Şükrün Hakikati 

Şükür, ilim, hâl ve amelden meydana gelir. İlim, asıldır ve hâli gerektirir. Hâl de ameli gerektirir.

İlim, nimeti nimet verenden bilmektir: Hâl, nimet verenin nimet vermesinden dolayı meydana gelen sevinç demektir. Amel, nimet vereni maksudu ve mahbubu yapmaktır. O amel, kalp, azalar ve dil ile ilgilidir.

Birinci asıl ilimdir. İlim de üç şeyi bilmektir: Nimetin kendisini yani o nimetin nimet olmasını, nimet verenin zatını ve nimetinin tamamlanmasına vesile olup nimetin kaynağı olan sıfatlarının varlığının bilinmesidir.

Padişaha muhalefet imkânından mahrum bulunan ve dediğini yapmaya mecbur olan hazinedar nefsiyle baş başa bırakılırsa, elindekinin zerresini dahi vermez. Bu bakımdan birisinin eliyle Allah'tan gelen bir nimet sana ulaşmış ise, o kimse nimeti vermek mecburiyetindedir; zira verme iradesini ona musallat kılan ve onun istek ve arzularını kabartan Allah'tır. Onun kalbine 'Sana verdiğinin dünya ve ahirette kendisine hayırlı olduğunu' ilham eden Allah'tır. Allah ona bu inancı yarattıktan sonra o onu terk etmeye imkân bulamaz. Bu bakımdan o, senin için değil, nefsi için sana verir. Eğer vermekte belli bir gayesi olmasaydı, muhakkak sana vermezdi. Eğer senin menfaatinde kendi menfaatinin olduğunu bilmeseydi sana vermezdi. Bu bakımdan o, senin menfaatinle nefsinin menfaatini talep eder. Öyleyse o sana nimet veren değildir. Aksine seni, umduğu bir nimete götürücü bir vesile edinmiş olur. Sana nimet veren, onu sana musahhar edendir. Onun kalbine, sana nimeti ulaştırmaya onu mecbur eden îtikad ve iradeleri atandır. Eğer işleri böyle tanırsan Allah'ı, Allah'ın fiilini tanımış olursun ve muvahhid olursun, Allah'ın şükrünü yapmak kudretine sahip olursun ve sadece bu marifetle şükredici olursun.

Öyle ise sen ancak her nimetin O'ndan olduğunu bilmekle şükretmiş olursun. Eğer bu hususta kalbine az bir şüphe girerse, ârif olamazsın. Ne nimetlerin ve ne de nimet verenin ârifi olamazsın. Üstelik sadece nimet vereni değil, O'nunla beraber başkalarını da seversin. Bu bakımdan marifetinin eksikliğiyle sevgideki halin de eksilir. Sevginin eksikliğinden ötürü de amelin eksilir. İşte birinci aslın beyanı budur.

İkinci asıl, mârifetin aslında edinilen haldir. O hâl, tevazu ile nimet verene sevgi göstermektir. Fakat ancak şartı haiz ise şükür olur. Şartı da nimet vermek veya nimetle değil ancak nimet verenle sevinmektir.

Dünyadan sadece ahiretin basamağı olan şeylerle sevinip ahirete yardım edenle ferahlamasıdır. Kendisini Allah'ın zikrinden meşgul eden, Allah'ın yolundan alıkoyan her nimetten mahzun olmasıdır. Çünkü böyle bir kimse nimeti, lezzetli olduğundan dolayı istemez. Nitekim atın sahibinin de atı asil ve süratli bir at olduğundan dolayı istemediği gibi. Aksine atı, kendisini padişahın refakatinde taşıdığı, daima padişahın görmesini ve yaklaşmasını temin ettiği için sever. Bu nedenle Şiblî şöyle demiştir: 'Şükür, nimeti değil, nimeti vereni görmektir'.

Padişahı at için isteyen ile atı padişah için isteyenin arasında büyük fark vardır. Kendisine nimet vermesi için Allah'ı kastedenle Allah'ın nimetlerini onlarla Allah'a ulaşmak için kastedenin arasında da büyük fark vardır.

Üçüncü asıl nimet verenin marifetinden elde edilen sevincin mucibiyle amel etmektir. Bu amel, kalp, dil ve azalarla ilgilidir.

Kalple olana gelince o, hayrı kast etmek ve bütün insanlar için kalbinde hayır beslemektir. Dil ile olana gelince, o da Allah'a delâlet eden hamdlerle Allah'a şükretmeyi izhar etmektir. Azalara gelince, o da Allah'ın nimetlerini ibadette kullanmak, o nimetlerden kuvvet alıp günahlara dalmaktan kaçınmaktır. Gözlerin şükrü, onları müslümanların ayıplarına kapatmaktır. Kulakların şükrü, onlarla dinlediğin her ayıbı kapatmaktır

Allah’ın Sevdiğini Sevmediğinden Ayırt Etmek  

Hz.  Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Eğer şeytanlar ademoğullarının kalplerinde gezmeseydiler (vesvese vermeseydiler) muhakkak ki ademoğulları melekût âlemini seyrederlerdi.” (İmam Ahmed)

Bu misali anladığın zaman, bu misalle hareketini, durgunluğunu, konuşmanı ve sükûtunu kıyas et! Senden sâdır olan her fiil ya şükürdür veya küfür (nankörlük). Zira bu iki hasletten ayrılman düşünülemez.

Öyleyse eğer sağ elinle istinca edersen, ellerin nimetini inkâr etmiş olursun; zira Allah iki eli yarattı. Birini diğerinden daha kuvvetli yaptı, kuvvetlisi çoğu zaman rüçhaniyetinin fazlalığından dolayı şeref ve fazilete müstahak oldu. Eksiği daha üstün tutmak adaletten ayrılmaktır. Oysa Allah ancak adaleti emreder. Sonra sana iki el verdiğinden dolayı, Kur'an'ı tutmak gibi bazısı şerefli, necaseti gidermek gibi bazısı pis olan birtakım amellere seni muhtaç kılmıştır. Öyleyse Kur'anı sol elinle tutup, necaseti sağ elinle sildiğin takdirde, şerefliyi, hasis olan bir şeye tahsis etmiş olursun. Dolayısıyla onun hakkını inkâr, kendisine zulüm edip adaletten sapmış olursun.

Defi hacet yaparken kıbleye doğru durduğun zaman, cihetleri ve âlemin genişliğini yaratmaktaki ilâhî nimeti inkâr etmiş olursun. Çünkü Allah cihetleri, sana rahat hareket imkânı olsun diye yaratmış, cihetleri, şerefli ve şereften mahrum kısımlara ayırmıştır.

O şereflendirdiği cihete bir beyt (Kâbe) koyup onu nefsine izafe etmiş, bunu da senin kalbini oraya çekmek için yapmıştır ki kalbin onunla bağlansın. Kalp vasıtasıyla bedenin de rabbine ibâdet ettiği zaman, sebat ve vekar üzerinde o cihete bağlı bulunsun.

Evet! Gerekli bir ihtiyaç ve mühim bir zaruret veya doğru bir hedef olmaksızın herhangi bir ağacın bir dalını kıran bir kimse, o ağaçların ve elin yaratılışındaki ilâhî nimeti inkâr etmiş olur.

El kendisiyle fuzulî hareketler yapmak için yaratılmamıştır. Aksine ibâdete yardımcı olan ameller için yaratılmıştır. Ağaca gelince, Allah Teâlâ ağacı ve ağaç için damarlar yarattı. Ona su gönderdi. Onda gıda ve gelişme kudretini yarattı ki o neşv ü nemanın en son zirvesine varsın, kullar ondan faydalansın. Bu bakımdan ağacı yetişmeden ve önemli bir sebep olmadan kesmek veya kırmak hikmetin hedefine muhalefet etmek ve adaletten sapmak olur. Eğer önemli bir gaye için kırarsa, bu takdirde kırabilir; zira ağaç ve hayvan, insan içindirler. Onların ikisi de fani ve helâk olucudurlar. Bu bakımdan en şerefliyi bir müddet yaşatmak için, şerefli olmayanı feda etmek, ikisini birden zayi etmekten adalete daha yakındır.

“O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından (bir lütfu olmak üzere) size boyun eğdirmiştir. Elbette bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır.” ( Casiye 13 )

'Dünya malından, ihtiyacından fazla edinen, onu istif edip elinde tutan bir kimse eğer o mala muhtaç olanlar varsa zâlimdir'.

Böyle bir kimse, altın ve gümüşü istif edenlerdendir, istif edilen altın ve gümüşü Allah yolunda infak etmeyenlerdendir. Oysa Allah'ın yolu ancak taattir. Halkın taattaki azığı dünya malıdır; zira dünya malı ile halkın zarurî ihtiyaçları bertaraf edilir.

Evet! Bu hüküm, fıkıh fetvasının hududuna girmez. Çünkü ihtiyaçların miktarları gizlidir. Gelecekteki fakirliği hissetmek hususunda nefisler değişik manzaralar arz eder. Ömürlerin sonları malum değildir. Bu bakımdan halk tabakasına bunu teklif etmek, çocuklara vekar, efendilik ve mühim olmayan bir konuşmayı yapmamayı ve sükût etmeyi tavsiye etmek gibidir. Oysa çocuklar eksik olmaları itibariyle, bu teklifi yerine getiremezler. Bu bakımdan oyun oynamak hususunda onlara itiraz etmeyi terk etmemiz, onlara oyun oynamayı mübah görmemiz, oyun ve zıplamanın hak olduğuna delâlet etmez. Tıpkı bunun gibi halk tabakası için malları korumak, infak hususunda sadece zekât miktarını vermekle iktifa etmeyi mübah kılmamız insanların yaratılışındaki zarurî cimriliklerinden çıkan bir hükümdür.

Bu bakımdan bizim bu şekildeki hükmümüz, bunun hak olduğuna delâlet etmez. Nitekim Kur'an buna işaret ederek şöyle buyurmuştur: “Eğer onları (tamamını) isteseydi ve sizi zorlasaydı, cimrilik ederdiniz ve bu da sizin kinlerinizi ortaya çıkarırdı.” (Muhammed 37 )

Kulların Allah'ın malından sadece yolcunun azığı kadar alması hak ve zulümsüz adalettir. Allah'ın her kulu beden merkebine binip Deyyan olan padişahın huzuruna doğru gidecektir. Öyleyse kim fazlasını alıp, ona muhtaç olan bir biniciyi o maldan menederse, o zâlim ve adaletsizdir. Bu durumda hem hikmetin maksadından çıkmış olduğunu hem de Kur'an, peygamber, akıl ve yolcunun azığından fazlasını almasının hem dünya ve hem de ahirette vebal olduğunu tanıtan diğer sebeplerle sabit oldu ki Allah'ın nimetini inkâr ettiği ortadadır. Biz bu kadarını burada Allah'ın şu ayetindeki doğruluğun alâmeti bilinsin diye beyan ettik: “Kullarımdan şükreden azdır!” ( Sebe 13 )

İblis şu sözüyle sevindi: 'Sen de çoğunu şükrediciler olarak bulmayacaksın'.

Nimetin Hakikati ve Kısımları

Her hayır, lezzet ve saadet, her matlup (istek) ve müessir (tesir eden), nimet diye adlandırılır. Fakat hakikatte nimet, uhrevî saadettir. Onun dışındakilere nimet ve saadet demek, ya yanlıştır veya mecazdır. Ahirete yardım etmeyen dünyevî saadete nimet ismi vermek gibi.

Zira dünyevî saadete nimet demek, katıksız bir hatadır. Bazen nimet ismini bir şeye vermek doğru olur. Fakat onu ahiret saadetine ıtlak etmek daha doğrudur. Bu bakımdan insanı ahiret saadetine götüren ve ona bir veya birkaç vasıta ile yardım eden her sebebe nimet ismini vermek doğrudur. Çünkü bu sebep, hakîki nimete götürür. Yardımcı sebepler ve nimet diye adlandırılan lezzetleri kısım kısım açıklayacağız.

Birinci Kısım

İlim ve güzel ahlâk gibi hem hali hazırda, hem gelecekte fayda veren şeyler, hakîkat açısından nimetin ta kendisidir. İkisine de zarar veren, kesinlikle belâdır. Bu da ilim ve güzel ahlâkın zıddıdır. Hal-i hazırda fayda, gelecekte zarar veren ise, basiret sahipleri nezdinde katıksız bir beladır. (Fakat cahiller onu nimet sanırlar).

Onun misali şudur: Acıkmış bir insan, içinde zehir olan balı gördüğü zaman, eğer durumu bilmiyorsa, bu balı nimet sayar. Durumu bildiği zaman onun kendisine verilen bir bela olduğunu anlar. Hal-i hazırda zarar veren, gelecekte faydalı olan ise, akıl sahipleri nezdinde nimet, cahiller nezdinde beladır. Bunun misali, hal-i hazırda tadı hoş olmayan, ancak hastalıkta şifa verici devadır.

İkinci Kısım

Dünyevî sebepler değişiktir. Bazen hayırlıları şerlilerine karışır. Hayırlıları çok az zaman saf kalır. Mal, aile, çocuk, akrabalar, mertebe ve diğer sebepler gibi. Fakat bu sebepler, faydası zararından daha fazla olan yeterli mal, mertebe ve diğer sebepler gibi kısımlara ayrılır. Geniş mertebe, bol mal gibi, şahısların çoğunun hakkında zararı faydasından daha fazla olan kısımla ve zararı faydasına denk olan kısımlara ayrılır. Bunlar şahıslara göre değişen şeylerdir. Çok salih insan vardır ki ne kadar çok olursa olsun salih maldan fayda görür. Onu Allah yolunda sarf eder, hayırlarda kullanır. O mal, bu muvaffakiyetle beraber o kişi hakkında nimettir. Çok insan da vardır ki az mal ile de zarar görür; zira durmadan o malı azımsar, rabbinden şikayet ve daha fazlasını talep eder. Bu bakımdan o mal bu mahrumiyetle beraber o kişi hakkında bela olur.

Soru: Ahiret yolunun mal, aile efradı, mertebe ve aşiretten oluşan haricî nimetlere ne ihtiyacı vardır?

Cevap: Bu sebepler hedefe götüren kanat ve kolaylaştıran âlet gibidirler. Mala gelince, yetecek kadar nafakası olmayan bir fakirin ilim ve kemâl peşinde koşması, savaşa silahsız gitmek gibidir. Kanatsız olduğu halde av peşine düşen doğan gibidir.

“Sâlih mal, salih kişi için ne güzeldir.” (İmam Ahmed, Müsned, IV, 197, 202, Ebu Yâ'lâ, Taberânî )

“Takvâ ile beraber mal ne güzel bir yardımdır.” ( Deylemî )

Akrabalara gelince, kişinin evlatları ve akrabaları ne kadar çoğalırsa onlar kişi için gözler ve eller gibi olurlar. Onlar sebebiyle dini hususunda dünyanın önemli işleri onun için kolaylaşır. Eğer tek başına olsaydı, o işlerle uğraşması oldukça uzun sürerdi. O halde senin kalbini dünyanın zaruretlerinden kurtaran her şey din hususunda sana yardımcıdır. Mademki böyledir, öyle ise o bir nimettir.

Soru: Sen mal ve mertebeyi, soy, aile ve evladı nimetler kapsamına dahil ettin. Oysa Allah Teâlâ mal ve mertebeyi kötülemiştir. Hz. Peygamber ve âlimler de kötülemişlerdir.

Nitekim Allah Teâlâ (c.c) şöyle buyurmuştur: “Ey iman edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman olanlar da vardır. Onlardan sakının.” ( Teğabün 14 )

“Doğrusu mallarınız ve çocuklarınız sizin için bir imtihandır.” ( Teğabün 15 )

Cevap: İşte bunlar ahiret işlerine inkâr edilmeyecek derecede yardım eden nimetlerdir. Ancak bu nimetlerde birtakım fitneler ve korkular söz konusudur. Bu bakımdan malın misali, kendisinde faydalı panzehir ile öldürücü zehir bulunan bir yılan gibidir.

Mal, dibinde cevher ve incilerin çeşitleri bulunan deniz gibidir. Bu bakımdan denize dalan şahıs, eğer yüzmeyi bilen bir dalgıç ve denizdeki zararlı şeylerden korunma yollarını bilen bir kimse ise, o denizdeki nimetleri elde eder. Eğer bunları bilmediği halde denize dalarsa muhakkak helâk olur. Bu nedenle Allah Teâlâ malı övmüş ve mala hayır adını takmıştır.

Hz. Peygamber (sav) malı övmüş ve şöyle demiştir: “Takvâ hususunda mal, en güzel yardımcıdır.” (Deylemî)

Mertebe ve malın kötülenmesinin çok, övülmesinin de az olması şu noktadan ileri gelmektedir: İnsanların çoğu mal yılanının efsunlayıcı yolunun cahilidirler. Mertebe denizine dalmayı bilmezler. Bu bakımdan onları sakındırmak farzdır. Çünkü onlar panzehirini elde etmeden önce malın zehri ile helâk olurlar. Onlar mücevherleri ve incileri bulmadan önce mertebe denizinin timsahı tarafından yutulurlar. Eğer mal ile mertebe herkes için ve esasında kötü olsaydılar, asla peygamberlik mertebesine ancak mal ve rütbe ile tamamlanan saltanat mertebesinin inzimamı (eklenmesi) düşünülemezdi. Oysa bu iki mertebe de bizim peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) 'e verilmiştir. Yine risalet mertebesine, Hz. Süleyman (as)'a verildiği gibi servet inzimam edilmezdi.

İnsanlar çocuk gibidirler. Mal ise yılanlar gibidir. Peygamber ve ârifler ise azimet ve afsun sahibi zatlardır. Bu bakımdan bazen azimet sahibine zarar vermeyen şey, çocuğa zarar verir. Evet azimet sahibi, eğer yaşamasını ve iyiliğini istediği bir çocuğa sahip ise bir yılan gördüğünde o yılanı panzehirini çıkarmak için tutarsa, çocuğun da ona uyarak yılanı tutacağını, yılanı gördüğü zaman, onunla oynamak için kucaklayacağını ve helâk olacağını bilir. Bu bakımdan kişinin panzehire ihtiyacı olduğu gibi, çocuğu korumaya da ihtiyacı vardır. Öyleyse panzehirle çocuk arasında mukayese yapmalı, eğer panzehire sahip olmadığı için büyük bir zarar görmeyecekse, çocuğun göreceği zarar daha büyükse bu takdirde yılanı gördüğü zaman kaçması ve çocuğa da kaçmasını söylemesi ve yılanı çocuğun gözünde çirkin göstermesi, yılanda hiç kimsenin kurtulamayacağı öldürücü bir zehirin olduğunu söylemesi ve hiçbir şekilde yılanda bulunan faydalı panzehirden çocuğa bahsetmemesi farzdır. Çünkü çocuğa yılandaki faydalı panzehirden bahsettiği takdirde bu durum, çocuğu çoğu zaman aldatıp yılan avlamayı öğrenmeden yılanı tutmaya götürebilir.

Dalgıcın durumu da böyledir. Çocuğunun gözü önünde denize daldığı takdirde çocuğun da arkasından helâk olacağını bildiği zaman, çocuğu denizin ve nehrin kıyısından sakındırmak ona bir vecibe olur. Eğer çocuk babasının kıyıda gezdiğini gördüğünden ötürü buralarda gezmekten vazgeçmezse, bu takdirde çocukla beraber sahilden uzaklaşması ve çocuğu gördüğü zamanlarda sahile yaklaşmaması vacibdir. Ümmet de tıpkı akılsız çocuklar gibi peygamberlerin himayesindedirler.

“Ben size karşı babanın evladına olduğu gibiyim.” (Ebu Davud, Taharet, 4)

 “Siz çekirgelerin ateşe düştüğü gibi ateşe düşersiniz. Ben ise kemerinizden sizi yakalarım.” (Buhârî, Rikâk 26; Müslim, Fezâil 19; Tirmizî, Edeb 82)

Peygamberlerin en büyük zevki evlatlarını (ümmetlerini) tehlikelerden korumaktır. Çünkü onlar bunun için gönderilmişlerdir. Onlar maldan ancak zarurî gıdalarını edinirler. Şüphe yoktur ki onlar doyacak kadarıyla iktifa etmişlerdir. Fazlasını istif etmeyerek infak etmişlerdir; zira infak etmek panzehir, istif etmek ise zehirdir. Eğer halk için malı edinme kapısı açılır, halk oraya teşvik edilirse, muhakkak istifin zehirine meylederlerdi. İnfakın panzehirinden kaçarlardı. Bu nedenle mallar çirkin gösterildi. Bundan gaye; malların istif edilmesinin çirkinliğidir.

Yeteri kadar mal edinmeye, fazlasını hayırlara sarf etmeye gelince, bu kötü bir hareket değildir. Her misafirin ancak seferde lâzım olacak kadar azık edinme hakkı vardır. Bu da edindiği azığı sadece kendi nefsine sarf edeceği zaman böyledir. Nefsi azığını yedirmeye, arkadaşlarına bolca infak etmeye müsamaha ettiği takdirde, fazla azık edinmekte sakınca yoktur.

6. ŞÜKRE TEŞVİK EDEN TEFEKKÜR

İnsan şükretmesi için nefsindeki ve kainattaki ayetleri tefekkür etmesi gerekiyor. 

Ancak bunlardan bir şey bilen şu ayetten bir korku idrâk eder. “Allah'ın nimetini saymaya kalksanız, onu sayamazsınız.” ( Nahl 18 )

Yiyecek Maddelerinin Kendilerinden Meydana Geldiği Asıllar Hakkındaki İlâhî Nimetler ve Daha Sonra Yiyecek Maddelerinin İnsanların Eliyle Islah Edilebilecek Hale Gelmesi

Eğer buğday tanesini evde bırakırsan artmaz. Çünkü bu durumda sadece hava ile münasebeti olur. Sadece hava ise onun gıdasına elverişli değildir. Eğer su içerisinde bırakırsan artmaz. Eğer susuz bir arazide bırakırsan artmaz. Aksine sulu bir arazi lâzımdır. O arazinin suyu toprağına karışır, çamur haline gelir.

“İnsan, yediğine bir baksın!  Şöyle ki: Yağmurlar yağdırdık. Sonra toprağı göz göz yardık da oradan ekinler, üzüm bağları, sebzeler, zeytin ve hurma ağaçları, iri ve sık ağaçlı bahçeler, meyveler ve çayırlar bitirdik. (Bütün bunlar) sizi ve hayvanlarınızı yararlandırmak içindir. ( Abese 24-32 )

Sonra su ile toprak da kâfi gelmez; zira eğer buğday nemli, sert ve üst üste yığılmış bir araziye bırakılırsa, hava olmadığı için bitmez. Bu bakımdan gevşek ve içine hava girebilecek bir araziye bırakılması gerekir. Sonra hava bizzat ona ulaşmaz, havayı kıpırdatan, zorla sürükleyen ve yerin içine nüfuz etmesini sağlayan bir rüzgâra muhtaçtır. “Biz, rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik ve gökten bir su indirdik de onunla su ihtiyacınızı karşıladık.” ( Hicr 22 )

Gökte olan her yıldız bir çeşit fayda için yaratılmış ve teshir edilmiştir. Nasıl ki güneş ısıtmaya, ay nemlendirmeye teshir edilmişse. Bu bakımdan yıldızlardan hiçbiri yoktur ki beşerin bilmediği birçok hikmetlerden uzak olsun. Eğer böyle olmasaydı zaten onların yaratılması fuzulî ve mânâsız olurdu ve bir de hâşâ şu ayetler doğru olmazdı: “Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru!”  ( Âlu İmran 191 )

Sonra Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Bu ayeti okuduğu halde tefekkür etmeyen kimseye yazıklar olsun!”

“Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları, oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık.” ( Duhân 38 )

Nasıl ki senin azalarında faydasız hiçbir organ yoksa, aynen onun gibi âlemdeki şeylerin hiçbiri de faydasız değildir. Âlemin tamamı bir şahıs gibidir. Onun cisminin cüzleri onun azaları gibidir. Onlar yardımlaşırlar. Tıpkı bedenindeki azaların yardımlaştıkları gibi.

Yiyecekler bir yerde bulunmazlar, onların özel şartları vardır. Bu şartlardan dolayı bazı yerlerde bulunur, bazı yerlerde bulunmazlar. Halk yeryüzüne dağılmıştır. Bazen yiyecekler onlardan uzak olur. Onlarla yiyecekler arasına denizler ve kara parçaları girerler. Bu bakımdan tüccarı müsahhar edip, onlara mal sevgisini ve kâr servetini nasıl musallat kıldığına dikkat et! Oysa çoğu zaman onlar olmaz, onlar ancak toplar; onların derlediklerini de ya gemiler batırır veyahut da yol kesiciler yağma ederler veya onlar bazı memleketlerde ölürler. Oranın idarecileri de o malları alır. Tüccarların en güzel durumları; mallarının varislere kalmasıdır. Oysa eğer bilirlerse, varisler onların en şiddetli düşmanıdırlar. Allah Teâlâ'nın cehalet ve gafleti tüccarlara nasıl musallat kıldığına, kâr talebinde şiddetlere göğüs gerdiklerine, tehlikelere dalıp kârların hülyasıyla denizde sefere çıkmalarına ve yiyecekleri ve ihtiyaçları doğu ve batının en uzak memleketlerinden alıp getirmelerine dikkat et!

Allah Teâlâ'nın onlara gemi sanatını ve gemiye nasıl binileceğini öğretmesine dikkat et! Allah Teâlâ'nın hayvanları nasıl yarattığına, onları karada binmek ve yüklemek için nasıl musahhar kıldığına bir bak! Devenin nasıl yartıldığına bir bak! At'ın nasıl yaratıldığına, nasıl hızlı gittiğine bir bak! Merkebe bak! Yorgunluğa karşı nasıl sabırlı davranıyor. Develere bak! Uzun çöl yollarını nasıl kat ediyor? Susuz ve aç olduğu halde ağır yüklerin altında merhaleleri nasıl aşıyor?

Allah Teâlâ'nın tüccarları gemileri ve hayvanları vasıtasıyla kara ve denizde nasıl gezdirip ve diğer ihtiyaçları yükleyip getirttiğine dikkat et! Hayvanların muhtaç olduğu gemileri düşün!

Gemilerin muhtaç olduğu maddeleri düşün! Allah Teâlâ, ihtiyaç hududuna kadar bütün bunları yaratmıştır. İhtiyaçtan fazla da yaratmıştır. Fakat bunları saymak mümkün değildir. Bu, sayıların dışına çıkan harici şeylere sirayet eder. Biz kitabı uzatmamak için sözü kısa kesmek istiyoruz.

Ey miskin! Eğer incelersen bilirsin ki bir tek ekmeğin yemeye elverişli hâle gelinceye kadar en azından bin sanatkârın elinden geçmesi gerekir. Bu bakımdan suyu indirmek için bulutları sevk eden melekten tut da melekler cihetinden yapılan amellerin en sonuncusuna kadar, ta ki sıra insanın ameline varıncaya kadar gel! Göreceksin ki bir ekmek binlerce kişiye muhtaçtır. Her sanatçı, halkın maslahat vasıtasıyla tamamlanan sanatların köklerinden bir köktür. Sonra o aletlerdeki insan emeğinin çokluğunu düşün!

Hatta küçücük bir alet olan iğnenin faydası senden soğuğu uzaklaştıran elbiseyi dikmektir. Onun sûreti iğne olmaya elverişli bir demirden oluşmaz. Ancak iğnecinin elinden yirmi beş defa geçtikten ve her defasında başka bir ameliyeye tâbi tuttuktan sonra olur. Eğer Allah Teâlâ memleketleri bir araya getirmeseydi, kulları müsahhar kılmasaydı, otları biçmek için orağa ihtiyacın olduğunda ömrün tükenirdi, yine de orağı edinmekten aciz kalırdın. Dikkat etmez misin, Allah Teâlâ, necis bir meniden yaratmış olduğu kulunu, bu acaip işleri yapmaya nasıl sevk etmiş? Bu garip sanatları yapmayı ona nasıl ihsan etmiştir? Mesela makasa bak. Onun iki tarafı, birbirine uygun iki makas ağzıdırlar. Biri diğerinin üzerine kapanır. Bir şeyi beraberce ve çabukça keserler. Eğer Allah Teâlâ fazilet ve keremiyle makası edinme yolunu bizden öncekilere keşfettirmeseydi biz makası kendi fikrimizle edinmeye muhtaç olsaydık, sonra demiri taştan çıkarmaya, makasın çalıştığı aletleri yapmaya muhtaç olsaydık ve bizim her birimiz de Hz. Nuh (a.s) kadar yaşayıp, dünyanın en mükemmel aklına sahip olsaydık yine de sadece bu makas aletini ıslah etmekteki yolu çıkaramazdık. Bırak diğer âletleri yapmak şöyle dursun!

Eğer memleket değirmenciden veya demirciden veya işlerin en düşüğü olan hacamat yapandan veya örücüden veya diğer sanatların birinden boş olursa, sana isabet eden sıkıntıyı ve işlerinin nasıl sarsılacağını düşün! Bu bakımdan kulların bazısını diğerine müsahhar kılan Allah ortaktan münezzehtir.

Biz bu husus hakkında da sözü kısa keselim. Çünkü gaye sonuna kadar saymak değil de nimetlere dikkati çekmektir.

Yiyecekler ve başka şeyleri ıslah eden sanatkârların fikirleri ayrılırsa, vahşi hayvanlar gibi birbirlerinden nefret ederlerse, muhakkak dağılır ve birbirlerinden uzaklaşırlardı. Bazısı bazısından istifade etmezdi. Vahşi hayvanlar gibi olurlar, bir yere sığmazlar, onları bir hedef bir araya getirmezdi. Bu bakımdan Allah Teâlâ'nın onların kalplerini nasıl birleştirdiğine ve kaynaştırdığına, onlara muhabbeti nasıl musallat kıldığına dikkat et! “Ve (Allah), onların kalplerini birleştirmiştir. Sen yeryüzünde bulunan her şeyi verseydin, yine onların gönüllerini birleştiremezdin, fakat Allah onların aralarını bulup kaynaştırdı. Çünkü O, mutlak galiptir, hikmet sahibidir.” ( Enfâl 63 )

Tanışmak ve yakınlaşmak için onlar bir araya geldiler ve muhabbet kurdular. Şehirler ve memleketler bina ettiler, birbirlerine komşu olarak evler ve meskenler yaptılar, çarşılar, hanlar ve meskenler gibi sayılması uzun sürecek diğer şeyleri tertip ettiler. Öyle ki onlar, bir şahsın parçaları imiş gibi memleketin parçalarını tertip ettiler. Bir hedef için yardımlaştılar ki onların bazısı bazısından faydalanır. Mesela reisler, kadılar, hapishane ve çarşıları idare eden kimseler tertip ettiler. Halkı kanunlara uymaya mecbur ettiler. Halka müsaade etmeyi ve yardımlaşmayı gerekli kıldılar. Öyle ki demirci kasaptan, kuyumcudan ve diğerlerinden faydalanır. Onların hepsi demirciden faydalanır. Haccam (Hacamat yapan) çiftçiden, çiftçi haccamdan faydalanır. Herbiri diğerinden faydalanır. Bu da tertiplerinin bir arada olmalarını ve bir sultanın tertibi ve derlemesi atında inzibata bağlanmalarının sebebi ile olur. Tıpkı aynı bedenin azaları birbirinden faydalandığı gibi.

Dikkat et! Allah Teâlâ peygamber gönderdi ki onlar halkı idare eden sultanların halini ıslah etsinler. Sultanlara halk arasındaki adaleti korumak ve halkı zapt etmek hususundaki siyaset kanunlarının teşriini, imamlık (padişahlık), saltanat ve fıkıh ahkâmını onlara öğretsinler. Onlar bu ahkâm ile dünyanın ıslahına hidayet olundular. Onlara dinin ıslahından fazla olarak bunları da öğrettiler.

Allah Teâlâ, peygamberleri melekler vasıtasıyla ıslah etti. Meleklerin bazısını da diğerleriyle ıslah etti ki bu zincirleme kendisiyle Allah arasında vasıta bulunmayan mukarreb meleğe varıncaya kadar devam eder.

Bu bakımdan fırıncı hamuru pişirir. Değirmenci öğütmekle, çiftçi biçmekle taneyi ıslah eder. Demirci çift aletlerini ıslah eder. Marangoz demircilik aletini ıslah eder ve böylece yemek aletlerini ıslah eden bütün sanat sahipleri de mütalaa edilmelidir. Sultanlar sanatkârları, peygamberler varisleri bulunan âlimleri, âlimler sultanları, melekler peygamberleri ıslah ederler. Bu iş her nizamın kaynağı, her güzelliğin, her tertip ve telifin menşei olan rubûbiyet huzuruna varıncaya kadar devam eder. Bütün bunlar rablerin rabbinin, sebeplerin müsebbibinin nimetleridir.

“Allah'ın nimetini saymaya kalksanız, onu sayamazsınız.” ( Nah 18 )

Eğer biz konuşursak onun izniyle konuşmaya dalarız. Eğer susarsak onun kahrıyla susarız. Zira onun menettiğini hiç kimse veremez. Onun verdiğini de hiç kimse menedemez; zira biz ölümden önce hayatımızın dakikalarının her birinde kalplerin kulağı ile cebbâr olan padişahın çağrısını dinliyoruz: Allah şöyle buyurmaktadır: ‘Bugün hükümranlık kimindir? ' hiç kimse buna cevap veremez. Allah Teâlâ şöyle der: “Kahhâr olan tek Allah'ındır.” ( Mü’min 16 )

Bu bakımdan bizi kâfirlerden ayıran, hayatlar sona ermeden önce bize bu çağrıyı dinleten Allah'a hamd olsun!

İnsan gözünü birkaç defa açıp kapadığında kirpikler sayesinde göz bebeği tozdan temizlenir. Pislikler gözün dışına ve kirpiklerin arasına çıkmış olur.

Nâmahrem bir kimseye bakan, Allah'ın, kirpiklerdeki nimeti olan gözü inkâr etmiş olur; zira kirpikler ancak göz ile kâim olur. Göz, ancak baş ile kâimdir. Baş, ancak bütün beden ile, beden de ancak gıda ile kâimdir. Gıda su, yer, hava, yağmur, bulut, güneş ve ay'a muhtaçtır. Bunların hiçbir şeyi gözsüz olmaz. Gökler de meleksiz olmaz; zira hepsi bir bütün gibidir. Bazısı diğerine bağlıdır. Bedenin azalarının birbirine bağlı oluşu gibi.

Bu bakımdan bu kişi varlıktaki bütün nimetleri, yerden Süreyya yıldızına kadar inkâr etmiş olur, hiçbir felek kalmaz. Hiçbir melek, hiçbir hayvan, hiçbir bitki ve hiçbir cemaat yoktur ki ona lanet okumasın. Bu sırra binaen haberlerde şöyle varid olmuştur: 'İnsanların toplandığı yer, dağıldıkları zaman ya onlara lanet eder veya onlara af talebinde bulunur'. Yine şöyle varid olmuştur: 'Âlim için her şey istiğfar eder. Hatta denizdeki balıklar bile'. Melekler sayılması mümkün olmayan birçok lâfızlarla âsilere lanet okurlar. Bütün bunlar işaret eder ki bir göz açıp kapatıncaya kadar isyan etmek, mülk ve melekûtta her ne varsa hepsine karşı suç işlemektir. Böyle bir kimse nefsini helâk etmiştir. Meğer ki günahın arkasından onu silecek bir sevab işlemiş olsun. Bu takdirde lanet, istiğfar ile değiştirilir. Umulur ki Allah bunun tevbesini kabul eder ve günahından vazgeçer.

Her göz açıp kapamakta birçok nimetin olduğunu anladınsa, bil ki verilen ve alınan her nefeste de iki nimet vardır; zira nefes verilmekle kalpten yakıcı duman çıkar. Eğer o duman içten çıkmazsa, insan helâk olur. Nefes almakla hava kalbe varır. Eğer nefes borusu tıkanırsa, hava kesildiğinden dolayı kalp yanar ve o havanın getirdiği serinlik olmadığından insan helâk olur. Gece ve gündüz yirmi dört saattir. Her saatte bin nefese yakın nefes vardır. Her nefes on lâhzaya yakındır. Bu bakımdan her lâhzada bedeninin her parçasında bir milyon nimet vardır. Âlemin parçalarının her birinde milyonlarca nimet vardır. Acaba bunun sayılması düşünülebilir mi?

7. İNSANLARI ŞÜKÜRDEN ALIKOYAN NEDENLER  

İnsanları nimetin şükründen cehalet ve gaflet alıkoymuştur; zira halk cehalet ve gafletten ötürü nimetin marifetinden menedilmişlerdir. Nimetin şükrü ancak marifetinden sonra tasavvur olunabilir. Sonra halk bir nimeti bilirse ona şükretmenin dil ile elhamdülillâh (Hamd Allah'a mahsustur), eşşükrü lillah (Şükür Allah'a mahsustur) demek olduğunu zannederler.

Bilmezler ki şükrün mânâsı; nimeti, nimetten kastedilen hikmetin tamamlanmasında kullanmak demektir. Bu da ibadettir. Bu iki marifet hâsıl olduktan sonra, insanı şükretmekten ancak şehvetin galebe çalması ve şeytanın istilası meneder.

Nimetlerden gafil olmanın birçok sebepleri vardır. Sebeplerin biri odur ki insanlar cehaletlerinden dolayı halka verilen nimeti önemsemeyip bütün hallerinde onlara musahhar olanı nimet saymazlar! Bu nedenle bizim söylediğimiz nimetlere şükretmezler, çünkü o bütün mahlukâta verilmiştir. Bu bakımdan onların her biri bunu özel olarak kendi nefsine verilmiş görmez ve nimet saymaz. Onların hava nimetinden ötürü Allah'a şükrettiklerini görmezsin.

İbn Semmak, elinde içtiği bir testi su olduğu halde halifelerden birinin huzura girdi. Halife 'Bana nasihat et' dedi. İbn Semmak, halifeye 'Susuz kaldığında şu su bütün servetin karşılığında sana verilse acaba bütün servetini verip bu suyu alır mısın?’ dedi. Halife 'Evet! Alırım!' dedi. İbn Semmak 'Bütün servetini vermek sûretiyle ancak bu suyu alabilirsin denirse, acaba mülkünden vazgeçebilecek misin?' Halife 'Evet, vazgeçerim' dedi. İbn Semmak 'O halde bir yudum suya değmeyen mülke aldanma!' dedi.

Böylece anlaşıldı ki Allah'ın kul üzerinde susadığı zaman bir yudum sudaki nimeti yeryüzünün bütün mülkünden daha büyüktür. Tabiatlar umumî nimeti değil de hususî nimeti nimet saymaya meyilli olduğu için biz umumî nimetleri zikrettik. Bu bakımdan özel nimetlere kısaca işaret edelim. Hiçbir kul yoktur ki durumlarını dikkatle izleyip engin bir bakışla tedkik ettiğinde, Allah'tan kendisine özel olarak verilen bir veya birçok nimetleri görmesin!

Akıl
Allah için kulluk yapan hiç kimse yoktur ki aklı hususunda Allah'tan razı olmasın. İnsanların en akıllısı olduğuna inanır. Allah'tan akıl talep eden çok az kimse vardır. Akıllı bir kimse akılla sevindiği gibi, akıldan mahrum olanın da akılla sevinmesi, aklın şerefli oluşundandır. Bu bakımdan insanların en akıllısı olduğuna inandığı zaman, Allah'a şükretmesi kendisine vâcib olur. Eğer öyle değil de kendisini öyle sanıyorsa, bu da onun hakkında bir nimettir.

Halk/Yaratılış

Hiçbir kul yoktur ki sevmediği birtakım ayıpları başkasında görmemiş olsun. Zemmettiği birtakım ahlâkları başkasına müşahede etmesin.

İlim
Nefsinin iç âlemini, fikirlerinin gizliliklerini bilmeyen hiç kimse yoktur. Onun bildiklerini ondan başkası bilmez. Eğer halktan biri o işe muttali olacak şekilde perde ortadan kalksa, rezil olur. Acaba bütün insanlar o ayıba muttali olursa, durum nasıl olur? Bu bakımdan her kulun özel bir şeyi vardır ki Allah'ın kullarından hiç kimse onu bilmekte kendisine ortak değildir. Öyleyse kötülüklerin yüzüne gerilen Allah'ın o güzelim örtüsüne karşı neden şükretmez? Allah onun güzel tarafını insanlara göstermiş, çirkin tarafını da örtmüş, insanların gözünden kaybetmiştir. Başkası muttali olmasın diye onun bilgisini sadece kendisine vermiştir.

“Kim dünya hususunda kendisinden düşük olana, din hususunda da kendisinden üstün olana bakarsa, Allah bu kimseyi sabredici ve şükredici olarak yazar. Kim dünyada kendisinden üstün olana, dinde de kendisinden düşük olana bakarsa, Allah onu ne sabredici, ne de şükredici yazar!” ( Tirmizi, Rudani-Cemu’l Fevaid, 9689, Kütübü Sitte, Nefisle İlgili Edebe Giren Hadisler, 5857 )

 8. SABIR  İLE ŞÜKRÜN BİR YERDE BİRLEŞMELERİ

Soru: Sabır ile şükür zıddır. Nasıl bir araya gelirler? Çünkü sabır üzüntüye, şükür de sevinmeye karşı olur?'

Cevap: Bir şey bir yönden üzüntü, bir yönden de sevinme vesilesi olur. Fakirlik, hastalık, korku ve dünya belasında beş şey vardır. Akıllı bir kimse onlarla sevinmeli ve onlara karşı şükretmelidir.

Birincisi: Her musibet ve hastalığın, daha büyük olması düşünülebilir; zira Allah Teâlâ'nın kudreti dahilinde olanların sonu yoktur. Eğer Allah o musibeti kat kat verseydi kim onu reddeder, önüne perde olurdu? O halde kendisine daha büyüğü verilmediği için şükretmelidir.

İkincisi: Musibetin dininde olması mümkündü.

Bir kişi Sehl Tüsterî'ye şöyle dedi: 'Hırsız evime girip eşyamı götürdü'. Sehl 'Allah'a şükret' dedi; 'eğer şeytan kalbine girip tevhidi ifsad etseydi ne yapardın!' Bu nedenle İsa (as) duasında istiâze ederek şöyle demiştir: 'Ey Allahım! Benim musibetimi dinimde kılma!'

Hz. Ömer (ra) 'Ben herhangi bir bela ile mübtelâ olduğumda mutlaka Allah'ın dört nimetine mazhar olmuşumdur: a) Dinimde olmadığı için, b) Ondan daha büyüğü olmadığı için, c) Onunla razı olmaktan mahrum olmadığım için, d) Ondan dolayı sevap umduğum için!'

Meşayihten biri bir çarşıdan geçti. Onun kafasına bir tencere kül döküldü. Derhal Allah'a şükür secdesine vardı. Kendisine denildi ki: 'Bu secde ne idi?' Dedi ki: 'Ben, üzerime ateş dökülmesini beklerken külün dökülmesi benim için nimettir'.

Birine şöyle denildi: 'Bizden yağmur kesilmiştir. Sen yağmur duasına çıkmaz mısın?' Cevap olarak dedi ki: 'Siz yağmurun geciktiğini, ben de taş yağmasının geciktiğini görüyorum.’

Soru: Günahları benimkinden daha fazla olan insanlar görüyorum ki benim başıma gelen bela onlarınkine gelmemiştir. Hatta kâfirlere bile gelmemiştir. Bu durumda ben nasıl sevineyim?'

Cevap: 1. Kâfir için fazlası gizlenmiştir. Ona daha fazla günah işlesin, cezası uzasın diye mühlet verilmiştir.

“İnkâr edenler sanmasınlar ki, kendilerine mühlet vermemiz onlar için daha hayırlıdır. Onlara ancak günahlarını arttırmaları için fırsat veriyoruz. Onlar için alçaltıcı bir azap vardır.”
(Âl-i İmran 178)

2. Günahkâr kişi yeryüzünde kendisinden daha günahkâr kimseler olduğunu nereden biliyor?  -Bilemez- Oysa çoğu zaman Allah'ın ve sıfatlarının hakkında öyle bir sui edebe girmiştir ki o su-i edeb, içki içmekten, zinadan ve azalarla yapılan diğer günahlardan daha büyük ve daha korkunçtur. Bu nedenle Allah Teâlâ, onun benzeri hakkında şöyle buyurmuştur:

“Çünkü siz bu iftirayı, dilden dile birbirinize aktarıyor, hakkında bilgi sahibi olmadığınız şeyi ağızlarınızda geveleyip duruyorsunuz. Bunun önemsiz olduğunu sanıyorsunuz. Halbuki bu, Allah katında çok büyük (bir suç) tur.” ( Nûr 15 )

O halde sen nerden biliyorsun ki başkası senden daha günahkârdır?

3. Sonra umulur ki onun azabını Allah ahirete tehir etmiş seninkini dünyada vermiştir. Bundan dolayı Allah'a neden şükretmiyorsun?

Dünyada cezası verilen, ikinci bir defa ceza görmez. Nitekim Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Bir kul günah işlediği zaman ona dünyada bir bela isabet etti mi ikinci bir defa onu azaba düçar etmekten Allah yücedir.”

4. Bu musibet ve bela, o insanın üzerinde levh-i mahfuz'da yazılıdır.

5. O musibetin sevabı ondan daha fazladır; zira dünya musibetleri iki yönden, ahiretin yollarıdır.

Musibete Sabır

1. Tiksindirici ilâç, hasta hakkında nimet olur. Oyundan menedilmek çocuk hakkında nimet olur; zira çocuk oyunla baş başa bırakılırsa oyun onu ilim ve edepten engellediği için bütün hayatı mahvolur. Kıyamette kullar, belalara karşı olan sevapları gördükleri zaman çocuğun, âkil ve bâliğ olduktan sonra, dövmesinden ve terbiye vermesinden dolayı babasına ve hocasına, verilen terbiyeden istifade ettiğini idrâk ettiğinden dolayı teşekkür ettiği gibi, onlar da Allah'a teşekkür ederler. Allah'tan gelen bela, kul için tedibdir. Allah'ın kulu hakkındaki inayeti, babaların evlatları hakkındaki inayetinden daha büyüktür. Rivayet edildiğine göre bir kişi, Hz. Peygamber'e 'Bana vasiyet et' dediğinde, Hz. Peygamber ona şöyle buyurdu: “Allah'ı, senin için hükmettiği bir şeyde itham etme!”

Hz. Peygamber (sav) bir ara göğe bakıp güldü. Bu gülümsemenin sebebi kendisine sorulunca şöyle buyurdu: “Allah Teâlâ'nın mü'min bir kula hükmettiği şeye hayret ettim. Eğer mü'min kul için genişliği hükmederse, mü'min razı olur ve kendisi için hayırlı olur. Eğer onun için sıkıntıyı
ve zararı hükmederse mü'min de razı olursa kendisi için hayırlı olur!”

2. Helâk edici hataların başı dünya sevgisidir. Kurtarıcı sebeplerin başı da kalben aldanış yuvasından uzaklaşmaktır. Nimetlerin belalar ve musibetlerle karışmaksızın istediği gibi akması kalbin dünyaya ve sebeplerine güvenmesini ve yakınlaşmasını gerektirir. Öyle ki dünya o kişi hakkında cennet gibi olur. O kişinin belâsı dünyadan ayrıldığı için oldukça büyür, kişinin üzerinde musibetler çoğaldığı zaman kalbi dünyadan ürker. Dünyaya itimat etmez, yakınlık kurmaz. Dünya onun için hapishane olur. Onun dünyadan kurtuluşu hapishaneden kurtuluş gibi, lezzetin en büyüğü olur. Bu nedenle Allah'ın peygamberi (sav) şöyle buyurmuştur: 'Dünya mü'minin hapishanesi, kâfirin cennetidir'.

Kâfir, Allah'tan yüz çeviren, dünya hayatından başkasını istemeyen, dünyaya razı olup güvenen kimsedir. Mü'min ise kalbiyle dünyadan uzak duran, dünyadan göçmeye meyleden kimsedir. Küfrün bazısı açık, bazısı gizlidir. Kalpteki dünya sevgisinin miktarı kadar, kalbe gizli şirk girer. Mutlak muvahhid (Allah'ı birleyici) o kimsedir ki ancak hak olan Bir'i sever. Bu bakımdan belada bu yönden nimetler vardır. Öyleyse bela ile sevinmek farzdır. Acı çekmek de kaçınılmaz bir şeydir. Bu, hacamata muhtaç olduğun anda seni parasız hacamat edene veya sana meccanen tiksindirici ve faydalı bir ilâcı içiren bir kimse ile sevinmene benzer; zira sen, hem bu kimse ile sevinir, hem de elem duyarsın.

Dünya bir konaktır. Orada devamlı kalması mümkün değildir. İnsanlar rahim kapısından oraya girmişlerdir, kabir kapısından da çıkacaklardır. Bu bakımdan onları o konağa ısındırıcı her şey beladır. O konaktan kalplerini soğutucu, ünsiyetlerini kesici her şey de nimettir. O halde bunu bilen bir kimsenin belalara şükretmesi düşünülebilir.

Beladaki bu nimeti bilmeyen bir kimsenin ise şükretmesi düşünülemez. Çünkü şükür, zarurî olarak nimetin bilinmesine tâbidir. Kim musibetin sevabının musibetten daha büyük olduğuna inanmazsa, o kimsenin musibetten dolayı şükretmesi düşünülemez.

 Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Allah kim için hayrı irade ederse, ona musibet verir.” (Buhari; Kütübü Sitte Hadisleri,  Fezail Bölümü -  Hastalık Ve Musibetlerin Faziletleri , Hadis No 4695 )

 Allah Teâlâ (bir hadîs-kudsî'de) şöyle buyurmaktadır: “Kullarımdan birine, bedeninde veya malında veya evladında bir musibet verdiğim zaman, musibeti güzel bir sabır ile karşılarsa, kıyamet gününde onun için bir mizan kurmaktan veya onun için bir defter açmaktan hayâ ederim.” (Müsned’ler)

Allah'ın buyurduğu gibi, 'Biz Allah içiniz ve biz O'na döneceğiz' ( Bakara 156 )

Ebu Derdâ (ra) şöyle derdi: 'Siz ölüm için doğuyorsunuz. Harap olmak için tamir ediliyorsunuz. Yok olacak olan karşılığında kalacak olanı bırakıyorsunuz. Üç şey ne güzeldir: Fakirlik, hastalık ve ölüm'.

Rivayet ediliyor ki “ Kim bir kötülük yaparsa onun cezasını görür” ( Nisâ 123 ) ayeti nâzil olduğu zaman Hz. Ebubekir (ra) şöyle demiştir: 'Bu ayetten sonra artık sevinmek nasıl olur?' Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:

“Ey Ebubekir! Allah seni affetsin. Sen hasta olmaz mısın? Sana eziyet dokunmaz mı? Sen üzülmez misin? İşte bunlar karşılığını göreceğiniz şeylerdendir.” ( Tirmizi; Kütübü Sitte Hadisleri, Tefsir Bölümü - Esbab-I Nüzule Dair, Nisa Suresi, Hadis No 579 )

Hasan Basrî'den şöyle rivayet ediliyor: Ashabdan bir kişi, cahiliyyet devrinden tanıdığı bir kadını gördü. Onunla biraz konuşup ayrıldı. Yürüdüğü halde arada sırada dönüp kadına bakıyordu. Bu esnada bir duvara çarptı ve yüzü yaralandı, Hz. Peygamber'e (sav) gelip hâdiseyi anlattı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurdu: “Allah bir kuluna hayrı irade ettiği zaman günahının cezasını dünyada hemen verir.” (Tirmizî, Zühd 57, İbnî Mâce, Fiten 23, İmam Ahmed, Taberani )

Hz. Ali (ra) 'Size Kur'an'daki en fazla ümit veren ayeti haber vereyim mi?' dediğinde, dinleyenler 'Evet!' dediler, o da şu ayeti okudu: “Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah çoğunu affeder.” ( Şûra 30 )

Bu bakımdan dünyadaki musibetler işlenen günahlar yüzünden meydana gelirler. Öyleyse Allah Teâlâ dünyada kulunu cezalandırdığı zaman ikinci bir defa onu azaba dûçar etmekten yücedir. Dünyada onu affettiği takdirde kıyamette onu tâzib etmekten münezzehtir.

İbn Mübârek'ten rivayet edildiğine göre, bir oğlu öldü. Tanıdık bir mecusî kendisine taziyede bulunarak şöyle dedi: 'Akıllı bir insan için cahil bir kimsenin beş gün sonra yapacağını bugün yapmak gerekir!' Bunun üzerine İbn Mübârek talebelerine 'Mecusînin bu sözünü kaydedin!" dedi.

Nimetin Bela Karşısındaki Fazileti

Şöyle diyebilirsin 'Bu hadîsler delâlet ederler ki dünyada bela, nimetlerden daha hayırlıdır. Acaba bu durumda Allah'tan bela isteyebilir miyiz?' Cevap olarak derim ki: Bunun böyle bir anlamı yoktur. Çünkü Hz. Peygamber'den (sav) rivayet edildiğine göre duasında, dünya ve ahiret belasından Allah'a sığınıyordu.( İmam Ahmed )

“Hz. Ali (ra) 'Ey Allahım senden sabır istiyorum' diye dua edince, Hz. Peygamber (sav) buna karşılık şöyle buyurdu: ‘Ya Ali! Muhakkak ki sen Allah'tan bela istedin! O halde ondan afiyet talep et!’” ( Tirmizi, Daavat 99 )

Afiyet beladan daha hayırlıdır.

Bütün mahlukatına faziletiyle minnet eden Allah'tan din, dünya ve ahiret hususunda, hem kendimize, hem de bütün müslümanlara af ve afiyet talep ederiz!

Sabır Mı Daha Faziletlidir Şükür Mü?

İnsanlar bu hususta ihtilafa düşmüştür. Bazıları 'Sabır, şükürden daha üstündür' demiştir. Başkaları da 'Şükür daha üstündür' demiştir. Bir kısmı da 'ikisi eşittir' demiştir. Dördüncü bir grup, 'Bunların hangisinin daha üstün olduğu hallere göre değişir' demiştir.

Öncelikle şeriatın terimlerinin zâhirine bakmaktır. Bu ise sabrın üstün olduğunu gösterir. Her ne kadar şükrün fazileti hakkında birçok haberler vârid olmuş ise de sabrın fazileti hakkında vârid olanlarla karşılaştırıldığı zaman sabrın faziletlerinin daha çok olduğu görülür. Hatta onlarda içerisindeki fazileti açıkça belirten lâfızlar vardır.

Bu bakımdan sabredene, şükredenlerin mükafatının birkaç katı verilir: “… Sabredenlere, mükâfatları hesapsız ödenecektir.”  ( Zümer 10 )

Fakirliğin faziletleri hakkında her ne vârid olmuşsa, bunlar aynı zamanda sabrın faziletine de delâlet eder.

Örneğin Kör olmayan kimse, sahip olduğu iki gözün şükrünü iki şekilde eda edebilir:

Onları günahta kullanmamasıdır. İkincisi: Onları tâatte kullanmasıdır.

Her iki şekilde de sabır geçerlidir. Çünkü âmâ kimse görmediği için güzel sûretlere sabretme külfetinden kurtulur. Gözü sağlam olan kimse ise güzel bir sûreti görüp de sabrettiğinde sahip olduğu göz nimetinin şükrünü eda etmiş olur. Eğer sabretmeyip, bakacak olursa göz nimetlerini inkâr etmiş ve şükrünü edâ etmemiş sayılır.

Görüldüğü gibi sabır şükre girmektedir. Hatta insan ibâdete dalsa bu kez de ibâdet üzerinde sabretmesi gerekir. Sonra gözlerin şükrünü, Allah'ın yaratış inceliklerine ve sanatına bakarak öder ki bu bakışla Allah'ın marifetine varsın. Böyle bir şükür sabırdan daha üstündür. Azaların her biri din için birer alettir. Yokluğu hâlinde dinin, kendiyle yapılan rüknü de yok olur. Azaların şükrü, dinin emretmiş olduğu yerlerde kullanılmalarıdır. Bu da ancak sabırla olur. Nafakadan fazla olan mal gibi ihtiyaç yerine geçen mala gelince; kişinin, ancak zaruret miktarı edindikten sonra, muhtaç olduğu halde daha ötesine sabretmesi mücahededir ki bu fakirlik cihadıdır. Fazlasının bulunması nimettir; şükrü ise onu hayırlara sarfetmek veya mâsiyette kullanmamaktır.

Söylediklerimizin mânâları düşünüldüğü zaman her iki sözün de bazı durumlarda yeri olduğu anlaşılır; zira daha önce de geçtiği gibi nice sabreden vardır ki şükreden zenginden daha faziletlidir. Yine nice şükreden zengin vardır ki sabreden fakirden daha üstündür. Bu zengin, nefsini fakir gibi gören zengindir; zira nefsine ancak zaruret miktarı mal ayırır; geriye kalanı ise hayırlara sarf eder ya da ihtiyaç sahipleri veya fakirler için muhafaza edip saklar. İhtiyacı gözetir ki malını oraya sarf etsin. Malını nam ve şöhret için veya minnet yapmak için sarf etmez. Bilakis Allah'ın kullarının halini gözeterek O'nun hakkını eda etmek için sarf eder. İşte böyle bir zengin sebreden fakirden üstündür.

Muhakkak sabrın birçok dereceleri vardır. Bu derecelerin en küçüğü, hoşa gitmemekle birlikte şikayeti terk etmektir. Bunun arkasından rıza gelir. Rıza sabrın ötesinde bir makamdır. Onun arkasından belaya şükretmek gelir ki bu da rızanın ötesindedir; zira sabır elemlerle beraberdir. Rıza ise, içinde ne elem, ne de sevinç olmayan bir şeyle mümkün olur. Şükür ise ancak hoşa giden ve sevindirici şeyler için yapılır.

Şükrün de birçok dereceleri vardır. Biz bu derecelerin en büyüğünü anlattık. Bunun altında birçok dereceler vardır: Mesela kulun, Allah Teâlâ'nın kendisine arka arkaya verdiği nimetlerden hayâ etmesi şükürdür. Şükrünü eda hususunda kusurlu olduğunu bilmesi şükürdür. Şükrünün azlığından dolayı özür dilemesi şükürdür. Allah'ın hilminin büyüklüğünü ve günahlarını gizlediğini bilmesi şükürdür. Hak etmediği halde nimetlerin Allah'tan geldiğini itiraf etmesi şükürdür. Şükrün de Allah'ın nimetlerinden birisi olduğunu ve Allah tarafından hibe edildiğini bilmek de şükürdür. Nimetlere karşı tevazu göstermek de şükürdür. Vasıtaların şükrü de şükürdür.

Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “İnsanlara teşekkür etmeyen kimse Allah'a şükretmemiştir. (Tirmizî, Birr, 35) Verilen nimetlere karşı itiraz etmemek ile nimet verenin huzurunda güzel edeb de şükürdür. Nimetleri güzelce kabul etmek, küçüklerini bile önemsemek şükürdür.”  

Bu bakımdan birinin diğerinden üstünlüğünü kısaca göstermek nasıl mümkün olur? Bu ancak haber ve eserlerde olduğu gibi, genel lafızla özel anlamı kastetme şeklinde yapılabilir. Bu bakımdan duruma göre hangisinin daha faziletli olduğu ancak tafsilâtla bilinebilir. Allah en doğrusunu bilir!

9. ÖZET

Ø  Şükür, Allah’tan veya insanlardan gelen nimet ve iyilikten dolayı minnettarlığını ifade etme, Allah’a itaat edip günah işlemekten uzak durmak suretiyle nimetin gereğini yapmaktır.

Ø  Şükür her nimetin Allah’tan olduğunu bilmekle başlar.

Ø  Şükretmek için öncelikle Allah’ın neyi sevip neyi sevmediğini bilmemiz gerekir.

Ø  Nimetlerin şükre yardımcı olacak şekilde kullanılması gerekir.

Ø  Hakkıyla şükür için tefekkür etmek vazgeçilmezimiz olmalıdır.

Ø  Sabırla şükür iç içe geçmiş iki unsurdur.

Ø  Musibetleri de razı olacak şekilde karşılamak belki şükretmek gerekir. Ancak musibet istenmemelidir, afiyet istenmelidir.

Ø  Sabır şükürden daha efdal olsa da yerine göre sabır yerine göre şükür daha faziletli olabilir.

 

10. ÖDEVLER

1 – Sabur – Şekur ismi tefekkür ve zikir

2 – Hastane ziyareti

11. VİDEO

a. Nick Vujicic - Bir Başarı Öyküsü/Nick Vujicic Hayatı ve Yaşadıkları Gözyaşlarınızı Tutamayacaksınız 

b. Şükür Nedir - Nureddin YILDIZ

https://www.youtube.com/watch?v=1uqngyzCM5g

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Dersler