19.
TEVEKKÜL ve RIZA
1. GİRİŞ
Tevekkülün insan hayatında önemli bir yeri vardır. Tevekkül
sayesinde kendisinin acizliğini fark eden insan, Allah (cc)’ın güç ve kuvvetini
anlar ve sebeplere sarılarak işlerin neticesini O’na bırakır. Tevekkülün doğru anlaşılması,
insanı kesbe sarılmaya ve çalışmaya, işleri neticelendiren Allah’a sığınmaya
teşvik eder.
Tevekkül, Müslümanlar arasında
zaman zaman yanlış anlaşılmış ve anlaşılmaya devam etmektedir. Hastalıktan
tedavi olma, kesbe sarılma ve dünyevî pek çok işte tevekkülün yanlış
anlaşılması, fert ve toplum hayatında yanlış düşüncelerin ortaya çıkmasına
sebep olmaktadır. İfrat ve tefrit boyutuyla iki yönlü cereyan eden bu durum
teslimiyet anlayışını yanlış algılanmasından kaynaklanmaktadır. Bu açıdan bakıldığında
çağımız insanının ‘sebeplere aşırı sarılma’ cihetinde ilerleyen bir olumsuz
durum göze çarpmaktadır. Bu hal günümüzde kişinin takdirden öte sebeplere aşırı
sarılmasına, neticeyi sadece kendi cehdü gayretinin belirleyeceği yönünde aşırı
güven duymasına, Allah’ın takdirini adeta kendini ‘müstağni görürcesine’ bir
kenara bırakmasına yol açacak şeklinde tezahür etmektedir. Dinimiz şüphesiz bir
işin olmasında gerekli gayreti göstermeyi emrederken tembellik ve miskinliği
yasak eder. Bu nedenle doğru tevekkül anlayışı
için, bizi hayra götürecek sebeplere sarılıp çalışırken öncelikle Allah’ın
bizim yardımcımız olduğunu unutmamalı ve işin sonucunu Allah’ın
neticelendirdiği bilinciyle nihayetinde meydana gelen kazaya da rıza göstermeliyiz.
2.
KAVRAM
TAHLİLİ
Sözlükte
“Allah’a güvenmek” anlamındaki vekl kökünden türeyen tevekkül “birinin işini
üstüne alma, birine güvence verme; birine işini havale etme, ona güvenme”
mânasına gelir. Birine güvenip dayanan kimseye mütevekkil, güvenilene vekîl
denir. Kaynaklarda çoğunlukla vekil kelimesi kefille eş anlamlı gösterilmişse
de Râgıb el-İsfahânî’ye göre vekil kefilden daha geneldir; her vekil kefildir,
fakat her kefil vekil değildir. Tevekkül dinî ve tasavvufî bir terim olarak
“bir kimsenin kendini Allah’a teslim etmesi, rızkında ve işlerinde Allah’ı
kefil bilip sadece O’na güvenmesi” şeklinde tanımlanmaktadır (el-Müfredât,
“vkl” md.; Lisânü’l-ʿArab, “vkl” md.; Tâcü’l-ʿarûs, “vkl” md.; Gazzâlî, IV,
259). İbn Teymiyye tevekkülün “kalbin yalnız Allah’a güvenmesi” anlamına
geldiğini belirterek bunun sebeplere başvurma ve mal biriktirmeye aykırı
olmadığını söyler (et-Tuḥfetü’l-ʿIrâḳıyye, s. 185). TDV İslam Ansiklopedisi,
Tevekkül Maddesi
Gazali, tevekkülü şöyle açıklar:
“Tevekkül, ‘vekalet’ kelimesinden türemiştir. ‘Falan, işine falanı
tevkil etti, işini ona havale etti ve ona güvendi’ denir. Kişi, işine vekil
ettiği kimseye inanır, güvenir, onu bir kusurla itham etmez. Onda acizlik
bulunmadığına kanaat getirdiği müddetçe bu hal devam eder. Tevekkül vekile
itimattan ibarettir. Allah’a olan tevekkül de böyledir. Eğer gönlüne kesin bir
itikat ve kanaatle gerçek failin Allah olduğuna inanır, herkese olan sonsuz
rahmet ve atıfetine güvenir, ilminin / kudretinin / rahmetinin üstünde ilim,
kudret ve rahmet olmadığını bilirse kalbinden yalnız O’na dayanır, başkasına
yönelmez, hatta kendi kudret ve kuvvetine bile kıymet vermez.”
Rıza:
“Hoşnut ve memnun olmak anlamındaki rıza mastarından isim olup hoşnutluk ve
hoşnut olma hali” demektir. Bir şeyden hoşnut olmak ve bir şey hakkında
memnuniyetini göstermek, o şeyden razı olmak demektir. Aynı kavramı şu şekilde
de açıklayabiliriz: “Kulun Allah’tan gelenlere hoşnutsuzluk göstermeyerek
O’ndan razı olması veya kulun Allah’ın emirlerini yerine getirmesi ve
yasaklarından da sakınması neticesinde Allah’ın kulundan razı olmasıdır.”
3. KONUYLA İLGİLİ AYETLER
Kur’an-ı Kerim’de yer alan tevekkülle ilgili âyetler
incelendiğinde, âyetlerin öncelikle iman-tevekkül ve tevhid-tevekkül ilişkisinden
bahsettiği görülmektedir. Bu âyetlerde tevekkül fiili, bazen müminlere emir şeklinde,
bazen peygamberlerin ve müminlerin ahlâkî davranışları şeklinde, bazen de
peygamberlerin eğitim metotlarından biri olarak geçmektedir.
“Sonra şöyle
dedi: Oğullarım! (Şehre) hepiniz bir kapıdan girmeyin, ayrı ayrı
kapılardan girin. Ama Allah'tan (gelecek) hiçbir şeyi sizden
savamam. Hüküm Allah'tan başkasının değildir. (Onun için) ben yalnız
O'na dayandım. Tevekkül edenler yalnız O'na dayansınlar.” (Yusuf 67)
“(Onlar) sadece
Rablerine tevekkül ederek sabredenlerdir.” (Nahl 42)
“Gerçek şu ki:
İman edip de yalnız Rablerine tevekkül edenler üzerinde onun (şeytanın) bir
hakimiyeti yoktur.” (Nahl 99)
“Andolsun ki
onlara: Gökleri ve yeri kim yarattı? diye sorsan, elbette «Allah'tır» derler.
De ki: Öyleyse bana söyler misiniz? Allah bana bir zarar vermek isterse,
Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, O'nun verdiği zararı giderebilir mi? Yahut
Allah, bana bir rahmet dilerse, onlar O'nun bu rahmetini önleyebilirler mi? De
ki: Bana Allah yeter. Tevekkül edenler, ancak O'na güvenip dayanırlar.” (Zümer 38)
“Allah'a ve
ahiret gününe inanan bir toplumun -babaları, oğulları, kardeşleri, yahut
akrabaları da olsa- Allah'a ve Resûlüne düşman olanlarla dostluk ettiğini
göremezsin. İşte onların kalbine Allah, iman yazmış ve katından bir ruh ile
onları desteklemiştir. Onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokacak,
orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah'tan hoşnut
olmuşlardır. İşte onlar, Allah'ın tarafında olanlardır. İyi bilin ki, kurtuluşa
erecekler de sadece Allah'ın tarafında olanlardır.” (Mücadele 22)
4. KONUYLA İLGİLİ HADİSLER
Enes b. Mâlik (ra) şöyle anlatıyor: “Bir adam, ‘Ey Allah’ın
Resûlü! Devemi bağlayıp da mı Allah’a tevekkül edeyim, yoksa bağlamadan mı
tevekkül edeyim?’ diye sordu. Resûlullah (sav), ‘Önce onu bağla, sonra Allah’a
tevekkül et!’ buyurdu.” (Tirmizî, Sıfatü’l-Kıyâme, 60)
Rivayete
göre, Nebi (sav) bir
keresinde şu ayeti okur: “Kim Allah’a karşı takvalı olursa, o kendisine çıkış
yolu gösterir ve hiç hesap etmeyeceği şekilde ona rızık bahşeder. Kim Allah’a
tevekkül ederse, o kendisine yeter.” (Talak, 2-3) Ardından Ebu Zer (ra)’e şöyle
der: “Eğer insanlar bu ayetin gereğini yapsalardı, kendilerine yeterdi.” (İbni
Mace, Darimî)
Enes
b. Mâlik (ra)'in naklettiğine göre, Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Kişi
evinden çıkacağı zaman, ”Bismillâh, tevekkeltü alâllâh, lâ havle velâ kuvvete
illâ billâh. (Allah'ın adıyla. Allah'a tevekkül ettim. Güç ve kuvvet sadece
Allah'tandır.) dediğinde (ona) şöyle denilir: '(İşte şimdi) sana rehberlik
edilir, ihtiyaçların karşılanır ve korunursun…’” (Ebû Dâvûd, Edeb, 102-103)
Resûlullah
(sav)’in teheccüd namazı sırasında yaptığı uzunca bir duada şu ifadeler yer
alır: “Allahım! Sana teslim oldum, sana inandım, sana tevekkül ettim, sana
yöneldim” (Buhârî, “Teheccüd”, 1; Müslim, “Müsâfirîn”, 199; Ebû Dâvûd, “Salât”,
119)
Hz. Peygamber
(sav), Mü’minûn sûresinin ilk on âyetinin nâzil olmasının ardından yaptığı bir
duayı şöyle bitirmiştir: “Allahım! Bizden razı ol ve bizi senden razı olma
derecesine yükselt!” (Müsned, I, 34; Tirmizî, “Tefsîr”, 23/1).
Resûl-i Ekrem
(sav), Zeyd b. Sâbit (ra)’e öğrettiği uzunca bir duada da şöyle demiştir:
“Allahım! Senden, gerçekleşen kazâ ve kaderinin sonucuna rızâ göstermeyi bana
nasip etmeni dilerim” (Müsned, V, 191; Nesâî, “Sehiv”, 62)
Hz. Âişe (rah.)
ve Hz. Ali (ra)’den rivayet edilen bir hadiste Resûlullah (sav)’in gece
namazlarının sonunda yaptığı dualardan birinin, “Allahım! Senin gazabından
rızâna sığınırım” diye başladığı zikredilmiştir (Müslim, “Ṣalât”, 222; Ebû
Dâvûd, “Ṣalât”, 148, “Vitir”, 5).
Halid'in oğulları
Habbe ve Sev (r. anhüm) anlatıyor: "Resûlullah (sav) bir şey tamir etmekte
iken yanına girdik. O işte kendisine yardım ettik. "Başlarınız kımıldadığı
müddetçe rızık hususunda yeise düşmeyin. Zira insanı annesi kıpkızıl, üzerinde
hiçbir şey olmadığı halde doğurur, sonra aziz
ve celil olan
Allah onu her çeşit rızıkla rızıklandırır" buyurdular." (Nesaî,
Zinet 96)
5. TEVEKKÜLÜN ÇEŞİTLERİ ve
İLİŞKİSİ BULUNAN BAZI KAVRAMLAR
a)
İnsan
Sa’yi İle İlişkisi
Yüce Allah:
‘‘Tedbirinizi alın’’ (Nisa 71) buyurmaktadır. Yine savaştaki korku namazı
sırasında: ‘‘Silahlarını (yanlarına) alsınlar’’ (Nisa 102)
buyurulmaktadır. Düşmana karşı güçlerinin yettiği kadar savaş hazırlığı
yapmaları mü’minlere emredilir. Yine Cenab-ı Hak, Hz. Musa (as)’a tedbir olsun
diye, ümmetini geceleyin yola çıkarıp Firavun’dan kurtulmasını emretmiştir.
Yüce Allah, bir mucize eseri olarak Hz. Meryem (as)’a hurma dalını meyve ile
donattıktan sonra bile, kalkıp silkelemesini istemiştir. Böylece, çalışmanın ve
sebeplere başvurmanın önemine işaret buyurmuştur.
Hz. Peygamber (sav),
huzura gelen bir bedeviye devesini bağlayıp Allah’a öyle tevekkül etmesini
istemiştir. Bizzat kendisi de, Mekke’den Medine’ye hicret ederken,
geceleyin yola çıkmış, düşmanı yanıltmak için ters istikameti tercih etmiş ve
mağarada gizlenmiştir.
Bütün bu misaller
gösteriyor ki, tevekkül, ‘‘tedbiri ve sebeplere başvurmayı terk etmek’’
değildir.
Gazali’nin de
belirttiği gibi, tevekkül sahibi olmak için üç basamak vardır: İlim , hal ve
amel…
Allah’ın, kudret ve
iradesiyle ve kesin olarak müsebbebi, yani neticeyi bağladığı, onsuz neticeyi
vermediği sebepler vardır. Mesela, çocuk sahibi olmak için evlenmek, güç ve
kudret sahibi olmak için yemek yiyip su içmek buna örnektir. Bir insan bu
sebeplere başvurmayıp neticelerinin meydana gelmesini beklerse delilik etmiş
olur! Bu gibi sebepler karşısında tevekkül fiille değil, ilim ve hal iledir.
İlimle tevekkül, ‘‘yiyeceği, o yiyeceğe uzanan elini, çiğneyen dişlerini,
sindirmek için kuvvet ve hareketi yaratanın, yedirenin içirenin Allah olduğunu
bilmek’’tir. İnsan böyle bir bilgi ve manevi hale sahip olduktan sonra çalışıp
o yiyeceği kazanması, yemesi içmesi hiçbir şekilde tevekküle ters olmadığı gibi
bilakis tevekkülün gereğidir. Hastalığa karşı tedavi olmak, düşmana ve
tehlikelere karşı tedbir almakta böyledir.
Kuşeyri der ki: ‘‘Malum
olsun ki, tevekkülün yeri kalptir. Zahirde (tedbir ve sebeplere tevessülle
çalışmak) hareketle meşgul olmak, Kalpteki tevekküle zıt değildir. Kul,
takdirin Allah Teala cihetinden olduğuna gerçekten ve kesin olarak kanat
getirmiş olursa, bu durumda istediği bir şeyi elde edemezse ‘O’nun takdiri
buymuş’, elde ederse ‘Bu, O’nun lütfudur’ diye düşünür.’’
Görüldüğü gibi
tevekkül, sebepleri bütünen ret ve terk etmek değildir. Aksine, sebepleri
kudret elinin perdesi bilip riayet etmek; onlara sarılmayı bir çeşit fiili dua
sayarak neticeleri sadece Cenab-ı Hakk’tan istemek, sonuçları O’ndan bilmek ve
duruma göre ya şükür veya sabretmektir.
Buna göre, bir neticeyi elde etmek için konulmuş sebepler
sırasında “tevfiz=işi Allah’a havale etmek” tembelliktir; söz konusu neticenin
husülünde ise, dinin teşvik ettiği tevekkül olur. Çalışmasının meyvesine ve
kısmetine rıza, kanaattir; çalışma meyil ve arzusunu kuvvetlendirir. Mevcutla
yetinmek himmetsizliktir. (Said Nursi, Mektubat s. 477)
Elmalılı, tefsirinde şu kıymetli açıklamayı yapar:
“Allah’tan başka insanın güvendiği her şey bir serâptan
farksızdır. Bundan dolayıdır ki, kâfir ne kadar kendine güvenirse güvensin, gün
gelir, olayların akışı karşısında güvenmiş olduğu noktaların hepsini kaybeder.
Fakat hiçbir şeye değil, ancak Allah’a itimat eden hakiki mü’min, ölümden bile
sarsılmayacak kamil bir imanla Rabbinin yüce katına gider. Fakat şunu unutmamak
gerekir ki, tevekkül demek, görevin ifasını Allah’a havale etmek demek değil, emri
ve kararı Allah’a bırakmaktır. Allah’ın emrini canla başla yerine getirmeye
çalışmaktır. İyi bilinmelidir ki, tevekkülün belirtisi, emre gönül vermek ile
vazife sevgisidir.” (Tevbe 51’in tefsiri)
b)
Tevhid ile
İlişkisi
Gazali, tevhid ile tevekkül ilişkisine uzunca yer verir. Biz burada,
o uzunca anlatımı kendi ifade ve uslubumuzla özetlemeye çalışacağız:
İman dört mertebedir. Bu mertebeler dıştan içe kabuktan öze doğru
katmanlar halindedir. Tıpkı henüz ağaçtaki bir ceviz gibi… Bu cevizin, en üstte
bulunan yeşil kabuğu, altında sert ve koruyucu kabuğu, bu kabuğun içinde ceviz
içi ve ceviz içinin de bir posası; bir de yağı ve özü vardır. İmanın birinci
katmanı sadece sözden ibaret olan, kalbe inmemiş, muhtevaya inanılmayan
münafığın imanıdır ki buna iman bile denemez.
İkincisi, taklidî olarak inanan, günlük yaşayışta, tutum ve
davranışlarında etkisini gösteremeyen sıradan insanların imanıdır. Bu iman
sahibi, hadiseleri ve sebepleri görür. Taklidî olarak bir yaratıcı tarafından
çekip çevrildiğini söyler, fakat bu inancı tam bir hal ve hayat tarzı
derecesine yükselmemiştir. Onun için sebeplere takılıp kalır.
Üçüncüsü, tahkik ehli olan ve biraz daha manevi derece katetmiş
bulunan has kulların imanıdır. Bu mertebede kişi çokluğu görüyor, fakat bütün o
çokluğun bir birlik tarafından idare edildiğini de görüyor. Bu iman sahibinin
gözünde her şey İlahi icraatlara birer aynadır. Bu kimse huzur-u daimî sahibidir.
Dördüncüsü ise, eşya ve hadiseleri inkar etmemekle beraber bunları
birer gölge, içlerinde faaliyet gösteren, tecelli eden, akıp duran ilahi
isimlere birer saydam cam boru gibi görür. Bu iman mertebesi hassu’l-havassın
imanıdır.
İşte, tevekkül, sadece imanın son iki mertebesi için söz
konusudur. İmanı taklidîlikten tahkikîliğe çıkmamış, her şeyde Allah’ın kudret elinin
temasını görmeyen insanlar, tevekkül edemezler ve tevekkülü tam olarak
anlayamazlar.
İmam Gazali, kuvvetli bir itikadın
ve taklidî imanın da tevekküle temel olabileceğini söylemekle beraber, tahkiki
bir imanı tavsiye eder ve böyle bir iman sahibinin gözünden perde kalksa, yakin
ve kesin kanaatinde bir artma olmayacağını, ancak vuzuh ve netliği
kazanabileceğini söyler. Bunun için, alaca karanlığında bir insan gören
kimsenin bu konudaki kanaati gün doğarken de değişmemekle beraber, gördüğü
insanın özellikleri hakkındaki malumatı artan bir kimseyi misal gösterir. Tahkiki
iman sahibi bir kimse ile gözünün gördüğüne inanan (bir nevi aklı gözünde olan)
bir kimsenin imanı arasındaki farkı da Firavun’un arkadaşları olan
sihirbazlarla, Samiri’nin arkadaşlarını misal getirerek açıklar. Firavun’un
arkadaşları olan sihirbazlar, uzun süreli gözlemleri ve tecrübeleri sayesinde,
sihrin nihai sınırını bildikleri için meselenin perde arkasını ve halinin
hakikatini görerek, Mısır’dan sihrin sınırını aşan mucizeyi öyle bir iman
getirdiler ki, Firavun’un “Mutlaka ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama
keseceğim, sonra da hepinizi asacağım!” (Araf 124) şeklindeki tehditlerine önem
vermez oldular ve buna şöyle karşılık verdiler: “Onlar: Biz zaten Rabbimize
döneceğiz. Sen sadece Rabbimizin âyetleri bize geldiğinde onlara inandığımız
için bizden intikam alıyorsun. Ey Rabbimiz! Bize bol bol sabır ver, müslüman
olarak canımızı al, dediler.” (Araf 125-126). Samiri’nin arkadaşları ise, imanları
sadece, Musa (as)’ın asasının yılana dönüşmesini görmeye dayalı olduğundan, Samiri’nin
yaptığı buzağı heykelinin de ses çıkardığını görür görmez değiştiler ve Samiri’nin: “İşte,
dediler, bu, sizin de, Musa'nın da tanrısıdır!” (Ta-ha 88) sözünü işitince
ona kulak verdiler. Söz konusu heykelin, kendilerine ne bir fayda, ne bir zarar
dokunduramayacağını unuttular. Demek ki, sadece asanın ejderhaya dönüştüğünü
gördüğü için iman getiren kişi, altından imal edilmiş buzağı heykelinin ses
çıkardığını görünce de küfre
sapar.
Kainatta Allah’tan başka fail, O’ndan başka rızık verici
olmadığına, zenginlik ve fakirlik başta olmak üzere O’nun kul hakkında takdir
buyurduğu her şeyin bizzat kulun kendisi hakkında arzu ve temenni ettiğinden
daha hayırlı olduğuna kesin olarak inanmadıkça kişi tevekkül sahibi olamaz. Tevekkül,
bu noktalarda Allah’a olan imanın kuvvetine dayanır.
Bir insanın Allah’a olan imanı arttıkça, bu konudaki marifeti
ziyadeleştikçe, Allah’a olan itimat, güven ve tevekkülü de kuvvetlenir. Bunu
Said Nursi şöyle formüle etmiştir: “İman tevhidi, tevhit teslimi, teslim
tevekkülü, tevekkül ise iki dünya saadetini semere verir.” (Nursi,
Mektubat s. 477)
c)
Kader ile
İlişkisi
Sehl bin Abdullah: “Çalışıp kazanma esasını tenkit eden (Allah tarafından
konulan) kanunları tenkit etmiş olur, tevekkülü tenkit eden (kadere) imanı tenkit
etmiş olur” demiştir. (Kuşeyri Risalesi s. 306)
İslam kahramanlarından biri harbe giderken vezirleri: “Sen galip
geleceksin, Allah seni muzaffer edecek” demişler. O da: “ Ben Allah’ın emriyle
cihat yolunda hareket etmeye memurum. Allah’ın vazifesine karışmam; muzaffer
etmek veya mağlup etmek O’nun vazifesidir” demiştir. Yine rivayet edilir ki,
şeytan, Hz. İsa (as)’a: “Mademki ecel ve her şey Allah’ın takdiriyledir, sen
kendini yüksek bir yerden at bakalım nasıl öleceksin!” demiş. O da şu güzel
cevabı vermiştir: “Allah, kullarını tecrübe eder, kulun Allah’ı tecrübe etmeye
hakkı yoktur.” ‘Ben böyle yapsam, sen şöyle yapar mısın’ diye tecrübevari
surette Cenab-ı Hakk’ın rububiyete karşı imtihan tarzı su-i edeptir, ubudiyete
zıttır. (Said Nursi, Lemalar 121)
İnsan, kaderi bahane ederek kötü işlerini mazur gösteremez. Bu,
“Allah ile çekişmek, kulun efendisi aleyhinde delil getirmeye kalkması,
günahını kadere yüklemesi” manasına gelir. Kader insan için bir bahane olsa,
bütün insanlar için de her yaptıkları işte delil olur. O zaman insan kendisine
yapılan kötülüğü, zulmü, haksızlığı ve ahlaksızlığı hoş görmeli değil miydi? Buna
razı olacak tek insan bile olmadığına göre, aklen bile kader insana mani
olamaz. (Lütfullah Cebeci,
Kur’an’da Şer Problemi, s.211)
d) Rızık ile İlişkisi
İnsanı telaşa ve endişeye sevk eden, çoğu zaman tevekkülsüzlüğe
sürükleyen rızık meselesi, aslında üzerinde iyice düşünüldüğünde tevekkülü
kuvvetlendiren ve Allah’a itimadı güçlendiren bir husustur. Hz. Peygamber (s.a.v),
sahabelerinin şahsında ümmetine hitaben: “Allah’a hakkıyla tevekkül etseydiniz,
Allah, sabahleyin yuvasından aç çıkan, akşamleyin ise tok dönen kuşun rızkını
verdiği gibi sizin de rızkınızı verirdi” (Tirmizi,
Zühd 33) buyurmuş, kendini tam olarak Allah’ın idaresine teslim edene
hiç ummadığı yerden rızık vermeyi Allah’ın üzerine aldığını, dünyaya bel
bağlayanları ise dünyaya havale edeceğini bildirmiştir.
Şibli’ye bir adam gelerek ailesinin çokluğundan şikayet etti. O
da, “Evine git, kimin rızkı yüce Allah’a ait değilse, onu evden uzaklaştır”
dedi.
“Erzaktaki rububiyet parıltısı gösteriyor ki, ta başlangıçta o
zerreler belirlenmiş idiler, görevli idiler, o makamlar için aday idiler. Sanki,
her birisinin alnında ve cephesinde “Filan hücreciğin rızkı olacak” yazılı gibi
bir düzenliliğin varlığı her adamın alnında kader kalemiyle rızkı yazılı
olduğuna ve rızkı üstünde isminin yazılı olmasına işaret eder. (Said
Nursi, Sözler s. 523)
Bir anda sayısız varlıkların etrafında ve vücudunda rızka yönelik
bu faaliyetin devam ettiği düşünüldükçe Allah’a itimat ve tevekkül kuvvetlenir.
Hırs ve açgözlülüğün ne kadar yersiz olduğu anlaşılır. İnsanoğlunun anne
rahmindeyken ve doğumundan hemen sonra, son derece aciz ve muhtaçken unutmayan,
aslan ve kaplan gibi yırtıcı hayvanları zayıf yavrularına şefkat bağıyla
hizmetkar eden, korkak tavuğu yavrusunu koruma yolunda kahraman yapan, yavrusunu
kaptırmamak için başını tilki gibi düşmanlarına kaptıracak kadar şefkatli hale
getiren Allah, güç ve kuvvetimizin zirvesine eriştikten sonra bizi unutur mu,
rızkımızı ihmal eder mi? O halde tevekkülsüzlük ve Allah’a itimatsızlık son
derece yersiz ve çirkindir.
e) Sabır ile İlişkisi
Gazali, sabrı “züht’ten ve tevekkülden daha aşağı derece olarak
görür. Rağıp el-İsfehanî ise sabrı; rıza,
teslim, tevekkül ve kanaati içine alan geniş bir kavram olarak kabul eder. Sabır,
kuvvetli bir imanın alametidir. Her şeyin Allah’tan, Allah’tan gelen her şeyin
ise cana minnet olduğunu bilme şuurudur. Nimete karşı şımarmamak, nimet
sahibini unutmamak, azmamak için gösterilmesi gereken sabır, sıkıntı imtihanını
kazanmaktan daha zordur. Bu nedenle tevekkül mertebesine erişmek sabırdan
geçer.
f) Züht ile İlişkisi
Tevekkül sahibi olmak için öncelikle sabırlı olmak gerekir, sonra
da züht basamağı gelir, zühtten sonra da tevekküle ulaşılır.
Züht, emeli kısa tutmak (uzun ve gerçekleşmesi imkansız olan
hayalleri terketmek), hırstan ayrılmaktır. Adi şeyler yiyip, yamalı/yırtık
şeyler giymek değil. Süfyân-ı Sevrî’ye sormuşlar: “Kişi mal sahibi olmasına
rağmen zahit olabilir mi?” O da: “Evet, olabilir. Bir belaya uğrayınca sabra,
nimetle karşılaşınca şükre sarılabiliyorsa olur.” cevabını vermiştir. İbni Teymiyye
de: “Züht, ahirette sana faydası olmayacak şeyleri terketmektir. Kulu Allah’a
yaklaştıracak şeylere sırt çevirmek ise İslam’ın tanıdığı züht değildir.” (Resail
I, s.220) demiştir.
Adamın biri Hz. Peygamber (sav)’e:
“Ey Allah’ın Resulü, bana öyle bir amel göster ki, onu yerine getirdiğim zaman,
Allah’ın rızasını kazandığım gibi, insanlar tarafından da sevileyim” deyince,
Hz. Peygamber (sav): “Dünyadan yüz çevirirsen Allah seni sever, insanların
elinde olandan yüz çevirdiğin takdirde insanlar tarafından da sevilirsin”
buyurmuştur. (İbni Mace, Zühd 1)
Züht büyük küçük bütün günahlara ve Allah’ın rızası dışında kalan
şeylere iltifat etmemekle başlar, şüpheli olanlara yaklaşmamak/helalden fuzuli
olanı terk etmek ile devam eder, Allah Teâlâ’yı düşünmekten alıkoyan her şeyi
terk etmek, masivadan kalben uzaklaşmak ile son bulur. Nitekim Ebu Süleyman
ed-Daranî: “Züht, Allah Teâlâ’yı düşünmekten alıkoyan her şeyi terk etmektir” derken
tevekkülün bu nihai mertebesini kastetmiştir. Kısaca züht, “kalbin eşyadan,
eşyanın Rabbine çevrilmesi” olarak da tanımlanabilir. Zahit, sevgi ve idaresini
Allah’ın sevgi ve idaresine tâbi kılan kimsedir.
g)
Sebeplerle İlişkisi
Sehl bin Abdullah et- Tüsteri der ki: “Tevekkülün ‘sebepleri terk
etmek’ olduğunu söyleyen kimse, Resulullah (sav)’in sünnetini zedelemiştir.
Allah: ‘Ganimet olarak kazandığınızdan helal ve hoş olarak yeyin’4
buyurmuştur. Ganimet, bir çalışıp kazanmadır. Hz Peygamber (sav) de: ‘Elinin
emeği ile geçinen (muhterif) kulunu sever’ buyurmuştur. Sahabiler de sebeplere
sarılmışlardır. Bu alimlerin umumunun ve muhakkik mutasavvıfların görüşüdür.
Buna göre tevekkül, Allah’ a güvenmektir. Takdirinin yerini bulacağına
inanmaktır. Yemede içmede, düşmanlardan korunmada, silah hazırlamada, kısaca
Allah’ın mutat kanunun kullanılmasını gerektirdiği her şeyde Hz. Peygamber
(sav)’in yoluna uymaktır. Ancak mutasavvıflara göre, Allah’ı bırakıp da söz
konusu sebeplere güvenen ve kalbini onlara bağlayan kimse, tevekkül vasfını
kazanamaz ve mütevekkil isminden sıyrılmış olur.” (Kurtubi, Enfal: 2. Ayetinin
tefsirinde. II, 179)
Tevekkül, sebep ve tedbirde ihmal göstermemek şartıyla, sebebi
asla tesir sahibi görmemek, sırf Allah Teala’ ya güvenmektir. Tevekkül, “işin
sonucunu Allah Teala’ya havale etmek, işi idare etsin diye O’nun ilmine ve
murakabesine sığınmak” tır; “sebep ve tedbiri ilahlaştırmamak, insan iradesine
Allah’ın iradesinden daha çok önem ve değer vermemek, Allah’ı vekil kabul etmek
ve Vekil’e tam olarak itimat etmek” tir. Sehl b. Abdullah :” Tevekkül, Hz.
Peygamberi’ in hali, çalışıp kazanmak ise sünnetidir. Onun hali üzere bulunan ,
sünnetini kat’iyen terk etmez” demiştir. (Kuşeyri Risalesi, Dergah
Yayınları, s.303)
6. TEVEKKÜLÜN MERTEBELERİ
Kuşeyri risalesinde hocası Ebû Ali Dekkâk’ın şöyle dediğini
rivayet eder: “Tevekkül sahiplerinin üç derecesi vardır. Bunlar sırasıyla
tevekkül, teslim ve tefviz. Tevekkül eden kimse, Allah’ın (rızık) vaadine
güvenir. Teslimiyet sahibi, halini Allah’ın bilmesiyle yetinir. Tefvîz sahibi
ise, Allah’ın her hükmüne razı olur. Tevekkül başlangıç, teslimiyet orta, tefviz
ise son haldir.”
Kuşeyri risalesinde şöyle der: “Tazyî (işi zayi etmek) ile tefvîz
(işi Allah’a havale etmek) arasında fark vardır. Tazyî Allah Tealâ’nın haklarında
(emirlerini yerine getirmemekle) olur, bu kötü birşeydir. Tefvîz ise kulun
kendine ait işlerde olur, bu güzeldir.” Yani Allah Teâlâ’nın yapılmasını
emrettiği farzları terkedip, “Ben işimi Allah’a havale ettim” denmez. Haramlara
bulaşmak da böyledir. Herkes farzları bizzat yapıp haramlardan kaçınmakla
görevlidir. Bunlar yüce Allah’a ait haklardır. Onlarda tevekkül değil, istenen
emre tâbi olmak gereklidir. Kulun kendisine ait işlerde ise, işini yüce Allah’a
havale edip o nasıl isterse öyle yapsın, ben O’nun hükmüne razıyım denebilir.
Buna “tefviz” denir (Kuşeyri risalesi mütercim notu).
İmam Gazali’ye göre tevekkülün üç mertebesi vardır:
Birinci mertebesi: Bir işini birine havale eden, fakat bu havalede
kendisine de bazı işler düşen, güvendiği, vekil olarak tayin ettiği şahsın
tavsiyesine uygun bir biçimde, amaca yönelik olarak bazı hazırlıklar yapan
kimsenin durumuna benzer. Mesela davasına bakması için avukat tutan kimse,
avukatın kendisinden istediği bütün bilgi, belge ve şahitleri temin eder.
Kısaca dava ile ilgili olarak üzerine düşen her şeyi yerine getirir. Bu
kimsenin vekiline yani avukatına olan güven ve itimat, onun hakkında bildiği
olumlu niteliklere göre artar. Mesela onun son derece mesleğinin ehli, emin ve
güvenilir, meramını ifade için konuşma kabiliyetine sahip ve merhamet sahibi
olduğunu bilmesi ölçüsünde, müvekkilin itimat ve güveni artar. İşte bu misalde
olduğu gibi, Allah’ı her işinde vekil tutan bir mü’min, O’nun sonsuz ilim,
hikmet, kudret sahibi olduğunu, mü’min kulunu bizzat kendisinde daha çok
koruduğunu, merhametinin enginliğini ve herkesten daha adil ve emin bulunduğunu
bilir. Allah hakkındaki bu bilgilerin kuvveti ölçüsünde mü’minin itimat ve
tevekkülü artar. Bu mertebedeki bir mü’minin davasının neticelendirmek için
avukatının istediği bütün bilgi ve belgeleri temin eden müvekkil gibi Allah’ın
her istediğini yerine getirir. Bu şekilde sebeplere teşebbüs Allah’ın emri ve
istediği olduğu için tevekküle ters durmak şöyle dursun, bilakis onu tamamlayan
ve onun gereği olan bir tutumdur.
İkinci mertebesi: Tevekkülün bu mertebesindeki mü’minin hali, süt
çocuğun annesine karşı hali gibidir. Bu çocuk annesinden başkasını tanımaz, bir
tehlike anında ondan başkasına sığınmaz, ondan başkasına bel bağlamaz. Onun görünce kucağına atılmak ister, eteğine
yapışır ve bırakmak istemez. Yanında annesi olmadığında başına bir tehlike
gelip ağlarken, ağzından çıkan ilk kelime, “anne”dir. Sığınmak için ilk
hatırına gelen sığınak annesidir. O, annesinin kefalet, kifayet ve şefkatine
öyle güvenmiştir ki, bu onda adeta bir tabiat halindedir. Annesinin kendisi
için en büyük koruyucu olduğu temyiz ve idraki bu tabiatından gelir. İşte, bu
mertebedeki mütevekkil, tıpkı bu çocuğun kalbi, bakışı ve itimadı ile annesine
bağlı olduğu gibi Allah’a bağlıdır. Bu kimse gerçek mütevekkildir.
Tevekkülün bu kısmı ile önceki arasındaki fark şudur:
Bu kişi tevekkülde öylesine gark ve fani olmuştur ki, tevekkül
ettiğinin bile farkında değildir. Onun kalbi tevekkül ve hakikatini bile
düşünecek durumda değildir. O kendisine tevekkül ettiği Allah’tan başkasını
görmez. Kalbinde O’ndan başkasına yer yoktur. Birinci mertebedeki kişi gayreti
ve tercihiyle mütevekkildir. Tevekkülden habersiz değildir. Bilakis tevekküle
yönelmiş ve onun farkındadır. Bu bir bakıma, sadece Allah’ı mülahaza etmekten
oyalayan bir meşgaledir. Sehl bin Abdullah-ı Tüsterî’ye sorulmuş: “Tevekkülün
en aşağı derecesi nedir? O: “Boş emelleri terk etmektir” cevabını vermiştir. Bu
defa “Orta derecesi nedir?” diye sorulmuş, “Tercihini terk etmektir” cevabını
vermiş. “En yüksek derecesi nedir?” diye sorulmuş, bunu belirtmeyerek sadece:
“Orta derecesine ulaşamayan, onu anlayamaz” cevabını vermiştir.
Üçüncü mertebesi: Bu, tevekkülün en üst derecesidir. Bu derecedeki
kul, Allah’a karşı tutum ve davranışlarında, gâsilin elindeki cenaze gibidir.
Vücudunu Ezeli kudret’in hareket ettirdiği bir ölü gibi görür. İman ve yakîni o
dereceye varmıştır ki, bütün varlığının, kudret, irade, ilim ve diğer
sıfatların bir aynası, mecrası olarak müşahade eder. Bu öyle bir çocuğa benzer
ki, bilir; ağlamasa da annesi onu arayıp bulur, annesinin eteklerine asılmasa
da annesi onu kucağına alır, süt istemese de annesi onu emzirir… Bu derecedeki
mütevekkilin Allah’ın gözetim ve keremine olan itimat ve güveni o derecedir ki,
artık istemeden bile dili kesilmiştir.
Bu mertebe, imkansız değilse bile son derece nadirdir. Tevekkülün
birinci derecesi, imkana en yakın ve en devamlı olanıdır. İkinci ve üçüncü
dereceler, nadir oldukları gibi, devam etmeleri daha da nadirdir. Hatta üçüncü
derece, bir şok karşısında kanın çekilerek benzin sararmasına benzer ki, kısa
bir süre sonra yine yüze kan gelir ve beniz normal haline döner. Çünkü tabi
olan kanın vücuda yayılmasıdır. Bir şok karşısında kanın çekilmesi arızi ve
geçicidir. İnsan kalbinin, cüz’i ihtiyarını, güç ve kuvvetini ve diğer
sebepleri göz önünde bulundurması, tabii ve normal olup, bunlardan vaz geçmesi,
unutması geçicidir, devam etmez. Mütevekkil, normal hayatına döner.
Rivayet edildiğine göre, Hz. İbrahim (as) ateşe atıldığı sırada
Cebrail (as) yanına gelerek: “Bir hacetin var mı?” diye sorduğunda, Hz. İbrahim
(as) , “Sana gelince, hayır; bir ihtiyacım yok. Rabbime gelince, O zaten benim
halimi görüyor, bu bana yeter” dedi. Bu rivayeti kaydeden Gazali, tevekkülün
üçüncü ve en son mertebesi olduğunu, bu halin özellikle de devam etmesinin çok
nadir olduğunu belirtir.
7. TEVEKKÜL EDENLERİN ALAMETLERİ
a) Mütevekkil, anasının memesinden başka sığınacak bir yer bilmeyen bebek gibidir. Rabbine giden
yoldan başkasını bilmez. (Kuşeyri Risalesi, s. 308)
b) Mütevekkil kimse harama asla iltifat etmez, İlahî yasaklara
yanaşmaz. Abdullah b. Mübarek: “Haram olarak cebine bir kuruş atan kimse
mütevekkil olamaz” demiştir.
c) Kişinin malına, ticaretine, kuvvetine değil de Allah’a
mütevekkil olmasının alameti, bütün çabasına rağmen malı zayi olduğunda,
ticareti zarar ettiğinde veya işi çıkmaza girdiğinde duruma rıza göstermesi, gönül
huzurunun bozulmaması ve tedirginliğe kapılmamasıdır. Hatta huzur ve sükun
bakımından olaydan önce ve sonra kalbinin aynı olmasıdır. Bu gibi durumlarda
insan şöyle düşünmelidir:
“Rabbim bana benden
daha merhametlidir. Bütün gayretime rağmen hakkımda bunu murat etmişse, demek
ki hikmeti bunu gerektirmiştir… Hayırlısı budur… Belki de o mal, ticaret ve
kuvvet elimde kalsaydı dünyada daha büyük bir zarara veya dînî hayat ve
istikametimin bozulmasına sebep olurdu. O halde 0’ndan gelene razı olmalı, soğukkanlılığımı
korumalı ve huzurumu kaçırmamalıyım. Mevla görelim neyler, neylerse güzel
eyler.”
d) Tevekkül sahibi Allah’tan başka kimseden bir şey beklemez,
ellerine geçeni tul-i emel besleyerek biriktirmez, muhtaçlara dağıtır ve Allah
tarafından kendisine verileni reddetmez. Nitekim Sehl b. Abdullah’a göre,
tevekkülün alameti üçtür: Kimseden bir şey istememek, verileni reddetmemek, ele
geçeni biriktirmemek… (Kuşeyri Risalesi, s. 302)
Gazali mal biriktirme ile
tevekkül sınırlarının dışına çıkılıp çıkılmayacağı konusunda şu taksimatı
yapmaktadır. “Miras, kazanç vs. vasıtalarla eline bir mal geçen insanlar üç
kısma ayrılır. 1) Yiyeceği, içeceği, giyeceği ve barınması için o an kendisine
lazım olan miktarı ayırıp gerisini muhtaçlara dağıtan. 2) (Tek başına olduğu,
yani geçimiyle yükümlü kimsesi bulunmadığı halde) bir senelik veya daha fazla
bir süre için olan ihtiyaçlarına bir miktar ayıran. 3) Kırk gün ve daha fazla bir
sürelik malı ihtiyaçları için saklayan
…”
Gazali’nin bu maddeyle
ilgili görüşü kısaca şöyledir: “Bazı insanları malın varlığı Allah’tan meşgul
edip uzaklaştırırken, bazılarını da yoksulluk ve malın yokluğu meşgul eder.
Dünya malının, özünde ne varlığı ne de yokluğu yasak değildir. Hz. Peygamber
(sav), aralarında zenginin de fakirin de, tacirin de sanatkarın da bulunduğu
bütün insanlara gönderilmiştir. Onlara dini tebliğ ederken ticaret ve
sanatlarını terk etmelerini emretmemiştir. Bilakis hepsini Allah’a yönelmeye
davet etmiş, kurtuluş ve başarılarının kalplerini dünyadan çevirip Allah’a
çevirmelerinde olduğunu irşat etmiştir. Allah’a tevekkül etmenin, O’na
yönelmenin temeli kalptir. Fakirliğin kendisini Allah’tan uzaklaştıracağı kimse
için mal biriktirmek, zenginliğin kendisini oyalayacağı kimse için
biriktirmeyip dağıtmak daha iyidir.
Bütün bunlar, yalnızca kendi geçiminden sorumlu olan kimse
içindir. Çoluk çocuğunun geçimini teminle yükümlü olan kimsenin ise bir yıllık
ihtiyaçları için mal biriktirmesi onu tevekkül sahibi olmaktan çıkarmaz. Bundan
fazla bir süre için biriktirmesi mütevekkil olmaktan çıkarır. Çünkü rızkı
kazanma sebep ve vesileleri normal olarak her sene tekerrür eder. Hz. Peygamber
(sav), çoluk çocuğunun geçimi için bir yıllık mal biriktirmiştir. Bu, onun
Allah’a olan tevekkülsüzlük ve itimatsızlığından değil, ümmetine örnek olmak
içindir. Ta ki, ümmetinin zayıfları onu örnek alsınlar… Hatta, “Allah,
azimetlerinin yerine getirilmesini sevdiği gibi, ruhsatlarının yerine
getirilmesini de sever.” (Müsned II, 108, Kenzü’l-Ummal III, 34) buyurmuştur.
Hz. Peygamber (sav), ümmetinin zayıflarına örnek olsun diye böyle yapmakla
beraber, güçlüleri içinse şöyle buyurmuştur: “Allah yolunda harca ey Bilal,
Arş’ın sahibinin azaltacağından korkma!” (Taberani ve Hakim)
e) Mütevekkil
kişi, bir tehlikeye karşı tedbir alırken de belli olur. Zararı kesin veya
muhtemel olan tehlikeler vardır, bunlara karşı tedbirli olmak tevekküle ters
olmadığı gibi, Allah’ın emridir. Mesela, zararlı haşerelerin bulunduğu yerde
yatıp uyumak, sel yatağında ev yapmak, yıkılmaya yüz tutmuş duvarın dibinde oturmak
vs. hep sahibi kendisini tehlikeye maruz bıraktığı için dinen yasak
hususlardır. Bu gibi hususlarda tedbir alırken tevekkül etmek, kurtuluş için
tesiri tedbirden görmemek, Allah dilerse bütün tedbirlere rağmen kendisine
zarar verebileceğini bilmektir.
Bir de
zararı ne kesin ne galip olmayıp sadece mevhum olan hususlar vardır ki, bunlara
karşı tevekkül onlara karşı tedbiri terk etmektir. Mesela, bazı insanlar çok
küçük ihtimal de olsa, uçaklar düştüğü, gemiler battığı için uçağa ve gemiye
binmezler. Bu, tevekküle ters bir durumdur. Mütevekkil kimse, böylesine küçük
ihtimaller için tedbir olsun diye bu gibi vasıtalara binmekten kaçınmaz.
f) Gerçek
manada Allah’a tevekkül eden kişi, O’nun kendisi hakkındaki muamelesine razı
olur. Bişr-i Hafi der ki: “İnsanlardan biri, “Allah’a tevekkül ettim” der.
Halbuki Allah’a yalan söyler! Gerçekten Allah’a tevekkül etseydi, O’nun kendisi
hakkındaki muamelesine razı olurdu.” (Kuşeyri Risalesi, s. 303)
“Mütevekkil kimse, düşmanına karşı silah edindikten, hırsızlara karşı
kapısını kilitledikten ve kaybolmasın diye devesini sağlam bağladıktan sonra
tevekkül nasıl söz konusu olur?” şeklindeki bir soruya Gazali özetle şöyle
cevap veriyor:
“Bu kimse tevekkülü fiille değil, ilim ve hal iledir. İlimle
tevekkülü, mesela eğer hırsız eve girmemişse, sadece kapısını kapattığından
dolayı değil, aynı zamanda Allah’ın da menetmesiyle girmediğini bilmesidir. Nitekim
nice evler vardır ki kapısı iyice kapandığı halde bu yeterli olmamış, nice
iyice bağlanan develer vardır ki ölmüş veya kaçıp telef olmuştur. Nice silahlı
adam vardır ki öldürülmüş veya mağlup edilmiştir. Dolayısıyla sırf bu gibi
sebeplere bel bağlayıp Allah unutulmamalıdır. Sebeplere teşebbüs etmekle
beraber, sebepleri elinde bulunduran Müsebbibû’l-Esbab’a dayanılıp güvenilmelidir.
Hal ile tevekkül ise, Allah’ın malı ve canı hakkında takdir ve
hükmüne razı olmasıdır. Şöyle ki; kapısını kilitleyen kişi, geri döndüğünde
evini ve eşyasını olduğu gibi görürse, bunu Allah’ın yeni bir nimeti olarak
bilmelidir. Yok eğer bir şeylerin çalındığını görürse, kalbine bakmalıdır. Eğer
Allah’ın bunu ahiretteki sevabını ve manevi rızkını arttırmak için yaptığını
düşünerek kalben razı ve hoşnut olursa, o gerçek mütevekkildir. Yok eğer
kalbinde bir acı hissederse, tevekkül iddiasında samimi olmadığını bilsin. Çünkü
tevekkül, zühtten de ileri bir makamdır. Züht ise, dünya malından elinden
çıkana karşı üzülmeyen ve elde ettiği dünyalıktan dolayı da aşırı sevinç
göstermeyen kimse için söz konusu olabilir. Artık kaybettiği dünyalıktan dolayı
üzülen kimse nasıl mütevekkil olabilir?
Ancak bu durumda yakınmamak, durumu olur olmaz kimselere
söylememek ve üzüntüsüne katlanmak şartıyla sabır makamına sahip olabilir. Eğer
bunu da yapamıyor, kalben üzülür, diliyle yakınır, bedeniyle onu yeniden elde
etmek için çırpınırsa o bütün manevî makamlardan yoksundur.”
g) Mütevekkil kimse,
kendisindeki zararlı bir hâlin giderilmesi için çarelere başvurur ama tesiri
sebeplere vermez, Allah’tan bekler. Mesela hastalığa karşı tedavi olur; fakat
şifayı ilaçtan değil Allah’tan bilir. Tehlikeye karşı tedbir almak konusunda şu
olay da bizim için büyük dersler taşımaktadır: Hz. Ömer (ra) bazı sahabîlerle
birlikte Şam’a gitmek için yola çıkmıştı. Cabiye’ye ulaştıklarında Şam’da taun
salgınının baş gösterdiği haberini aldı. Oradakiler iki gruba ayrıldılar. Bir
kısmı: “Vebanın bulunduğu yere girmeyelim, aksi halde elimizle kendimizi
tehlikeye atmış oluruz!’’ derken, diğer grup ise: “Hayır, oraya gireceğiz,
tevekkül edeceğiz; ölümden korkup da, şu ayette (Bakara 243)
belirtilenler gibi olmayacağız.’’ dediler.
Hz. Ömer (ra)’e başvurup görüşünü sorduklarında O: ”Vebanın
bulunduğu yere girmeyecek ve geri döneceğiz.” dedi. Muhalifler kendisine, “Yüce
Allah’ın takdirinden mi kaçacağız?” dediler. O da: “Allah’ın kaderinden kaçıp
yine Allah’ın kaderine sığınacağız.” dedi. Abdurrahman bin Avf (ra), Peygamber (sav)
efendimizden Hz. Ömer (ra)’ın görüşünü destekleyen bir hadis rivâyet ettiğinde Hz.
Ömer (ra), kendi görüşü Resulullah (sav)’in hadisiyle uyuştuğu için Allah’a
hamd etti ve beraberindekilerle birlikte Cabiye’den geri döndü. (Buhari,
Tıb 30, Hiyel 13)
Eğer bu gibi durumlar, yani hastalığa karşı tedbir almamak ve
tehlikeden kaçmamak tevekkülden olsaydı en yüksek manevi makamlardan biri olan
tevekkülden uzak kalmada bu kadar sahabî ittifak eder miydi?
Kısaca belirtmek gerekirse, tedavi olmanın tevekküle mâni hiçbir
tarafı yoktur. Yeter ki şifa ilaç ve tedavide değil, ilacın ve bütün kainatın
yaratıcısından beklenmeli, günah işlemek için sağlığa kavuşma
hedeflenmemelidir. Ayrıca mevhum ve asılsız tedavi yollarına başvurmak da tevekküle
terstir. Gerçek ve kamil bir mü’min ne tesiri ilaçtan bekler, ne de şifaya
kavuşup günah işlemeye niyet eder. Tıpkı doymayı ekmekten, susuzluğun
giderilmesini sudan beklemediği gibi… Tedavi olmak da çalışıp mal kazanmak
gibidir. Allah’a itaat etmek için çalışıp kazanmak, itaat hükmünü alır. Günahlı
yollara harcanmak için çalışıp kazanmak da günah ve haramdır. Mübah yollara
harcamak, meşru şekilde yemek içmek için çalışıp kazanmak da meşru ve helaldir.
h) Mütevekkil kişi, Allah’ın kendisine olan vekaletine gönül
hoşluğu ile rıza gösterir. Yahya bin Muaz’a: “İnsan ne zaman mütevekkil olur?”
diye sorulmuş, o da: “Yüce Allah’ın kendisinin vekili olduğuna gönül hoşluğuyla
rıza gösterdiği zaman” cevabını vermiştir. (Kuşeyri Risalesi, s.
304)
i) Mütevekkil kişi, kalbiyle Allah Teâlâ’ya bağlanır, bedeniyle
ibadetle meşguldür, Allah’ı her şeye kâfi görür. Allah tarafından bir şey
verilirse şükreder, verilmezse sabreder. Serrac: “Tevekkülün şartı, Ebu Turab Nahşebî’nin
şu sözüdür: “Bedeni kulluğun içine atmak, kalble Allah’a bağlanmak, Allah
kafidir diye itminan içinde bulunmak, verilirse şükretmek, verilmezse sabretmek
tevekkülün şartıdır.” demiştir.
j) Tevekkül sahibinin gözünde dünyalığın azalmasıyla çoğalması
arasında fark yoktur. Ne varlıkla övünür, ne de yoklukla yerinir. Kuşeyrî’nin
kaydettiğine göre tevekkül, insana göre dünyalığın azalması hâli ile çoğalması
hâlinin diğerine eşit olmasıdır. (Kuşeyri Risalesi, s. 305)
k) Hakiki mütevekkil, bulunduğu muhitte kendisinden daha muhtaç ve
hak sahibi varsa zevk ve sefa içinde hayat geçirmez, imkânlarını onlarla
paylaşır.
l) Tevekkül sahibi insan ihtirastan uzaktır. Mütevekkil kanaat
sahibidir, aç gözlülük etmez. Bir neticenin elde edilmesinde üzerine düşeni
yapar, neticenin gerçekleşmesi konusunda acele etmez.
m) Tevekkül sahibi kimse, gerek kedisinin gerekse aile fertlerinin
geçiminden endişeye kapılmaz. Allah’ın rızkı garanti ettiğine inanır. Görevi
olan kulluğu yerine getirir, Rezzak olan Rabbinin vazifesine karışmaz. Adamın
biri Şiblî’ye geldi ve aile efradının çok oluşundan yakındı. Şiblî ona: “Evine
git aile efradından hangisinin rızkı Allaha ait değilse, onu evinden kov!”
dedi. (Kuşeyri Risalesi, s. 303)
8. RIZA
Yüce Allah buyurmuştur ki:
“Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah'tan razı olmuşlardır.” (Tevbe
100)
Resulullah (sav) oğlu İbrahim’in vefatı üzerine gözlerinden yaşlar
dökülünce: “Sen de mi ağlıyorsun ey Allah'ın Rasulü?’ diye soranlara, “Bu bir
merhamet göstergesidir. Gözümüz yaşarır, gönlümüz hüzün duyar. Ama asla
Rabbimiz’i razı etmeyecek söz söylemeyiz. Ey İbrahim, senin ayrılığın gerçekten
bizleri hüzünlendirdi.” diyerek cevap vermiştir. (Buhari, Cenaiz 44; Müslim,
Fedail 62; Ebu Davud, Cenaiz, 28)
Rızâ, kaza'nın hükümlerine kalbin güzel bir surette bakması ve
teslimidir. Her durum ve her işte Cenab-ı Hakk'a itimattan, kulluk vazifelerini
yerine getirmekten ibarettir.
Hakikatte, sır ve özü belli olmayan, akla aykırı ve nefse zahmetli
görünen, ilâhi kazanın hükmüne karşı kulun pozisyonu 'teslim ve rıza' olarak
meydana gelir. Çünkü o hükmün sonunda 'hayır mı, şer mi' olduğu bilinemez. Ve
onun öyle olması Allah katında kesinleşmiş ve takdir edilmiş şeyler
arasındadır.
Şu kadar var ki, günah olan şeylerden, tehlikelerden kaçmak rızaya
zıt olmaz. Belki rıza, kendisinden kaçınılması gerekli olan şeylerden
kaçmaktır, şeklinde de tarif edilmiştir (Ahmet Rıfat, Tasvîr-i Ahlâk, sh. 255).
Allah Rasûlü (sav): "Rab olarak Allah'tan, din olarak
İslâm'dan, Rasûl olarak Muhammed (sav)'den razı olan imanın tadını
tatmıştır" buyurur (Sahih-i Müslim, Abbas b. Abdil Muttalib hadisi, No:
56).
Rıza, sebebi itibari ile kesbî (kazanarak, çaba sarf ederek
meydana gelen); hakikatı itibarı ile de vehbî (Allah vergisi)’dir.
Rıza Makamı Yahya İbn Muaz'a "Kul ne zaman rıza makamına
ulaşır?" diye sorulduğunda o; "Kendinde, Allah Rasûlü (sav)'nün;
"Rab olarak Allah'tan, din olarak İslâm'dan, Rasûl olarak Muhammed
(sav)'den razı olma" prensibini uyguladığı zaman ve "Bana verirsen
kabul ederim; vermezsen razı olurum; beni terk edersen sana ibadet ederim; beni
çağırırsan icabet ederim" diye cevap verir.
Allah Teala: "Ey huzura kavuşmuş insan! Sen O'ndan hoşnut, O
da senden hoşnut olarak Rabbine dön. (Seçkin) kullarım arasına katıl ve
cennetime gir!" (Fecr, 27-30) buyurur.
Rabbine güvenen, yoluna güvenen, Allah'ın takdirine güvenen,
varlıkta ve bollukta, gizli ve açıkta, verdiğinde ve vermediğinde O'na güvenen
bir kimlikle kulluk rıza'ya ulaşır. Allah da onları rahmetine ve himayesine
alır (Seyyid Kutub, Fîzilalil-Kur ân, XVI, 207; Elmalılı M. Hamdi Yazır, Kur'an
dili, VIII, 5818).
Rıza üç derecedir:
1) Şirk'ten temizlenip Rab olarak Allah'tan razı olmaktır.
Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyruluyor: "De ki: Allah her şeyin Rabbi iken ben
ondan başka Rab mı arayacağım?" (En'am 164)
"De ki: Gökleri ve yeri yoktan var eden, yedirdiği halde
yedirilmeyen Allah´tan başkasını mı dost edineceğim!" (En'am, 14). Yine
aynı sürede geçen bir âyette: “Size Kitab’ı (Kur’an’ı) hak olarak indiren O
iken ben Allah’tan başka bir hakem mi arayacağım?” (En'am 114)
Kul için yegâne ilah, ibadete lâyık tek varlık, mabudu mutlak olan
Allah olursa, bu noktada Rab olarak Allah'tan razı olma derecesi meydana gelir.
2) Allah'tan razı olmaktır. Bu, O'nun sıfatları, fiilleri,
isimleri ve hükümlerine razı olmayı gerektirir. O da tamamıyla kaza ve takdir buyurduklarına
rıza göstermektir.
Kulluğun aslı, kulun Allah'ın rızasında ve hoşlanmadığı şeylerde
O'na uygun davranması, razı olduğu şeylerden razı olması, gazab ettiği
şeylerden hoşlanmamasıdır.
Bu derece ilk dereceyi içine alır mahiyette düzenlenmiştir.
3) Allah'ın rızasına rıza göstermektir. Kul, nefsi için ne
hoşnutsuzluk, ne de hoşnutluk görmez. Bu halde kendini, tahakkümünü terk
etmeye, ateşe bile atılsa temyizi yok etmeye sevk eder. Bu derece diğer
derecelerden en yüksek olanıdır. Bu makamda kişi, Rabbinden gelenlere yine
Rabbi’nin yardımı ile razıdır. (İbn Kayyim, Medâricu's-Salikin, Terc. Heyet,
153-203)
Kur’ân-ı Kerîm’deki rıza ile ilgili âyetlere bakıldığında rızanın
çift yönlü bir özelliğe sahip olduğu görülmektedir. Buna göre rızanın bir yönü
Allah’ın kuldan razı olması iken diğer tarafını kulun Allah’tan razı olması
oluşturur. Allah’ın kulundan razı olması itaatine karşılık onu
mükâfatlandırması, dünya ve âhirette makamını yüceltmesidir. Kulun Allah’tan
razı olması ise O’nun iradesine boyun eğmesi, kazâ ve kaderine teslimiyet
göstermesi, koyduğu hükümler ve mukadderat karşısında herhangi bir hoşnutsuzluk
ve rahatsızlık duymaması ve emrini hakkıyla yerine getirmesidir. İlâhî rıza kulun rızasının önüne geçer ve
Allah’ın kendisinden razı olmadığı kimse kullukta muvaffak olamaz. Dolayısıyla
kulun rızası Allah’ın rızasına bağlıdır ve onun sonucudur. Allah’ın kuldan razı
olması ve kulun da Allah’tan razı olmasının Allah-kul ilişkisinin zirve noktası
olarak ifade edilebilir.
9. TEVEKKÜLÜN TERCÜMANI OLAN ZİKİRLER
Kulun tevekkülünün kuvvet bulmasına ve tevekkül bilincinin her
zaman taze kalmasına vesile olan bazı zikirler:
a.
"Lâ ilâhe illallâhu vahdehu lâşerîke leh,
lehu'l mülkü ve lehu'l hamdü ve hüve alâ külli şey'in kadîr."
Anlamı: “Allah’tan başka ilah yoktur. O birdir. Hiçbir ortağı
yoktur. Hükümranlık sadece O’na mahsustur. Hamd da o’nun hakkıdır. O’nun her şeye gücü yeter”. (Buhârî Daavât
54; Müslim Zikr 28)
Gazalî bu mübarek cümleyi tevekkülün temeli olarak görür. Çünkü,
“Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur. O birdir. Hiçbir ortağı yoktur.” Cümlesi
tevhidin tercümanıdır. “Hükümranlık sadece O’na mahsustur.” cümlesi her türlü
işin O’nun tarafından çekilip çevrilmesinin tercümanıdır. “Hamd da O’nun
hakkıdır.” cümlesi , O’nun her türlü nimete sahip olduğunu ifade ediyor. Ne
zaman ki bu cümlenin manası, kişinin kalbine ayrılmaz bir vasıf olarak yerleşir
ve orada ağırlığını hissettirirse, o kişi tevekkül sahibi olur.
b.
“Lâ
havle velâ kuvvete illa billâhi’l aliyyi’l aziym.”
Hz. Peygamber (sav), Ebu
Musa el- Eş’âri (ra)’ye şöyle demiştir: “Ebu Musa! Sana cennet definelerinden
olan bir sözü bildireyim mi? Ebu Musa, bildiriniz, deyince “o, Lâ havle velâ
kuvvete illa billâh’tır.” Cevabını vermiştir. (Buharî, Daavât 67; Müslim,
Daavât 45.)
c.
“Hasbünallahü
ve ni’mel vekil.” Manası: “Allah bize kâfidir, o ne güzel vekildir.”
Abdullah İbni Abbas (ra) şöyle demiştir: Ateşe atıldığı zaman
İbrahim aleyhisselam’ın son sözü: “Allah bana yeter, o ne güzel vekildir.”
demek olmuştur. (Buhârî, Tefsîr sûre (3), 13)
10. SONUÇ
Ø
Tevekkül, çalışıp,
gayret ederek bütün tedbirleri aldıktan sonra işin hayırla neticelenmesini Allah’tan
beklemektir. Tevekkül, kalbin işidir. Fakat kalp ile güvenmek bedenen çalışmaya
mani değildir. Tevekkül, Kur’an’da örnek gösterilen Hz. Peygamber (sav)’in
hali, çalışmak ise sünnetidir. Tevekkülün sahih olması, onun sünnetine
uygun olmasına bağlıdır. Eğer, tevekkül çalışmamayı öngörseydi, pek çoğu
meslek sahibi olan peygamberler de tevekkül kapsamının dışına çıkardı.
Böyle bir anlayışa göre, Hz. Peygamber (sav)’in ashabı içinde de zengin
kimselerin bulunmaması veya zengin kişilerin, Hz. Peygamber (sav)
tarafından şiddetle kınanması gerekirdi.
Ø
Allah’ı vekil
kılan kimse, kalben Allah’a güvenir, işi kendisi yapar. Tevekkülü, kelime
anlamında olduğu gibi yanlış algılayanlar, işi de Allah’ın yapmasını
beklemişlerdir. Bu yanlış algı, tembelliğe yol açarak Müslümanların
fakirleşmesine ve başkalarına muhtaç duruma düşmesine sebep olmuştur.
Ø
Kısmete rıza,
tembellik yapmak ve rızkı başkasından beklemek değil, gereken çalışmayı
yaptıktan sonra ele geçen kısmete razı olmaktır. Kadere rıza, musibeti sabırla
karşılamayı ve teslimiyet göstermeyi, fakat daha sonra musibetin verdiği
zarardan kurtulmak için de gayret göstermeyi gerektirir.
Ø
Çalışmayı
terk etmek, yanlış tevekkül algısı olduğu gibi, kendi gücüne, tedbirine,
çalışmasına ve bir başkasına güvenmek de yanlış tevekkül algısıdır. Tevekkül,
Allah’tan başka hiçbir kimseye ve hiçbir şeye güvenmemeyi gerektirir. Iskât-ı
tedbir, tedbiri terk etmek değil, tedbire güvenmemektir.
Ø
Tevekkülde,
hadiseden önce tedbir almak ve sebeplere başvurmak; hadise anında, teslimiyet
ve rıza göstermek; hadiseden sonra da, hadisenin verdiği zararlardan kurtulmak
için çaba göstermek gerekir. Hastalığın veya başa gelen bir musibetin, insanın,
acziyetini görmesi ve bir takım dersler alması gibi faydaları olabilir. Fakat
gerekli derslerin alınmasıyla birlikte hastalıktan kurtulmanın yollarına da
bakmak gerekir. Hz. Peygamber tedavi olduğu ve tedavi olmayı emrettiği halde
tedavi olmayı terk etmek sıhhatli bir tevekkül anlayışı değildir.
Ø
Kaza-i ilâhî
karşısında tam bir teslimiyeti ifade eden rıza ilahi hüküm hangi şekilde
tecelli ederse etsin itirazsız ve şikâyetsiz teslim olmayı, her durumda kalbin
huzur ve sükûnunu muhafaza etmeyi musibeti de nimeti de hoşnutlukla karşılamayı
ifade eder. Kul Allah’ın takdirlerine rıza
göstermeli, O’nun tasarruflarına gönülden boyun eğmeli, fiillerinin hikmete
dayandığının bilincinde olmalıdır.
Ø
Rıza hali
insana huzur ve itminan kazandırdığı gibi rıza haline ulaşamamak da devamlı bir
tatminsizliğe ve mutsuzluğa neden olmaktadır. İç huzurun sağlanmasında en
etkili yol mevcut durumu kabullenmek ve teslim olmaktır. Maruz kaldığı acı,
ızdırap ve sıkıntılar karşısında insanın ümitsizliğe düşmemesi karamsarlığa
kapılmaması rıza ile mümkün olur. Rıza doğal olarak kişiyi iyimserliğe sevk
eder, insanı içine düşmesi muhtemel buhran ve krizlerden kurtarır. İnsanın
sağlıklı bir ruhsal yapıya sahip olmasını sağlar. Allah’ın kazasına ve
hükümlerine boyun eğmeyi başaran kul böylece Allah’ın rızasını da elde etmiş
olacaktır.
11.
ÖDEV
-
9. maddedeki
zikirler bir hafta boyunca namazlardan sonra yapılıp birkaç dakika tefekkür edilecek.
-
Zikirler öğrencilere
elektronik ortamda veya çıktı olarak ulaştırılacaktır.
-
http://isamveri.org/pdfdrg/D03416/2017_53/2017_53_REISB.pdf
-
https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/351011
https://www.youtube.com/watch?v=rRb-mQtLo54
Tevekkül
https://www.youtube.com/watch?v=-tGr5jBDb28
Rıza
https://www.youtube.com/watch?v=EiKpVrvqqN4
Rıza
https://www.sosyaldoku.tv/821-onemli-olan-cennet-mi-allahin-rizasi-mi/
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder