19. TEVEKKÜL ve RIZA

 

19. TEVEKKÜL ve RIZA

1.      GİRİŞ

Tevekkülün insan hayatında önemli bir yeri vardır. Tevekkül sayesinde kendisinin acizliğini fark eden insan, Allah (cc)’ın güç ve kuvvetini anlar ve sebeplere sarılarak işlerin neticesini O’na bırakır. Tevekkülün doğru anlaşılması, insanı kesbe sarılmaya ve çalışmaya, işleri neticelendiren Allah’a sığınmaya teşvik eder.

Tevekkül, Müslümanlar arasında zaman zaman yanlış anlaşılmış ve anlaşılmaya devam etmektedir. Hastalıktan tedavi olma, kesbe sarılma ve dünyevî pek çok işte tevekkülün yanlış anlaşılması, fert ve toplum hayatında yanlış düşüncelerin ortaya çıkmasına sebep olmaktadır. İfrat ve tefrit boyutuyla iki yönlü cereyan eden bu durum teslimiyet anlayışını yanlış algılanmasından kaynaklanmaktadır. Bu açıdan bakıldığında çağımız insanının ‘sebeplere aşırı sarılma’ cihetinde ilerleyen bir olumsuz durum göze çarpmaktadır. Bu hal günümüzde kişinin takdirden öte sebeplere aşırı sarılmasına, neticeyi sadece kendi cehdü gayretinin belirleyeceği yönünde aşırı güven duymasına, Allah’ın takdirini adeta kendini ‘müstağni görürcesine’ bir kenara bırakmasına yol açacak şeklinde tezahür etmektedir. Dinimiz şüphesiz bir işin olmasında gerekli gayreti göstermeyi emrederken tembellik ve miskinliği yasak eder. Bu nedenle doğru tevekkül anlayışı için, bizi hayra götürecek sebeplere sarılıp çalışırken öncelikle Allah’ın bizim yardımcımız olduğunu unutmamalı ve işin sonucunu Allah’ın neticelendirdiği bilinciyle nihayetinde meydana gelen kazaya da rıza göstermeliyiz.

 

2.      KAVRAM TAHLİLİ

Sözlükte “Allah’a güvenmek” anlamındaki vekl kökünden türeyen tevekkül “birinin işini üstüne alma, birine güvence verme; birine işini havale etme, ona güvenme” mânasına gelir. Birine güvenip dayanan kimseye mütevekkil, güvenilene vekîl denir. Kaynaklarda çoğunlukla vekil kelimesi kefille eş anlamlı gösterilmişse de Râgıb el-İsfahânî’ye göre vekil kefilden daha geneldir; her vekil kefildir, fakat her kefil vekil değildir. Tevekkül dinî ve tasavvufî bir terim olarak “bir kimsenin kendini Allah’a teslim etmesi, rızkında ve işlerinde Allah’ı kefil bilip sadece O’na güvenmesi” şeklinde tanımlanmaktadır (el-Müfredât, “vkl” md.; Lisânü’l-ʿArab, “vkl” md.; Tâcü’l-ʿarûs, “vkl” md.; Gazzâlî, IV, 259). İbn Teymiyye tevekkülün “kalbin yalnız Allah’a güvenmesi” anlamına geldiğini belirterek bunun sebeplere başvurma ve mal biriktirmeye aykırı olmadığını söyler (et-Tuḥfetü’l-ʿIrâḳıyye, s. 185). TDV İslam Ansiklopedisi, Tevekkül Maddesi

 

Gazali, tevekkülü şöyle açıklar:

“Tevekkül, ‘vekalet’ kelimesinden türemiştir. ‘Falan, işine falanı tevkil etti, işini ona havale etti ve ona güvendi’ denir. Kişi, işine vekil ettiği kimseye inanır, güvenir, onu bir kusurla itham etmez. Onda acizlik bulunmadığına kanaat getirdiği müddetçe bu hal devam eder. Tevekkül vekile itimattan ibarettir. Allah’a olan tevekkül de böyledir. Eğer gönlüne kesin bir itikat ve kanaatle gerçek failin Allah olduğuna inanır, herkese olan sonsuz rahmet ve atıfetine güvenir, ilminin / kudretinin / rahmetinin üstünde ilim, kudret ve rahmet olmadığını bilirse kalbinden yalnız O’na dayanır, başkasına yönelmez, hatta kendi kudret ve kuvvetine bile kıymet vermez.”

 

Rıza: “Hoşnut ve memnun olmak anlamındaki rıza mastarından isim olup hoşnutluk ve hoşnut olma hali” demektir. Bir şeyden hoşnut olmak ve bir şey hakkında memnuniyetini göstermek, o şeyden razı olmak demektir. Aynı kavramı şu şekilde de açıklayabiliriz: “Kulun Allah’tan gelenlere hoşnutsuzluk göstermeyerek O’ndan razı olması veya kulun Allah’ın emirlerini yerine getirmesi ve yasaklarından da sakınması neticesinde Allah’ın kulundan razı olmasıdır.”

 

 

3. KONUYLA İLGİLİ AYETLER

Kur’an-ı Kerim’de yer alan tevekkülle ilgili âyetler incelendiğinde, âyetlerin öncelikle iman-tevekkül ve tevhid-tevekkül ilişkisinden bahsettiği görülmektedir. Bu âyetlerde tevekkül fiili, bazen müminlere emir şeklinde, bazen peygamberlerin ve müminlerin ahlâkî davranışları şeklinde, bazen de peygamberlerin eğitim metotlarından biri olarak geçmektedir.

 

“Sonra şöyle dedi: Oğullarım! (Şehre)  hepiniz bir kapıdan girmeyin, ayrı ayrı kapılardan girin. Ama Allah'tan (gelecek)  hiçbir şeyi sizden savamam. Hüküm Allah'tan başkasının değildir. (Onun için)  ben yalnız O'na dayandım. Tevekkül edenler yalnız O'na dayansınlar.”  (Yusuf 67)

 

“(Onlar) sadece Rablerine tevekkül ederek sabredenlerdir.” (Nahl 42)

 

“Gerçek şu ki: İman edip de yalnız Rablerine tevekkül edenler üzerinde onun (şeytanın) bir hakimiyeti yoktur.” (Nahl 99)

 

“Andolsun ki onlara: Gökleri ve yeri kim yarattı? diye sorsan, elbette «Allah'tır» derler. De ki: Öyleyse bana söyler misiniz? Allah bana bir zarar vermek isterse, Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, O'nun verdiği zararı giderebilir mi? Yahut Allah, bana bir rahmet dilerse, onlar O'nun bu rahmetini önleyebilirler mi? De ki: Bana Allah yeter. Tevekkül edenler, ancak O'na güvenip dayanırlar.” (Zümer 38)

 

“Allah'a ve ahiret gününe inanan bir toplumun -babaları, oğulları, kardeşleri, yahut akrabaları da olsa- Allah'a ve Resûlüne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin. İşte onların kalbine Allah, iman yazmış ve katından bir ruh ile onları desteklemiştir. Onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah'tan hoşnut olmuşlardır. İşte onlar, Allah'ın tarafında olanlardır. İyi bilin ki, kurtuluşa erecekler de sadece Allah'ın tarafında olanlardır.” (Mücadele 22)

 

4. KONUYLA İLGİLİ HADİSLER

Enes b. Mâlik (ra) şöyle anlatıyor: “Bir adam, ‘Ey Allah’ın Resûlü! Devemi bağlayıp da mı Allah’a tevekkül edeyim, yoksa bağlamadan mı tevekkül edeyim?’ diye sordu. Resûlullah (sav), ‘Önce onu bağla, sonra Allah’a tevekkül et!’ buyurdu.” (Tirmizî, Sıfatü’l-Kıyâme, 60)

 

Rivayete göre, Nebi (sav) bir keresinde şu ayeti okur: “Kim Allah’a karşı takvalı olursa, o kendisine çıkış yolu gösterir ve hiç hesap etmeyeceği şekilde ona rızık bahşeder. Kim Allah’a tevekkül ederse, o kendisine yeter.” (Talak, 2-3) Ardından Ebu Zer (ra)’e şöyle der: “Eğer insanlar bu ayetin gereğini yapsalardı, kendilerine yeterdi.” (İbni Mace, Darimî)

 

Enes b. Mâlik (ra)'in naklettiğine göre, Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Kişi evinden çıkacağı zaman, ”Bismillâh, tevekkeltü alâllâh, lâ havle velâ kuvvete illâ billâh. (Allah'ın adıyla. Allah'a tevekkül ettim. Güç ve kuvvet sadece Allah'tandır.) dediğinde (ona) şöyle denilir: '(İşte şimdi) sana rehberlik edilir, ihtiyaçların karşılanır ve korunursun…’” (Ebû Dâvûd, Edeb, 102-103)

 

Resûlullah (sav)’in teheccüd namazı sırasında yaptığı uzunca bir duada şu ifadeler yer alır: “Allahım! Sana teslim oldum, sana inandım, sana tevekkül ettim, sana yöneldim” (Buhârî, “Teheccüd”, 1; Müslim, “Müsâfirîn”, 199; Ebû Dâvûd, “Salât”, 119)

 

Hz. Peygamber (sav), Mü’minûn sûresinin ilk on âyetinin nâzil olmasının ardından yaptığı bir duayı şöyle bitirmiştir: “Allahım! Bizden razı ol ve bizi senden razı olma derecesine yükselt!” (Müsned, I, 34; Tirmizî, “Tefsîr”, 23/1).

 

Resûl-i Ekrem (sav), Zeyd b. Sâbit (ra)’e öğrettiği uzunca bir duada da şöyle demiştir: “Allahım! Senden, gerçekleşen kazâ ve kaderinin sonucuna rızâ göstermeyi bana nasip etmeni dilerim” (Müsned, V, 191; Nesâî, “Sehiv”, 62)

 

Hz. Âişe (rah.) ve Hz. Ali (ra)’den rivayet edilen bir hadiste Resûlullah (sav)’in gece namazlarının sonunda yaptığı dualardan birinin, “Allahım! Senin gazabından rızâna sığınırım” diye başladığı zikredilmiştir (Müslim, “Ṣalât”, 222; Ebû Dâvûd, “Ṣalât”, 148, “Vitir”, 5).

 

Halid'in oğulları Habbe ve Sev (r. anhüm) anlatıyor: "Resûlullah (sav) bir şey tamir etmekte iken yanına girdik. O işte kendisine yardım ettik. "Başlarınız kımıldadığı müddetçe rızık hususunda yeise düşmeyin. Zira insanı annesi kıpkızıl, üzerinde hiçbir şey olmadığı halde doğurur, sonra aziz  ve  celil  olan  Allah onu her çeşit rızıkla rızıklandırır" buyurdular." (Nesaî, Zinet 96)  

 

 

5. TEVEKKÜLÜN ÇEŞİTLERİ ve İLİŞKİSİ BULUNAN BAZI KAVRAMLAR

a)     İnsan Sa’yi İle İlişkisi

      Yüce Allah: ‘‘Tedbirinizi alın’’ (Nisa 71) buyurmaktadır. Yine savaştaki korku namazı sırasında: ‘‘Silahlarını (yanlarına) alsınlar’’ (Nisa 102) buyurulmaktadır. Düşmana karşı güçlerinin yettiği kadar savaş hazırlığı yapmaları mü’minlere emredilir. Yine Cenab-ı Hak, Hz. Musa (as)’a tedbir olsun diye, ümmetini geceleyin yola çıkarıp Firavun’dan kurtulmasını emretmiştir. Yüce Allah, bir mucize eseri olarak Hz. Meryem (as)’a hurma dalını meyve ile donattıktan sonra bile, kalkıp silkelemesini istemiştir. Böylece, çalışmanın ve sebeplere başvurmanın önemine işaret buyurmuştur.

      Hz. Peygamber (sav), huzura gelen bir bedeviye devesini bağlayıp Allah’a öyle tevekkül etmesini istemiştir. Bizzat kendisi de, Mekke’den Medine’ye hicret ederken, geceleyin yola çıkmış, düşmanı yanıltmak için ters istikameti tercih etmiş ve mağarada gizlenmiştir.

      Bütün bu misaller gösteriyor ki, tevekkül, ‘‘tedbiri ve sebeplere başvurmayı terk etmek’’ değildir.

      Gazali’nin de belirttiği gibi, tevekkül sahibi olmak için üç basamak vardır: İlim , hal ve amel…

      Allah’ın, kudret ve iradesiyle ve kesin olarak müsebbebi, yani neticeyi bağladığı, onsuz neticeyi vermediği sebepler vardır. Mesela, çocuk sahibi olmak için evlenmek, güç ve kudret sahibi olmak için yemek yiyip su içmek buna örnektir. Bir insan bu sebeplere başvurmayıp neticelerinin meydana gelmesini beklerse delilik etmiş olur! Bu gibi sebepler karşısında tevekkül fiille değil, ilim ve hal iledir. İlimle tevekkül, ‘‘yiyeceği, o yiyeceğe uzanan elini, çiğneyen dişlerini, sindirmek için kuvvet ve hareketi yaratanın, yedirenin içirenin Allah olduğunu bilmek’’tir. İnsan böyle bir bilgi ve manevi hale sahip olduktan sonra çalışıp o yiyeceği kazanması, yemesi içmesi hiçbir şekilde tevekküle ters olmadığı gibi bilakis tevekkülün gereğidir. Hastalığa karşı tedavi olmak, düşmana ve tehlikelere karşı tedbir almakta böyledir.

      Kuşeyri der ki: ‘‘Malum olsun ki, tevekkülün yeri kalptir. Zahirde (tedbir ve sebeplere tevessülle çalışmak) hareketle meşgul olmak, Kalpteki tevekküle zıt değildir. Kul, takdirin Allah Teala cihetinden olduğuna gerçekten ve kesin olarak kanat getirmiş olursa, bu durumda istediği bir şeyi elde edemezse ‘O’nun takdiri buymuş’, elde ederse ‘Bu, O’nun lütfudur’ diye düşünür.’’

      Görüldüğü gibi tevekkül, sebepleri bütünen ret ve terk etmek değildir. Aksine, sebepleri kudret elinin perdesi bilip riayet etmek; onlara sarılmayı bir çeşit fiili dua sayarak neticeleri sadece Cenab-ı Hakk’tan istemek, sonuçları O’ndan bilmek ve duruma göre ya şükür veya sabretmektir.

Buna göre, bir neticeyi elde etmek için konulmuş sebepler sırasında “tevfiz=işi Allah’a havale etmek” tembelliktir; söz konusu neticenin husülünde ise, dinin teşvik ettiği tevekkül olur. Çalışmasının meyvesine ve kısmetine rıza, kanaattir; çalışma meyil ve arzusunu kuvvetlendirir. Mevcutla yetinmek himmetsizliktir. (Said Nursi, Mektubat s. 477)

Elmalılı, tefsirinde şu kıymetli açıklamayı yapar:

“Allah’tan başka insanın güvendiği her şey bir serâptan farksızdır. Bundan dolayıdır ki, kâfir ne kadar kendine güvenirse güvensin, gün gelir, olayların akışı karşısında güvenmiş olduğu noktaların hepsini kaybeder. Fakat hiçbir şeye değil, ancak Allah’a itimat eden hakiki mü’min, ölümden bile sarsılmayacak kamil bir imanla Rabbinin yüce katına gider. Fakat şunu unutmamak gerekir ki, tevekkül demek, görevin ifasını Allah’a havale etmek demek değil, emri ve kararı Allah’a bırakmaktır. Allah’ın emrini canla başla yerine getirmeye çalışmaktır. İyi bilinmelidir ki, tevekkülün belirtisi, emre gönül vermek ile vazife sevgisidir.” (Tevbe 51’in tefsiri)

 

b)     Tevhid ile İlişkisi

Gazali, tevhid ile tevekkül ilişkisine uzunca yer verir. Biz burada, o uzunca anlatımı kendi ifade ve uslubumuzla özetlemeye çalışacağız:

İman dört mertebedir. Bu mertebeler dıştan içe kabuktan öze doğru katmanlar halindedir. Tıpkı henüz ağaçtaki bir ceviz gibi… Bu cevizin, en üstte bulunan yeşil kabuğu, altında sert ve koruyucu kabuğu, bu kabuğun içinde ceviz içi ve ceviz içinin de bir posası; bir de yağı ve özü vardır. İmanın birinci katmanı sadece sözden ibaret olan, kalbe inmemiş, muhtevaya inanılmayan münafığın imanıdır ki buna iman bile denemez.

İkincisi, taklidî olarak inanan, günlük yaşayışta, tutum ve davranışlarında etkisini gösteremeyen sıradan insanların imanıdır. Bu iman sahibi, hadiseleri ve sebepleri görür. Taklidî olarak bir yaratıcı tarafından çekip çevrildiğini söyler, fakat bu inancı tam bir hal ve hayat tarzı derecesine yükselmemiştir. Onun için sebeplere takılıp kalır.

Üçüncüsü, tahkik ehli olan ve biraz daha manevi derece katetmiş bulunan has kulların imanıdır. Bu mertebede kişi çokluğu görüyor, fakat bütün o çokluğun bir birlik tarafından idare edildiğini de görüyor. Bu iman sahibinin gözünde her şey İlahi icraatlara birer aynadır. Bu kimse huzur-u daimî sahibidir.

Dördüncüsü ise, eşya ve hadiseleri inkar etmemekle beraber bunları birer gölge, içlerinde faaliyet gösteren, tecelli eden, akıp duran ilahi isimlere birer saydam cam boru gibi görür. Bu iman mertebesi hassu’l-havassın imanıdır.

İşte, tevekkül, sadece imanın son iki mertebesi için söz konusudur. İmanı taklidîlikten tahkikîliğe çıkmamış, her şeyde Allah’ın kudret elinin temasını görmeyen insanlar, tevekkül edemezler ve tevekkülü tam olarak anlayamazlar.

İmam Gazali, kuvvetli bir itikadın ve taklidî imanın da tevekküle temel olabileceğini söylemekle beraber, tahkiki bir imanı tavsiye eder ve böyle bir iman sahibinin gözünden perde kalksa, yakin ve kesin kanaatinde bir artma olmayacağını, ancak vuzuh ve netliği kazanabileceğini söyler. Bunun için, alaca karanlığında bir insan gören kimsenin bu konudaki kanaati gün doğarken de değişmemekle beraber, gördüğü insanın özellikleri hakkındaki malumatı artan bir kimseyi misal gösterir. Tahkiki iman sahibi bir kimse ile gözünün gördüğüne inanan (bir nevi aklı gözünde olan) bir kimsenin imanı arasındaki farkı da Firavun’un arkadaşları olan sihirbazlarla, Samiri’nin arkadaşlarını misal getirerek açıklar. Firavun’un arkadaşları olan sihirbazlar, uzun süreli gözlemleri ve tecrübeleri sayesinde, sihrin nihai sınırını bildikleri için meselenin perde arkasını ve halinin hakikatini görerek, Mısır’dan sihrin sınırını aşan mucizeyi öyle bir iman getirdiler ki, Firavun’un “Mutlaka ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim, sonra da hepinizi asacağım!” (Araf 124) şeklindeki tehditlerine önem vermez oldular ve buna şöyle karşılık verdiler: “Onlar: Biz zaten Rabbimize döneceğiz. Sen sadece Rabbimizin âyetleri bize geldiğinde onlara inandığımız için bizden intikam alıyorsun. Ey Rabbimiz! Bize bol bol sabır ver, müslüman olarak canımızı al, dediler.” (Araf 125-126). Samiri’nin arkadaşları ise, imanları sadece, Musa (as)’ın asasının yılana dönüşmesini görmeye dayalı olduğundan, Samiri’nin yaptığı buzağı heykelinin de ses çıkardığını görür görmez değiştiler ve Samiri’nin: “İşte, dediler, bu, sizin de, Musa'nın da tanrısıdır!” (Ta-ha 88) sözünü işitince ona kulak verdiler. Söz konusu heykelin, kendilerine ne bir fayda, ne bir zarar dokunduramayacağını unuttular. Demek ki, sadece asanın ejderhaya dönüştüğünü gördüğü için iman getiren kişi, altından imal edilmiş buzağı heykelinin ses çıkardığını görünce  de küfre sapar.

Kainatta Allah’tan başka fail, O’ndan başka rızık verici olmadığına, zenginlik ve fakirlik başta olmak üzere O’nun kul hakkında takdir buyurduğu her şeyin bizzat kulun kendisi hakkında arzu ve temenni ettiğinden daha hayırlı olduğuna kesin olarak inanmadıkça kişi tevekkül sahibi olamaz. Tevekkül, bu noktalarda Allah’a olan imanın kuvvetine dayanır.

Bir insanın Allah’a olan imanı arttıkça, bu konudaki marifeti ziyadeleştikçe, Allah’a olan itimat, güven ve tevekkülü de kuvvetlenir. Bunu Said Nursi şöyle formüle etmiştir: “İman tevhidi, tevhit teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül ise iki dünya saadetini semere verir.” (Nursi, Mektubat s. 477)

c)     Kader ile İlişkisi

Sehl bin Abdullah: “Çalışıp kazanma esasını tenkit eden (Allah tarafından konulan) kanunları tenkit etmiş olur, tevekkülü tenkit eden (kadere) imanı tenkit etmiş olur” demiştir. (Kuşeyri Risalesi s. 306)

İslam kahramanlarından biri harbe giderken vezirleri: “Sen galip geleceksin, Allah seni muzaffer edecek” demişler. O da: “ Ben Allah’ın emriyle cihat yolunda hareket etmeye memurum. Allah’ın vazifesine karışmam; muzaffer etmek veya mağlup etmek O’nun vazifesidir” demiştir. Yine rivayet edilir ki, şeytan, Hz. İsa (as)’a: “Mademki ecel ve her şey Allah’ın takdiriyledir, sen kendini yüksek bir yerden at bakalım nasıl öleceksin!” demiş. O da şu güzel cevabı vermiştir: “Allah, kullarını tecrübe eder, kulun Allah’ı tecrübe etmeye hakkı yoktur.” ‘Ben böyle yapsam, sen şöyle yapar mısın’ diye tecrübevari surette Cenab-ı Hakk’ın rububiyete karşı imtihan tarzı su-i edeptir, ubudiyete zıttır. (Said Nursi, Lemalar 121)

İnsan, kaderi bahane ederek kötü işlerini mazur gösteremez. Bu, “Allah ile çekişmek, kulun efendisi aleyhinde delil getirmeye kalkması, günahını kadere yüklemesi” manasına gelir. Kader insan için bir bahane olsa, bütün insanlar için de her yaptıkları işte delil olur. O zaman insan kendisine yapılan kötülüğü, zulmü, haksızlığı ve ahlaksızlığı hoş görmeli değil miydi? Buna razı olacak tek insan bile olmadığına göre, aklen bile kader insana mani olamaz. (Lütfullah Cebeci, Kur’an’da Şer Problemi, s.211)

d) Rızık ile İlişkisi

İnsanı telaşa ve endişeye sevk eden, çoğu zaman tevekkülsüzlüğe sürükleyen rızık meselesi, aslında üzerinde iyice düşünüldüğünde tevekkülü kuvvetlendiren ve Allah’a itimadı güçlendiren bir husustur. Hz. Peygamber (s.a.v), sahabelerinin şahsında ümmetine hitaben: “Allah’a hakkıyla tevekkül etseydiniz, Allah, sabahleyin yuvasından aç çıkan, akşamleyin ise tok dönen kuşun rızkını verdiği gibi sizin de rızkınızı verirdi” (Tirmizi, Zühd 33) buyurmuş, kendini tam olarak Allah’ın idaresine teslim edene hiç ummadığı yerden rızık vermeyi Allah’ın üzerine aldığını, dünyaya bel bağlayanları ise dünyaya havale edeceğini bildirmiştir.

Şibli’ye bir adam gelerek ailesinin çokluğundan şikayet etti. O da, “Evine git, kimin rızkı yüce Allah’a ait değilse, onu evden uzaklaştır” dedi.

“Erzaktaki rububiyet parıltısı gösteriyor ki, ta başlangıçta o zerreler belirlenmiş idiler, görevli idiler, o makamlar için aday idiler. Sanki, her birisinin alnında ve cephesinde “Filan hücreciğin rızkı olacak” yazılı gibi bir düzenliliğin varlığı her adamın alnında kader kalemiyle rızkı yazılı olduğuna ve rızkı üstünde isminin yazılı olmasına işaret eder. (Said Nursi, Sözler s. 523)

Bir anda sayısız varlıkların etrafında ve vücudunda rızka yönelik bu faaliyetin devam ettiği düşünüldükçe Allah’a itimat ve tevekkül kuvvetlenir. Hırs ve açgözlülüğün ne kadar yersiz olduğu anlaşılır. İnsanoğlunun anne rahmindeyken ve doğumundan hemen sonra, son derece aciz ve muhtaçken unutmayan, aslan ve kaplan gibi yırtıcı hayvanları zayıf yavrularına şefkat bağıyla hizmetkar eden, korkak tavuğu yavrusunu koruma yolunda kahraman yapan, yavrusunu kaptırmamak için başını tilki gibi düşmanlarına kaptıracak kadar şefkatli hale getiren Allah, güç ve kuvvetimizin zirvesine eriştikten sonra bizi unutur mu, rızkımızı ihmal eder mi? O halde tevekkülsüzlük ve Allah’a itimatsızlık son derece yersiz ve çirkindir.

e)     Sabır ile İlişkisi

Gazali, sabrı “züht’ten ve tevekkülden daha aşağı derece olarak görür. Rağıp el-İsfehanî ise sabrı;  rıza, teslim, tevekkül ve kanaati içine alan geniş bir kavram olarak kabul eder. Sabır, kuvvetli bir imanın alametidir. Her şeyin Allah’tan, Allah’tan gelen her şeyin ise cana minnet olduğunu bilme şuurudur. Nimete karşı şımarmamak, nimet sahibini unutmamak, azmamak için gösterilmesi gereken sabır, sıkıntı imtihanını kazanmaktan daha zordur. Bu nedenle tevekkül mertebesine erişmek sabırdan geçer.

f)      Züht ile İlişkisi

Tevekkül sahibi olmak için öncelikle sabırlı olmak gerekir, sonra da züht basamağı gelir, zühtten sonra da tevekküle ulaşılır.

Züht, emeli kısa tutmak (uzun ve gerçekleşmesi imkansız olan hayalleri terketmek), hırstan ayrılmaktır. Adi şeyler yiyip, yamalı/yırtık şeyler giymek değil. Süfyân-ı Sevrî’ye sormuşlar: “Kişi mal sahibi olmasına rağmen zahit olabilir mi?” O da: “Evet, olabilir. Bir belaya uğrayınca sabra, nimetle karşılaşınca şükre sarılabiliyorsa olur.” cevabını vermiştir. İbni Teymiyye de: “Züht, ahirette sana faydası olmayacak şeyleri terketmektir. Kulu Allah’a yaklaştıracak şeylere sırt çevirmek ise İslam’ın tanıdığı züht değildir.” (Resail I, s.220) demiştir.

Adamın biri Hz. Peygamber (sav)’e: “Ey Allah’ın Resulü, bana öyle bir amel göster ki, onu yerine getirdiğim zaman, Allah’ın rızasını kazandığım gibi, insanlar tarafından da sevileyim” deyince, Hz. Peygamber (sav): “Dünyadan yüz çevirirsen Allah seni sever, insanların elinde olandan yüz çevirdiğin takdirde insanlar tarafından da sevilirsin” buyurmuştur. (İbni Mace, Zühd 1)

 

Züht büyük küçük bütün günahlara ve Allah’ın rızası dışında kalan şeylere iltifat etmemekle başlar, şüpheli olanlara yaklaşmamak/helalden fuzuli olanı terk etmek ile devam eder, Allah Teâlâ’yı düşünmekten alıkoyan her şeyi terk etmek, masivadan kalben uzaklaşmak ile son bulur. Nitekim Ebu Süleyman ed-Daranî: “Züht, Allah Teâlâ’yı düşünmekten alıkoyan her şeyi terk etmektir” derken tevekkülün bu nihai mertebesini kastetmiştir. Kısaca züht, “kalbin eşyadan, eşyanın Rabbine çevrilmesi” olarak da tanımlanabilir. Zahit, sevgi ve idaresini Allah’ın sevgi ve idaresine tâbi kılan kimsedir.

g)      Sebeplerle İlişkisi

Sehl bin Abdullah et- Tüsteri der ki: “Tevekkülün ‘sebepleri terk etmek’ olduğunu söyleyen kimse, Resulullah (sav)’in sünnetini zedelemiştir. Allah: ‘Ganimet olarak kazandığınızdan helal ve hoş olarak yeyin’4 buyurmuştur. Ganimet, bir çalışıp kazanmadır. Hz Peygamber (sav) de: ‘Elinin emeği ile geçinen (muhterif) kulunu sever’ buyurmuştur. Sahabiler de sebeplere sarılmışlardır. Bu alimlerin umumunun ve muhakkik mutasavvıfların görüşüdür. Buna göre tevekkül, Allah’ a güvenmektir. Takdirinin yerini bulacağına inanmaktır. Yemede içmede, düşmanlardan korunmada, silah hazırlamada, kısaca Allah’ın mutat kanunun kullanılmasını gerektirdiği her şeyde Hz. Peygamber (sav)’in yoluna uymaktır. Ancak mutasavvıflara göre, Allah’ı bırakıp da söz konusu sebeplere güvenen ve kalbini onlara bağlayan kimse, tevekkül vasfını kazanamaz ve mütevekkil isminden sıyrılmış olur.” (Kurtubi, Enfal: 2. Ayetinin tefsirinde. II, 179)

Tevekkül, sebep ve tedbirde ihmal göstermemek şartıyla, sebebi asla tesir sahibi görmemek, sırf Allah Teala’ ya güvenmektir. Tevekkül, “işin sonucunu Allah Teala’ya havale etmek, işi idare etsin diye O’nun ilmine ve murakabesine sığınmak” tır; “sebep ve tedbiri ilahlaştırmamak, insan iradesine Allah’ın iradesinden daha çok önem ve değer vermemek, Allah’ı vekil kabul etmek ve Vekil’e tam olarak itimat etmek” tir. Sehl b. Abdullah :” Tevekkül, Hz. Peygamberi’ in hali, çalışıp kazanmak ise sünnetidir. Onun hali üzere bulunan , sünnetini kat’iyen terk etmez” demiştir. (Kuşeyri Risalesi, Dergah Yayınları, s.303) 

 

6. TEVEKKÜLÜN MERTEBELERİ

Kuşeyri risalesinde hocası Ebû Ali Dekkâk’ın şöyle dediğini rivayet eder: “Tevekkül sahiplerinin üç derecesi vardır. Bunlar sırasıyla tevekkül, teslim ve tefviz. Tevekkül eden kimse, Allah’ın (rızık) vaadine güvenir. Teslimiyet sahibi, halini Allah’ın bilmesiyle yetinir. Tefvîz sahibi ise, Allah’ın her hükmüne razı olur. Tevekkül başlangıç, teslimiyet orta, tefviz ise son haldir.”

Kuşeyri risalesinde şöyle der: “Tazyî (işi zayi etmek) ile tefvîz (işi Allah’a havale etmek) arasında fark vardır. Tazyî Allah Tealâ’nın haklarında (emirlerini yerine getirmemekle) olur, bu kötü birşeydir. Tefvîz ise kulun kendine ait işlerde olur, bu güzeldir.” Yani Allah Teâlâ’nın yapılmasını emrettiği farzları terkedip, “Ben işimi Allah’a havale ettim” denmez. Haramlara bulaşmak da böyledir. Herkes farzları bizzat yapıp haramlardan kaçınmakla görevlidir. Bunlar yüce Allah’a ait haklardır. Onlarda tevekkül değil, istenen emre tâbi olmak gereklidir. Kulun kendisine ait işlerde ise, işini yüce Allah’a havale edip o nasıl isterse öyle yapsın, ben O’nun hükmüne razıyım denebilir. Buna “tefviz” denir (Kuşeyri risalesi mütercim notu).

İmam Gazali’ye göre tevekkülün üç mertebesi vardır:

Birinci mertebesi: Bir işini birine havale eden, fakat bu havalede kendisine de bazı işler düşen, güvendiği, vekil olarak tayin ettiği şahsın tavsiyesine uygun bir biçimde, amaca yönelik olarak bazı hazırlıklar yapan kimsenin durumuna benzer. Mesela davasına bakması için avukat tutan kimse, avukatın kendisinden istediği bütün bilgi, belge ve şahitleri temin eder. Kısaca dava ile ilgili olarak üzerine düşen her şeyi yerine getirir. Bu kimsenin vekiline yani avukatına olan güven ve itimat, onun hakkında bildiği olumlu niteliklere göre artar. Mesela onun son derece mesleğinin ehli, emin ve güvenilir, meramını ifade için konuşma kabiliyetine sahip ve merhamet sahibi olduğunu bilmesi ölçüsünde, müvekkilin itimat ve güveni artar. İşte bu misalde olduğu gibi, Allah’ı her işinde vekil tutan bir mü’min, O’nun sonsuz ilim, hikmet, kudret sahibi olduğunu, mü’min kulunu bizzat kendisinde daha çok koruduğunu, merhametinin enginliğini ve herkesten daha adil ve emin bulunduğunu bilir. Allah hakkındaki bu bilgilerin kuvveti ölçüsünde mü’minin itimat ve tevekkülü artar. Bu mertebedeki bir mü’minin davasının neticelendirmek için avukatının istediği bütün bilgi ve belgeleri temin eden müvekkil gibi Allah’ın her istediğini yerine getirir. Bu şekilde sebeplere teşebbüs Allah’ın emri ve istediği olduğu için tevekküle ters durmak şöyle dursun, bilakis onu tamamlayan ve onun gereği olan bir tutumdur.

İkinci mertebesi: Tevekkülün bu mertebesindeki mü’minin hali, süt çocuğun annesine karşı hali gibidir. Bu çocuk annesinden başkasını tanımaz, bir tehlike anında ondan başkasına sığınmaz, ondan başkasına bel bağlamaz.  Onun görünce kucağına atılmak ister, eteğine yapışır ve bırakmak istemez. Yanında annesi olmadığında başına bir tehlike gelip ağlarken, ağzından çıkan ilk kelime, “anne”dir. Sığınmak için ilk hatırına gelen sığınak annesidir. O, annesinin kefalet, kifayet ve şefkatine öyle güvenmiştir ki, bu onda adeta bir tabiat halindedir. Annesinin kendisi için en büyük koruyucu olduğu temyiz ve idraki bu tabiatından gelir. İşte, bu mertebedeki mütevekkil, tıpkı bu çocuğun kalbi, bakışı ve itimadı ile annesine bağlı olduğu gibi Allah’a bağlıdır. Bu kimse gerçek mütevekkildir.

Tevekkülün bu kısmı ile önceki arasındaki fark şudur:

Bu kişi tevekkülde öylesine gark ve fani olmuştur ki, tevekkül ettiğinin bile farkında değildir. Onun kalbi tevekkül ve hakikatini bile düşünecek durumda değildir. O kendisine tevekkül ettiği Allah’tan başkasını görmez. Kalbinde O’ndan başkasına yer yoktur. Birinci mertebedeki kişi gayreti ve tercihiyle mütevekkildir. Tevekkülden habersiz değildir. Bilakis tevekküle yönelmiş ve onun farkındadır. Bu bir bakıma, sadece Allah’ı mülahaza etmekten oyalayan bir meşgaledir. Sehl bin Abdullah-ı Tüsterî’ye sorulmuş: “Tevekkülün en aşağı derecesi nedir? O: “Boş emelleri terk etmektir” cevabını vermiştir. Bu defa “Orta derecesi nedir?” diye sorulmuş, “Tercihini terk etmektir” cevabını vermiş. “En yüksek derecesi nedir?” diye sorulmuş, bunu belirtmeyerek sadece: “Orta derecesine ulaşamayan, onu anlayamaz” cevabını vermiştir.

Üçüncü mertebesi: Bu, tevekkülün en üst derecesidir. Bu derecedeki kul, Allah’a karşı tutum ve davranışlarında, gâsilin elindeki cenaze gibidir. Vücudunu Ezeli kudret’in hareket ettirdiği bir ölü gibi görür. İman ve yakîni o dereceye varmıştır ki, bütün varlığının, kudret, irade, ilim ve diğer sıfatların bir aynası, mecrası olarak müşahade eder. Bu öyle bir çocuğa benzer ki, bilir; ağlamasa da annesi onu arayıp bulur, annesinin eteklerine asılmasa da annesi onu kucağına alır, süt istemese de annesi onu emzirir… Bu derecedeki mütevekkilin Allah’ın gözetim ve keremine olan itimat ve güveni o derecedir ki, artık istemeden bile dili kesilmiştir.

Bu mertebe, imkansız değilse bile son derece nadirdir. Tevekkülün birinci derecesi, imkana en yakın ve en devamlı olanıdır. İkinci ve üçüncü dereceler, nadir oldukları gibi, devam etmeleri daha da nadirdir. Hatta üçüncü derece, bir şok karşısında kanın çekilerek benzin sararmasına benzer ki, kısa bir süre sonra yine yüze kan gelir ve beniz normal haline döner. Çünkü tabi olan kanın vücuda yayılmasıdır. Bir şok karşısında kanın çekilmesi arızi ve geçicidir. İnsan kalbinin, cüz’i ihtiyarını, güç ve kuvvetini ve diğer sebepleri göz önünde bulundurması, tabii ve normal olup, bunlardan vaz geçmesi, unutması geçicidir, devam etmez. Mütevekkil, normal hayatına döner.

Rivayet edildiğine göre, Hz. İbrahim (as) ateşe atıldığı sırada Cebrail (as) yanına gelerek: “Bir hacetin var mı?” diye sorduğunda, Hz. İbrahim (as) , “Sana gelince, hayır; bir ihtiyacım yok. Rabbime gelince, O zaten benim halimi görüyor, bu bana yeter” dedi. Bu rivayeti kaydeden Gazali, tevekkülün üçüncü ve en son mertebesi olduğunu, bu halin özellikle de devam etmesinin çok nadir olduğunu belirtir.

 

7. TEVEKKÜL EDENLERİN ALAMETLERİ    

a) Mütevekkil, anasının memesinden başka sığınacak  bir yer bilmeyen bebek gibidir. Rabbine giden yoldan başkasını bilmez. (Kuşeyri Risalesi, s. 308)

b) Mütevekkil kimse harama asla iltifat etmez, İlahî yasaklara yanaşmaz. Abdullah b. Mübarek: “Haram olarak cebine bir kuruş atan kimse mütevekkil olamaz” demiştir.

c) Kişinin malına, ticaretine, kuvvetine değil de Allah’a mütevekkil olmasının alameti, bütün çabasına rağmen malı zayi olduğunda, ticareti zarar ettiğinde veya işi çıkmaza girdiğinde duruma rıza göstermesi, gönül huzurunun bozulmaması ve tedirginliğe kapılmamasıdır. Hatta huzur ve sükun bakımından olaydan önce ve sonra kalbinin aynı olmasıdır. Bu gibi durumlarda insan şöyle düşünmelidir:

     “Rabbim bana benden daha merhametlidir. Bütün gayretime rağmen hakkımda bunu murat etmişse, demek ki hikmeti bunu gerektirmiştir… Hayırlısı budur… Belki de o mal, ticaret ve kuvvet elimde kalsaydı dünyada daha büyük bir zarara veya dînî hayat ve istikametimin bozulmasına sebep olurdu. O halde 0’ndan gelene razı olmalı, soğukkanlılığımı korumalı ve huzurumu kaçırmamalıyım. Mevla görelim neyler, neylerse güzel eyler.”

d) Tevekkül sahibi Allah’tan başka kimseden bir şey beklemez, ellerine geçeni tul-i emel besleyerek biriktirmez, muhtaçlara dağıtır ve Allah tarafından kendisine verileni reddetmez. Nitekim Sehl b. Abdullah’a göre, tevekkülün alameti üçtür: Kimseden bir şey istememek, verileni reddetmemek, ele geçeni biriktirmemek… (Kuşeyri Risalesi, s. 302)

   Gazali mal biriktirme ile tevekkül sınırlarının dışına çıkılıp çıkılmayacağı konusunda şu taksimatı yapmaktadır. “Miras, kazanç vs. vasıtalarla eline bir mal geçen insanlar üç kısma ayrılır. 1) Yiyeceği, içeceği, giyeceği ve barınması için o an kendisine lazım olan miktarı ayırıp gerisini muhtaçlara dağıtan. 2) (Tek başına olduğu, yani geçimiyle yükümlü kimsesi bulunmadığı halde) bir senelik veya daha fazla bir süre için olan ihtiyaçlarına bir miktar ayıran. 3) Kırk gün ve daha fazla bir sürelik malı ihtiyaçları için  saklayan …”

    Gazali’nin bu maddeyle ilgili görüşü kısaca şöyledir: “Bazı insanları malın varlığı Allah’tan meşgul edip uzaklaştırırken, bazılarını da yoksulluk ve malın yokluğu meşgul eder. Dünya malının, özünde ne varlığı ne de yokluğu yasak değildir. Hz. Peygamber (sav), aralarında zenginin de fakirin de, tacirin de sanatkarın da bulunduğu bütün insanlara gönderilmiştir. Onlara dini tebliğ ederken ticaret ve sanatlarını terk etmelerini emretmemiştir. Bilakis hepsini Allah’a yönelmeye davet etmiş, kurtuluş ve başarılarının kalplerini dünyadan çevirip Allah’a çevirmelerinde olduğunu irşat etmiştir. Allah’a tevekkül etmenin, O’na yönelmenin temeli kalptir. Fakirliğin kendisini Allah’tan uzaklaştıracağı kimse için mal biriktirmek, zenginliğin kendisini oyalayacağı kimse için biriktirmeyip dağıtmak daha iyidir. 

Bütün bunlar, yalnızca kendi geçiminden sorumlu olan kimse içindir. Çoluk çocuğunun geçimini teminle yükümlü olan kimsenin ise bir yıllık ihtiyaçları için mal biriktirmesi onu tevekkül sahibi olmaktan çıkarmaz. Bundan fazla bir süre için biriktirmesi mütevekkil olmaktan çıkarır. Çünkü rızkı kazanma sebep ve vesileleri normal olarak her sene tekerrür eder. Hz. Peygamber (sav), çoluk çocuğunun geçimi için bir yıllık mal biriktirmiştir. Bu, onun Allah’a olan tevekkülsüzlük ve itimatsızlığından değil, ümmetine örnek olmak içindir. Ta ki, ümmetinin zayıfları onu örnek alsınlar… Hatta, “Allah, azimetlerinin yerine getirilmesini sevdiği gibi, ruhsatlarının yerine getirilmesini de sever.” (Müsned II, 108, Kenzü’l-Ummal III, 34) buyurmuştur. Hz. Peygamber (sav), ümmetinin zayıflarına örnek olsun diye böyle yapmakla beraber, güçlüleri içinse şöyle buyurmuştur: “Allah yolunda harca ey Bilal, Arş’ın sahibinin azaltacağından korkma!” (Taberani ve Hakim)

e) Mütevekkil kişi, bir tehlikeye karşı tedbir alırken de belli olur. Zararı kesin veya muhtemel olan tehlikeler vardır, bunlara karşı tedbirli olmak tevekküle ters olmadığı gibi, Allah’ın emridir. Mesela, zararlı haşerelerin bulunduğu yerde yatıp uyumak, sel yatağında ev yapmak, yıkılmaya yüz tutmuş duvarın dibinde oturmak vs. hep sahibi kendisini tehlikeye maruz bıraktığı için dinen yasak hususlardır. Bu gibi hususlarda tedbir alırken tevekkül etmek, kurtuluş için tesiri tedbirden görmemek, Allah dilerse bütün tedbirlere rağmen kendisine zarar verebileceğini bilmektir.

Bir de zararı ne kesin ne galip olmayıp sadece mevhum olan hususlar vardır ki, bunlara karşı tevekkül onlara karşı tedbiri terk etmektir. Mesela, bazı insanlar çok küçük ihtimal de olsa, uçaklar düştüğü, gemiler battığı için uçağa ve gemiye binmezler. Bu, tevekküle ters bir durumdur. Mütevekkil kimse, böylesine küçük ihtimaller için tedbir olsun diye bu gibi vasıtalara binmekten kaçınmaz.

 

f) Gerçek manada Allah’a tevekkül eden kişi, O’nun kendisi hakkındaki muamelesine razı olur. Bişr-i Hafi der ki: “İnsanlardan biri, “Allah’a tevekkül ettim” der. Halbuki Allah’a yalan söyler! Gerçekten Allah’a tevekkül etseydi, O’nun kendisi hakkındaki muamelesine razı olurdu.” (Kuşeyri Risalesi, s. 303)

“Mütevekkil kimse, düşmanına karşı silah edindikten, hırsızlara karşı kapısını kilitledikten ve kaybolmasın diye devesini sağlam bağladıktan sonra tevekkül nasıl söz konusu olur?” şeklindeki bir soruya Gazali özetle şöyle cevap veriyor:

“Bu kimse tevekkülü fiille değil, ilim ve hal iledir. İlimle tevekkülü, mesela eğer hırsız eve girmemişse, sadece kapısını kapattığından dolayı değil, aynı zamanda Allah’ın da menetmesiyle girmediğini bilmesidir. Nitekim nice evler vardır ki kapısı iyice kapandığı halde bu yeterli olmamış, nice iyice bağlanan develer vardır ki ölmüş veya kaçıp telef olmuştur. Nice silahlı adam vardır ki öldürülmüş veya mağlup edilmiştir. Dolayısıyla sırf bu gibi sebeplere bel bağlayıp Allah unutulmamalıdır. Sebeplere teşebbüs etmekle beraber, sebepleri elinde bulunduran Müsebbibû’l-Esbab’a dayanılıp güvenilmelidir.

Hal ile tevekkül ise, Allah’ın malı ve canı hakkında takdir ve hükmüne razı olmasıdır. Şöyle ki; kapısını kilitleyen kişi, geri döndüğünde evini ve eşyasını olduğu gibi görürse, bunu Allah’ın yeni bir nimeti olarak bilmelidir. Yok eğer bir şeylerin çalındığını görürse, kalbine bakmalıdır. Eğer Allah’ın bunu ahiretteki sevabını ve manevi rızkını arttırmak için yaptığını düşünerek kalben razı ve hoşnut olursa, o gerçek mütevekkildir. Yok eğer kalbinde bir acı hissederse, tevekkül iddiasında samimi olmadığını bilsin. Çünkü tevekkül, zühtten de ileri bir makamdır. Züht ise, dünya malından elinden çıkana karşı üzülmeyen ve elde ettiği dünyalıktan dolayı da aşırı sevinç göstermeyen kimse için söz konusu olabilir. Artık kaybettiği dünyalıktan dolayı üzülen kimse nasıl mütevekkil olabilir?

Ancak bu durumda yakınmamak, durumu olur olmaz kimselere söylememek ve üzüntüsüne katlanmak şartıyla sabır makamına sahip olabilir. Eğer bunu da yapamıyor, kalben üzülür, diliyle yakınır, bedeniyle onu yeniden elde etmek için çırpınırsa o bütün manevî makamlardan yoksundur.”

 g) Mütevekkil kimse, kendisindeki zararlı bir hâlin giderilmesi için çarelere başvurur ama tesiri sebeplere vermez, Allah’tan bekler. Mesela hastalığa karşı tedavi olur; fakat şifayı ilaçtan değil Allah’tan bilir. Tehlikeye karşı tedbir almak konusunda şu olay da bizim için büyük dersler taşımaktadır: Hz. Ömer (ra) bazı sahabîlerle birlikte Şam’a gitmek için yola çıkmıştı. Cabiye’ye ulaştıklarında Şam’da taun salgınının baş gösterdiği haberini aldı. Oradakiler iki gruba ayrıldılar. Bir kısmı: “Vebanın bulunduğu yere girmeyelim, aksi halde elimizle kendimizi tehlikeye atmış oluruz!’’ derken, diğer grup ise: “Hayır, oraya gireceğiz, tevekkül edeceğiz; ölümden korkup da, şu ayette (Bakara 243) belirtilenler gibi olmayacağız.’’ dediler.

Hz. Ömer (ra)’e başvurup görüşünü sorduklarında O: ”Vebanın bulunduğu yere girmeyecek ve geri döneceğiz.” dedi. Muhalifler kendisine, “Yüce Allah’ın takdirinden mi kaçacağız?” dediler. O da: “Allah’ın kaderinden kaçıp yine Allah’ın kaderine sığınacağız.” dedi. Abdurrahman bin Avf (ra), Peygamber (sav) efendimizden Hz. Ömer (ra)’ın görüşünü destekleyen bir hadis rivâyet ettiğinde Hz. Ömer (ra), kendi görüşü Resulullah (sav)’in hadisiyle uyuştuğu için Allah’a hamd etti ve beraberindekilerle birlikte Cabiye’den geri döndü. (Buhari, Tıb 30, Hiyel 13)

Eğer bu gibi durumlar, yani hastalığa karşı tedbir almamak ve tehlikeden kaçmamak tevekkülden olsaydı en yüksek manevi makamlardan biri olan tevekkülden uzak kalmada bu kadar sahabî ittifak eder miydi?

Kısaca belirtmek gerekirse, tedavi olmanın tevekküle mâni hiçbir tarafı yoktur. Yeter ki şifa ilaç ve tedavide değil, ilacın ve bütün kainatın yaratıcısından beklenmeli, günah işlemek için sağlığa kavuşma hedeflenmemelidir. Ayrıca mevhum ve asılsız tedavi yollarına başvurmak da tevekküle terstir. Gerçek ve kamil bir mü’min ne tesiri ilaçtan bekler, ne de şifaya kavuşup günah işlemeye niyet eder. Tıpkı doymayı ekmekten, susuzluğun giderilmesini sudan beklemediği gibi… Tedavi olmak da çalışıp mal kazanmak gibidir. Allah’a itaat etmek için çalışıp kazanmak, itaat hükmünü alır. Günahlı yollara harcanmak için çalışıp kazanmak da günah ve haramdır. Mübah yollara harcamak, meşru şekilde yemek içmek için çalışıp kazanmak da meşru ve helaldir.

h) Mütevekkil kişi, Allah’ın kendisine olan vekaletine gönül hoşluğu ile rıza gösterir. Yahya bin Muaz’a: “İnsan ne zaman mütevekkil olur?” diye sorulmuş, o da: “Yüce Allah’ın kendisinin vekili olduğuna gönül hoşluğuyla rıza gösterdiği zaman” cevabını vermiştir. (Kuşeyri Risalesi, s. 304)

i) Mütevekkil kişi, kalbiyle Allah Teâlâ’ya bağlanır, bedeniyle ibadetle meşguldür, Allah’ı her şeye kâfi görür. Allah tarafından bir şey verilirse şükreder, verilmezse sabreder. Serrac: “Tevekkülün şartı, Ebu Turab Nahşebî’nin şu sözüdür: “Bedeni kulluğun içine atmak, kalble Allah’a bağlanmak, Allah kafidir diye itminan içinde bulunmak, verilirse şükretmek, verilmezse sabretmek tevekkülün şartıdır.” demiştir.

j) Tevekkül sahibinin gözünde dünyalığın azalmasıyla çoğalması arasında fark yoktur. Ne varlıkla övünür, ne de yoklukla yerinir. Kuşeyrî’nin kaydettiğine göre tevekkül, insana göre dünyalığın azalması hâli ile çoğalması hâlinin diğerine eşit olmasıdır. (Kuşeyri Risalesi, s. 305)

k) Hakiki mütevekkil, bulunduğu muhitte kendisinden daha muhtaç ve hak sahibi varsa zevk ve sefa içinde hayat geçirmez, imkânlarını onlarla paylaşır.

l) Tevekkül sahibi insan ihtirastan uzaktır. Mütevekkil kanaat sahibidir, aç gözlülük etmez. Bir neticenin elde edilmesinde üzerine düşeni yapar, neticenin gerçekleşmesi konusunda acele etmez.

m) Tevekkül sahibi kimse, gerek kedisinin gerekse aile fertlerinin geçiminden endişeye kapılmaz. Allah’ın rızkı garanti ettiğine inanır. Görevi olan kulluğu yerine getirir, Rezzak olan Rabbinin vazifesine karışmaz. Adamın biri Şiblî’ye geldi ve aile efradının çok oluşundan yakındı. Şiblî ona: “Evine git aile efradından hangisinin rızkı Allaha ait değilse, onu evinden kov!” dedi. (Kuşeyri Risalesi, s. 303)

 

 

8. RIZA

 Yüce Allah buyurmuştur ki: “Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah'tan razı olmuşlardır.” (Tevbe 100)

Resulullah (sav) oğlu İbrahim’in vefatı üzerine gözlerinden yaşlar dökülünce: “Sen de mi ağlıyorsun ey Allah'ın Rasulü?’ diye soranlara, “Bu bir merhamet göstergesidir. Gözümüz yaşarır, gönlümüz hüzün duyar. Ama asla Rabbimiz’i razı etmeyecek söz söylemeyiz. Ey İbrahim, senin ayrılığın gerçekten bizleri hüzünlendirdi.” diyerek cevap vermiştir. (Buhari, Cenaiz 44; Müslim, Fedail 62; Ebu Davud, Cenaiz, 28)

Rızâ, kaza'nın hükümlerine kalbin güzel bir surette bakması ve teslimidir. Her durum ve her işte Cenab-ı Hakk'a itimattan, kulluk vazifelerini yerine getirmekten ibarettir.

Hakikatte, sır ve özü belli olmayan, akla aykırı ve nefse zahmetli görünen, ilâhi kazanın hükmüne karşı kulun pozisyonu 'teslim ve rıza' olarak meydana gelir. Çünkü o hükmün sonunda 'hayır mı, şer mi' olduğu bilinemez. Ve onun öyle olması Allah katında kesinleşmiş ve takdir edilmiş şeyler arasındadır.

Şu kadar var ki, günah olan şeylerden, tehlikelerden kaçmak rızaya zıt olmaz. Belki rıza, kendisinden kaçınılması gerekli olan şeylerden kaçmaktır, şeklinde de tarif edilmiştir (Ahmet Rıfat, Tasvîr-i Ahlâk, sh. 255).

Allah Rasûlü (sav): "Rab olarak Allah'tan, din olarak İslâm'dan, Rasûl olarak Muhammed (sav)'den razı olan imanın tadını tatmıştır" buyurur (Sahih-i Müslim, Abbas b. Abdil Muttalib hadisi, No: 56).

Rıza, sebebi itibari ile kesbî (kazanarak, çaba sarf ederek meydana gelen); hakikatı itibarı ile de vehbî (Allah vergisi)’dir.

Rıza Makamı Yahya İbn Muaz'a "Kul ne zaman rıza makamına ulaşır?" diye sorulduğunda o; "Kendinde, Allah Rasûlü (sav)'nün; "Rab olarak Allah'tan, din olarak İslâm'dan, Rasûl olarak Muhammed (sav)'den razı olma" prensibini uyguladığı zaman ve "Bana verirsen kabul ederim; vermezsen razı olurum; beni terk edersen sana ibadet ederim; beni çağırırsan icabet ederim" diye cevap verir.

Allah Teala: "Ey huzura kavuşmuş insan! Sen O'ndan hoşnut, O da senden hoşnut olarak Rabbine dön. (Seçkin) kullarım arasına katıl ve cennetime gir!" (Fecr, 27-30) buyurur.

Rabbine güvenen, yoluna güvenen, Allah'ın takdirine güvenen, varlıkta ve bollukta, gizli ve açıkta, verdiğinde ve vermediğinde O'na güvenen bir kimlikle kulluk rıza'ya ulaşır. Allah da onları rahmetine ve himayesine alır (Seyyid Kutub, Fîzilalil-Kur ân, XVI, 207; Elmalılı M. Hamdi Yazır, Kur'an dili, VIII, 5818).

Rıza üç derecedir:

1) Şirk'ten temizlenip Rab olarak Allah'tan razı olmaktır. Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyruluyor: "De ki: Allah her şeyin Rabbi iken ben ondan başka Rab mı arayacağım?" (En'am 164)

"De ki: Gökleri ve yeri yoktan var eden, yedirdiği halde yedirilmeyen Allah´tan başkasını mı dost edineceğim!" (En'am, 14). Yine aynı sürede geçen bir âyette: “Size Kitab’ı (Kur’an’ı) hak olarak indiren O iken ben Allah’tan başka bir hakem mi arayacağım?” (En'am 114)

Kul için yegâne ilah, ibadete lâyık tek varlık, mabudu mutlak olan Allah olursa, bu noktada Rab olarak Allah'tan razı olma derecesi meydana gelir.

2) Allah'tan razı olmaktır. Bu, O'nun sıfatları, fiilleri, isimleri ve hükümlerine razı olmayı gerektirir. O da tamamıyla kaza ve takdir buyurduklarına rıza göstermektir.

Kulluğun aslı, kulun Allah'ın rızasında ve hoşlanmadığı şeylerde O'na uygun davranması, razı olduğu şeylerden razı olması, gazab ettiği şeylerden hoşlanmamasıdır.

Bu derece ilk dereceyi içine alır mahiyette düzenlenmiştir.

3) Allah'ın rızasına rıza göstermektir. Kul, nefsi için ne hoşnutsuzluk, ne de hoşnutluk görmez. Bu halde kendini, tahakkümünü terk etmeye, ateşe bile atılsa temyizi yok etmeye sevk eder. Bu derece diğer derecelerden en yüksek olanıdır. Bu makamda kişi, Rabbinden gelenlere yine Rabbi’nin yardımı ile razıdır. (İbn Kayyim, Medâricu's-Salikin, Terc. Heyet, 153-203)

Kur’ân-ı Kerîm’deki rıza ile ilgili âyetlere bakıldığında rızanın çift yönlü bir özelliğe sahip olduğu görülmektedir. Buna göre rızanın bir yönü Allah’ın kuldan razı olması iken diğer tarafını kulun Allah’tan razı olması oluşturur. Allah’ın kulundan razı olması itaatine karşılık onu mükâfatlandırması, dünya ve âhirette makamını yüceltmesidir. Kulun Allah’tan razı olması ise O’nun iradesine boyun eğmesi, kazâ ve kaderine teslimiyet göstermesi, koyduğu hükümler ve mukadderat karşısında herhangi bir hoşnutsuzluk ve rahatsızlık duymaması ve emrini hakkıyla yerine getirmesidir.  İlâhî rıza kulun rızasının önüne geçer ve Allah’ın kendisinden razı olmadığı kimse kullukta muvaffak olamaz. Dolayısıyla kulun rızası Allah’ın rızasına bağlıdır ve onun sonucudur. Allah’ın kuldan razı olması ve kulun da Allah’tan razı olmasının Allah-kul ilişkisinin zirve noktası olarak ifade edilebilir.

9. TEVEKKÜLÜN TERCÜMANI OLAN ZİKİRLER

Kulun tevekkülünün kuvvet bulmasına ve tevekkül bilincinin her zaman taze kalmasına vesile olan bazı zikirler:

a.      "Lâ ilâhe illallâhu vahdehu lâşerîke leh, lehu'l mülkü ve lehu'l hamdü ve hüve alâ külli şey'in kadîr."

Anlamı: “Allah’tan başka ilah yoktur. O birdir. Hiçbir ortağı yoktur. Hükümranlık sadece O’na mahsustur. Hamd da o’nun hakkıdır.  O’nun her şeye gücü yeter”. (Buhârî Daavât 54; Müslim Zikr 28)

Gazalî bu mübarek cümleyi tevekkülün temeli olarak görür. Çünkü, “Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur. O birdir. Hiçbir ortağı yoktur.” Cümlesi tevhidin tercümanıdır. “Hükümranlık sadece O’na mahsustur.” cümlesi her türlü işin O’nun tarafından çekilip çevrilmesinin tercümanıdır. “Hamd da O’nun hakkıdır.” cümlesi , O’nun her türlü nimete sahip olduğunu ifade ediyor. Ne zaman ki bu cümlenin manası, kişinin kalbine ayrılmaz bir vasıf olarak yerleşir ve orada ağırlığını hissettirirse, o kişi tevekkül sahibi olur.

b.       “Lâ havle velâ kuvvete illa billâhi’l aliyyi’l aziym.”

 Hz. Peygamber (sav), Ebu Musa el- Eş’âri (ra)’ye şöyle demiştir: “Ebu Musa! Sana cennet definelerinden olan bir sözü bildireyim mi? Ebu Musa, bildiriniz, deyince “o, Lâ havle velâ kuvvete illa billâh’tır.” Cevabını vermiştir. (Buharî, Daavât 67; Müslim, Daavât 45.)

c.       “Hasbünallahü ve ni’mel vekil.” Manası: “Allah bize kâfidir, o ne güzel vekildir.”

Abdullah İbni Abbas (ra) şöyle demiştir: Ateşe atıldığı zaman İbrahim aleyhisselam’ın son sözü: “Allah bana yeter, o ne güzel vekildir.” demek olmuştur. (Buhârî, Tefsîr sûre (3), 13)

 

10. SONUÇ

 

Ø  Tevekkül, çalışıp, gayret ederek bütün tedbirleri aldıktan sonra işin hayırla neticelenmesini Allah’tan beklemektir. Tevekkül, kalbin işidir. Fakat kalp ile güvenmek bedenen çalışmaya mani değildir. Tevekkül, Kur’an’da örnek gösterilen Hz. Peygamber (sav)’in hali, çalışmak ise sünnetidir. Tevekkülün sahih olması, onun sünnetine uygun olmasına bağlıdır. Eğer, tevekkül çalışmamayı öngörseydi, pek çoğu meslek sahibi olan peygamberler de tevekkül kapsamının dışına çıkardı. Böyle bir anlayışa göre, Hz. Peygamber (sav)’in ashabı içinde de zengin kimselerin bulunmaması veya zengin kişilerin, Hz. Peygamber (sav) tarafından şiddetle kınanması gerekirdi. 

 

Ø  Allah’ı vekil kılan kimse, kalben Allah’a güvenir, işi kendisi yapar. Tevekkülü, kelime anlamında olduğu gibi yanlış algılayanlar, işi de Allah’ın yapmasını beklemişlerdir. Bu yanlış algı, tembelliğe yol açarak Müslümanların fakirleşmesine ve başkalarına muhtaç duruma düşmesine sebep olmuştur.

 

Ø  Kısmete rıza, tembellik yapmak ve rızkı başkasından beklemek değil, gereken çalışmayı yaptıktan sonra ele geçen kısmete razı olmaktır. Kadere rıza, musibeti sabırla karşılamayı ve teslimiyet göstermeyi, fakat daha sonra musibetin verdiği zarardan kurtulmak için de gayret göstermeyi gerektirir.

 

Ø  Çalışmayı terk etmek, yanlış tevekkül algısı olduğu gibi, kendi gücüne, tedbirine, çalışmasına ve bir başkasına güvenmek de yanlış tevekkül algısıdır. Tevekkül, Allah’tan başka hiçbir kimseye ve hiçbir şeye güvenmemeyi gerektirir. Iskât-ı tedbir, tedbiri terk etmek değil, tedbire güvenmemektir.

 

Ø  Tevekkülde, hadiseden önce tedbir almak ve sebeplere başvurmak; hadise anında, teslimiyet ve rıza göstermek; hadiseden sonra da, hadisenin verdiği zararlardan kurtulmak için çaba göstermek gerekir. Hastalığın veya başa gelen bir musibetin, insanın, acziyetini görmesi ve bir takım dersler alması gibi faydaları olabilir. Fakat gerekli derslerin alınmasıyla birlikte hastalıktan kurtulmanın yollarına da bakmak gerekir. Hz. Peygamber tedavi olduğu ve tedavi olmayı emrettiği halde tedavi olmayı terk etmek sıhhatli bir tevekkül anlayışı değildir.

 

 

 

Ø  Kaza-i ilâhî karşısında tam bir teslimiyeti ifade eden rıza ilahi hüküm hangi şekilde tecelli ederse etsin itirazsız ve şikâyetsiz teslim olmayı, her durumda kalbin huzur ve sükûnunu muhafaza etmeyi musibeti de nimeti de hoşnutlukla karşılamayı ifade eder. Kul Allah’ın  takdirlerine rıza göstermeli, O’nun tasarruflarına gönülden boyun eğmeli, fiillerinin hikmete dayandığının bilincinde olmalıdır.

 

Ø  Rıza hali insana huzur ve itminan kazandırdığı gibi rıza haline ulaşamamak da devamlı bir tatminsizliğe ve mutsuzluğa neden olmaktadır. İç huzurun sağlanmasında en etkili yol mevcut durumu kabullenmek ve teslim olmaktır. Maruz kaldığı acı, ızdırap ve sıkıntılar karşısında insanın ümitsizliğe düşmemesi karamsarlığa kapılmaması rıza ile mümkün olur. Rıza doğal olarak kişiyi iyimserliğe sevk eder, insanı içine düşmesi muhtemel buhran ve krizlerden kurtarır. İnsanın sağlıklı bir ruhsal yapıya sahip olmasını sağlar. Allah’ın kazasına ve hükümlerine boyun eğmeyi başaran kul böylece Allah’ın rızasını da elde etmiş olacaktır.

11. ÖDEV

      

-        9. maddedeki zikirler bir hafta boyunca namazlardan sonra yapılıp birkaç dakika tefekkür edilecek.

-        Zikirler öğrencilere elektronik ortamda veya çıktı olarak ulaştırılacaktır.

-         http://isamveri.org/pdfdrg/D03416/2017_53/2017_53_REISB.pdf      

-         https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/351011 

 12. VİDEO

Tevekkül 
https://www.youtube.com/watch?v=rRb-mQtLo54 
Tevekkül 
https://www.youtube.com/watch?v=-tGr5jBDb28 
Rıza  
https://www.youtube.com/watch?v=EiKpVrvqqN4 
Rıza 
https://www.sosyaldoku.tv/821-onemli-olan-cennet-mi-allahin-rizasi-mi/ 

 

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Dersler