25. NAMAZ

 1.     GİRİŞ

İnsanın yeme, içme, giyinme ve barınma gibi maddî ihtiyaçlarının yanında inanma, ibadet etme ve yüce bir varlığa sığınma gibi manevî ihtiyaçları da vardır. Çünkü yüce Allah (cc) insanı böyle yaratmış, yaratılış gayesinin Allah (cc)’ a kulluk etmek olduğunu bildirmiştir (Zâriyât 56). İnsanın, bu görevini yerine getirebilmesi için her şeyden önce iman etmesi gerekir. İman eden insanın birinci sırada gelen görevi ise namazdır.

Namaz, ilk insandan itibaren peygamberler vasıtasıyla bütün insanlara emredilmiştir. Çünkü namaz, kulluğun özü ve esasıdır. Namazsız kulluk mümkün değildir.

Namaz; Allah (cc)’ ı anma, O’nu yüceltme, kıraat, dua, tekbir, tesbih, tahmîd ve saygı başta olmak üzere pek çok ibadeti bünyesinde toplar. Namaz; dinin direği, mü’minin miracı, imanın göstergesidir. Namaz, ilk emredilen ve ahirette de ilk sorgusu yapılacak olan ibadettir. Namaz; insanı kötülüklerden ve haramlardan alıkoyar, insan hayatına çeki düzen verir. Özellikle cuma, bayram ve cemaatle kılınan namazlar, kaynaşma ve dayanışmayı sağlar, birlik ve beraberliği pekiştirir. Namaz, maddî ve manevî arınmadır.

Mü’minler; her hâl ve şartta namazlarını kılmakla yükümlüdürler. Su bulamayanlar veya suyu kullanamayanlar teyemmüm ederek (bk. Mâide 6), bir tehlikeden korkanlar yaya veya binit üzerinde (bk. Bakara 239), dînen yolcu sayılanlar dört rekâtlı farz namazları iki rekât olarak; savaş hâlinde olanlar, nasıl güçleri yetiyorsa o şekilde; ayakta durmaya güçleri yetmeyen hasta ve özürlüler oturarak, buna da güçleri yetmeyenler yatarak namazlarını ima ile kılarlar. Kadınların özel hâlleri hariç, namaz kılmamanın hiçbir mazereti yoktur. Ne ticaret ne alışveriş ne iş (bk. Nûr 37), ne görev, hiçbir şey müslümanı namaz kılmaktan alıkoyamaz, alıkoymamalıdır.

Kalbine iman yerleşmiş ve gerçek mü’min niteliğini kazanmış bir Müslümana namaz kılmak ağır ve zor gelmez (bk. Bakara 45). Mü’min, namazlarına ara vermeden devam eder (bk. Meâric 22-23). Namazlarını zevkle ve isteyerek kılar. Yüce Allah (cc), Kur’ân’da, namazı üşenerek kılmayı (bk. Nisa 142; Tevbe 54) veya namazı terk etmeyi münafık (bk. Tevbe 54) ve kâfirlerin niteliği olarak zikretmiştir (bk. Müddessir 44). Hür iradesiyle iman etmiş gerçek bir mü’minin, her türlü ibadetin kendisinde toplandığı namazı, terk etmesi asla mümkün değildir. (Namaz İlmihali DİB Yayınları)

Bugün karşı karşıya kaldığımız büyük tehlike ise, namazları sadece şekle indirgememizdir. İnsanı her türlü münker ve fahşadan alıkoyacak bir namazı eda etmekten uzaklaşmamızdır. İlmihal bilgisinin ötesine geçerek, namazın derin manasını idrak edemeyişimizdir. Samimiyetten mahrum, süresi kısalmış, son ana kadar ertelenmiş, etkisini yitirmiş, solgun namazlarla kendimizi avutmamızdır. Soralım kendimize: Kıldığımız namazlar neden bizi kötülükten ve çirkinlikten alıkoymuyor? Neden bizi merhametli kılmıyor? Neden bizim iyi bir mümin, hayırlı bir Müslüman olmamızı sağlamıyor? Neden bizi örnek bir insan yapmıyor? Neden bizi güzel ahlaka erdirmiyor?  Oysa müminin dirilişi ancak namazla olur. Mümin, günde en az beş defa Rabbinin huzuruna çıkar; O’ndan namaz vasıtasıyla yardım ister. Cennetin anahtarı ve dinin direği olan namaz sayesinde arınır, tazelenir ve güçlenir. Bilir ki, en hayırlı ameli vaktinde kıldığı namazdır; ahirette ilk suali ise namazdan olacaktır. Bu yüzden o hep şöyle dua eder: “Rabbim! Beni ve neslimi namaz kılanlardan eyle. Rabbimiz! Duamı kabul buyur.”( İbrahim 40)

Namazsız İslam salt ideolojiden ibaret kalır. Namaz ibadettir,teslimiyettir, tefekkürdür, zikirdir, duadır, ilticadır, huşu ve hudûdur. Abdest ile her türlü maddi ve manevi kirden arınan bir insan için namaz hayat dersidir. Namazdaki niyet, zihnimizi ve kalbimizi ibadete hazır kılma, varlığımızı Rahman’a sunma dersidir. Namazdaki iftitah tekbiri, dünyevileşmeye sırt çevirme dersidir. Namazdaki kıyam, her gün müminler için bir istikamet dersidir. Namazdaki kıraat ve Kur’an, Cenab-ı Hak ile konuşmaktır, ahitleşmektir. Namazdaki rükû, Allah (cc)’tan başkasına eğilmemek için bir derstir. Namazdaki secde bize topraktan geldiğimizi öğreten bir tevazu dersi ve Rabbimize en yakın olma çabasıdır. Namazdaki tahiyyat, Rabbimizle ve bütün müminlerle bir selam ve barış oturumudur. Namazdaki selam, melekleri şahit kılarak huzur-u İlahiden edeple ayrılıştır. Oysa bugün biz namazı, bünyesinde topladığı iman, ibadet ve ahlak bütünlüğüyle dinin direği olarak göremiyoruz. Namazı hayatın kalbine koyamıyoruz. Ona özen göstermede, onu özlemede, onunla özlemimizi gidermede çoğu zaman yetersiz kalıyoruz. Hz. Peygamber (sav) namazı “gözünün nuru” olarak nitelendirmiştir. Onun En Yüce Dost’a giderken ümmetine son vasiyeti namaz olmuştur. Bugün de Müslümanlar, namazlarını Allah (cc)’ın emrettiği, Rasûlünün (sav) öğrettiği şekilde, camilerde cemaatle eda ettiklerinde; ruhlarını namazla güçlendirip,namazın ruhuyla dirildiklerinde; namazı sevip, evlatlarına sevdirdiklerinde Allah (cc)’ ın izniyle karşılaştıkları her türlü sorunun üstesinden geleceklerdir. (Prof.Dr. Mehmet Görmez, Camileri İnşa Edip Namazı Kaybetmek, Cami ve Namazla Diriliş Dib Yay.)

2.      KAVRAM TAHLİLİ

Türkçe’ye Farsça’dan giren ve Farsça’da “tâzim için eğilmek, kulluk, ibadet” anlamına, sözlükte de “dua etmek, ibadet etmek, bağışlanma dilemek, yalvarmak” manalarına gelen “namaz”, Kur’an ve Sünnette “salat” kelimesi ile ifade edilmiştir. Dinî bir terim olarak “Salat” (namaz); Allah (cc)’ın emrettiği, Peygamberimizin uyguladığı şekilde tekbirle başlayıp selamla son bulan, belirli hareket ve sözlerden oluşan kalp, dil ve bedenle yapılan bir ibadeti ifade eder. Namaz ibadetindeki rükünlerin aynı zamanda fiili ve sözlü bir dua niteliğinde olması salat kelimesinin terim ve sözlük anlamları arasındaki ilişkiyi teyit etmektedir.

“Salat” kelimesi ve türevleri Kur’an’da 99 defa geçmektedir. Kur’an’da namaz “salat” kelimesiyle ifade edildiği gibi “ibadet” (Hacc 77), “kıyam” (Hacc 26), “kıraat” (İsrâ 78), rükû (Bakara 125), “zikir” (Bakara 239, Ankebut 45, Cum’a 9), “dua”, “tesbih” (Rûm 17), “huşu”, ve “kunut” kelimeleriyle de ifade edilmiştir. Bu, namaz ibadetinin anlam derinliğini gösterir.

Namaz kılan Müslüman; Allah (cc)’ı yüceltmiş, O’nun huzurunda divan durmuş, O’nun kelamından okumuş, O’nu noksan sıfatlardan tenzih etmiş, O’nu övmüş, nimetlerine şükretmiş, O’nun huzurunda eğilip saygısını ifade etmiş, O’nu anmış, O’na tevazu göstermiş, O’na dua ve niyazda bulunmuş, itaat edip kulluk etmiş olur. Böylece kul, namaz ibadeti ile Allah (cc)’ın emir ve yasaklarına uyma bilincini sürekli canlı tutmuş olur.

Namaz, Allah (cc) için yapılan her türlü kulluğun ifadesidir. Başka bir ifadeyle, her türlü ibadet, namazda toplanmıştır. Namaz, küfrün ve şirkin her türlüsüne, nefsin ve şeytanın tüm arzularına karşı koyuştur. Namaz, Allah (cc)’ın düşmanlarına ve tüm kötülüklere karşı bir tavır alıştır. Namaz, imanın aksiyona dönüşmesidir, günde beş defa imanı tazeleme, Allah (cc)’ı çokça anma, günahlardan arınma, Allah (cc)’a sığınma ve hayata çeki düzen vermedir. Namaz, disiplinli ve intizamlı hayatı sürekli canlı tutmaktır.

3.      NAMAZLA İLGİLİ AYETLER

“…Namazı dosdoğru kılın; çünkü namaz müminler üzerine vakitleri belli bir farzdır.” (Nisa 103)

“(Resûlüm!) Sana vahyedilen Kitab'ı oku ve namazı kıl. Muhakkak ki, namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah (cc)'ı anmak elbette (ibadetlerin) en büyüğüdür. Allah (cc) yaptıklarınızı bilir.” (Ankebut 45)

“Gerçekten müminler kurtuluşa ermiştir; onlar ki, namazlarında huşû içindedirler.” (Mü’minûn 2)

“Nihayet onların peşinden öyle bir nesil geldi ki, bunlar namazı bıraktılar; nefislerinin arzularına uydular. Bu yüzden ileride sapıklıklarının cezasını çekecekler.” (Meryem 59)

"Ey Rabbim! Beni ve soyumdan gelecekleri namazı devamlı kılanlardan eyle.”  (İbrahim 40)

“Onlar cennetler içindedir. Günahkârlara: Sizi şu yakıcı ateşe sokan nedir? diye uzaktan uzağa sorarlar. Onlar şöyle cevap verirler: Biz namaz kılanlardan değildik.” (Müddessir 41-43)

“Öyle müminler vardır ki, onları ne ticaret ne alışveriş Allah (cc)’ı anmaktan, namazı hakkıyla kılmaktan ve zekâtı vermekten alıkoymaz.” (Nûr 37)

4.      NAMAZLA İLGİLİ HADİSLER

İbn Mes’ûd’dan (ra) rivayet edildiğine göre, bir adam Hz. Peygamber’e (sav), “Amellerin/İbadetlerin en faziletlisi hangisidir?” diye sordu. Peygamber Efendimiz, “Vaktinde kılınan namazdır…” buyurdu. (Buhârî, Tevhîd, 48)

Ebû Hüreyre (ra)’nin naklettiğine göre, Resûllah (sav) şöyle buyurmuştur: “Büyük günah işlenmedikçe beş vakit namaz ve iki Cuma, aralarındaki günahlara kefarettir.” (Müslim, Tahâret, 14)

Câbir b. Abdullah’ın (ra) naklettiğine göre, Resûllah (sav) şöyle buyurmuştur: “Cennetin anahtarı, namazdır, namazın anahtarı da abdesttir.” (Timizî, Tahâret, 1)

Enes (b. Mâlik) (ra)’ten nakledildiğine göre, Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Muhakkak ki sizden biri namaz kılarken (aslında) Rabbiyle özel olarak konuşmaktadır…” (Buhârî, Salât, 36)

Ebû Hüreyre (ra)’nin işittiğine göre, Resûlullah (sav) bir defasında şöyle demiştir: “Birinizin kapısının önünden bir nehir geçse ve onda her gün beş defa yıkansa, bu o kimsenin kirinden bir şey bırakır mı, ne dersiniz?” Sahâbîler, “Onun kirinden hiçbir şey bırakmaz.”demişler, bunun üzerine Resûlullah, “İşte beş vakit namaz da böyledir!Allah (cc) onlarla günahları yok eder.” buyurmuştur. (Buhârî, Mevâkîtü’s-salât, 6)

Abdullah b. Ömer (ra)’den rivayet edildiğine göre, Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Cemaatle kılınan namaz, tek başına kılınan namazdan yirmi yedi kat daha faziletlidir.” (Bûharî, Ezân, 30; M1477 Müslim, Mesâcid, 249)

Ebû Saîd (ra) ve Ebû Hüreyre (ra)’den nakledildiğine göre, Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Bir kimse hanımını uyandırır da ikisi de namaz kılarsa veya birlikte iki rekât namaz kılarlarsa zâkirîn ve zâkirâtın (Allah (cc)’ı çokça anan erkekler ve hanımların) arasına yazılırlar.” (Ebû Dâvûd, Tatavvu’, 18)

Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuşlardır: “Bana dünyadan üç şey sevdirildi. Bunlar; 1. Kadınlar, 2. Güzel koku 3. Gözümün nuru da namazda kılındı.”( Ahmed b. Hanbel, III, 128; Nesâî, İşratü’n-Nisa, 1)

5.     NAMAZDA TADİL-İ ERKAN VE HUŞÛ’

Namazın özü, kalbin huşû ve huzur içinde olmasıdır. Kalpte huzur ve huşû yoksa kılınan namaz, bir heykeltıraşın özene bezene ve tüm sanatkarlığını ortaya koyarak yaptığı bir insan heykelinden farklı olmayacaktır. Allah (cc) bu noktayı şöyle belirtmektedir: "Beni anmak için namaz kıl" (Tâhâ 14). Bu âyetle namaz Allah (cc)'ı anmanın bir yolu olarak önerildiği gibi, aynı zamanda namazın Allah (cc)'ı anmaktan ibaret olduğu da vurgulanmaktadır. Çünkü Allah (cc)'ı anmak için namaza duran kişi, namaz boyunca Rabbin huzurunda durduğundan gaflet ederek namaza hakkını vermemiş ise nasıl Allah (cc)'ı anmış sayılabilir? Devlet başkanıyla görüşmek, ondan bir şeyler talep etmek isteyen kişi, bu imkânı bulup onun huzuruna çıktığında onunla görüşmek yerine, orada bulunan eşya ile ilgilense veya yanında getirdiği kitabı okusa veya bir şarkının veya şiirin sözlerini mırıldansa, o devlet başkanının muhtemel tepkisini bir tarafa bırakalım, buna görüşme denir mi, gelen kişi arzusunu iletmiş olur mu? Bu basit örneğin de gösterdiği gibi namaza duran kişi, Allah (cc)'ın huzurunda olduğunu bilmeli, bunu hissetmelidir. "Ne dediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın" (en-Nisâ 43) ifadesi ne dediğinden haberi olmayan sarhoş kimselere yönelik olmakla birlikte namazda tam bir şuur ve huşûun gerektiğini de anlatmaktadır. Yine Kur'an'da, namaz kılarken gaflet ve ciddiyetsizlik içinde olanlar ağır bir üslûpla zemmedilir (el-Mâûn 4-5). (Diyanet İlmihal)

Allah (cc) insanların kalıplarına değil kalplerine bakar. Hatem-i Esem'e namazı hakkında sual sorulduğunda şu cevabı vermiştir:

Namaz yaklaştığı zaman, tam bir abdest alırım. Sonra namaz kılmak istediğim yere gelirim ve âzâlarım sükûnet bulsunlar diye orada biraz otururum. Bu maksat hasıl olunca kalkar, Kâbe'yi iki kaşımın arasına, sırat'ı ayaklarımın altına, cenneti sağıma, cehennemi soluma, ölüm meleğini arkama alır ve sanki son namazım olacakmış gibi korku ve ümid arasında namaza dururum. Her şeyine inanarak ve bütün özelliklerine riayet ederek tekbir alırım. Tertîl ile okumaya başlarım. Rükûa tevazu ile varırım. Huşû ile karışık secde yaparım. Sol kalça üzerinde oturup sol ayağın sırtını yayar, sağ ayağı baş parmağı üzerine dikerek otururum. Bu durumları ihlâsla mühürlerim. Bunları yaptıktan sonra da Allah (cc)’ü teâlâ'nın bu ibadetlerimi kabul edip etmeyeceğini bilmem; zira takdir O'na aittir.  

a.      Namazda Tadil-i Erkan

Ta‘dîl-i erkân terkibi, fıkıh terimi olarak namazın kıyam, rükû ve secde gibi rükünlerini yerli yerinde, acele etmeden sükûnet içinde yerine getirmeyi, it­mi’nan ha­lin­de bu­lun­mayı, ha­re­ket­ten son­ra dur­mayı ya­hut kalk­ma­sı eğil­me­sin­den ay­rı­la­cak şe­kil­de iki ha­re­ket ara­sın­da sükûnet bul­mayı ifade eder. Fıkıh kitaplarında aynı anlamda i‘tidâl de kullanılır. “Tume’nîne” ise (huzur ve iç rahatlığı) kişinin ta‘dîl-i erkâna riayet ettiğine kanaat getirmesi ve yaptığı ibadetin bu yönden içine sinmesi demektir.

“Namazı benden gördüğünüz şekilde kılın” diyen Hz. Peygamber (Buhârî, “Eźân”, 18) namazı sükûnet ve huşû içinde kılma ve rükünlerini usulüne uygun olarak yerine getirme hususunda örnek teşkil etmesi yanında (Buhârî, “Eźân”, 122, 127; Müslim, “Śalât”, 193, 196; Ebû Dâvûd, “Śalât”, 154), “Rükû ve secdeleri tam yapın” (Buhârî, “Eymân”, 3); “Rükû ve secdeleri güzel yapın” (Müsned, II, 234, 319, 505); “Sizden biriniz rükû ve secdelerden kalkarken belini tam doğrultmadıkça namazı geçerli olmaz” (Ebû Dâvûd, “Śalât”, 143) şeklindeki açıklamalarıyla ta‘dîl-i erkânın önemine dikkat çekmiş ve bunlara uymayanları uyarmıştır. Meselâ gereklerine riayet etmeden namaz kılan bir bedevîye, “Dön ve namazını yeniden kıl, çünkü sen namaz kılmış olmadın” diyerek namazı üç defa tekrar ettirmiş, sonunda yine eksik kıldığını söylemesi ve bedevînin doğrusunu öğretmesini istemesi üzerine ona namazın kurallarına uygun kılınış biçimini tarif etmiş ve: “Na­ma­za kalk­tı­ğın za­man tek­bir ge­tir, son­ra ko­la­yı­na ge­len Kur’an ayet­le­rin­den bir kıs­mı­nı oku. Son­ra mut­ma­in ola­cak şe­kil­de rukû yap, son­ra mut­ma­in ola­cak şe­kil­de sec­de yap. Son­ra bu­nu bü­tün na­ma­zın sü­re­sin­ce böy­le yap.” diye bu­yur­muş­tur. (Buhârî, “Eźân”, 95, 122; Tirmizî, “Śalât”, 110). Ayrıca, “Hırsızın en kötüsü namazından çalandır” buyurmuş, “Kişi namazından nasıl çalar?” diye sorulunca “rükû ve secdesini tam yapmayarak” cevabını vermiştir (el-Muvatta, “Ķaśrü’ś-śalât”, 72).

Ta‘dîl-i erkâna riayet için namazın her rüknü sükûnet içinde, acele etmeden ve biri diğerinden ayırt edilecek biçimde yerine getirilmeli, meselâ rükûdan doğrulduktan sonra vücut dimdik hale gelmeli, en az bir defa “sübhânellah” diyecek kadar ayakta durup hareketsiz kalmalı, iki secde arasında da bu ölçüye uyulmalıdır.

"Huzeyfe (ra) bir adamın namaz kılarken hîle yaptığını görmüştü. "Sen bu namazı ne zamandan beri kılıyorsun?" diye sordu. Adamcağız: "Kırk yıldan beri!" dedi. Huzeyfe: "Öyleyse kırk yıldan beri namaz kılmadın (bütün kıldıkların boşa gitmiş). Şâyet bu şekilde namaz kılarak ölecek olursan Muhammed'in fıtratından başka bir fıtrat üzere öleceksin!" dedi ve ilave etti: "Kişi namazı hafif kılar (ama buna rağmen) tam kılar, güzel kılar!" (Buharî, Ezân: 119, 132)

Hadisin sonunda namazın mükemmel olması için mutlaka uzun kılınması gerekmediğine de dikkat çekilmiştir: "Kişi hafif bile kılsa tam ve güzel yapabilir namazını" denmektedir.

Abdurrahman İbnu Şibl (ra) anlatıyor: "Resûlullah (sav) karga gagalamasından, vahşi hayvanlar gibi kolları yaymaktan, kişinin mescidde deve gibi mekân tutmasından nehyetti" (Ebû Dâvud, Salât: 148)

Resûlullah (sav) bu hadiste namazla ilgili üç âdâb beyan etmektedir:

* İki secde arasında bir miktar oturmaya (tuma'nîne) yer vermeden çabucak ikinci secdeye gitmeyi karga gagalaması olarak tavsif etmiştir. Çünkü karga da bir leşe rastlayınca gagalarını peş peşe aralıksız saplar.

* Musalli'nin secde sırasında kollarını yere yaymasını da vahşi hayvanların yatma sırasında (ön ve arka) bacaklarını yere yaymasına benzetmiştir. Hâlbuki kollar yana doğru çıkmış ve dirsekler havada olmalıdır.

* Namaz kılan kimse mescidde aynı yere alışıp, her gelişinde orada namaz kılmamalıdır. Bu davranış hadiste "deve gibi mekân tutmak" tabiriyle yasaklanmıştır. Çünkü develer ağıllarda her seferinde aynı alıştıkları yere ıharak yatmayı tercih ederler.

Mâlikî, Şâfiî, Hanbelî, Ca‘ferî, Zeydî ve Zâhirî mezhepleriyle Hanefîler’den Ebû Yûsuf’a göre ta‘dîl-i erkânın hükmü farz, Ebû Hanîfe ve Muhammed b. Hasan’a göre vâcip, bazı Hanefî âlimlerine göre ise vâcibe yakın müekked sünnettir; ancak mezhepte vücûb görüşü tercih edilmiştir (İbn Âbidîn, I, 465).

Na­maz­dan manevî fe­yiz ve zevk alan kim­se­ler ace­le et­mez ve na­ma­zı sükûnet için­de kı­lar­lar. Ace­le et­me­yi ta’zi­me ve ede­be ay­kı­rı gö­rür­ler.

Gün­lük ha­yat­ta en ya­rar­lı, en de­ğer­li sa­at­lar iba­det ile ge­çen va­kit­ler­dir. Boş ye­re ve süflî zevk­ler uğ­ru­na sa­at­le­ri­ni, gün­le­ri­ni ge­çi­ren kim­se­le­rin na­maz gi­bi ulvî ve mü­mi­nin mi­ra­cı olan bir iba­det­ten bir an ön­ce çı­kıp kur­tul­ma­ya ça­lış­ma­sı yer­siz bir ace­le­ci­lik­tir

b.     Namazda Huşu’ 

“Huşu” kelimesinin terim anlamını, "Allah (cc) karşısında duyulan saygı ve tazimden do­layı her türlü benlik iddiasını terk ederek O'na boyun eğme ve bunun hareketlere yansıyan tezahürü" şeklinde belirlemek mümkündür.

İslâm âlimlerinden bazıları huşûun kor­ku gibi sadece manevî (kalbe mahsus) bir hal, bazıları sakin ve vakur olmak gibi be­den ve organlara ait bir tavır, bazıları ise hem kalp hem de bedenle ilgili bir durum olduğunu düşünmüşlerdir (Fahreddin er-Râzî, XXVIII, 77). Gerçekte huşu kökleri kalpte, belirtisi bedende olmak üzere bu iki çeşit fiili de kapsamaktadır.

Bilhassa mutasavvıf müelliflerin kal­be ait fiillerden saydıkları huşu, her şey­den önce kişinin Allah (cc)’a karşı son derece saygılı olması, kendini O'nun huzurunda hissedip sükûnet ve vakar içinde boyun eğmesi şeklinde manevî bir durum oldu­ğuna göre yalnız belirli ibadetler esnasın­da değil hayatın her anında Allah (cc)'ın huzu­runda kulun takınması gereken bir kul­luk tavrı ve edebidir. Bununla birlikte hu­şu denince ilk akla gelen şey namazdaki duruştur.  Çünkü namaz hem şekil hem de muhteva olarak kulluğun derinden ya­şanmasına ve hareketlerle ifade edilme­sine en uygun ibadettir. Bu sebeple na­mazın temeli huşu ve ihlâstır. "Gerçek­ten namazlarında huşu içinde olan mü­minler kurtuluşa ermiştir" (Mü'minûn 1-2) mealindeki âyet namazda huşû­un önemini göstermektedir. Bundan do­layı Ebû Bekir el-Vâsıtî huşûu, "bir karşı­lık beklemeden Allah (cc) için tam bir ihlâsla namaz kılmak" şeklinde tanımlamıştır (Aynî, V, 280). Bazı İslâm âlimleri namaz­daki huşûu, kişinin namaza durduğu za­man sağında solunda kimlerin bulundu­ğunu bilmeyecek derecede kendisini iba­dete vermesi şeklinde anlamışlardır (Mâ­türîdî, II, vr. 423b). Gazzâlî namazdaki hu­şûun önemine işaret ederek, "Namaz kı­lan kimse rabbi ile gizli konuşur" (Buhârî, "Mevâkît", 8; "Salât", 33) mealindeki ha­disi açıklarken namazın özü ve esası olan zikrin Allah (cc) ile konuşma anlamına geldi­ğini, gaflet içinde kelimeleri ve harfleri telaffuz etmenin ise Allah (cc) ile konuşma sa­yılamayacağını söyler. Çünkü âyet ve du­aların anlamı düşünülmediği sürece kalp de gaflet içinde olacaktır. Bu sebeple na­mazda huşu olmayınca namaz sırt ve başın hareketinden, vücudun eğilip doğ­rulmasından ibaret kalır (İhya 1, 59-160).

Hz. Peygamber diğer ibadetlerde oldu­ğu gibi namazda da huşûya çeşitli vesile­lerle dikkat çekmiş, huşu halini zedeleye­cek şekilde namaz kılanları ikaz etmiş, bizzat kendisi gözünün nuru saydığı na­mazda hem zihnini hem de bedenini gaf­letten ve gafilce hareketlerden uzak tu­tarak huşûda ümmetine örnek olmuştur. Bunun için de kişinin bütün kalbiyle Allah (cc)’a yönele­rek her türlü dünyevî düşünceden uzak durmaya çalışması, okuduğu ayetlerin manasını düşünmesi, secde yerine bak­ması ve gereksiz hareketlerde bulunma­ması tavsiye edilmiştir. Hz. Peygamber (sav)’de namazda ilâhî rızâ ve rahmete nail ola­bilmek için yüzünü sağa sola çevirip bak­maktan, yani namazın ruhu olan huşûu zedeleyecek hareketlerden kaçınılmasını istemiş (Mûsned, VI, 130, 443; Ebû Dâvûd, "Salât", 165; Tirmizî, "Cum'a", 59), ayrıca yemek hazırken namaza durmak (Buhâ­rî, "Ezan", 42; Müslim, "Mesâcid", 64), namaz vaktinin çıkması söz konusu olma­dığı halde sıkışık abdestle namaz kılmak (Müslim, "Mesâcid", 67) gibi âdaba aykı­rı olan davranışlar namaz kılanın zihnini meşgul edeceğinden böyle durumlar­da namaza başlamayı uygun bulmamış­tır.

Huşû; kalbin yalnızca Allah (cc)’a teslim olması, O’ndan başka bir şeyle meşgul olmaması, O’nun zikriyle tatmin olup huzur bulmasıdır.

Huşû; Allah (cc)’ın huzurunda bulunmanın, yalnızca O’nu düşünmenin, biz O’nu görmesek de O’nun bizi gördüğünü hissetmenin verdiği vecd halidir.

Huşû; fizikî ve maddi benlikten kurtulup, manevi ve ilahi benliğe bürünmenin adıdır.

Tanımlanan manada huşû duyarak kılınan namaz, mü’mini felaha, huzura ve sükûna kavuşturacaktır. Huşû içindeki namaz ise; ancak dosdoğru, ta’dîl-i erkâna riayet ederek, kıraatin hakkını verip onu tefekkür ederek, sağa sola iltifat etmeyip dünyadan koparak ve kalbini Allah (cc)’a teslim ederek kılınır.

“Onlar ki, Allah (cc) anıldığı zaman kalpleri titrer.” (Hacc 35)

“Ağlayarak yüzleri üstü secdeye kapanırlar ve (Kur’ an) onların huşûunu artırır.” (İsrâ 109)

Namazdaki bütün fiilî, lisanî, fikrî ve kalbî eylemler huşû ile doğrudan alakalıdır: Önce, Allah (cc)’ın huzurunda, ayakta el-pençe divan durup hafif başı öne eğik durumda saygıyla kıyamda bulunmak, sonra eğilip sırtını dümdüz tutarak haşyet içinde rükûa varmak, daha sonra da yere kapanıp alnını toza toprağa sürerek tevazu ve tezellülün zirvesine ulaşmak… Bütün bunlar, kulun namazda huşû‘a ermesini ve kendisini Allah (cc) karşısında hiçe saymasını sağlayan davranışlardır.

6. NAMAZDAN LEZZET ALMANIN YOLLARI

a. Kalbin Tamamen Namaza Verilmesi: Bunun anlamı ise kalbin yapılan şeyle ilgili olan düşüncelerin dışındaki bütün düşüncelerden arındırılmasıdır. Bunun sebebi ise zihnin meşguliyetidir. Çünkü kişi bir şeye zihnini verdiği zaman kalbi de ister iste­mez onunla meşgul olacaktır. Bunun, zihni tamamen namaza vermekten başka bir tedavisi yoktur. Zihnin namaz dışındaki şeylerden alıkonmasının derecesi, ahiret inancının gücüne ve dünyayı basite alma derecesine göre ar­tar ve eksilir. Şunu bilmeliyiz ki, namazda zihnin başka şeylerle meşgul ol­masının sebebi iman zayıflığıdır. Artık imanı güçlendirmek için çalışmak ge­reklidir.

b. Kişinin Okuduğunu Anlaması: Bu, kalbini vermekle doğ­rudan bağlantılı olan bir şeydir. Çünkü bazen insan okuduğu sözlere kalbini verir ama anlamına kalbini vermez. Bunun için, insanın zihnini meşgul eden şeyleri zihninden atarak ve onların gelmesine yol açan unsurları yok ederek zihnini tamamen okuduğuna vermesi iyi olur. Çünkü söz konusu düşüncelerin zihne gelmesine yol açan sebep yok edilmezse o düşünceler de zihni terk etmez.

Zihnin meşguliyetine yol açan unsurlar, yerine göre dıştan gelen (zahiri) şeyler olabilir. Bunlar gözü ve kulağı meşgul eden unsurlardır. Ya da içten gelen şeyler olabilir ki, bunlar daha kuvvetli etki yapar. Bunlar ise dünyanın değişik alanları ile ilgili düşüncelerdir. Bu gibi düşünceler çoğu zaman tek bir konu üzerinde toplanmazlar. Bu düşünceler, gözü sağa sola bakmaktan alıkoymakla da gitmezler. Çünkü bizzat kalbin içine giren düşünceler, onu meşgul etmeye yetmektedir.

Eğer zihni meşgul eden unsurlar dıştan gelen şeylerse, bunun tedavisi; gözü ve kulağı meşgul eden şeylerle bağlantıyı kesmektir. Bu da kıbleye yakın durmak (yani kıble cihetindeki duvara veya benzeri engele yakın dur­mak), gözleri secde yerine doğru çevirmek, nakışlı ve süslü yerlerde namaza durmaktan çekinmek ve namaza dururken etrafında kendini zihnen meşgul edecek bir şey bırakmamakla olur.

Eğer zihni meşgul eden şeyler içten geliyorsa, bunun tedavisinin yolu da insanın kendini okuduğuna vermeye zorlaması ve zihnini başka şeylerle meşgul olmaktan alıkoymaya çalışmasıdır. İnsan bunun için kafasındaki dü­şünceleri atmak ve zihnini namazla ilgili olmayan düşüncelerden arındırmak suretiyle namazdan önce, kendini namaza hazırlamalıdır. Bu arada ahiret ko­nusunu her dem aklına getirmeli ve Yüce Allah (cc)'ın önünde durmanın dehşetini, o halin korkunçluğunu düşünmelidir. Eğer buna rağmen yine zihnindeki düşünceler gitmezse, bu düşüncelerin kendini yakından ilgilendiren birtakım konularla ve bazı arzularıyla bağlantısının olduğunu bilmelidir. Bundan dolayı söz konusu konularla bağlantısını koparmalı ve zihnini meşgul eden arzuları kalbinden atmalıdır.

Şunu bilmeliyiz ki, bir rahatsızlık iyice yerleşince o, ancak oldukça etkili bir ilaçla tedavi edilebilir. Rahatsızlık iyice etkili duruma gelirse, namaz kılanın dikkatini çeker. Namazını bitirinceye kadar dikkatini, kendini çeken şeye verebilir. Bir ağacın altında bulunan ve belli bir konuya zihnini vermek isteyen şöyle bir adamın durumu buna örnektir: Ağacın üzerindeki kuşlar adamın zihnini meşgul etmektedir. Adam elindeki değnekle kuşları kovar. Ancak daha kendini istediği konuya tam veremeden kuşlar yeniden gelirler ve zihnini meşgul etmeğe başlarlar. Bunun üzerine ona: "Bu işin ardı gelmez. Eğer sen onlardan kurtulmak istiyorsan ağacı kesmelisin" denir. İşte arzu ve şehvet ağacı da böyledir. Eğer büyür ve dallanırsa tıpkı normal ağaçların kuşları, pisliklerin de sivrisinekleri kendilerine çekmeleri gibi insanın zihnini kendine çeker. Böylece güzel bir ömür, çekilip gitmeyen bir şeyle kovalamaca oynamakla geçer. İşte insanın zihnini meşgul eden bu şehvet ve arzuların se­bebi ise dünya sevgisidir.

Kalpten dünya sevgisinin atılması zor bir iştir. Bunun tamamen yok ol­ması ise gerçekten büyük bir şeydir. Dolayısıyla ne kadarı atılabilirse o ka­darının atılması için gayret edilmelidir. Başarıya ulaştıran ve yardım edecek olan ise Allah (cc)'tır.

c. Allah (cc)'ın Yüceliğini ve Ulviyetini Düşünmek: Bu düşünce iki şeyden doğar: Allah (cc)'ın yüceliğini ve büyüklüğünü bilmekten ve insanın kendinin basitliğini ve kulluk için yaratılmış olduğunu bilmesinden. Bu iki bilgi Allah (cc) (cc)’a karşı boyun eğme ve huşu duygularını doğurur.

Bu noktada ümit konusu düşünülmelidir ki, o her zaman korkudan daha fazladır. Namaz kılan da namazından dolayı sevap alacağını ümit etmekle birlikte yaptığı hatalardan dolayı cezalandırılacağından da korkmalıdır.

Namaz kılan kişinin namazının her bölümünde kalbini yaptığına ve oku­duğuna vermesi gerekir. Müezzinin çağrısını duyduğunda bunu kıyamet gününün çağırışına benzeterek kendini o çağrıya cevap için hazırlık yapma duru­mundaki biri gibi hissetmelidir. Bu durumda böyle bir çağrı üzerine düşen biri, ne olduğuna nasıl bir bedenle bu çağrıya cevap vereceğine bakmalıdır. Avret yerini örttüğünde bundaki amacın bedenindeki ayıp yerleri yaratılanlara karşı kapatmak olduğunu bilmelidir. Bu zaman içinde bulunan ve yaratıcının bildiği ayıplarını, gizli kalan çirkinlikleri düşünmeli ve yaratıcıya hiçbir şeyin gizli kalmayacağını aklına getirmelidir. Bunları örtmenin yolunun ise pişmanlık, haya ve korku olduğunu düşünmelidir.

Kıble tarafına yöneldiği zaman yüzünü diğer yönlerden kıble yönüne doğru çevirmiş olur. Kalbini Yüce Allah (cc)’a yöneltmesi ise bundan daha önemli bir şeydir. Bir kimsenin kıble tarafına yönelmesi, diğer yönleri terk ederek sadece o tarafa doğru dönmesiyle ancak mümkün olabileceği gibi kalbin Allah (cc)'a yönelmesi de ancak O'nun dışındaki her şeyden kalbi alıkoymakla mümkün olabilecektir.

Ey namaz kılan kişi! Tekbir getirdiğin zaman kalbin, dilini yalanlamasın. Çünkü eğer kalbinde Allah (cc)'tan daha büyük tuttuğun (yani kalbini daha çok meşgul eden) bir şey varsa, o zaman dilinle yalan söylüyorsun demektir. Ar­zularını daha büyük tutmaktan sakın. Bunun göstergesi ise arzularına uymayı Allah (cc)’a itaate tercih etmendir.

İsti'azeyi okuduğun zaman bil ki, istiaze şanı yüce olan Allah (cc)’a iltica et­mektir. Eğer kalbinle Allah (cc)’a iltica etmezsen, dilinle söylediğin söz, boş bir söz olur. Okuduğunu da anlamaya çalış. "Hamd âlemlerin Rabb'i olan Allah (cc)’adır" dediğin zaman, kalbini bunun anlamına ver. "(O Allah (cc)) Rahman ve Rahim'dir" dediğin zaman, Allah (cc)'ın lütfunu kalbinde düşün. "(O) hesap gü­nünün sahibidir" dediğin zaman, O'nun yüceliğini ve büyüklüğünü düşün. Bu­nun gibi okuduğun her şeyin manası üzerinde düşün. Bir rivayette bildirildiğine göre Zurare bin Ebi Evfa (ra): "Sur'a üflenildiği zaman...” (Zümer 68) mealindeki ayeti kerime okunduğunda düşmüş ve bu halde canını vermiştir. Bunun sebebi onun bu ayeti kerimede anlatılan durumu zihninde tasarlaması ve onun etkisinin kendini ölüme götürmesidir.

Rükû ettiğin zaman gönlünde alçakgönüllülük (tevazu) duygusunu can­landır. Secdeye vardığında da son derece basit bir yaratık olduğunu aklına ge­tir. Çünkü bu durumda nefsini lâyık olduğu yere koymuş olmaktasın. Secde ile aciz bir şeyi (fer'i/insanı) aslına döndürmüş olmaktasın. Çünkü insan topraktan yaratılmıştır. Okuduğun zikirlerin lezzetlerini de tat.

7.      NAMAZIN TAMAMLAYICISI OLAN BÂTINÎ MÂNÂLAR

Bu mânâların tafsilâtlı beyanı, uzun ibarelere muhtaçtır. Fakat hülâsası altı cümle ile şu şekilde ifade edilebilir:

1.    Huzur-u kalb: Kalbi tümüyle okunan şeye bağlamak, onları düşünmek, başka bir şey düşünmemek.

2.    Tefehhüm: Okunanın ve söylenenin manasını anlamak, onları düşünüp tefekkür etmek.

3.    Ta‘zîm: Kölenin efendisine duyduğu ve gösterdiği saygıdan daha fazlasını Allah (cc) için göstermek.

4.    Heybet: Bu saygıdan kaynaklanan bir korku hissi duymak.

5.    Recâ: Kusurlardan dolayı Allah (cc)’ın azabından çekinmek ve namazda Allah (cc)’a saygı duyup korkulduğu için de sevap ummak.

6.    Hayâ: Kusur ve hataları hatırlayıp anlayarak Allah (cc)’tan hayâ etmek. (İhya Namaz)

Namazı kalp huzuruyla, tefekkür ve tazim de bulunarak, heybet, recâ, ve hayâ duyguları içinde kılabilmek için gönlü ve kafayı meşgul edecek her türlü engeli ortadan kaldırmak gerekmektedir.

Rasûlüllah (sav), namazda huşû’a engel olacak şeylerden özellikle kaçınmış ve kaçınmayı tavsiye buyurmuştur: Örneğin: “Yemek hazırlanmışken veya küçük, büyük abdest sıkıntısı varken kılınan namaz, kâmil bir namaz olmaz!” (Müslim, Mesâcid, 67)

Böyle bir durum da yemeği düşünmemek ve namazı bir an önce bitirmeye gayret etmemek mümkün değildir. Bu tür sıkışık anlarda Allah (cc)’ın âyetlerini düşünmek, hissetmek ve yaşamakta elbette çok zor olacaktır. Allah (cc) Rasûlü (sav), evde kapağı açık unutulan tencerenin bile namazın huşûunu zedeleyebileceğini düşünerek bir sahabeyi (Osman Bin Ebî Şeybe) uyarmıştır: “Evde ki tencereyi kapatmanı sana söylemeyi unuttum; çünkü namaz kılarken insanı meşgul edecek bir şeyin evde bulunması uygun olmaz.” (İhya Namaz)      

O, sadece ashabını bu konularda uyarmakla kalmamış, bizzat kendisi de namaz da huşû duymasına engel olabilecek her türlü şeyi ortadan kaldırmaya özen göstermiştir. Bir keresinde Rasûlullah (sav), üzerinde bazı işaretler bulunan yeni bir elbise ile namaz kılmış ve gözleri bu işaretlere takılmıştı. Namazdan sonra şöyle dedi: “Namazdayken işaretlere baktım; az kalsın huşûumu bozacak, beni fitneye düşürecekti.” Daha sonra bu elbiseyi Ebû Cehm’e geri gönderdi.” (Sıfatu Salat’in Nebiy, el Albani, s.71-72) 

Yine bir keresinde, namazda huşûuna engel olan yeni bir ayakkabısını, bir diğerinde de yüzüğü namazdan sonra çıkarıp atmış veya bir başkasına hediye etmiştir. (İhya Namaz)

Sahabe ve ilk nesiller de onu örnek alarak, namaz da huşû konusunda son derece titiz davrandılar:

Ensar’dan Ebû Talha (ra), bir gün bahçesinde namaz kılıyordu. O sırada bir kumru uçtu ve ileri geri gidip gelmeye başladı. Çıkacak bir yer arıyordu. O, Ebû Talha (ra)’nın hoşuna gitti; gözü ona bir müddet takıldı kaldı. Sonra kendine gelip namaza devam etmek istedi. Baktı ki, kaç rekât kıldığını bilmiyor. Bunun üzerine “VAllah (cc)i, bana şu malım yüzünden bir fitne isabet etti de kaç rekât namaz kıldığımı dahi bilemedim.” dedi ve hemen Resulullah (aleyhisselâm)’a gelip durumu anlattı. Sonra da “Ey Allah (cc)’ın Rasûlü! Şu bahçem Allah (cc) için sadakadır. Onu dilediğin yere sarfeyle!” dedi. 

Yine aynı şekilde, Ensar’dan bir başkası da namazına ve huşûna engel olan bahçesini, Halife Osman (ra)’a gidip vakfetmişti.

Bu türden örnekleri çoğaltmak mümkündür. Ancak bilinmesi gereken husus şudur ki; namazla mü’min arasına pek çok engel girebilir. İşte bu engelleri ortadan kaldırmadan huşû içinde namaz kılmak oldukça zor ve hatta imkânsızdır.

Namaz da huşû duymayı engelleyecek yukarıdaki pratik örneklerin dışında; bazı düşünceler, hayaller, kuruntular, vesveseler ve hatırlamalarda namazı zedeleyebilecek unsurlar olarak karşımıza çıkar. Zaten, şeytanın görevi, insanların gönlüne çeşitli vesvese ve düşünceleri fısıldayarak onlara Allah (cc)’ı anmayı unutturmaktır:

Namaz da huşûa engel olan etkenleri ortadan kaldırmak için, istiâze (şeytandan Allah (cc)’a sığınmak) ve tebettül (kalbini her şeyden boşaltıp Allah (cc)’a yönelmek) şarttır.  Şeytanın vesvese, fısıltı ve dürtüklemelerine kulak tıkamadan, bu konuda Allah (cc)’tan yardım dilemeden namaza durmak ve Kur’ an okumaya başlamak, tilkilerin cirit attığı bir ortamda kümesin kapısını açık bırakmak gibidir.

Ayrıca; dünyadan kopmadan, dünyevi ilgi, sevgi ve düşüncelerden kurtulmadan ve her şeye veda ederek Allah (cc)’ın yüce denetimini ense kökünde hissetmeden de namazda huşû’a ermek mümkün olmaz.

“Namaz kıldığın zaman, veda eden gibi namaz kıl!” (İbn Mace, Zühd 15 (4171).)

“Her namazınızı, son kez namaz kılıyormuşçasına ve Allah (cc)’ı görüyormuşçasına kılın.! O’nu görmüyorsanız da muhakkak o sizi görüyor.” (Sıfatu Salat’in Nebiy, el Albani, s.71-72) 

Namaza dururken Allah (cc)’ı anmak, O’nun bizi görüp gözettiğini hissetmek Allah (cc)’ın huzurunda mutlaka hesaba çekileceğimizi ve bu hesap için amellerimizin dökümü yapıldığında iyilik hanemize yazılacak en son ibadetin işte şu kıldığımız namaz olabileceğini düşünmek, bir sonraki namaz vaktine yetişip yetişemeyeceğimize dair bir garantimizin olmadığını hatırlamak, adeta bu fani dünyada son demlerini geçiren bir insanın psikolojik halini yaşamak… İşte bu duygularla namaza başlamak, başından sonuna kadar namazda huşû içinde bulunmamızı sağlamaya yetecek de artacaktır.

Zaten; Allah (cc)’ı, âyetlerini, cennet ve cehennemini; yaratma, öldürme ve diriltme kudretini, azametini ve yüceliğini hatırlamaktan başka ne ile kalpler tatmin bulup huzura ve sükûna kavuşacaktır?

“Bunlar, iman edenler ve gönülleri Allah (cc)'ın zikriyle sükûnete erenlerdir. Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah (cc)'ı anmakla huzur bulur.” (Ra’d 28)   

8.      NAMAZIN KÖTÜLÜKLERDEN ALIKOYMASI

Namaz Allah (cc) ile kul arasındaki ilişkiyi bir ömür boyu amelî olarak sürdüren, insanın eylemlerini dinî ve ahlakî hükümler çerçevesinde geliştirmesine yardımcı olan bir ibadettir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de namazın ahlakî tesirlerine ve kötülüklere karşı koruyucu özelliğine işaret edilerek, “Şüphesiz namaz hayâsızlıktan ve kötülükten meneder” buyurulur (Ankebût 45). Hem zâhirî şartlarına ve rükünlerine hem ihlâs, huşû, takvâ gibi mânevî şartlarına özen gösterilerek kılınan namaz hayâsızlık ve kötülük olarak değerlendirilen tutum ve davranışlarla uyuşmaz. Namaz âdeta bir nasihatçı ve uyarıcı gibi kişiyi bu davranışlarından meneder (M. Tâhir İbn Âşûr, XX, 259). Namaza devam edildikçe genellikle kötülüklere ve günahlara karşı koyma duygusu gelişir. Böylece kişi büyük günahlardan uzaklaşmaya başlar, alıştıklarından pişmanlık duyarak tövbe etmeye yönelir.

Namazın bir mü’minin hayatındaki en önemli etkisi; onu çirkin, fena ve kötü olan şeylerden, nahoş ve yüz kızartıcı davranışlardan uzak tutmasıdır.

“(Resûlüm!) Sana vahyedilen Kitab'ı oku ve namazı kıl. Muhakkak ki, namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah (cc)'ı anmak elbette (ibadetlerin) en büyüğüdür. Allah (cc) yaptıklarınızı bilir.” (Ankebut 45)

Yalnızca Allah (cc) için namaz kılan bir mü’min, Allah  (cc)’ın haram kıldığı ve münker saydığı şeylerden uzak durmaya ve onlara yaklaşmamaya çalışacaktır. Çünkü namazla bu tür olumsuzlukları bağdaştırmak mümkün değildir; ateşle barutu bir arada tutmak nasıl imkânsızsa, namazla fahşa ve münkerin arasını telif etmekte öylesine imkânsızdır. Namaz kılan bir kimse, en azından namaz kıldığı süre içinde bu tür kötülük ve çirkinliklerden uzak kalacak demektir. Bu da fahşa ve münkeri tamamen terk etmek için ilk adım sayılır.

Namaz; mü’minin, o ana kadar işlediği günah ve hataların farkına varması, bunlardan dolayı tevbe ve istiğfarda bulunması için ele geçmez bir fırsattır. Böylece kendi kendini hesaba çekecek, Rabb’inden af ve bağışlanma dileyecektir;

“Ey Rabbimiz! Artık bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört, ruhumuzu iyilerle beraber al.” (Al-i İmran 193)

Namaz kılan bir mü’min bir yandan namazını mükemmel bir hale getirmeye çalışırken, öte yandan da salih amellerde, iyilik ve ihsanlarda bulunarak kötülüklerini örtmeye çalışacaktır:

“Gündüzün iki ucunda, gecenin de ilk saatlerinde namaz kıl. Çünkü iyilikler kötülükleri (günahları) giderir. Bu, öğüt almak isteyenlere bir hatırlatmadır.” (Hûd 114)

Dolayısıyla beş vakit namaza devam edildikçe arada meydana gelebilecek küçük günahlar da silinir. Nitekim Hz. Peygamber, beş vakit namazın iki namaz arasındaki küçük günahlara kefâret olduğunu (Buhari, Mevakıtü’s-Salat,4,6; Müslim, Taharet, 14,15) ve güzel bir şekilde abdest alıp beş vakit namazı zamanında kılan, rükû, secde ve huşûunu tam olarak yerine getiren kimseyi Allah (cc) (cc)’ın affedeceğini belirtmiştir (İbn Mâce, Salat, 94; Ebû Dâvut, Salat, 9). Diğer taraftan namazı “gözümün nuru “diye nitelendiren Rasûl-i Ekrem (sav) (Müsned, III, 128, 199) günlük farz namazları bir insanın kapısının önünden akıp giden bir ırmağa, namaz kılmayı da bu ırmakta her gün beş defa yıkanmaya benzeterek nehirde günde beş defa yıkanan kimsede kir kalmayacağı gibi beş vakit namaz kılan kimsenin günahlarını Allah (cc)’ın sileceğini ifade etmiştir (Buhârî, “Mevâkitü’s-salât”, 6; Müslim, “Mesâcid”, 282).

9.      RASULULLAH (sav)’IN NAMAZI

a) Namazlara Karşı Gösterdiği Yoğunluk ve Hassasiyet: Hz. Peygamber (sav), devletin ve halkın işlerini yürütmesinin yanında Allah (cc) tarafından elçi olarak gönderilmesinin temel gayesi olan tebliğ görevini de en zor şartlarda bile yerine getirmenin gayreti içerisindeydi. Mescid-i Nebevîde kıldırdığı farz namazlarının haricinde o kadar yorulmasına ve zahmetlere katlanmasına rağmen hücre-i saâdetlerinde istirahata çekildiği zamanda namazlarına yoğun olarak devam ettiğini görmekteyiz. Bu hususta Hz. Âişe’nin rivâyetine göre Resûlüllah (sav) ayakları patlayacak dereceye gelinceye kadar namaz kılardı. Hz. Âişe “Ya Resûlellah! Allah (cc) senin gelmiş geçmiş bütün günahlarını sana bağışladığı halde böyle mi yapıyorsun? (bu zahmete katlanıyorsun)” deyince Hz. Peygamber “ Ya Aişe Şükreden bir kul olmayayım mı?” (Buharî, Teheccüd, 6) buyurmuştur. Muğîre b. Şu’be’nin rivayetine göre Hz. Peygamber ayakları şişinceye kadar namaz kılardı. (Müslim, Münâfikûn, 79-80)

Abdullah b. Ömer (ra), Hz. Aişe’ye “Resûlüllah’tan gördüğün en şaşırtıcı şeyi bana haber verir misin” diye sorunca Hz. Aişe uzun müddet ağlamış ve sonra şöyle demiştir: “Onun her işi hayret verici idi. Bir gece yanıma geldi, hatta cildini cildime dokundurdu ve sonra şöyle buyurdu: “Ey Aişe, bu gece bana Rabbime ibadet etmek için izin verir misin?” Bunun üzerine ben “Ey Allah (cc)’ın Resûlü! Ben senin yakınlığını severim, isteklerini de severim, Rabbine ibadet etmeni de severim, izinlisin” dedim. (Ben bunu söyleyince) Resûlüllah kalktı, odadaki su ibriğinin yanına gitti, abdest aldı, suyu da çok dökmedi, sonra namaz kılmaya başladı. Ağlıyordu, hatta ağlamaktan sakalı ıslandı. Sonra secde etti ve ağlamaya devam ediyordu. Ağlamasından yer ıslanmıştı. Sonra yan tarafına yattı ve yine ağlıyordu. Sonra Bilal geldi, kendisini sabah namazına çağırıyordu. Bilal onun ağlamasını görünce “Ey Allah (cc)’ın Resûlü! Allah (cc) senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışladığı halde seni ağlatan şey nedir? Bunun üzerine Hz. Peygamber “Ey Bilal! şükreden bir kul olmayayım mı?” Nasıl ağlamayayım? Allah (cc) Teâlâ bu gece bana “Göklerin ve yerin yaradılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde aklıselim sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır” (Âl-i İmrân 190) âyetini indirdi” dedikten sonra şöyle buyurdu: “Yazıklar olsun bunu okuyup ta bunun hakkında düşünmeyene!” Diğer bir rivayette ise “ vay bunu çeneleri arasında çiğneyip te bunun üzerinde düşünmeyenlere!” buyurmuştur. (İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, İstanbul, 1981, II, 164.) Görüldüğü gibi Hz. Âişe uyumamış ve dikkatle yatağından ayrılan Resûl-i Ekrem’in hal ve hareketini izlemiş, onun evinde yaptığı ibadetin mahiyetini ümmete duyurarak büyük bir hizmeti ifa etmiştir. Resûlullah’ın özel hayatını ümmete en fazla yansıtan ve duyuran bu annemiz olmuştur.

b) Hz. Peygamberin Son Hastalığında Namaz İçin Gösterdiği Hassasiyet

Hz. Peygamber, âhirete irtihal edeceği sırada bile namazı düşünüyor ve bu konuda ümmetine önemli mesaj sunmayı ihmal etmiyordu. Ubeydullah b. Abdillah şöyle bildirir: Âişe’nin yanına girdim ve kendisine “Bana Resûlüllah (sa.v) in hastalığından bahsetmez misin?” deyince Hz. Âişe “evet” dedi (ve şunları söyledi): “Peygamber(sav) in hastalığı ağırlaştı. (Bir ara) “insanlar namaz kıldı mı?” diye sordu. Biz: Hayır seni bekliyorlar ey Allah (cc)’ın Resûlü dedik. Bunun üzerine Hz. Peygamber: “(Öyle ise) benim için leğene su koyun” buyurdu. Dediğini hemen yerine getirdik, Resûlüllah (sav) yıkandı. Sonra kalkmak için davrandı. Fakat bayıldı. Sonra ayılarak: “İnsanlar namazı kıldı mı?” diye sordu... ve bu hal üç defa tekrar etmiştir. ...Sonra Resûlüllah (sav) kendisinde biraz hafiflik hissederek biri Abbas olmak üzere iki kişinin arasında öğle namazına çıktı. Ebû Bekir cemaatle namaz kıldırıyordu.  Ebu Bekir onu görünce geri çekilmeye davrandı, fakat Peygamber (sav) ona geriye çekilmemesi için işaret etti. Yanındaki iki zata: “Beni onun yanı başına oturtun” buyurdu. Onlar da kendisini Ebu Bekir’in yanı başına oturttular. Ebu Bekir ayakta Peygamber (sav) in namazına uymuş, cemaat ta Ebu Bekir’in namazına uymuş olarak namaz kılıyorlardı. Peygamber (sav) ise oturuyordu...” (Müslim, Salât, 90.) 

Görüldüğü gibi Hz. Peygamber, ayakta namazda duramayacak ve mescide yardımsız gidemeyecek durumda ağır hasta olmasına rağmen, ashabının namaz kılıp kılmadıklarını sormuş, cemaate iştirak etmenin hasreti ile yanıp tutuşmuştur. Kelime-i Şahadetten sonra İslam’ın en önemli rüknü olan namaz hususundaki hassasiyetini göstermiş ve cemaate iştirak etmenin önemini Allah (cc)’a kavuşmasına ramak kala bütün ümmetine göstermiştir.

c) Hz. Peygamberin Namazlarda Uzun Kıraatte Bulunması

Hz. Peygamber’in, namazlarda özellikle tek başına kıldığı namazlarda kıraati uzun tuttuğu rivayet edilmektedir. Huzeyfe (ra) bu hususta şu malumatı verir: “Bir gece Peygamber (s.av) ile birlikte namaz kıldım. Bakara sûresine başladı, ben (içimden) yüz âyeti tamamlayınca rükû eder; dedim. Sonra devam etti. Ben (içimden) bütün sûreyi bir rek’atda okuyacak; dedim. O yine devam etti. Ben bu sûre ile rükua varır, dedim. Sonra Nisâ sûresine başladı. Onu da okudu. Sonra Âl-i İmrân sûresine başladı; onu da okudu. Ağır ağır okuyordu, içinde tesbih bulunan bir âyete gelince tesbih ediyor; istek (rahmet ve bağışlanma) âyetine gelince istiyor; teavvüz (sığınma) âyetine gelince (Allah (cc)’a) sığınıyordu...” (Müslim, Müsâfirûn, 203.)

Bu hadis, Hz. Peygamber’in bazı zamanlarda namaz kılarken uzun kıraatte bulunduğunu göstermektedir. Bununla birlikte Resûl-i Ekrem, cemaatle namaz kılınması esnasında imamın kıraati hafif yapmasını istemiştir. Bu konuda şöyle buyurmuştur: “Biriniz cemaate imam olursa, namazı hafif kıldırsın. Çünkü onların içerisinde küçük, yaşlı, zayıf ve hasta olanlar vardır. Kendi kendine kıldığı vakit istediği gibi kılsın. Yalnız başına kıldığı zaman, namazını istediği kadar uzatsın.” (Buharî, Ezân, 63)

Resûl-i Ekrem’in namaz kıldırması hakkında Hz. Enes şu bilgiyi verir: “Ben Peygamber (s. a. v) den daha hafif ve ondan daha tamam namaz kıldıran hiçbir imamın arkasında namaz kılmadım. Şayet bir çocuğun ağlamasını işitirse, annesini sıkıntıya düşürmekten endişe duyduğu için namazı hafif kıldırırdı.” Yine Enes (ra) ın rivayetine göre Hz. Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Ben (bazen) namaz kıldırmaya kalktığımda namazı uzatmak isterim (uzatmak niyeti ile namaza başlarım). Fakat bir çocuğun ağlayışını duyunca, annesinin çocuğun ağlamasından dolayı üzüleceğini, ıstırap duyacağını bildiğimden ve ayrıca annesine sıkıntı vermeyi ve zorluk çıkarmayı uygun görmediğimden dolayı kıraatimi kısa tutarım” (Buhârî, Ezân, 65) Bu hadisler, cemaatle namaz kılınması sırasında, insanları nefret ettirmeden, bıktırmadan namaz kıldırmanın önemini göstermektedir. Resûlüllah (sav) in namazı hafif kıldırıldığına işaret edilen hadiste ayrıca onun namazı tam kıldırdığına da dikkat çekilmiştir. Görüldüğü gibi o, insanlara kulluktan söz ederken, öncelikle bunu en yoğun bir şekilde kendisi uyguluyordu. Hatta, onun terbiyesinde yetişmiş ve bu alanda ün yapmış bir sahabi bile onun uygulamasına zor dayanıyordu

d) Hz. Peygamber’in Ömrünün Sonuna Doğru İbadetini Yoğunlaştırması

Hz. Peygamber, Nasr sûresinin indirilmesinden sonra daha çok tövbe ve istiğfara devam etmiş,  (Allah (cc)’ım! Seni noksan sıfatlardan tenzih eder ve sana hamdeder ve sana yönelirim. Beni bağışla Allah’ım (cc)” cümlesini her fırsatta söylerdi. (Ahmed b. Hanbel, VI, 35.) 

Hz.  Âişe (ra)’nın rivayetine göre Peygamber (sav), rükua ve secdeye vardığı zaman    (Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim ve sana hamd ederim. Ey Allah (cc)ım! Beni bağışla) (Buharî, Süre-i Nasr, 110.) derdi. Çoğunluğun rivayetine göre Nasr sûresi, Mekke’nin fethinden önce indirilmiştir. Bu sûre, Hz. Peygamberin ölümünün yaklaştığını haber vermektedir. Hz. Peygambere tövbe ve istiğfarın emredilmesi, onun ecelinin yaklaştığına bir işarettir. Bu yüzden Nasr sûresine “tevdî’ sûresi” (vedalaşma sûresi) adı verilmiştir.  Hz. Peygamberin bu sûrenin inmesinden iki yıl sonra vefat ettiği söylenmiştir.

Görüldüğü gibi, Hz. Peygamber, ömrünün sonlarına doğru ibadetlerini ve istiğfarını yoğunlaştırmıştır. Allah (cc) tarafından geçmiş ve gelecek günahlarının bağışlandığı bildirildiği halde Resûl-i Ekrem’den bağışlanma talebinde bulunması ve tövbe etmesi istenmiştir. Bu uygulama ve davranış Resûlüllah’ın zatında bütün ümmetten istenmektedir. Bu sebeple herkes ömrünün sonuna doğru daha fazla ibadetini yoğunlaştırmalı ve daha fazla tövbe ve istiğfarda bulunmalıdır. Ömrünün hangi zaman ve hangi noktada son bulacağını kimse bilemez. Müslüman, hemen ölecekmiş duygusuyla âhiret hazırlığını her zaman ve hiç ara vermeden yapmalı ve Hz. Peygamberin hayatından ve ibadetlere karşı gösterdiği hassasiyetten ders almalıdır. (Altınoluk dergisi, 12/2004)

10.  NAFİLE NAMAZLAR

 Farz veya vâcip namazların dışında kalan namazlar genel olarak nâfile namaz olarak adlandırılır. Bu sebeple farz namazlardan önce ve sonra kılınan sünnet namazlar nâfile namazlara dâhildir. Kaynaklarda Hz. Peygamber (sav)’in günlük beş vakit farz namazlardan başka değişik zamanlarda ve değişik vesilelerle nâfile namazlar kıldığı ve bu namazlara önem verdiği ifade edilmektedir. Nitekim bir hadiste kişinin kıyamet gününde ilk olarak namazından hesap sorulacağı ve farzlarında bir eksikliğin bulunması durumunda Allah (cc)’ın meleklere bunu nâfilelerle tamamlamalarını emredeceği ifade edilmektedir (Nesâî, “Śalât”, 9).

Nâfile namazların fıkıh kaynaklarında çeşitli açılardan tasnife tâbi tutulduğu görülür. Hanefîler’e göre nâfile namazlar farz namazlara tâbi olup olmamaları açısından ikiye ayrılır. Farz namazlara tâbi nâfile namazlar belli bir düzen içinde beş vakit farz namazlarla birlikte kılındığı için “revâtib”, farzlara tâbi olmayanlar ise “regāib” şeklinde isimlendirilir. Revâtib nâfile namazlar müekked sünnet (Hz. Peygamber (sav)’in devamlı kıldığı) ve gayri müekked sünnet (Hz. Peygamber (sav)’in ara sıra terkettiği) şeklinde iki kısma ayrılır. Diğer taraftan Hanefî literatüründe müekked sünnet olan nâfile namazlar sünnet, gayri müekked olanlar ise müstehap ya da mendup şeklinde adlandırılmıştır.

Revâtib sünnetler dışında regāib olarak isimlendirilen nâfile namazlar, Hz. Peygamber (sav)’in uygulamalarına dayanılarak belirli zamanlarda veya bazı vesilelerle kılınan ya da kişinin kendi isteğiyle herhangi bir zamanda Allah (cc)’a yakınlaşmak ve sevap kazanmak amacıyla kıldığı namazlardır. Herhangi bir yükümlülük olmaksızın gönüllü olarak kılındığı için tatavvu namazlar olarak da adlandırılır. Teheccüd, kuşluk (duhâ), istihâre, yağmur duası, husûf (ay tutulması), küsûf (güneş tutulması), tahiyyetü’l-mescid, evvâbîn, tesbih, ihrama giriş ve hâcet namazlarıyla abdest ve gusülden sonra kılınan namaz regāib türünden nâfile namazlardır.

Tüm bunlar göz önünde bulundurulduğunda Hz. Peygamber (sav)’in Rabbinin rızası ve kendisine verdiği nimetler karşısında şükreden bir kul olmak için her fırsatta nafile namaz kıldığı görülmektedir. Resûl-i Ekrem Efendimiz, kıldığı nafile namazların kimisine mübarek ayakları şişecek ve çatlayacak kadar uzun, kimisini ise insanı yormayacak kadar hafif tutuyor; bazı namazları iki rekât, bazı namazları ise sekiz hatta daha fazla rekât halinde kılıyordu. Kimi namazları aksatmadan devamlı olarak, kimi namazları ise ara sıra veya nadiren kılıyordu. Efendimizin bu çeşitli uygulamaları nafile namazlarda farzlardaki kadar kesin kurallar olmadığını, bu namazların kişinin o andaki durumuna göre uygun miktarda ve uzunlukta kılınabileceğini göstermektedir.

Hz. Peygamber (sav)’in kıldığı nafile namazlarda titizlikle üzerinde durduğu husus ise, ailesiyle olan ilişkilerden uzak kalmamak, onların ve diğer insanların haklarını çiğnememekti (Buhârî, nikâh, 1). Ayrıca Allah Resûlü, ibadet eden kimsenin kendini harap etmesini de hoş karşılamamış, nafile ibadetlerin çok olmasını değil kişinin gücü ölçüsünde olmasını arzu etmiştir (Ebû Dâvûd, Tatavvu’, 18).

Biz Müslümanlara düşen ise Hz. Peygamber (sav)’i örnek alarak onun kıldığı nafile namazları gücümüz yettiğince kılmaktır. Hz. Peygamber (sav)’in sünnetine uymak Allah (cc)’ın sevgisini kazanmaya vesile olduğu gibi (Âl-i İmrân, 3/31), onun yaptığı üzere nafile ibadetlere özen göstermek de Rabbimize yaklaşmanın ve O’nun rızasına ermenin bir vesilesidir (Buhârî, Rikâk, 38). Peygamber Efendimizin nafile ibadetler hususunda ümmetine tavsiyesi ise diğer amellerde olduğu gibi namazların da az da olsa ihlâslı ve devamlı olmasıdır: Zira “Allah (cc) katında amellerin en sevimlisi az da olsa devamlı olanıdır.” (Buhârî, Rikâk, 18)

11.  CEMAATLE NAMAZ

a) Cemaatle Namaz Kılmanın Fazileti:

İslâm dini birlik ve beraberliğe büyük önem vermiştir. Günde beş vakit namazın bir arada eda edilmesinin teşvik edilmesi, haftada bir cuma namazının ve senede iki kez olan bayram namazlarının topluca kılınmasının gerekli görülmesi, müminlerin görüşüp halleşmelerine, birbirleriyle yardımlaşmalarına vesile olmak gibi bir anlam taşımaktadır. Bu bakımdan cemaatle namaz esprisi, oluşturulmak istenen birlik ruhunun hem bir göstergesi ve hem de o birlik ruhunun sağlamlaştırıcısı ve devam ettiricisi olmaktadır. "Ve sen içlerinde olup da onlara namaz kıldıracak olursan, onlardan bir bölümü seninle birlikte namaza dursun, silâhlarını da yanlarına alsınlar" (Nisâ 102) âyetinde Allah (cc) (cc) cihad sırasında korkulu anlarda bile cemaatle namaz kılmayı söz konusu etmektedir. Korkulu anlarda cemaatle namaz kılmanın teşvik edilmesi, normal zamanlarda cemaate riayet edilmesinin daha öncelikli ve önemli olduğunu da belirtmiş olmaktadır. Savaş durumunda namazın, normal kılınış biçiminin dışında farklı bir şekilde kılınması, cemaatin önemi ve güvenlik gibi sebeplerle açıklanabileceği gibi, bunda sahâbenin Peygamber’le birlikte namaz kılma iştiyakının da rolü bulunmaktadır. İnsanlar Hz. Peygamber (sav)’in arkasında, iki ayrı grup halinde nöbetleşe namaz kılınca hem cephe terkedilmemiş hem de herkes Hz. Peygamber (sav)’in arkasında namaz kılmış olmakta ve bu suretle Hz. Peygamber (sav)’in belli bir grupla namaz kıldığı takdirde ortaya çıkması muhtemel olan yanlış anlamanın önüne geçilmiş olmaktadır. Hz. Peygamber cemaatle namazı teşvik sadedinde cemaatle kılınan namazın, tek başına kılınan namazdan yirmi yedi veya yirmi beş derece daha faziletli olduğunu belirtmiştir (Buhârî, “Ezân”, 30; Müslim, “Mesâcid”, 42). Kendisi de hayatı boyunca cemaate namaz kıldırmış, hastalandığında ise cemaate katılarak Ebû Bekir'in arkasında namaz kılmıştır. Cemaatle namaz, içerdiği dayanışma ve yardımlaşma anlamı nedeniyle İslâm'ın bir şiarı ve sembolü haline gelmiştir ve vazgeçilmez bir uygulama olarak öylece devam etmiştir. Cuma namazı dışında en kuvvetli cemaat, sabah namazının cemaati, sonra yatsı namazının cemaati, sonra ikindi namazının cemaatidir. Ebû Hüreyre (ra)'dan rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "İnsanlar ilk safın sevabını bilselerdi, ön safta durabilmek için kura çekmekten başka yol bulamazlardı. Namazı ilk vaktinde kılmanın sevabını bilselerdi bunun için yarışırlardı. Yatsı namazı ile sabah namazının faziletini bilselerdi, emekleyerek de olsa bu namazları cemaatle kılmaya gelirlerdi" (Buhârî, “Ezân”, 9, 32; Müslim, “Salât”, 129, 131). Bir başka hadiste de "Kim yatsı namazını cemaatle kılarsa, gece yarısına kadar namaz kılmış sevabını alır. Sabah namazını da cemaatle kılarsa bütün geceyi namaz kılarak geçirmiş gibi sevap alır" (Buhârî, “Ezân”, 34; Müslim, “Mesâcid”, 260) buyurmuşlardır.

Safların en faziletlisi en ön saftır. Bu fazilet imama yakınlık derecesindedir. Fakat imama en yakın duran kişiler imamlığa ehil olan kişiler olmalı ki imamın abdesti bozulduğunda, hemen birini yerine geçirebilsin.

b) Cemaatle Namazın Hükmü

Cemaat fazileti her ne kadar bir kişiyle de olabilir ve hâne halkıyla dahi cemaatle namaz kılınabilirse de bu, camiye çıkmanın ve daha kalabalık bir cemaatte bulunmanın sevabına denk olmaz. Farz namazların cami ve mescitlerde cemaatle kılınışı İslâm dininin bir sembolü ve şiarı olduğu için bunun terk ve tatil edilmesi asla câiz görülemez. Cemaatin önemini gösteren çok sayıda hadis bulunmaktadır. Bunlardan birinde Hz. Peygamber (sav) "Üç kişi bir köyde veya sahrada bulunur ve cemaatle namaz kılınmazsa, şeytan onlara hâkim olur. Öyleyse cemaatten ayrılma. Çünkü kurt ancak sürüden ayrılan koyunu yer" buyurmaktadır (Ebû Dâvûd, “Salât”, 47). Bir diğer hadiste ise "Nefsim kudret elinde olan Allah (cc)’a yemin ederim ki, ateş yakılması için odun toplanmasını emretmeyi, sonra da namaz için ezan okunmasını, daha sonra da bir kimseye emredip imam olmasını, sonra da cemaatle namaza gelmeyenlere gidip evlerini yakmayı düşündüm" (Buhârî, “Ezân”, 29, 34; Müslim, “Mesâcid”, 251-254) diyerek cemaatin topluca terkedilmesinin en ağır müeyyide uygulanmasını gerektiren yanlış bir davranış olduğunu ifade etmektedir. Cemaatle namaz kılmanın önemine dair bu ve benzeri hadislerden ve ilgili âyetlerden hareketle Hanbelîler, cemaatle namaz kılmanın erkekler için farz-ı ayın, Şâfiîler de farz-ı kifâye olduğunu söylemişlerdir. Hanefî ve Mâlikîler'e göre ise, cuma namazı dışındaki farz namazları cemaatle kılmak, gücü yeten erkekler için müekked sünnettir. Kadınların, hastaların, çok yaşlı kimselerin ve kötürümlerin ise cemaatle namaz kılmak için mescide gitmesi gerekmez. Hanefî ve Şâfiîler'e göre, cemaatin en az sayısı imam ve ona uyan olmak üzere iki kişidir. Hatta uyan kişi çocuk da olabilir. Çünkü Hz. Peygamber (sav), teheccüd namazında çocuk yaşta olan İbn Abbas (ra)'a imamlık yapmış ve bir hadisinde "İki kişi ve daha fazlası cemaattir" (Zeylaî, Nasbü'r-râye, II, 198) buyurmuştur.(diyanet ilmihal)

12.  SONUÇ

Ø  Namaz; Allah (cc)’ı anma, O’nu yüceltme, kıraat, dua, tekbir, tesbih, tahmîd ve saygı başta olmak üzere pek çok ibadeti bünyesinde toplar. Namaz; dinin direği, mü’minin miracı, imanın göstergesidir. Namaz, ilk emredilen ve ahirette de ilk sorgusu yapılacak olan ibadettir. Namaz; insanı kötülüklerden ve haramlardan alıkoyar, insan hayatına çeki düzen verir. Özellikle cuma, bayram ve cemaatle kılınan namazlar, kaynaşma ve dayanışmayı sağlar, birlik ve beraberliği pekiştirir. Namaz, maddî ve manevî arınmadır.

Ø  Namazsız İslam salt ideolojiden ibaret kalır. Namaz ibadettir, teslimiyettir, tefekkürdür, zikirdir, duadır, ilticadır, huşu ve hudûdur.

Ø  Dinî bir terim olarak “Salat” (namaz); Allah (cc)’ın emrettiği, Peygamberimizin uyguladığı şekilde tekbirle başlayıp selamla son bulan, belirli hareket ve sözlerden oluşan kalp, dil ve bedenle yapılan bir ibadeti ifade eder.

Ø  Ta‘dîl-i erkân terkibi, fıkıh terimi olarak namazın kıyam, rükû ve secde gibi rükünlerini yerli yerinde, acele etmeden sükûnet içinde yerine getirmeyi, it­mi’nan ha­lin­de bu­lun­mayı, ha­re­ket­ten son­ra dur­mayı ya­hut kalk­ma­sı eğil­me­sin­den ay­rı­la­cak şe­kil­de iki ha­re­ket ara­sın­da sükûnet bul­mayı ifade eder.

Ø  Huşû duyarak kılınan namaz, mü’mini felaha, huzura ve sükûna kavuşturacaktır. Huşû içindeki namaz ise; ancak dosdoğru, ta’dîl-i erkâna riayet ederek, kıraatin hakkını verip onu tefekkür ederek, sağa sola iltifat etmeyip dünyadan koparak ve kalbini Allah (cc)’a teslim ederek kılınır.

Ø  Namazın bir mü’minin hayatındaki en önemli etkisi; onu çirkin, fena ve kötü olan şeylerden, nahoş ve yüz kızartıcı davranışlardan uzak tutmasıdır.

Ø  Her konuda olduğu gibi namaz konusunda da "Beni nasıl namaz kılarken görüyorsanız siz de öylece namaz kılınız" (Buhârî, Ezan 18, no: 630, Edeb 27, no: 6008) hadisi gereğince namazımızda da Rasululllah (sav)’in namazını iyi öğrenip ona uygun olarak kılma gayretinde olmalıyız.

Ø  Peygamber Efendimizin nafile ibadetler hususunda ümmetine tavsiyesi ise diğer amellerde olduğu gibi namazların da az da olsa ihlâslı ve devamlı olmasıdır.

Ø  Cemaatle namaz, içerdiği dayanışma ve yardımlaşma anlamı nedeniyle İslâm'ın bir şiarı ve sembolü haline gelmiştir ve vazgeçilmez bir uygulama olarak öylece devam etmiştir.

 

13.   ÖDEVLER

1.        Bir hafta içinde en az 2 vakit namazı cemaatle kılmak.

2.        Bir hafta boyunca Fatiha ve zammı sureyi anlamını okuyarak namaz kılmak.

 

14.  VİDEO

Namaz Önemli Değildir, Namaz Dindir | Nureddin Yıldız

https://www.youtube.com/watch?v=yb3Te0HFEDU 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Dersler