15. KİBİR

 

15. KİBİR

1. GİRİŞ

Kibir ilk insan olan Hz. Adem (a.s)’den bu yana ortaya çıkmış kadim bir duygudur. Kişinin muhatabıyla olan kıyasındaki ölçüsüzlük ve bir vehimdir. İç alemden kaynaklanır fakat zuhuratı farklı farklıdır. Kimi zaman maddi, kimi zaman ise manevi boyutta görünür. İnsan beğenilmek, övülmek ve takdir edilmek ister ki bu fıtridir. Fıtri olmayan bahşedilen ve kazanılan nimetlerin gerçek sahibini unutarak kendimize mal edip diğer kişilere karşı bir üstünlük vesilesi kılmamızdır. Modern zamanlarda hakim olan düşünceyle insan Tanrı’nın yerine konularak enesi şişirilmiş ve özgüven sağlıyoruz diyerek diğer insanlara ve Rabbine karşı istiğna durumuna girerek kendisini dev aynasında görmüş bu sahte yanılsamayı gerçek zannetmiştir. Rabbimizinde devamlı hatırlattığı gibi insan kendisine verilen herhangi bir imkan ve gücü mutlak kendinden zannederek elinden hiçbir zaman çıkmayacağı zehabına kapılmış onları ona vereni görmeyerek ve geçiciliğini takdir edemeyerek sahte bir kibre düçar olmuştur.

Günümüzde çeşitli boyutlarını gördüğümüz kibir hastalığı sadece inanmayanları, dindar olmayanları değil inananları, dindar olanları da tehdit etmektedir. Kişinin kendi cemaati, mensubiyeti, ameli, infakı, bilgisi, işi, evi, arabası, ticareti ve ailesi de kibir vasıtası olabilmektedir. Sosyal medyada insanlar sere serpe bütün hayatlarını ortaya koyarak gerek yazılarıyla gerekse görselleriyle muhataplarına karşı bir gösteriş ve kibir yarışına girişmişlerdir. Bu durum internet ağınında çok yaygın olmasıyla sirayeti artırmıştır.

Bu dersimizde şeytanı Allah (c.c)’ın huzurundan kovdurtan kibrin bize ne kadar yakın olduğunu, tanıma yollarını, nedenlerini ve tedavi yollarını göreceğiz.

2. KAVRAM TAHLİLİ

Sözlükte “büyüklük” anlamına gelen kibir (kibr), tevazuun karşıtı olarak “kişinin kendini üstün görmesi ve bu duyguyla başkalarını aşağılayıcı davranışlarda bulunması” demektir. Ancak kelimenin daha çok birinci anlamda kullanıldığı, büyüklenme ve böbürlenme şeklindeki davranışların ise bu huyların dışa yansımasından ibaret olduğu belirtilir. Aynı kökten gelen tekebbür ve istikbâr kibre yakın anlamlara gelmekle birlikte kibri büyüklük duygusu, tekebbürü ise bu duygunun eyleme dönüşmesi şeklinde yorumlayanlar da vardır (meselâ bk. Gazzâlî, III, 343-344; Ferîd Vecdî, VIII, 43). Kaynaklarda, tekebbürün en ileri derecesinin gerçeği kabule yanaşmayarak Allah’a karşı büyüklenmek ve O’na boyun eğip kulluk etmeyi kendine yedirememek olduğu ifade edilir. İstikbârın iyi ve kötü olanı vardır. İyi olanı insanın büyük ve değerli bir kişi olmayı istemesi, bunun için gerektiği şekilde davranması, gerekli niteliklerle donanması; kötü olanı ise kişinin sahip olmadığı meziyetlerle övünerek kendini olduğundan farklı göstermeye çalışmasıdır. Tekebbürün de benzer şekilde iki farklı anlama geldiği görülür. A‘râf sûresinin 146. âyetinde kibir taslayanlar eleştirilirken “haksız olarak” kaydının konması dikkate alınarak bir kimsenin sahip olduğu gerçek meziyet ve erdemleri ölçüsünde kendi değerinin farkına varmasında bir sakıncanın bulunmadığı belirtilmiştir (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “kbr” md.; Lisânü’l-ʿArab, “kbr” md.; Tâcü’l-ʿarûs, “kbr” md.). Ucb (kendini beğenme), ihtiyâl ve huyelâ (büyüklenme), fahr, tefâhur (övünme), tahkir (başkasını aşağılama), tecebbür (zorbalık), tuğyan (taşkınlık) gibi kibre yakın anlamlarda kullanılan başka kavramlar da bulunmakla birlikte bunlardan yalnız ucb kelimesi kibir gibi literatüre ahlâk terimi olarak girmiştir. Kaynaklarda genellikle ucbun kibirden farklı olduğu belirtilir. Buna göre kişinin kendini büyük, başkalarını küçük görmesine kibir, başkasını küçük görmeden kendini ve yaptıklarını beğenerek böbürlenmesine de ucb denilir. “Kişinin geçici değerlere aldanıp onlarla avunması” anlamına gelen gurur da Türkçe’de “kendini beğenme, böbürlenme” mânasında kullanılmaktadır.

4. KURAN-I KERİM’DE KİBİR

 “Yeryüzünde haksız yere böbürlenenleri âyetlerimden uzaklaştıracağım. Onlar bütün mucizeleri görseler de iman etmezler. Doğru yolu görseler onu yol edinmezler. Fakat azgınlık yolunu görürlerse, hemen ona saparlar. Bu durum, onların âyetlerimizi yalanlamalarından ve onlardan gafil olmalarından ileri gelmektedir.” (Araf 146)

 “Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma. Çünkü sen (ağırlık ve azametinle) ne yeri yarabilir ne de dağlarla ululuk yarışına girebilirsin.” (İsra 37)

  Karun, Musa'nın kavminden idi de, onlara karşı azgınlık etmişti. Biz ona öyle hazineler vermiştik ki, anahtarlarını güçlü-kuvvetli bir topluluk zor taşırdı. Kavmi ona şöyle demişti: Şımarma! Bil ki Allah şımarıkları sevmez. Allah'ın sana verdiğinden (O'nun yolunda harcayarak) ahiret yurdunu iste; ama dünyadan da nasibini unutma. Allah sana ihsan ettiği gibi, sen de (insanlara) iyilik et. Yeryüzünde bozgunculuğu arzulama. Şüphesiz ki Allah, bozguncuları sevmez. Karun ise: O (servet) bana ancak kendimdeki bilgi sayesinde verildi, demişti. Bilmiyor muydu ki Allah, kendinden önceki nesillerden, ondan daha güçlü, ondan daha çok taraftarı olan kimseleri helâk etmişti. Günahkârlardan günahları sorulmaz (Allah onların hepsini bilir). Derken, Karun, ihtişamı içinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını arzulayanlar: Keşke Karun'a verilenin benzeri bizim de olsaydı; doğrusu o çok şanslı! dediler. Kendilerine ilim verilmiş olanlar ise şöyle dediler: Yazıklar olsun size! İman edip iyi işler yapanlara göre Allah'ın mükâfatı daha üstündür. Ona da ancak sabredenler kavuşabilir. Nihayet biz, onu da, sarayını da yerin dibine geçirdik. Artık Allah'a karşı kendisine yardım edecek avanesi olmadığı gibi, o, kendini savunup kurtarabilecek kimselerden de değildi.” (Kasas 76-81)

“Andolsun sizi yarattık, sonra size şekil verdik, sonra da meleklere, Âdem'e secde edin! diye emrettik. İblis'in dışındakiler secde ettiler. O secde edenlerden olmadı. Allah buyurdu: Ben sana emretmişken seni secde etmekten alıkoyan nedir? (İblis): Ben ondan daha üstünüm. Çünkü beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın, dediAllah: Öyle ise, «İn oradan!» Orada büyüklük taslamak senin haddin değildir. Çık! Çünkü sen aşağılıklardansın! buyurdu..” (Araf 11-13)

“Seni gördükleri zaman: «Bu mu Allah'ın peygamber olarak gönderdiği!» diyerek hep seni alaya alıyorlar.” (Furkan 41)

“Ve dediler ki: Bu Kur'an iki şehirden bir büyük adama indirilse olmaz mıydı?” (Zuhruf 31)

5. HADİSLERDE KİBİR

 “Büyüklük benim gömleğimdir, ululuk da cübbemdir. Her kim bu iki şeyde benim ile çekişirse onu ateşe atarım.” (Müslim, El- Birr ve’s Sıla 2620)

Rasulullah buyurdu ki:  “Size cennetlikleri bildireyim mi? Onlar kendilerini korumaktan âciz, alçak gönüllü oldukları için de kimsenin önemsemediği ve fakat şöyle olacak diye yemin etseler, isteklerini Allah’ın gerçekleştireceği kimselerdir. “Size cehennemliklerin kimler olduğunu söyleyeyim mi? Katı kalpli, kaba, cimri ve kurularak yürüyen kibirli kimselerdir.” (Buhari Eyman 9, Edeb 61; Müslim Cennet 47; Tirmizi cehennem 13 ; İbni Mace Zühd 4)

Rasulullah buyurdu ki:  "Kalbinde zerre miktar kibir bulunan kimse asla cennete girmeyecektir!" (Müslim, “Îmân”, 147; Ebû Dâvûd, “Libâs”, 26). Özellikle son hadis, kibrin ne kadar kötü bir huy olduğunu gösteren bir delil olarak konuyla ilgili bütün kaynaklarda zikredilir. Gazzâlî bu hadisi açıklarken özetle şu görüşlere yer verir: Kibir cennete girmeye engeldir; çünkü insanın müminlere yaraşır huylar kazanmasını önler; hâlbuki bu huylar cennetin kapıları demektir. Kibir cennetin bütün kapılarını kapatır; zira kibirli kişi kendisi için istediğini başkaları için isteyemez (Gazzâlî, III, 344). Söz konusu hadiste ifadenin hayli ağır olmasını dikkate alan bazı âlimler, buradaki kibirle “Allah’a karşı büyüklenme ve O’na boyun eğip kulluk etmeyi kendine yedirememe” anlamının kastedildiğini belirtmişlerdir. Aynı hadis, “Kıyamet gününde müminler kalpleri kibirden arındırıldıktan sonra cennete girebileceklerdir” şeklinde de yorumlanmıştır (İbnü’l-Esîr, IV, 5).

Bir adam: "Kişi elbisesinin güzel olmasını, ayakkabısının güzel olmasını sever!" dedi. Rasulullah da şöyle buyurdu: "Allah güzeldir, güzelliği sever! Kibir ise hakkın ibtali, insanların tahkiridir" (Müslim İman 147-149)

 6. KİBRİN MAHİYETİ VE NARSİZM

Tüm kötü ve iyi eğilimler, insan yaratılışında potansiyel olarak bulunmaktadır. Bu huylar, İslam ahlakçıları tarafından fıtri/tabii ahlak diye isimlendirilir. "Nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilham edene yemin ederim ki" (Şems 8) ayetinde de bildirildiği gibi insan, bu huyları iyi ve kötü olarak ayırt edebilme yeteneğiyle yaratılmış ve bu sayede peygamberlerin bu konudaki tebliğlerini algılayabilmişlerdir. Yaratılıştan gelen bu huylar zaman içinde sosyal çevrenin etkisi ve eğitimle insanda karakter/seciye haline gelir ki bu durum da müktesep/ kazanılmış ahlak diye isimlendirilir. İrade sahibi bir varlık olarak insanın sorumluluğu buradan başlar. Bu yüzden o, bu kötü huylardan korunma ve iyi huyları davranış biçimi haline getirmekle mükellef tutulur. İnsanın yaratılışında olup da insanın varlık ve gelişimine hizmet eden her eğilim gibi, büyüklük duygusu da insana bir hikmetle verilmiştir;  ancak bu duygu, ıslah edilmediği zaman insanlarda,  hastalık boyutunda Nörolojik hastalıkların yol açtığı kişilik bozuklukları ve huylar istisna edilirse her kötü huy, iradenin yanlış kullanılması sonucu insan benliğinde yer eder.  Mutaffifin 14'ncü ayetini tefsir eden hadiste Hz. Peygamber (sav.) bu konuyu şöyle açıklamaktadır: "Kul bir hata yaptığı zaman kalbinde siyah bir iz meydana gelir. Eğer kişi, o hatadan nefsini uzaklaştırır, af talep eder ve tövbede bulunursa kalbi cilalanarak (leke silinir). Bilakis, aynı günahı işlemeye devam ederse, kalpteki leke artırılır. Hatta bir zaman gelir, kalbi tamamen kaplar. İşte bu durum Cenab-ı Hakk'ın: “Hayır! Bilakis onların işlemekte oldukları (kötülükler) kalplerini kirletmiştir/paslandırmıştır.” (Mutaffifin 14) şeklindeki ayette zikrettiği pastır." (Tirmizi, Ebu İsa Muhammed b. İsa, es-Sünen, İstanbul, 1413/1992, Tefsir, Mutaffifin; İbn Mace, Zühd, 29) bu hususa dikkat çekilir ve bir başka hadiste de aynı durumun kibir için geçerli olduğu şu şekilde bildirilir: "Kişi kendisini büyük görmeye devam ede ede cebbarlar arasına kaydedilir de onların başına gelen musibete duçar olur."(Tirmizi, Birr,61) Nitekim tekebbür, insan iradesine bağlı bir huy ve kişilik bozukluğu olmasaydı; Allah Teala insanları bu huydan sakındırmaz, mütekebbirleri de sorumlu tutmazdı. Kibir, gizlenmesi mümkün olmayan bir günahtır. Bu yüzden o, insanın beden diline ve konuşmasındaki tonlamalara varıncaya kadar yansır. Kibirli insan gösterişçidir. Müsrifliğiyle, mal evlat ve ailesinin çokluğu ile övünür. O, kimsenin kendisinden üstün olmasını hazmedemediği için kıskançtır. Bir kimsenin yanına herkesi oturtmaması, misafirliğe sadece varlıklı kimseleri kabul etmesi, eleştirilere tahammül edememesi, topluluğa girdiğinde orada bulunanların ayağa kalkmalarından ve hakkında güzel ve övücü sözler duymaktan hoşlanması da kibir alametlerindendir.

Kuran' da şiddetle yasaklanan kibrin, modern psikolojide "narsisizm" olarak isimlendirilen kişilik bozukluğu ile örtüştüğü görülür. Çünkü narsis kişi tevazudan uzaktır, kendini mükemmel görür ve bu yüzden eleştirilmeye karşı öfke hissi duyar. Yeteneklerini ve başarılarını abartır. Başarı, güç, güzellik, zekâ ile ilgili fanteziler kurar. Sürekli insanların dikkatinin ve beğenisinin üzerinde olmasını ister. Hasetçi ve aşırı gururludur. Üstünlük duygusuna kapılan kişi, verici değildir; hep almak ister. Bazen de bu tutum patolojik bir hal alır, megalomani denilen büyüklük cinneti, azamet hastalığı baş gösterir. Narsis kişiliklerde eğer liderlik vasfı da var ise o zaman narsisizm çok özel bir nitelik kazanır. Bu tür insanlar kendilerini tanrılaştırırlar; güçleri sınırsızmış gibi davranırlar. Bu yüzden kan dökücüdürler. Roma Sezarları, Mısır firavunları, diktatörler bu türe dâhildir. Bu tür kimselerin en büyük korkuları ölüm, güçlerini kaybetmek, etraflarındaki herkesin kendilerine düşman olmasıdır. Bu tür insanlar, başkalarından erişilmez derecede üstün oldukları vehmine kapıldıklarından kendilerini toplumdan soyutlarlar ve bu soyutlama onları daha da korkak yapar. Herkesi kendilerine düşman sayarlar ve bundan korunabilmek için acımasızlıklarını daha da artırıp gitgide daha yıkıcı olurlar. Firavun, İslam kültüründe de narsis zihniyetin sembolüdür. Mütekebbirler istiare yoluyla Firavun olarak nitelenirler. Nitekim Hz. Muhammed (sav.) de Ebu Cehil "ümmetinin Firavunu"(İbn Kesir, el-Bidaye ve'n-Nihaye, Beyrut, tahkik: Ali Şiri, 1408/1988, ill, 353) olarak nitelendirmiştir. Kur' an' da kibirle ilgili kelimelerin, narsis kişilik yapısındaki yıkıcılık, acımasızlık, hayalperestlik gibi yönleri vurgulamak için seçilmiş kelimeler olduğu görülür. Mesela, kibri sebebiyle zalim, zorba, acımasız ve yıkıcı karakter sahipleri için cebbar kelimesinin, büyük olma hayali taşıyan kimselere muhtal kelimesinin kullanılması son derece ilginçtir. Kur' an, kibri kullar açısından iki boyutta ele alır. Birincisi müminlerde de bulunabilecek başkalarını küçümseyici ahlak boyutu, diğeri inkâr boyutudur.

Kur'an'ın kibir konusunda müminlere yönelik yaptığı uyarılar, bu huyun müminlerde de bulunabileceğini gösterir. Mesela, Hz. Lokman, oğluna şu tavsiyede bulunmaktadır: "Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Zira Allah, kendini beğenmiş övünüp duran kimseleri asla sevmez. (Lokman 18). Bilal-i Habeşi'ye (r.a.) 'siyah kadının oğlu' diyerek hakaret eden Hz. Ebu Zerr'i (r.a.) Peygamberimiz ‘in (s.a.s.) şu şekilde kınadığı bilinmektedir: "Onu, annesinin renginden dolayı mı ayıplıyorsun? Demek ki sende hala cahiliyye ahlakı bulunmaktadır. " (Buhari, İman 22, Edeb, 79, Itk 28; Müslim, Eyman, 38-40; Ebu Davud, Edeb 133) Bu olay da kibrin Müslümanlarda bulunabileceğinin bir delilidir. Konuyla ilgili bir hadis de şudur: "Birinin, din kardeşini hor ve hakir görmesi, ona günah olarak yeter." (Müslim, Birr, 32)

Kibir, cahiliye Araplarının adeta bir simgesiydi. Kur' andaki Hamiyyetü'l Cahiliyye (Fetih 26) tamlaması onların benliklerinde yer eden kibirlerini ifade eder. Onlar, gururlarına dokunan her şeye inatla direniş gösteren bir toplumdu. Geleneksel yasayış biçimine olan aşırı düşkünlük, onların kibirlerinden kaynaklanıyordu. İslami dönemden önceki Arapların, inanç, tutum ve davranışlarını belirtmek için kullanılan cahiliye, sadece mazide kalmış bir çağın adı ve özelliği değil, bir zihniyetin adıdır. İslam tarafından, müminlerin hayatında cahiliyeye son verilmiş olsa da o, bazı müminlerin zihinlerinde hortlamaya hazır bir tehlike olarak gizliden gizliye varlığını sürdürür. Yukarıda yer verdiğimiz hadiste geçen "Sende hala cahiliyye ahlakı bulunmaktadır." şeklindeki ifade de bunu göstermektedir. Toplumlar da kendilerine özgü farklılıklarını diğer toplumlara karşı büyüklenme aracı olarak kullanabilirler. Bu durumda kibir, sosyal bir tutum olarak tezahür ederek toplumun sosyal ilişkilerini olumsuz yönde etkiler ve diğer toplumlar karşısında sağlıklı bir düşünce yapısının oluşmasına engel olur. Bu tür toplumlar, birtakım gelenekler yoluyla kendisine aktarılan düşünce ve kültür kalıplarını yücelterek, insanların akıllarıyla vakıaları sorgulamalarına ve eleştirmelerine çoğu zaman imkân vermezler. Bu bakımdan taklit, kibirlenmeyle çok yakın ilişki içindeki bir tutumdur.

Modern psikoloji, kibrin bireysel boyutu aşarak toplumda yaygınlaşmasını "toplumsal narsisizm" olarak belirler. Bu tür narsisizmde toplumun üyeleri, kendi topluluklarının diğer topluluklardan daha üstün olduklarına inandırılır. Irkçılık da toplumsal narsisizmin bir sonucudur. İnsanlık tarihi kadar eski olan narsisizmin bu türü, son yüzyıllarda Pan-Almancılık, Pan-Slavcılık gibi ideolojilerle, ortaya çıkmış; bu tür uluslar, kendi üstünlüklerini kabul etmeyen uluslara saldırma hakkını kendilerinde bulmuşlardı. Tarihi bir gerçek olarak mütekebbir, diğer bir deyişle narsis liderlerin kendilerini tebaaları üzerinde mutlak yetkiye sahip erişilmez varlıklar, tebaalarını da mutlak itaate mecbur varlıklar olarak gördükleri bilinmektedir. Ancak bu liderlerin bu duruma gelişlerinde tebaalarının da bir payı olup olmadığı sorgulanması gereken bir husustur. Bu konuda modern psikolojinin yaptığı tespit dikkat çekicidir. Buna göre, narsis zihniyetin yaygın olduğu toplumlar, kendilerini özdeşleştirebilecekleri bir önder bulmak isterler. Onlar, kendi narsisizmlerini yansıttıkları için bu önderlere hayranlık duyarak onlara boyun eğerler. Onlara göre, lider ne kadar büyük ise onu izleyenler de o kadar büyük olacaklardır. Kendilerinin üstün olduklarına inanan kişiler, liderin peşine takılmaya en yakın olan kişilerdir. Liderlerinin narsisizmi, onların boyun eğişleri açısından son derece çekicidir. Kıptilerin, kendilerini aşağılamasına rağmen Firavuna kayıtsız şartsız itaatleri bu açıdan toplumsal narsisizme bir örnek olarak sunulabilir. Çünkü onlar, büyüklenen bir toplumdu, Onların, Firavun ‘un kendilerini aşağılamalarını ve üzerlerindeki baskılarını bir güç alameti saymış olmaları ve bu gücü, kendi narsisizmlerine bir sembol olarak kabul etmiş olmaları mümkündür. Kibrin, insanların hukuk anlayışındaki sapmalarda da etkili bir unsur olduğu görülür. Sözgelimi, cahiliye toplumlarında daha şerefli sayılan kabilelerden cinayet işleyenlerin cezaları farklı tutulurdu. Buna göre aşağı sayılan kabileye mensup katil öldürülürken üstün sayılan kabileye ait katil karşı tarafa sadece diyet verirdi. (Kadir POLATER, Kur' an Açısından Kibir Sorunu ve Sonuçları , C.Ü. ilahiyat Fakültesi Dergisi, 2013, aıt: XVII, Sayı: 1 Sayfa: 63-88)

7.KİBİR'İN HAKİKATİ VE AFETLERİ

Kibir, zâhir ve bâtın diye iki kısma ayrılır. Bâtınî kibir, nefiste yaratılmış bir ahlâktan ibarettir. Zâhirî kibir ise, âzalardan çıkan hareketlerdir. Bâtınî ahlâka kibir ismini vermek daha uygundur. Zâhirî hareketler ise, o bâtınî ahlâkın meyveleridir. Kibir, o hareketleri gerektirir. Bunun için kibir âzalarda ortaya çıktığı zaman denir ki; 'filân adam kibirlendi'. Ortaya çıkmadığı zaman denir ki 'Nefsinde kibir vardır'. Bu bakımdan asıl olan nefisteki ahlâktır. O da nefsini, kendisine karşı gururlandığı kimseden üstün görmeye meyledip yönelmek demektir.

Kibir, ucubtan ayrılır; zira ucub, ucba kapılanın gayrisini gerektirmez. Eğer insandan başka hiçbir şey yaratılmamış ise, o insanın ucba kapılması düşünülebilir. Fakat bu takdirde mütekebbir olması düşünülemez. Ancak başkasıyla beraber olursa ve kemâl sıfatlarında nefsini onun üstünde görürse mütekebbir olabilir. Mütekebbir olmak için nefsini büyük sanması kâfi gelmez; zira kişi bazen nefsini büyük görür, fakat başkasını nefsinden daha büyük veya nefsine eşit görür. Bu bakımdan ona karşı gururlanmaz. Başkasını hakir sanması da kibirli olmasını gerektirmez. Çünkü bununla beraber başkasını nefsinin dengi olarak görürse kibirlenmez. Mütekebbir olması için nefsine bir makam, başkasına da başka bir makam görmesi, sonra nefsinin makamını başkasının makamından üstün sayması gereklidir. Bu üç şey tahakkuk ettiği anda insanoğlunda kibir ahlâkı oluşur.

İbn Abbas, “Kendilerine gelmiş kesin bir delil olmaksızın, Allah'ın âyetleri hakkında münakaşa edenler var ya, hiç şüphe yok ki, onların kalplerinde, asla yetişemeyecekleri bir büyüklük hevesinden başka bir şey yoktur. Sen Allah'a sığın. Kuşkusuz O, işiten ve görendir.” (Mü'min 56) ayetinin tefsirinde “O bir büyüklüktür ki onlar ona yetişemezler” demiştir. Görüldüğü gibi İbn Abbas, kibri, Azamet’le tefsir etmiştir.

Sonra bu 'izzet taslamanın' meyveleri zâhirde ve bâtında birtakım amellerin olmasını gerektirir. Buna da 'kibir' ismi verilir. Çünkü ne zaman yanında kıymeti başkasına nisbeten artarsa, kendi altındakini tahkir eder, alaya alır. Onu nefsinden uzaklaştırır. Onunla oturmaya tenezzül etmez. Onunla yemeye yanaşmaz. Eğer gururlanması daha fazla kabarırsa, o kimsenin huzurunda el pençe divan durmasını ister. Eğer bundan daha şiddetli ise, onu çalıştırmaktan bile kaçınır. Huzurunda durmasını bile lâyık görmez. Eşiğinde hizmet etmesini uygun görmez. Eğer bundan da aşağı ise onunla aynı yere gelmekten kaçınır. Yolun dar yerlerinde onun önüne geçmek ister. Mahfellerde onun üstünde oturmak ister. Onun kendisine selâm vermesini bekler. İhtiyaçlarının yerine getirilmesi hususunda onun kusur edeceğini uzak bir ihtimal sayar. Böyle bir durum vâki olursa hayret eder. Eğer o kendisiyle mücadele ederse veya münazaraya davet ederse, ona cevap vermeye bile tenezzül etmez. Eğer vaaz ederse, kabul etmekten kaçınır. Eğer kendisi ona vaaz ederse şiddetle hareket eder. Eğer adam kendisine cevap verirse, cevabından öfkelenir. Eğer öğretirse, öğrencilere şefkat göstermez. Onları zelil sayar, kovar. Onlara karşı minnet gösterir. Onlardan hizmet bekler. Halk tabakasına, merkeplere bakıyormuş gibi bakar. Bunu da onları cahil ve hakir sayması sebebiyle yapar.

Kibrin âfeti nasıl büyük olmasın? Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: “Kalbinde zerre kadar kibir olan bir kimse cennete giremez!” (Müslim, “Îmân”, 147; Ebû Dâvûd, “Libâs”, 26)

Kibir, kul ile diğer Müslümanların arasına bir perde gibi gerildiğindendir ki cennete girmeye perde olur! Cennetin kapıları güzel ahlâktır. Kibir ve nefsi büyük görme, bütün o kapıları kapatır. Çünkü mağrur bir insanda zerre kadar büyüklük oldu mu kendi nefsine sevip istediğini müminlere istemeye muktedir olamaz. Muttakîlerin ahlâkının başı olan tevazuya, kalbinde zerre kadar gurur bulunan kimse güç yetiremez.

 Kibrin en şerli çeşidi ilimden istifade etmekten, hakkı kabullenmekten ve hakka itaat etmekten insanı alıkoyan kısmıdır, kibir hususunda birçok ayet vârid olmuştur ki o ayetlerde, hem kibrin, hem de kibirlenenlerin zemmi vardır. “Yeryüzünde haksız yere böbürlenenleri âyetlerimden uzaklaştıracağım.” (A'raf 146) Bu ayetin tefsiri hakkında şöyle denilmiştir: 'Kur'an'ı anlamayı onların kalplerinden söküp alacağım'. Bazı tefsirlerde de 'Onların kalplerini melekût âleminden perdeleyeceğim' diye kayıtlıdır. İbn Güreye şöyle der: "Bu 'Onların kalplerini ayetlerim hakkında düşünmekten ve ayetlerimden ibret almaktan uzaklaştıracağım' demektir".

8.KİMLERE KARŞI KİBİRLENİLDİĞİ, KİBİR'İN DERECELERİ, KISIMLARI VE NETİCELERİ

Kendisine karşı kibir taslanan ya Allah'tır veya O'nun Rasûlleri veya diğer mahlûkatıdır. İnsanoğlu pek zâlim ve pek câhil olarak yaratılmıştır. Bazen halka karşı kibir taslar, bazen yaradana karşı... Bu bakımdan kibir, kendisine karşı kibir taslanana nisbeten üç kısımdır:

a- Allah'a karşı kibirlenmek: Bu, kibir çeşitlerinin en fâhişi ve çirkinidir. Bunu katıksız cehalet ve haddi bilmemezlikten başka kabartan bir sebep yoktur. Rubûbiyyet iddia eden Firavun ve benzerinden de hikâye edildiği gibi... Firavun, kibrinden dolayı “Ben, sizin en yüce Rabbinizim! ” (Nâziât 24) dedi; zira Firavun Allah'a kul olmayı bir türlü nefsine yediremedi.

b- Peygamberlere karşı gururlanmak: Nefsin kendisi gibi bir beşere itaat etmeye tenezzül etmemesi ve böbürlenmesi bakımından bu kibir oluşup meydana gelir. Bu kibir bazen kişiyi düşünmekten ve görmekten uzaklaştırır, dolayısıyla kişi gururundan ötürü cehalet karanlığında kalır.

“Bu yüzden dediler ki: Kavimleri bize kölelik ederken, bizim gibi olan bu iki adama inanır mıyız?” (Mü'minûn 47)

Allah Teâlâ'nın haber verdiği gibi, Kureyşliler Hz. Peygamber'e karşı şöyle dediler: “Şu Kur'an iki şehirden (Mekke ve Tâif’ten) bir büyük adama (mal ve mevkii büyük bir kimseye) indirilseydi ya!” (Zuhruf 31)

Katâde der ki: Mekke ve Taif in büyüğü, Velid b. Muğire ile Urve b. Mes'ud es-Sakafî idiler. Kureyşliler reislik bakımından Hz. Peygamber'den daha büyük olanı aradılar. Çünkü Hz. Peygamber yetim bir çocuktu. 'Allah onu nasıl peygamber olarak bize gönderir?' diye itirazda bulundular. Allah Teâlâ da cevap olarak şöyle buyurmuştur: “Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? “(Zuhruf 32)

Onları fakir gördükleri, onların mânen ilerlemelerini uzak saydıkları için böyle diyorlardı. Kureyşliler Hz. Peygamber'e 'Biz nasıl senin yanında otururuz? Zira senin yanında şunlar vardır!' diyerek fakir Müslümanlara işaret ettiler. Fakirliklerinden dolayı onları alaya aldılar. Onlarla bir arada oturmaktan böbürlendiler. Bunun üzerine Allah Teâlâ şu ayeti indirdi: “Rablerinin rızasını isteyerek sabah akşam O'na yalvaranları kovma! Onların hesabından sana bir sorumluluk; senin hesabından da onlara herhangi bir sorumluluk yoktur ki bunları kovup da zalimlerden olasın!” (En'âm 52)

Sabah akşam Rablerine, O'nun rızasını dileyerek dua edenlerle birlikte candan sebat et. Dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini onlardan çevirme. Kalbini bizi anmaktan gafil kıldığımız, kötü arzularına uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye boyun eğme.”(Kehf 28)

Deniliyor ki: 'Onlar bu kişilerle, Ammar, Bilâl, Süheyb ve Mikdad'ı kastediyorlar'.

Başka bir grup vardır ki anlamış, fakat kibir onu itiraf etmekten alıkoymuştur. Allah Teâlâ onlardan haber vererek şöyle buyurmuştur: “Kendileri de bunlara yakînen inandıkları halde, zulüm ve kibirlerinden ötürü onları inkâr ettiler. Bozguncuların sonunun nice olduğuna bir bak!”(Neml 14)

Bu gurur, Allah'a karşı taslanan gurura yakındır. Her ne kadar tehlike bakımından ondan aşağı ise de... Fakat bu da Allah'ın emrinin kabulüne karşı bir gururdur. Hz. Peygamber'e karşı tevazu göstermekten kaçınmaktır.

c- Kullara karşı kibirlenmek: Bu kibirlenme, onlara karşı nefsini büyütme, başkasını nefsinden hakir görmekle meydana gelir. Dolayısıyla nefsi onlara itaat etmekten imtina eder, onlara karşı böbürlenmeye kalkışır. Onlarla istihza eder. Onları küçümser. Onlarla eşit olmaktan kaçınır. Gururun bu derecesi, her ne kadar birinci ve ikinci dereceden, tehlike bakımından, daha ehven ise de bunun da iki yönden tehlikesi büyüktür.

1-Kibir, kendisini galip görmek, büyüklük taslamak, yücelik iddia etmektir. Bu ancak kâdir olan sultana lâyık olan bir vasıftır.

Bunun misali şudur: Hizmetçi, sultanın tacını alır, başına koyar, padişahın tahtına oturur. Böyle yapan bir hizmetçi büyük bir cezaya müstahaktır. Bu hizmetçiye mahrumluk ve azaba hedef olmak yakışır. Efendisine karşı cüreti ne kadar da fazladır! Yapmış olduğunun çok çirkin olduğu meydandadır. Bu duruma Allah Teâlâ'nın (bir hadîs-i kudsîdeki) sözüyle işaret edilmiştir: “Büyüklük benim izârımdır, kibir benim ridamdır. Bu bakımdan bu iki sıfat hususunda benimle mücadele edenin belini kırarım.” (Müslim, El- Birr ve’s Sıla 2620)

Bütün insanlar Allah'ın kullarıdır. Onlara karşı azamet ve kibriya, ancak Allah'ın hakkıdır. O halde, Allah'ın kullarından birine karşı böbürlenen bir kimse, Allah'ın hakkında Allah ile mücadele etmiş olur.

2- Gurur rezaleti artan bir kimse Allah'ın emirlerinde Allah'a muhalefet etmeye çağırır. Çünkü gururlanan bir kimse, Allah'ın kullarından birinden hakkı dinlediği zaman, onu kabul etmekten kaçınır. Derhal onu inkâra kalkışır. Bu sırra binaen dinî meselelerde münazara edenleri görürsün ki 'dinin sırlarını araştırıyoruz' martavalını savururlar. Sonra onlar mağrur kimselerin inkâr ettiği gibi, hakkı inkâr ederler.

İbn Mes'ud şöyle demiştir: "Günah bakımından kişiye 'Allah'tan kork' denildiği zaman böyle diyene 'Sen kendi nefsine karış ve kendini düzelt!' diye karşılık vermek yeter de artar bile!"

Hz. Peygamber (s.a), bir kişiye 'Sağ elinle ye!' deyince o kişi 'Benim sağ elimle yemeye gücüm yetmiyor!' dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber 'Gücün yetmesin!' dedi. O kişiyi sağ eliyle yemekten gururu menetmişti. Râvî der ki: 'Bu kişinin, Hz. Peygamber'in bedduasından sonra artık sağ elini kaldırmaya gücü yetmedi'. (Müslim, 36, Eşribe, 107)

Kişinin bu tür gururu kendisini Allah'ın emrine karşı gelmeye dâvet eder. İblis'i ve onun durumlarını Allah Teâlâ insanlar ondan ibret alsın diye kibir ve gurura misal olarak beyan buyurmuştur. Çünkü İblis şöyle demiştir: “blis: Ben ondan hayırlıyım! Beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın, dedi.” (Sad 76)

İşte İblis'in bu gururu, soy ve mezheble olan bir gururdur. Bu bakımdan İblis'in bu gururu Allah'ın emir buyurduğu secdeyi yapmaktan kendisini menetmiştir. Oysa bu gururun başlangıcı Âdem'e (a.s) karşı idi ve ona karşı olan kininden kaynaklanmıştı. Dolayısıyla İblis'i Allah'ın emrine karşı gelmeye sürükledi ve bu da ebediyyen İblis'in helâk olmasına sebep oldu.

9.NE İLE KİBİR YAPILIR?

Kişi ancak nefsini büyük saydığı zaman kibirlenebilir. Nefsini de ancak kemâl sıfatlarından bir sıfata sahip olduğuna inandığı zaman büyütür. Bunun özü, dinî veya dünyevî bir kemâle dönüşür. Dinî kemâl, ilim ve ameldir. Dünyevî kemâl ise neseb, güzellik, kuvvet, mal ve yardımcıların çokluğudur. Bu bakımdan bunlar yedi sebeptirler:

1- İlim

Bu bakımdan âlim bir kişi, durmadan ilminin izzetiyle büyüklük taslar. Onları cehaletle niteler. Onların kendisine selâm vermelerini bekler. Eğer onlardan biri ona selâm verirse veya onun selâmını güler yüzle karşılarsa veya onun önünde ayağa kalkarsa veya onun çağrısına icabet ederse, bütün bunları o adamın yapmak zorunda olduğu bir vazife olarak telâkki eder ve teşekkür etmesini gerektiren bir nimet olarak görmez ve onların hepsinden daha üstün olduğuna inanır. Onu ziyaret ederler, o onları ziyaret etmez. Hastalandığı zaman, ona ziyarete giderler, o onların hastalarını sormaz. Sanki ilim öğretmesi, onlara yapmış olduğu bir iyiliktir.

Ahiret işlerinde ise onlara karşı şöyle kibirlenir: Nefsini Allah katında onlardan daha yüce ve daha üstün görür. Kendi nefsinden daha fazla onların helâk olmasından korkar. Onlar için ümit ettiğinden daha fazlasını nefsi için ümit eder! Böyle bir kimseye âlim demektense cahil demek daha evlâdır. Hakiki ilim odur ki, insan onunla hem nefsini, hem de rabbini tanır. İlim bütün insanları kendisinden daha hayırlı görmesini gerektirir.

Bu sırra binaen Ebu Derdâ (r.a) şöyle demiştir: “İlmen gelişen bir kimse o nisbette acı duyar!'”

Soru: Bazı insanlar neden, ilimden dolayı daha fazla gururlanırlar, nefislerinden emin olurlar?

Cevap: Bunun iki sebebi vardır:

Birincisi: Gerçek ilim, o ilimdir ki kul onunla hem rabbini, hem nefsini tanır. Allah ile mülâki olmaktaki ve Allah'tan uzaklaşmaktaki işin tehlikesini anlar. Böyle bir ilim insana kalp huzuru ve tevazu verir. Gururu ve nefsinden emin olmayı değil!. “Kulları içinden ancak âlimler, Allah'tan (gereğince) korkar..”(Fâtır 28)

İkincisi: Kulun kötü ahlâklı, alçak nefisli, habis niyetli olduğu halde ilme dalmasıdır; zira kul önce nefsinin temizlenmesi ve çeşitli mücahedelerle kalbinin takviyesi ile meşgul olmamıştır. Nefsini rabbine ibâdete alıştırmamıştır. Böylece cevheri kirli kalmıştır.

Vehb, bunun için şu darb-ı meseli zikrederek şöyle demiştir: “İlim yağmur gibidir. Gökten tatlı ve berrak olarak iner. Ağaçlar onu damarlarıyla çeker. Onu tadları nisbetinde değiştirirler. Acı ağaçta o su gittikçe acılaşır, tatlıda ise gittikçe tatlılaşır. İlim de böyledir kişiler onu hıfzederler. Himmetleri ve hevâ-i nefisleri nisbetinde onu değiştirirler. Mağrur bir kimsenin gururu, mütevazi bir kimsenin de tevazusu artar. Çünkü cahil olduğu halde himmeti ve maksadı kibir olan bir insan, ilmi hıfzettiği zaman, kendisiyle mağrurlanacak bir şeyi elde etmiş olur, kibri daha da artar, kişi, cehaletiyle beraber korktuğu zaman ilmi gelişirse, Allah'ın kendisine karşı delilinin daha da kuvvet bulduğunu bilir. Böylece korkusu, zillet ve tevazusu gittikçe artar. Bu bakımdan ilim, kendisiyle kibirlenilen şeylerin en büyüklerindendir. Bunun için de Allah Teâlâ, peygamberine şöyle buyurmuştur:

“Sana uyan müminlere (merhamet) kanadını indir.”.(Şuarâ 215)

“Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi.”(Âlu İmran 159)

Velî kullarını vasıflandırırken de şöyle buyurmuştur: “Mü'minlere karşı yumuşak, kâfirlere karşı şiddetlidirler.” (Maide 54)

Huzeyfe b. Yeman (r.a) bir cemaate namaz kıldırdı. Selâm verdikten sonra şöyle dedi: “Siz benden başka bir imam arayınız veya tek başınıza namaz kılınız! Çünkü ben nefsimde 'Bu cemaatin içinde benden daha iyisi yok' kanaatinin varlığını müşahede ettim'.”

Huzeyfe gibi bir sahabî'nin bundan sâlim kalmaması söz konusu olduğuna göre, acaba bu ümmetin zayıfları nasıl bundan sâlim kalabilir?

Acaba ashabın üzerinde bulunduğunun onda birine sarıldığımıza dair kim bize teminat verebilir? Keşke biz, onların yaptıklarının yüzde birini yapmış olsaydık! Allah Teâlâ'nın lâyık olduğu şekilde bizimle muamele etmesini, çirkin amellerimizi örtmesini dileriz. Nitekim O'nun kerem ve fazileti bunu gerektirir.

2. Amel ve İbâdet

Dünya hakkında onlar, başkasının kendilerini ziyaret etmeye, onların başkasını ziyaret etmesinden daha müstahak olduğunu düşünürler! Halkın koşup ihtiyaçlarını görmesini, kendilerini tâzim etmesini, meclislerde kendilerine yer vermelerini, kendilerini takva ile anmalarını, âlimler hakkında söylenen şeylerin hepsinde kendilerini diğer insanlara tercih etmelerini isterler! Sanki Allah'a yapmış oldukları ibadetleri, halka karşı bir minnet imiş gibi telâkki ederler.

Dindekine gelince, halkı helâk olmuş, nefsini ise kurtulmuş görür. Oysa böyle inandığı takdirde hakikatte helâk olan kendisidir.

“Kişinin 'halk helâk oldu!' dediğini işittiğiniz zaman, (biliniz ki) o, halkın hepsinden daha fazla helâk olan bir kimsedir. “ (Müslim, Birr 139 ; Muvatta, Kelam 2 ; Ebu Davud, Edeb 85)

Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: “Şer bakımından kişiye Müslüman kardeşini tahkir etmek yeter de artar bile!” (Müslim, Birr, 32)

Halk, onu Allah için büyüttüğünden dolayı kurtuluşu elde eder. Ona yaklaştığından dolayı Allah'a yaklaşırlar. Diğeri ise onlardan uzaklaşmaktan dolayı kendisini Allah'ın buğzuna hedef kılar. Onlar onu, salihliğinden ötürü sevdikleri zaman, Allah tarafından onun ameldeki derecesine yükselmeleri pek uygundur! O onları hakaret gözüyle hafife aldığı zaman Allah tarafından ihmal edilmesi pek münasiptir!

Bu bakımdan âsî bir cahil, Allah'ın heybetinden ötürü tevâzu gösterdiği ve korkusundan ötürü zillet belirttiği zaman, kalben Allah'a itaat etmiş olur. Bu bakımdan bu kimse mağrur âlimden, ucub sahibi âbidden daha fazla Allah'a itaat eden bir kimsedir.

Hamakat ve akılsızlık, bazılarını şu şekilde meydan okuyup şöyle demeye kadar götürür: 'Siz başınıza geleceği göreceksiniz!' Şayet tehdid ettikleri insan herhangi bir felâkete düçar olursa, bu felâketin 'kerametlerinden' olduğunu iddia eder. 'Allah ancak benim yüreğimi rahat ettirmek ve intikamımı almak için ona bunu yaptı!' der. Oysa âbid görür ki kâfirlerden birçok grup, Allah'a, Hz. Peygamber'e küfrederler ve yine âbid bilir ki bir cemaat peygamberlere eziyet etmişler. Onların kimisi peygamberlerden bazılarını öldürmüş, bazılarını da dövmüşlerdi. Bütün bunlardan sonra Allah Teâlâ, onların çoğuna mühlet vermiştir ve onları dünyada cezalandırmamıştır. Hatta onlardan bazıları Müslüman olmuş, ne dünyada, ne de ahirette o yaptıklarından dolayı bir cezaya çarptırılmayacaklardır.

Akıllı âbidlere gelince onlar, Atâ es-Sülemî'nin bir rüzgâr estiği veya bir şimşek çaktığı zaman dediğini derler: “İnsanlara isabet eden belâlar benim yüzümden onlara isabet ediyor. Eğer Atâ ölseydi muhakkak onlar kurtulacaklardı”.

Bir de Arafat'tan dönerken başka bir velînin dediği gibi derler-'Ben bütün hacılar için -eğer onların içinde olmasaydım- rahmet umardım!' Bu iki kişinin arasındaki farka bak!

Fakat âlimler ve âbidler, gururdan gelen âfette üç derece üzerindedirler:

Birinci Derece: Kibrin kalbinde istikrar bulmasıdır. Nefsini başkasından hayırlı görür, fakat çalışır ve tevazu gösterir, başkasını nefsinden daha hayırlı gören kimsenin yaptığını yapar... Bu nitelikteki kimsenin kalbinde kibir ağacı kök salmıştır. Fakat bu kimse o ağacın bütün dallarını dipten kesmiştir.

İkinci Derece: Âlim kişide bunun en az derecesi, sanki halktan yüzünü çeviriyormuş gibi yüzünü asmasıdır. Âbid kişide ise yüzünü ekşitmesi, alnını buruşturmasıdır. Sanki âbid, halktan kaçar, onları çirkin sayar veya onlara karşı öfkelidir. Takva ancak kalplerdedir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) göğsüne işaret ederek şöyle demiştir: Takva buradadır'. (Müslim, Birr, 32; Tirmizî, Birr, 18)

Oysa Hz. Peygamber (s.a) insanların en keremlisi ve en muttakisi idi. Ahlâken onların en yükseği, müjde vermek, tebessüm etmek ve genişlik göstermek bakımından onların en ilerisiydi.

Hâris ez-Zebidî -ki Hz. Peygamber'in ashabındandı- şöyle demiştir: Kurrâdan güler yüzlü ve mütebessim olanları hoşuma gider. Bazılarını da güler yüzle karşılarsın, fakat o seni asık yüzle karşılar. İlmiyle sana âdeta minnet eder. Allah böyle kimseleri Müslümanların arasında çoğaltmasın. Eğer Allah Teâlâ bu duruma razı olsaydı muhakkak peygamberine şöyle demezdi:

“Sana uyan müminlere (merhamet) kanadını indir.” (Şuarâ 215)

Üçüncü Derece: Kibir üçüncü derecede bahsi geçen kimsenin dilinde görülür. Âbid ise, böbürlenmek hususunda başka âbidlere 'O kim imiş! Onun ameli nedir! Onun zâhidliği nereden geliyor?' der. Onları ayıplamak hususunda onlara dil uzatır. Sonra nefsini överek der kî: Ben filân filan zamandan beri oruçsuz vakit geçirmedim, geceleri uyumuyorum, her gün Kur'an'ı hatmediyorum. Filan adam ise seher zamanı uyuyor ve Kur'an okumuyor!' Ve benzeri laflar...

Abid'in başkalarına karşı böbürlenmesine gelince, geceleyin ibâdet eden bir cemaatle beraber bulunduğu zaman kalkar, onların ibâdetinden daha fazla ibâdet eder. Eğer onlar açlığa karşı sabrediyorlarsa, açlığa nefsini zorlar ki onları mağlup etsin, kuvvetini ve onların âcizliğini de onlara göstersin! Böylece 'başkası kendisinden daha fazla ibâdet ediyor' veya 'Allah'ın dininde ondan daha kuvvetlidir' denilmesin diye ibâdete amansız bir şekilde dalar!

Âlim'e gelince, o da böbürlenerek şöyle der: 'Ben ilimlerde mütefennin bir kimseyim. Hakikatlere muttaliyim. Büyük âlimlerden filan filanı gördüm. Sen kimsin? Senin faziletin nedir? Sen kime yetiştin? Sen ne kadar hadîs dinledin?'

Âlimin böbürlenmesine gelince, o mağlûb etmek için münâzara ilminde var kuvvetiyle çalışır. Arkadaşlarından biri yanlış bir şey söylerse ona hücum etme fırsatı doğduğundan dolayı sevinir. Arkadaşı isabet ettiği zaman hoşuna gitmez. Çünkü arkadaşının kendisinden daha büyük kabul edilmesinden korkar.

İşte bütün bunlar kibrin şekilleri, ilim ve amelle azizleşmenin vermiş olduğu meyve ve eserlerdir. Acaba bütün bu huylardan veya bir kısmından uzak olan bir kimse nerede? Keşke bilseydim bu ahlâkları nefsinden bilen ve Hz. Peygamber'in şu hadîs-i şerifini dinleyen kimdir? 'Kalbinde hardal danesi kadar kibir bulunan kimse cennete giremez!' Böyle bir kimse nefsini nasıl büyütür? Başkasına karşı nasıl büyüklük taslar? Oysa Hz. Peygamber (s.a) onun ateş ehlinden olduğunu haber veriyor. Büyük kimse, ancak bu rezaletten uzak olan kimsedir. Zaten bu rezaletten uzak olan kimsede büyüklük ve kibir yoktur.

3. Haseb ve Neseble Gururlanmak

Şerefli bir nesebe sahip olan kimse, amel ve ilim bakımından kendisinden daha üstün olsa bile, o nesebe sahip olmayanı hakir görür.

Bazıları gururlanır, insanların kendisine köle olduklarını sanır ve onlarla oturmaktan çekinir. Bunun meyvesi, diliyle bu sebepten böbürlenmesi ve başkasına şöyle demesidir: 'Ey Hindli! Ey Ermenî! Sen kimsin? Senin baban kimdir? Ben filân oğlu filânım!

Nitekim Ebu Zer el-Gıfârî şöyle demiştir: 'Hz. Peygamber'in yanında bir kişiyle tartıştık. Ona 'Ey siyah kadının oğlu' dedim. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) şöyle dedi: Ey Ebu Zer! Ölçek doldu! Ölçek doldu (veya dolmadı; yani iyi ölçmedin). Beyaz kadının oğlu, siyah kadının oğlundan üstün değildir! Bunun üzerine ben yere uzandım ve kişiye dedim ki: 'Benim yanağıma bas!' (Buhari, İman 22, Edeb, 79, Itk 28; Müslim, Eyman, 38-40; Ebu Davud, Edeb 133). İşte Hz. Peygamber'in, beyaz kadının oğlu olduğu için nefsini üstün telâkki eden Ebu Zer'i nasıl ikaz ettiğini ve bunun yanlış ve cehalet olduğunu söylediğini dikkatle izle! Yine Ebu Zer'in nasıl tevbe ettiğini, kibir ağacının kökünü kalbinden, kendisine karşı kibir tasladığı kimsenin ayağının tabanıyla nasıl söktüğünü ve 'Kibri ancak zillet sökebilir' hakikatini nasıl gösterdiğini dikkatle izle!

Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: “Herhangi bir kavim ecdadlarıyla gururlanmayı terktesin! Çünkü ecdadları cehennemde kömür kesilmişlerdir. Ecdadlarıyla övünmeyi terk etmedikleri takdirde Allah nezdinde burunları ile pislik yuvarlayan böceklerden daha değersiz olacaklardır.” (Ebu Davud, Edeb, 120; Tirmizî, Mekaıb, 3955)

4. Güzellikle Mağrur Olmak

Bu da çoğu zaman kadınlar arasında cereyan eder ve bu gurur insanı, başkasını eksik göstermeye, ayıplarını saymaya, gıybetini yapmaya ve halkın ayıplarını sayıp dökmeye dâvet eder.

Hz. Aişe'den (r.a) şöyle rivayet edilir: “Bir kadın Hz. Peygamber'in huzuruna girdi. Ben elimle o şöyledir (yani kısa boyludur) dedim. Bunun üzerine Hz. Peygamber beni ikaz ederek şöyle dedi: 'Sen onun gıybetini yaptın!” (Ahmed b. Hanbel, Müsned 6/136)

Bu tür gururun menşei, içte saklı bulunan kibirdir. Çünkü Hz. Aişe de eğer o kadın gibi kısa boylu olsaydı onu 'kısa boylu olmakla' anmazdı. Sanki kendinin uzun boylu oluşu Hz. Aişe'nin hoşuna gitmiş ve uzun boyluluğunu beğenmiştir. Kendi boyuna nazaran kadını kısa boylu saymış ve öyle demiştir.

5. Malla Kibirlenmek

Bu, hazineler hakkında sultanlar arasında; ticarî mallar hakkında tüccarlar arasında, arazileri hakkında köy ağaları arasında, elbiseleri, atları ve arabaları süslü olanlar arasında cereyan eden bir gururdur. Bu bakımdan zengin, fakiri hakir görür ve ona karşı gurura kapılır ve ona şöyle der: 'Sen yoksul ve fakirsin. Ben ise eğer istersem, senin gibisini satın alır, senden daha üstününü çalıştırırım. Sen kim oluyorsun? Senin yanında ne var? Benim evimin mobilyasının değeri senin bütün malından daha fazladır. Ben senin bir senede yemediğini bir günde harcarım!'

“Bu adamın başka geliri de vardı. Bu yüzden arkadaşıyla konuşurken ona şöyle dedi: «Ben, servetçe senden daha zenginim; insan sayısı bakımından da senden daha güçlüyüm.»” (Kehf 34)

Arkadaşı ona şöyle cevap verdi:

“Bağına girdiğinde: Mâşâallah! Kuvvet yalnız Allah'ındır, deseydin ya! Eğer malca ve evlâtça beni kendinden güçsüz görüyorsan (şunu bil ki): Belki Rabbim bana, senin bağından daha iyisini verir; senin bağına ise gökten yıldırımlar gönderir de bağ kupkuru bir toprak haline gelir.” (Kehf 39-40)

Bu adamın böyle hareket etmesi, mal ve evlatla böbürlenmesinden neşet etmiştir. Sonra Allah Teâlâ, onun işinin akıbetine şu cümle ile işaret etmiştir: “Ah, diyordu, keşke ben Rabbime hiçbir ortak koşmamış olsaydım!” (Kehf 42)

6. Kuvvet ve Kudretle Kibirlenmek

Bununla zayıf kimselere karşı gurur göstermektir.

7. Etba, Yardımcı, Talebe, Hizmetkâr, Aşiret, Akraba ve Evlatla Böbürlenmek

Bu, askerlerle böbürlenen sultanlar, talebelerle böbürlenen âlimler arasında cereyan eder. Kısaca nimet sayılan her şeyin kemâl sanılması mümkündür. Fâsık bir kimse de içki içmek, kadın ve oğlanlarla fazla zina etmekle gururlanır, kibir taslar! Çünkü o bunu kemâl zanneder. Her ne kadar bu zannında yanlış ise de...

10. MÜTEVAZİ KİMSELERİN AHLÂKI, TEVAZU İLE TEKEBBÜR'ÜN ORTAYA ÇIKTIĞI YERLER

Kibir kişide, yüzündeki ekşime, bakışındaki sertlik, başını eğmek, yaslanarak veya bağdaş kurarak oturmak gibi hareketlerinden belli olur. Bir de sözlerinde ortaya çıkar.

Abdurrahman b. Avf kölelerinden ayırt edilmiyordu. Çünkü görünüşte onlardan farklı değildi.

Enes (r.a) dedi ki: “Ashab-ı kirâmın nezdinde Hz. Peygamber'den daha sevimli bir şahıs yoktu. Onlar Hz. Peygamber'i gördükleri zaman ayağa kalkmazlardı.”

O huylardan biri de yanında değil, arkasında biri olduğu halde yürümektir. Bir topluluk Hasan Basrî'nin arkasında yürüdü. Hasan onları böyle yapmaktan menederek şöyle dedi: “Bu durum, kulun kalbini sağlam bırakmaz!”

Hz. Peygamber (a.s) ashabıyla yürürken onlara önde yürümelerini emreder, kendisi geriden yürürdü. Bunu onlara öğretmek için veya nefsinde şeytanın kibir ve ucub ile yapmış olduğu vesveseleri uzaklaştırmak için yapardı. Nitekim namazın içinde yeni elbiseyi çıkarıp eski elbise ile değiştirdiği gibi... Bunu bu iki mânâdan biri için yapmıştır.

Enes der ki: “Medine'nin cariyelerinden herhangi biri Hz. Peygamber'in elinden tutar. O cariye Hz. Peygamber'in elini bırakıp gitmedikçe Hz. Peygamber elini onun elinden çekmezdi.” (Buharî, Edeb, 61)

O kötü huylardan biri de hasta ve malûllerin meclislerinden uzaklaşmaktır. Bu kibirdendir; zira rivayet edildi ki bir kişi bedeninde kabuk tutmuş çiçekler olduğu halde Hz. Peygamber'in huzuruna girdi. O anda Hz. Peygamber'in yanında yemek yiyen bir grup ashab vardı. Hasta hangisinin yanına oturdu ise, o hastanın yanından kalktı. Bunun üzerine Hz. Peygamber onu tam yanına oturttu (ve yedirdi).

O huylardan biri de kişinin kendi eliyle evinde bir şey yapmamasıdır. Oysa tevazu bunun tam zıddıdır.

O huylardan biri de kişinin malını bizzat evine taşımamasıdır. Bu da mütevazı kimselerin âdetinin hilâfınadır. Çünkü Hz. Peygamber aksini yapardı. Ebu Yâ'lâ, (Ebu Hüreyre'den) Hz. Ali (r.a) şöyle demiştir: “Kâmil kişinin kemâlinden çoluk çocuğuna yüklenip götürdüğü şey zerre kadar birşey eksiltmez”. (Nehc'ul-Belâğa)

Biri şöyle anlatıyor: Hz. Ali'yi gördüm. Bir dirhemle et satın almıştı. Cübbesinin eteğine koyarak taşıyordu. Ben kendisine: 'Ey mü'minlerin emîri! Müsaade et de ben taşıyayım!' teklifinde bulundum. Dedi ki: 'Hayır! Vermem. Çünkü çocukların babası, nafakalarını taşımaya daha müstahaktır'.

O huylardan biri de elbiseyle ilgilidir; zira elbise ile tekebbür ve tevâzu belirir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: “Kim herhangi bir süsü Allah için bırakırsa, güzel bir elbiseyi Allah için çıkarır, Allah'a tevazu göstermek ve rızasını talep etmek maksadıyla sırtından atarsa cennetin en güzel elbiselerini bu kimseye hazırlamak Allah'a gerekli olur.” Ebu Nuaym (Ebu Dâvud, İbn Mâce )  

Rivayet ediliyor ki: Ömer b. Abdülaziz, halife olmadan önce, kendisine bin dinara kürk satın aldığı halde yine de şöyle diyordu: “Eğer sertliği olmasaydı ne güzeldi!” Halife seçildiği zaman kendisine beş dirheme bir elbise alıyordu ve şöyle diyordu: “Yumuşaklığı olmasaydı ne güzeldi!” Kendisine “Ey mü'minlerin emîri! Senin elbisen, bineğin ve kokun nerede?” denilince, cevap olarak dedi ki: “Benim pek fazla zevke düşkün bir nefsim vardır. O nefsim dünyanın herhangi bir şeyini tattığı zaman, bu sefer onun daha üstündeki bir şeye iştiyak gösterir. Öyle ki mevkilerin en yücesi olan hilâfet makamını tattığı halde bu sefer de Allah nezdindeki nimetlere iştiyak gösterdi.”

Ebu Seleme der ki: “Ebu Said el-Hudrî'ye şöyle sordum: 'Halkın îcad ettiği elbise, içecek, binecek ve yiyecek hakkında ne düşünüyorsun?' Bana cevap olarak şöyle dedi: 'Ey yeğenim! Allah için ye! Allah için iç ve Allah için giy! Bu şeylerin birine gurur veya böbürlenme veya riya veya şöhret girerse o günah ve israftır. Evindeki işi, Hz. Peygamber'in evinde hizmet ettiği gibi yap! Hz. Peygamber evine su taşır, devesinin yemini verir, devesini bağlar, evini temizler, koyunlarını sağar, ayakkabısını diker, elbisesini yamar, hizmetçisiyle yemek yer, hizmetçisi yorulduğu zaman onun elinden el değirmenini alarak un öğütürdü. Pazardan nevalesini satın alıp getirirdi. Pazardan aldığı nevalesini eline alarak getirmekten veya elbisenin eteğine koyarak taşımaktan sıkılmazdı. Ehline döner, zengin ve fakirle, büyük ve küçükle el sıkışırdı. Kendisiyle karşılaşan küçük veya büyük, siyah veya kırmızı, hür veya köle olan her Müslümana önce selâm verirdi. Evde kullanmak için ayrı, dışarda kullanmak için ayrı bir elbisesi yoktu. Çağırıldığı zaman, icabet etmekten -velev ki çağıran saçı sakalı karışmış tozlu topraklı bir kimse olsa da çekinmezdi. Hurmanın en çirkini olsa bile getirilen yemeği hakir saymazdı. Sabah yemeğini akşama, akşam yemeğini de sabaha bırakmazdı. Nafakası kolaydı. Ahlâkı yumuşak, tabiatı kerîm, muaşereti güzel, yüzünden tebessüm eksik olmazdı. Yüzünü ekşitmeksizin mahzundu. Şiddet göstermeksizin sert idi. Zillete düşmeksizin mütevazi idi. İsraf olmaksızın cömertti. Her akraba ve Müslümana merhametliydi. Kalbi inceydi. Daima düşünür yere bakardı. Hiçbir zaman yemekten sonra geğirmezdi.”

Bu bakımdan Hz. Peygamber'in hallerinden nakledilenler, mütevâzi kimselerin ahlâklarının özetini toplamaktadır. O halde tevazu göstermek isteyen bir kimse Hz. Peygamber'e uysun!

11. KİBRİ TEDAVİ ETMENİN VE TEVAZU SAHİBİ OLMANIN YOLU

Kibir, helâk eden şeylerdendir. Kibirden tamamen kurtulan hiçbir insan yoktur. Kibri sökmek farz-ı ayndır. Kibir, sadece temenni ile sökülmez. Tedavi ile, kökünü kesen ilaçları kullanmakla kesilir. Kibri tedavi etmekte iki yol vardır: Birinci yol, kibrin temelini dipten kaldırmak, ağacını kalpteki kökünden söküp atmaktır. İkinci yol, ârızî olan kibri, insanın başkasına karşı kibirlendiği özel sebeplerde bertaraf etmektir.

1. Yol : Kibrin kökünü kazımak hususundadır. Bu yolun ilacı, ilmî ve amelî olmak üzere iki kısımdır.

a-İlmî İlaç : O ilaç, kişinin hem nefsini, hem de rabbini tanıması demektir. Kibri kazımak hususunda bu irfan kişiye yeter; zira kişi, hakkıyla nefsini tanıdığı zaman, her zelilden daha zelil, her azdan daha az olduğunu anlar.. Kendisine zillet ve tevazudan başka hiçbir şeyin yakışmayacağını da anlar. Rabbini tanıdığı zaman, azamet ve kibriyanın ancak Allah'a lâyık olduğunu bilir.

Kişinin nefsini bilmesine gelince, kişiye Allah'ın Kitabı'ndaki bir tek ayetin mânâsını anlamak kâfidir. Çünkü Kur'an'da basireti açık bir kimse için öncekilerin ve sonrakilerin ilmi mevcuttur.

“Kahrolası insan, ne kadar da nankördür! Allah onu hangi şeyden yarattı? Bir nutfeden (meniden). Onu yarattı, ona biçim verdi. Sonra ona yolunu kolaylaştırdı. Sonra onu öldürdü de kabre gömdürdü. Sonra dilediği vakit onu tekrar diriltecektir.”  (Abese 17-22)

İnsanın öncesine gelince, insan anılacak bir şey değildir. Yokluk içinde nice asırlar durdu. Hatta onun yokluğunun öncesi yoktur. Acaba mahvolmaktan ve yokluktan daha hasis bir şey var mıdır? İnsanoğlu da böyle idi. Allah Teâlâ onu hareketsiz bir ölü olarak yarattı. Duymaz, görmez, hissetmez, kıpırdamaz, konuşmaz, çalışmaz, idrâk etmez ve bilmezdi. Bu bakımdan hayatına önce ölümüyle başladı. Kuvvetinden önce zafiyetiyle, ilminden önce cahilliğiyle, konuşmasından önce dilsizliğiyle, hidayetinden önce dalâletiyle, zenginliğinden önce fakirliğiyle, kudretinden önce acizliğiyle başladı. İşte bu, Allah Teâlâ'nın şu ayetlerinin mânâsıdır:

Onu yaratan hangi şeyden yarattı? Onu yarattı ona biçim verdi!(Abese 17-18)

İnsanın üzerinden, henüz kendisinin anılan bir şey olmadığı uzun bir süre geçmedi mi? Gerçek şu ki, biz insanı katışık bir nutfeden (erkek ve kadının dölünden) yarattık; onu imtihan edelim diye, kendisini işitir ve görür kıldık.” (İnsan 1-2)

“İnsan görmez mi ki, biz onu meniden yarattık. Bir de bakıyorsun ki, apaçık düşman kesilmiş.” (Yasin 77)

Evet! Eğer Allah Teâlâ, insanoğlunu kemâl derecesine getirip onun işini ona havale etse, onun ihtiyarıyla varlığını devam ettirse, insanın tuğyan etmesi, başlangıç ve sonucunu unutması mümkündür. Onların bazısı, onun cüzlerinden bir kısmını istese de istemese de yıkar. O, ister istemez acıkır. İster istemez susar. İster istemez hastalanır. İster istemez ölür. Nefsine ne bir fayda, ne de bir zarar veremez. Ne şer, ne de hayr getirebilir. Bilmek ister, cahili olur. Almak ister, unutur. Bir şeyi unutmak ister bir türlü unutamaz. Kalbini, kendini ilgilendiren şeye çevirmek ister, vesveselerin içine dalar. Kısacası kalbine, nefsine sahip olamaz. Bir şeyi ister, oysa çoğu zaman o şey helâk eder. İlaçlardan tiksinir, oysa ilaçlar ona fayda verirler. Gece ve gündüzün bir lâhzasında kulak ve gözünün dumura uğramasından, azalarının felç olmasından, aklının gitmesinden, ruhunun çıkıp uçmasından emin değildir. Dünyasında sevdiği her şeyin kendisinden alınmasından emin değildir. Bu bakımdan insan mecbur ve zelil bir yaratıktır. Keşke insan nefsini tanımış olsaydı! Eğer cehalet olmasaydı kibrin nefsine yakışmayacağını fark ederdi. İşte insanoğlunun durumlarının normali budur.

İnsanoğlunun akıbeti ve varacağı nokta ise şu ayetle işaret edilen ölümdür: “Sonra onu öldürdü de kabre koydu. Sonra dilediği vakit onu tekrar diriltecek!” (Abese 21-22)

Âyetin mânâsı, Allah insanın ruhunu, kulağını, gözünü, ilmini, kudretini, hissini, idrâk ve hareketini insandan alacaktır. İnsan başlangıçta olduğu gibi cansız bir şeye dönüşecektir. Onun sadece âzalarının şekil ve sureti kalır. Onda his ve hareket diye bir şey kalmaz. Sonra toprağa konur. Bundan sonra necis, pis kokulu bir leş olur. Nitekim başlangıcında da tiksinilen bir meni olduğu gibi... Sonra âzaları çürür. Uzun bir zaman, başlangıcında olduğu gibi kalır. Keşke bundan sonra da kalsaydı. Eğer o toprak olarak bırakılsaydı ne iyi olurdu. Hayır! Toprak olarak bırakılmaz. Aksine uzun zaman çürümüş kaldıktan sonra rabbim onu diriltecek, ona belânın şiddetini tattıracaktır. Orada iki melek seni kontrole memur edilmişti. Senin konuştuğunu veya yaptığını, az veya çok, büyük ve küçük, yemek ve içmek, oturmak ve kalkmaktan ibaret olan her şeyini yazarlardı. Sen onu unutmuşsun fakat Allah onları teker teker senin yüzüne vuracaktır. Bu bakımdan hesaba gel! Cevaba hazırlan veya azap evine sevk olunacaksın!' denir.

Sahifeyi gördüğü zaman şöyle der: 'Vay hâlimize! Bu kitaba ne oluyor ki küçük büyük bir şey bırakmaksızın hepsini sayıp dökmektir!' İşte insanoğlunun işinin sonucu budur. Bu da şu ayetin mânâsıdır: 'Sonra dilediği vakit onu tekrar diriltecek' (Abese 22).

Acaba hali bu olan bir kimsenin gurur ve büyüklükle ne işi vardır? Bu bakımdan sonuçta hali bu olan bir kimse, -Allah'ın affetmesi müstesna ki Allah'ın affetmesi de şüphelidir- nasıl sevinir, haddini aşar? Nasıl gururlanır, zulmeder? Nasıl nefsini bir şey olarak görür de faziletine inanır? Acaba cezaya müstahak olan bir günah işlemeyen hangi kul vardır? Ancak Kerim olan Allah affederse o başka! İşte bu durum, o kula üzüntü bakımından yeter, korku ve zillet bakımından kâfi gelir, işte kibrin kökünü söken ilmî ilaç budur.

b-Amelî İlaç: O bilfiil Allah'a tevazu göstermektir. Diğer yaratıklara ise, daha önce Salihlerin ve Hz. Peygamber'in ahvalinden hikâye ettiğimiz gibi mütevazı olmaktır.

“Hz. Peygamber toprak üzerinde oturur, yemek yer ve şöyle derdi: 'Ben ancak kulum. Kulun yediği gibi yerim'.” (Dârekutnî; İfrad, İbn Asâkir; Zühd -mürsel olarak-)

Bu sırra binaen Allah ve Hz. Peygamber'e karşı böbürlenen Araplar, iman etmekle beraber namaz kılmakla emrolundular ve denildi ki: 'Namaz dinin direğidir!' Namazda birtakım sırlar vardır. O sırlardan ötürü dinin direği olmuştur. O sırlardan olarak Allah'ın huzurunda ayakta el bağlamak, rükûa varmak ve secde etmek suretiyle tevazu göstermektir.

Çünkü kalpler, güzel ahlâkları ancak ilim ve amelin birleşmesiyle elde ederler. Bunun hikmeti, kalp ile organların arasındaki gizli bağın, mülk (madde) âlemiyle melekût (mânâ) âleminin arasındaki bağlantının sırrı içindir.

2. Yol: Ârızî Olan Kibri, İnsanın Başkasına Karşı Kibirlendiği Özel Sebeplerde Bertaraf Etmektir.

1. Sebep: Neseble mağrur olmaktır.

Neseble mağrur olan haddi zatında kötü sıfatlara sahip ise, onun çirkinliği başkasının kemâliyle nasıl örtülebilir? Hatta nisbet edildiği kimse, eğer hayatta olsaydı, ona şöyle diyecekti: 'Fazilet benimdir! Sen kimsin? Sen, ancak benim sidiğimden yaratılmış bir böceksin!' Acaba bir insanın sidiğinden yaratılmış bir böceğin, atın pisliğinden yaratılmış böcekten daha şerefli olduğunu zanneder misin? Heyhat! Ne uzak bir ihtimâl! Onların ikisi eşittirler. Şeref, böceğin değil insanındır.

İşlerin ikincisi, hakikî nesebini tanımasıdır. Bu bakımdan babası ve dedesini tanımış olur. Çünkü kişinin yakın babası, necis olan bir meni damlası, uzak dedesi ise zelîl bir topraktır. Oysa Allah Teâlâ, insanoğluna nesebini tanıtarak şöyle buyurmuştur: “O (Allah) ki, yarattığı her şeyi güzel yapmış ve ilk başta insanı çamurdan yaratmıştır. Sonra onun zürriyetini, dayanıksız bir suyun özünden üretmiştir.” (Secde 7-8)

2. Sebep: Güzellikle mağrur olmaktır. Bunun tedavisi, akıllı kimselerin baktığı gibi, iç âlemine bakmasıdır. Hayvanların bakışı gibi zâhirine bakmamalıdır. Kişi iç âlemine baktığı zaman kendisini zâhirî güzelliğiyle mağrur olmaktan alıkoyan o kadar çirkinlik görür ki sayısı hadde hesaba gelmez. İnsan, pisliği bağırsaklarında, sidiği mesânesinde, sümüğü burnunda, tükrüğü ağzında, kiri kulağında, kanı damarlarında, nemi derisinin altında, kötü kokusu koltuklarının altında olan bir varlıktır.

3. Sebep: Kuvvet ve Güçten ötürü gurura kapılmaktır. Bu bakımdan bir dikene güç yetiremeyen, bir sivrisineğe mukavemet edemeyen, nefsinden bir karasineği uzaklaştırmaya muktedir olmayan bir kimseye kuvvetiyle mağrur olmak yakışmaz. Sonra insanın kuvvetlisi, eşeğin, sığırın, filin, devenin kuvvetlisinden daha kuvvetli olamaz. Öyle ya, hayvanların senden ileride olduğu bir sıfatla nasıl mağrur olabilirsin?

4. ve 5. Sebep: Zenginlik ve Malın çokluğundan gurura kapılmaktır. Dost ve yardımcıların çokluğu, sultanların saltanatlarıyla gururlanmak, onların yüzü suyu hürmetine imkân sahibi olmak da bu türdendir. Eğer atı ölür, evi yıkılırsa zelîl olur. Nefsinde bulunan bir sıfatla değil de sultanın kendisine sağlamış olduğu nüfuz ve imkânla gururlanan bir kimse de işini, çanaktan daha fazla kaynayan bir kalbin üzerine bina eder. Eğer o kalp onun aleyhine dönerse, bu sefer insanların en zelîli olur. Zatının dışında olan bir şeyle gururlanan kimsenin cehaleti apaçıktır. Nasıl böyle olmasın? Zira zenginlikle mağrur olan bir kimse, eğer düşünürse görecektir ki zenginlik, servet ve dünya süsünde kendisinden daha üstün olan yahudi vardır. O şeref ki yahudi senden önce ona nail olmuştur. O halde dizgini sende olmayan bir şey senin değildir! Onların dizgini onları hibe edenin elindedir. Sen ancak hiçbir şeye gücü yetmeyen bir kölesin. Ne boynuna, ne bedenine, ne aza ve ne de malına sahip değildir. Bununla beraber âfetler, şehvetler, hastalıklar arasında kıvranmaktadır.

6. Sebep: İlimden dolayı gurura kapılmaktır. Bu, âfetlerin en büyüğü, hastalıkların da en galibidir. Bu hastalığın hikmeti şudur: İlmin kıymeti Allah'ın nezdinde büyüktür. İnsan nezdinde de büyüktür. Mal ve güzellik ve başka şeylerden de daha büyüktür.

Bir, bilmelidir ki Allah'ın ilim ehline karşı hücceti daha kuvvetlidir. Onda biri için âlim kişinin özrünü kabul etmediği hataların özrünü, cahilden kabul eder. Bunun için Hz. Peygamber (a.s) şöyle buyurmuştur: “Kıyamet gününde âlim kişi getirilir, cehennem ateşine atılır. Barsakları dökülür. Değirmeni çeviren merkep gibi o barsaklarının etrafında döner. Cehennemlikler onun etrafında gezerek kendisine şöyle sorarlar: 'Sana ne oldu?' Cevap olarak der ki: 'Ben dünyada hayrı emrediyor, fakat kendim yapmıyordum, şerri yasaklıyor, fakat kendim yapıyordum.” (Buhârî, Bed’ül-halk 10; Müslim, Zühd 51)

Allah Teâlâ bilip de ilim ile amel etmeyen bir kimseyi hem eşeğe, hem de köpeğe benzeterek şöyle buyurmuştur: “Tevrat'la yükümlü tutulup da onunla amel etmeyenlerin durumu, ciltlerce kitap taşıyan merkebin durumu gibidir.” (Cuma 5)

Bununla Allah yahudi âlimlerini kasdetmiştir. Bel'am b. Baura hakkında da şöyle buyurmuştur:

“Onlara (yahudilere), kendisine âyetlerimizden verdiğimiz ve fakat onlardan sıyrılıp çıkan, o yüzden de şeytanın takibine uğrayan ve sonunda azgınlardan olan kimsenin haberini oku. Dileseydik o âyetlerle onu elbette yüceltirdik. Fakat o dünyaya saplanıp kaldı da kendi heva ve hevesine uydu. Onun durumu köpeğin durumu gibidir: Üzerine varsan da dilini sarkıtıp solur; kendi haline bıraksan da dilini sarkıtıp solur. İşte bu, âyetlerimizi yalanlayan toplumun durumudur. Şimdi onlara bu olayları anlat ki düşünsünler.” (A'raf 175-176)

Âlim kişiye bu kadar tehlike yeter! Acaba hangi âlim bu şehvete tâlip olmaz? Hangi âlim yapmadığı hayrı emretmez? Bu bakımdan madem cahile nisbeten âlimin tehlikesi büyüktür, o halde âlim kişi o büyük tehlikeyi düşünmelidir. Çünkü onun tehlikesi başkasının tehlikesinden daha büyüktür. Nitekim kıymetinin de başkasının kıymetinden daha büyük olduğu gibi...

Hali böyle olan bir kimse nasıl gururlanır? Âlim kişinin, kendi nefsinde, Ashab-ı Kirâmdan daha büyük olduğunu telâkki etmesi uygun değildir.

Ashabdan biri şöyle demiştir: 'Keşke annem beni doğurmasaydı'. Hz. Ömer'in sözünden alınmıştır: 'Keşke Ömer'i annesi doğurmasaydı. Keşke bir koç olsaydım da beni semizletip, kesip yeseydiler'.

İki, Âlim kişi bilir ki kibir ancak Allah'a lâyıktır ve yine bilir ki kibirlendiği zaman Allah'ın nefretine uğrar. Oysa Allah da kendisinden tevazu göstermesini ister ve Allah kendisine 'Sen nefsine kıymet biçmedikçe nezdimde senin kıymetin vardır. Nefsine kıymet verdiğin takdirde nezdimde senin kıymetin yoktur' demiştir. Böyle düşündüğü zaman, muhakkak nefsinden, Mevla’sının kendisinden kabul edip seveceği hareketleri talep eder.

Soru: Fâsıklığı açıkça görünen bir fâsığa ve bir bid'atçıya kişi nasıl tevazu gösterir?

Cevap: Nice Müslüman vardır ki Hz. Ömer'e Müslüman olmadan önce bakıp onu hakir görmüş, küfründen dolayı ona aldırmamıştır. Oysa Allah Teâlâ Hz. Ömer'e İslâm'ı nasib etti. Hz. Ebubekir hariç, bütün Müslümanlardan üstün kıldı. Bu bakımdan neticeler insanlardan gizlidirler. Akıllı bir kimse de ancak neticeye bakar. Dünyadaki bütün faziletler ancak netice için talep edilir.

Durum bu iken kulun hakkı hiçbir kimseye karşı gurura kapılmamaktır. Cahil bir kimseye baktığı zaman 'Bu cehaletiyle Allah'a isyan etmiş, ben ise ilmimle Allah'a isyan ediyorum. Bu bakımdan Allah katında onun özrü benimkinden daha makbuldür!' demelidir. Âlim kişiye baktığında 'Bu benim bilmediklerimi öğrenmiş. Ben nasıl onun gibi olurum!' demelidir. Yaşça kendisinden daha büyük olan birine baktığında şöyle demelidir: 'Bu benden önce Allah'a itâat etmiştir. Bu bakımdan ben nasıl onun gibi olabilirim?' Küçüğe baktığı zaman şöyle demelidir: 'Ben ondan önce Allah'a isyan etmişim. O halde ben nasıl onun gibi olabilirim?' Bid'atçı ve kâfire baktığı zaman 'Ben ne bileyim, belki bu, sonunda Müslüman olur. Ben de onun şimdi üzerinde bulunduğu (Allah korusun) duruma düşerim. O halde hidayetin devamı benim elimde değildir. Nitekim başlangıcının da bana ait olmadığı gibi...' demelidir.

Öyle ise neticenin düşünülmesiyle kul, kibri nefsinden uzaklaştırmaya muktedir olur. Bütün bunlar kemâlin ahiret saadetinde ve Allah'a yaklaşmakta olduğunu, devamlı olmayan dünyanın şâşâlarında olmadığını bilmesine bağlıdır. Yemin ederim bu tehlike, gurura kapılan ve kendisine karşı kibir taslanan kişiler arasında müşterektir.

7. Sebep: İbâdet ve Takva ile gururlanmaktır. İlmen kendisinden ileride bulunana karşı gururlanmasının uygun olmadığını bilmesidir. Âlim kişi nasıl olursa olsun öğrendiği ilmin faziletinden ötürü onun hakkında böyle düşünmelidir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Bilenlerle bilmeyenler hiç bir olur mu?” (Zümer/9)

 Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: “Âlimin âbide üstünlüğü, benim, mertebece, ashabımın en düşüğüne olan üstünlüğüm gibidir.” (Tirmizî, İlim, 19; Dârimî, Mukaddime 29.)

Eğer âbid kişi 'Bence fazilet, ilmiyle amel eden âlim içindir. Bu ise fâcir bir âlimdir' derse, ona cevap olarak denir ki: 'Hayırların günahları silip götürdüğünü bilmez misin? Nasıl ki ilim, Allah katında âlimin aleyhinde delil olabiliyorsa, aynı zamanda, onun için kurtuluş vesilesi ve günahlarının keffareti olması da mümkündür. Bu ihtimallerin her biri burada mümkündür. Haberler bu durumu teyid edecek mânâlarla doludur. Madem bu durum, kişinin meçhulüdür, o halde kişinin hiçbir âlimi tahkir etmesi caiz değildir. Aksine her âlime karşı tevazu göstermesi farzdır'.

Soru: Senin bu hükmün, sıhhatli ise, âlimin kendini âbidden üstün görmesi uygun olur. Çünkü Hz. Peygamber 'Âlimin âbide üstünlüğü, benim mertebece en geride olan ashabımdan üstünlüğüm gibidir' buyurmuştur.

Cevap: Eğer âlim, sonunu bilmiş olsaydı bu hüküm mümkün olurdu. Oysa âlimin sonu -diğer insanların sonu gibi- şüphelidir. Âlimin öldüğü zaman ki hâlinin, Allah'ın katında kolay zannettiği bir günahtan ötürü fâsık bir cahilin halinden daha berbat olma ihtimali vardır. Alim ve âbidin nefsi için korkması söz konusu olduğu ve her biri de başkasının işiyle değil, ancak nefsinin işiyle mükellef bulunduğu için, her birinin kendi nefsi hakkında korkması gerekir. Başkasının hakkında da ümidi olmalıdır. İşte böyle olmak, kişiyi gururlanmaktan alıkoyar. İşte bu, âlime karşı âbidin durumudur.

Âlim olmayana karşı âbidin durumuna gelince, onlar da iki kısma ayrılırlar. Durumları âbide örtülü ve durumları âbide apaçık görünenler... Bu bakımdan durumu örtülü olan bir kimseye karşı mağrur olmaması uygundur. Çünkü o kimsenin kendisinden daha az günahkâr olması mümkündür. İbâdet bakımından daha fazla, Allah sevgisi bakımından daha önde olması da mümkündür.

Hâli açık olana gelince, eğer onda hayatın boyunca işlediğin günahlardan daha fazla günah görürsen böyle bir kimseye karşı mağrur olman uygun değildir ve 'bunun günahı benden daha fazladır' demen de uygun değildir. Çünkü senin hayatın boyunca işlediğin günahların sayısını ve başkasının hayatı boyunca işlediği günahları bilmeye muktedir değilsin ki hanginizin daha fazla günah işlediğini bilmiş olasın! Evet, onun günahlarının daha şiddetli olduğunu bilmen mümkündür. Hele onda katl, içki ve zina görürsen... Fakat buna rağmen ona karşı gururlanman uygun değildir; zira kalplerin kibir, hased, riya, hile, bâtıla inanmak, Allah'ın sıfatlarında vesvese etmek, gibi şeylerin hayâl edilmesinden ibaret olan günahların hepsi Allah katında şiddetlidirler. Çoğu zaman senin iç âleminde gizli günahlardan öyleleri cereyan eder ki sen onlardan dolayı Allah'ın nefretine uğrarsın. Bazen de fâsıklığı açık olan bir fâsığın Allah sevgisi, ihlâs, korku ve Allah'ı tâzim gibi kalplerin taatlerinden öyle biri cereyan eder ki sende onlar yoktur. Allah Teâlâ, o fâsığın kalbinde cereyan eden taatlerden dolayı onun günahlarını affeder. Böylece kıyamet gününde perde kalktığı zaman onun senden üstün olduğunu görürsün. Böyle olması pekâlâ mümkündür.

Senin için uzak olan bir ihtimali de -eğer nefsine şefkatin varsa- yakın sayman uygundur. Bu bakımdan başkası için mümkün olanı değil, senin için korkulu olanı düşün! Çünkü hiç kimse başkasının günahını yüklenmez. Başkasının azaba düçar olması senin azabından hiçbir şey eksiltmez.

Bir âbid bir dağa sığındı. O âbide, rüyâ âleminde denildi ki: 'Filan eskiciye git ve onun duasını talep et! Bunun üzerine âbid eskiciye geldi ve eskicinin amelini sordu. Eskici ona gündüz oruç tuttuğunu, kazancının bir kısmını sadaka, bir kısmını da çocuklarına verdiğini söyledi. Bunun üzerine âbid, geri giderek şöyle dedi: 'Bu güzel bir ibâdet! Fakat bu sadece herşeyi bırakıp Allah'ın ibadetine dalmak gibi olmaz!' İkinci bir defa, rüyasında, kendisine "Filân eskiciye git! Ona 'Senin yüzünde görünen bu sarılık nedir ve nereden geliyor?' diye sor" denildi. Bunun üzerine âbid, eskiciye gelip bunu sorunca şu cevabı aldı: 'Ben insanlardan birini gördüğüm zaman kalbime onun kurtulacağı ve benim helâk olacağım gelir'. Bunun üzerine âbid dedi ki: 'İşte vardığın dereceye bununla varmışsın!' Bu hasletin faziletine delâlet eden şu ayet-i celîledir.

“Ve Rablerine dönecekleri için yapmakta oldukları işleri kalpleri çarparak yapanlar;” (Mü'minûn 60)

“Yani onlar, ibâdetlerinin kabul edilip edilmemesinden dolayı, büyük bir korku içinde oldukları halde ibâdetlerini yaparlar. Onlar ki rablerinin korkusundan titrerler.” (Mü'minûn 57)

“Daha önce biz, ailemiz içinde (iken sonumuzdan) korkardık' dediler.” (Tûr 26)

İşte bunlar, kalpten kibir hastalığını izâle etmeye elverişli olan yegâne mârifetlerdir. Ancak nefis, bu mârifetten sonra tevazu iddia eder, kibirden uzak olduğunu savunur. Oysa yalancıdır. Bu bakımdan bir hâdise olduğu zaman o, tabiatına dönüş yapar. Va'dini unutur. Bundan dolayı tedavide sadece marifetle iktifa etmek uygun değildir. Mârifeti amel ile ikmal etmek, kibrin kabardığı yerlerde mütevâzilerin fiilleriyle nefsi denemek lâzımdır. Şöyle ki: Nefsi beş şeyle imtihan etmeli.

Birinci İmtihan: Eğer hak, arkadaşının diliyle ortaya çıkarsa, şöyle demelidir: 'Zekânla kavradığın hakîkat ne güzeldir! Oysa ben o hakîkati kavramaktan gafil idim. Allah sana mükâfat versin. Çünkü sen bana bu hakikati öğrettin'. Çünkü hikmet, mü ‘minin yitiğidir. Bu bakımdan mü'min, hikmeti bulduğu zaman, kendisini hikmete muttali kılana teşekkür etmesi uygundur. Birkaç defa peşi peşine böyle yaparsa, bu kendisi için tabiî bir durum olur.

İkinci İmtihan: Fakirin dâvetine icabet etmesi, arkadaşlarının ve yakınlarının ihtiyacını görmek için çarşı ve pazarlara uğramasıdır. Kişi, böyle yapmaya devam etmek suretiyle o içteki habâset ve çirkinliği silmekle meşgul olmalıdır.

Üçüncü İmtihan: Kendisinin, ailesinin ve arkadaşlarının ihtiyaçlarını pazardan eve taşımasıdır. Eğer nefsi bunu taşımaktan imtina ederse, bu ya kibirden veya riyadandır. Yolun boş olmasına rağmen bunu taşımak kendine ağır gelirse, bu kibirdir. Eğer kendisine ağır gelmezse, bu düşünce riyadır. Bütün bunlar -eğer önlenmezse- kalbin hastalıklarından ve kalbi yok edici illetlerdendirler.

“Ancak Allah'a kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur).” (Şuâra 89)

Haberde şöyle vârid olmuştur; 'Meyve veyahut başka bir şeyi taşıyıp evine götüren bir kimse kibirden uzaklaşmıştır'. (Beyhakî, Şuab'ul-îman)

Dördüncü İmtihan: Eskimiş elbiseleri giymektir; zira halk içerisinde nefsin böyle elbiseleri giymekten ürkmesi riya, tenhada böyle elbise giymekten ürkmesi ise kibirdir.

12.TEVAZU AHLÂKINDA RİYAZET'İN SON NOKTASI

Bu ahlâkın diğer ahlâklar gibi, ifrat ve tefrit olmak üzere iki tarafı, bir de mûtedil kısmı vardır. Fazlalığa kayan tarafına gelince, ona tekebbür adı verilir. Eksikliğe doğru kayan tarafına ise, hasislik ve zillet adı verilir. Mûtedil olanına ise tevazu adı verilir. Dinen övüleni, zillet ve hasislik olmadan tevazu göstermektir; zira işlerin ifrat ve tefrit taraflarının ikisi de kötüdür. İşlerin Allah katında en sevimlisi normal olanlarıdır.

Tevazu sahibi olmanın yolu şöyle yapmaktadır: Akran ve emsali olan kimselere ve kendisinden mertebece daha aşağıda bulunanlara karşı tevazu göstermelidir ki güzel âdetlerdeki dinen övülen tevazu, kendisine ağır gelmesin ve dolayısıyla gurur kendisinden uzaklaşsın! Eğer bu şekildeki tevazu kendisine kolay gelirse, o vakit tevazu ahlâkını elde etmiş sayılır. Gerçek ahlâk odur ki ağırlık olmaksızın ve düşünmeksizin kolaylıkla fiil o ahlâktan sâdır olur. Eğer tevazu, kendisini zillete düşürecek derecede kolay geliyorsa, dolayısıyla yağcılık ve hasislik yapıyorsa, tevazu'yu tefrite götürmüş demektir. O vakit nefsini bu zilletten yükseltmelidir; zira mü'min bir kimsenin nefsini zillete düşürme yetkisi yoktur.

Dinen övülen taraf ise adâlet ve emirleri gerektiği gibi yerli yerine koymak ve gereken yere gereken hükmü vermektir.

13. SONUÇ

Ø  Kişinin Mütekebbir olması için nefsine bir makam, başkasına da başka bir makam görmesi, sonra nefsinin makamını başkasının makamından üstün sayması gereklidir. Bu üç şey tahakkuk ettiği anda insanoğlunda kibir ahlâkı oluşur.

Ø  Kişi ancak nefsini büyük saydığı zaman kibirlenebilir. Nefsini de ancak kemâl sıfatlarından bir sıfata sahip olduğuna inandığı zaman büyütür. Bunun özü, dinî veya dünyevî bir kemâle dönüşür. Dinî kemâl, ilim ve ameldir. Dünyevî kemâl ise neseb, güzellik, kuvvet, mal ve yardımcıların çokluğudur.

Ø  Kibir, helâk eden şeylerdendir. Kibirden tamamen kurtulan hiçbir insan yoktur. Kibri sökmek farz-ı ayndır. Kibir, sadece temenni ile sökülmez. Tedavi ile, kökünü kesen ilaçları kullanmakla kesilir.

Ø  Kulun hakkı hiçbir kimseye karşı gurura kapılmamaktır. Cahil bir kimseye baktığı zaman 'Bu cehaletiyle Allah'a isyan etmiş, ben ise ilmimle Allah'a isyan ediyorum. Bu bakımdan Allah katında onun özrü benimkinden daha makbuldür!' demelidir. Âlim kişiye baktığında 'Bu benim bilmediklerimi öğrenmiş. Ben nasıl onun gibi olurum!' demelidir. Yaşça kendisinden daha büyük olan birine baktığında şöyle demelidir: 'Bu benden önce Allah'a itâat etmiştir. Bu bakımdan ben nasıl onun gibi olabilirim?' Küçüğe baktığı zaman şöyle demelidir: 'Ben ondan önce Allah'a isyan etmişim. O halde ben nasıl onun gibi olabilirim?' Bid'atçı ve kâfire baktığı zaman 'Ben ne bileyim, belki bu, sonunda Müslüman olur. Ben de onun şimdi üzerinde bulunduğu (Allah korusun) duruma düşerim. O halde hidayetin devamı benim elimde değildir. Nitekim başlangıcının da bana ait olmadığı gibi...' demelidir.

 

 

 

 

 

OKUMA NOTU OLARAK TAVSİYELER:

1-NARSİZM VE KİBİR

DSM-V’te (2013) ise tanı kitabının eksen yapısındaki değişikliklerle birlikte patolojik narsizm kavramını karşıladığı düşünülen narsistik kişilik bozukluğu, genç yetişkinlik döneminde başlayan ve çeşitli koşullarda kendini gösteren büyüklenmeciliği, hayranlık gereksinimini, empati yoksunluğunu içeren ve aşağıdaki kriterlerden en az beşini kapsayan yaygın bir örüntü şeklinde yer bulmuştur. Bu kriterler:

1. Kendisinin önemine dair büyüklenmeci bir duyguya sahip olmak,

2. Sınırsız başarı, güç, zekâ, güzellik veya ideal sevgi fantezileriyle meşgul olmak,

3. “Özel” olduğuna ve ancak özel veya üst düzey insanlar tarafından anlaşılabileceğine, onlarla ilişkide bulunması gerektiğine inanmak,

4. Aşırı hayranlık beklemek,

5. Hak sahibi olduğuna inanmak (özellikle ayrıcalıklı muamele görme veya beklentilerine otomatik olarak uyum gösterileceğine dair makûl olmayan beklentilere sahip olmak),

6. Kişilerarası ilişkilerde sömürücü olmak (amaçlarına ulaşmak için insanları kullanmak),

7. Empatiden yoksun olmak (diğerlerinin duyguları ve gereksinimlerini kabullenme veya paylaşmada gönülsüzlük),

8. Diğerlerine haset duymak veya diğerlerinin ona haset duyduklarına inanmak,

9. Kibirli ve küstah davranış veya tutumlar sergilemek şeklinde ifade edilmiştir (DSM-V; American Psychiatric Association, 2013). ( Hangi Narsizm? Büyüklenmeci ve Kırılgan Narsizmin Karşılaştırılmasına İlişkin Bir Gözden Geçirme Dilay Eldoğan Başken Üniversitesi Türk Psikoloji Yazıları, Haziran 2016, 19 (37), 1-10)

 

 

2-Prof. Dr. Recep Akdur: KİBİR HASTALIĞI  Haberler - Recep Akdur 18 Kasım 2013

Sonradan kazanılan/yakalanılan bir kişilik bozukluğu olan Kibir Hastalığı’nın, tıp dilindeki adı Hubris Sendromu’dur. İlk kez psikiyatrist DavitOven ve JonathanDavidson tarafından tanımlamıştır. Bu yazarların, Hurbis Sendromu adlı makalesinin (Hubrissyndrome: An acquiredpersonalitydisorder? A study of US Presidentsand UK Prime Ministersoverthelast 100 years)ünlü tıp dergisi Brain’in Ocak 2009 tarihli sayısında yayımlanmasından sonra Hastalık tıp camiasında yaygın olarak bilinir ve tartışılır hale gelmiştir.

Tanrısal ego olarak da bilinen Kibir Hastalığı, daha çok iktidar sahibi siyasetçilerde, özellikle de uzun süre ve denetimsiz iktidar olanlarda görülür. Davit Oven ve Jonathan Davidson’a göre bu hastalık diktatörlerin güç zehri ile zehirlenmesiyle ortaya çıkıyor. Bu Hastalığa yakalanan liderlerden üçü; George W. Bush, TonyBlair ve Margaret Teacher.

Kibir Hastalığı’nın temel belirtileri; kendinde olağanüstü ve farklı özelliklerin olduğuna inanmak, kendini beğenmek, bütün iyilikleri kendinden bilmek ve böbürlenmek. Bu hastalığa yakalananlar, otururken, kalkarken, el-ayak hareketlerinde ve mimiklerinde bir farklılık yaratarak, üstün bir karakter/kişi olduğunu göstermeye çalışır. Buna karşılık başkalarını çok sıradan görürler. Özellikle de kendisine rakip gördüğü kişilerin büyüklüğüne, faziletine ve bu özelliklerle övülmesine asla tahammül edemez, çok öfkelenirler. Onları küçük görür ve gösterme gayreti içinde olurlar. Bu bazen onları düşman görme derecesine kadar varır. Etrafındaki herkesi horlar ve hafife alır. Yardımcılarını kırar, geçirir ve canından bezdirir.

Davit Oven ve Jonathan Davidson, Kibir Hastalığı’na yakalanmış kişilerde görülen bulgu ve belirtileri aşağıda sıralanan 14 başlık altında toplamışlardır. Tanı konması için; kişinin bu bulgulardan üç ve daha fazlasına sahip olması gerekiyor. Başka bir anlatımla bu bulgulardan üç ve daha fazlasına sahip olan kişi Kibir Hastalığı’na yakalanmış demektir.

1·Aşırı öz güvene sahip olmak. 2· Kendi düşüncelerinin tek seçenek ve tek doğru olduğunu düşünmek. 3· Pervasız, tez canlı, vesveseli, huzursuz, dürtüsel eylemler sergilemek. 4· Görüntüsü ve ifadeleri ile orantısız bir endişe içinde olmak. 5· İşlerin bir gün ters gidebileceği düşüncesinden yoksun olmak.6 · Öncelikle kişisel güç ve imajını geliştirme amaçlı hareket etmek. 7· Kendisini ulus veya kuruluşu ile bir tutmak. 8· Konuşmalarında kraliyet ailesine özgü bir “biz” ifadesi kullanmak. 9· Ülkesini ve dünyayı, güç kullanma yolu ile yüceleceği bir alan olarak görmek. 10· Faaliyetleri ile ilgili konuşurken, bir mesih gibi yücelme eğilimi taşımak. 11· Kendisine tabi olmayan/öteki grubu açıkça hor görmek, düşman saymak. 12· İnsanlara ve bir mahkemeye karşı değil de yalnızca tanrı, tarih vb bir üst iradeye karşı sorumlu olduğunu düşünmek. Bu üst irade karşısında da haklı olduğuna inanmak. 13· Gerçeklik ile bağı zayıflamış veya kopmuş olmak. Bundan ötürü de geçekle uyumsuz politikalar izlemek. 14· Uygulamalarını, ekonomi ve toplumsal sonuçlara dayamak ve somut ölçeklerle değerlendirmek yerine ahlak, inanç gibi genel ve soyut düşüncelere dayandırmak ve onlarla değerlendirmek.

Yineleyen seçim zaferleri liderin Kibir Hastalığı’na/ Hurbissendromuna yakalanma olasılığını arttıran en önemli risk. Ekonomik krizin varlığı hem Hastalığa yakalanma riskini arttırıyor hem de Hastalığı daha da derinleştiriyor. Savaşla ise Hastalığın iki yönlü bir ilişkisi var. Bir yandan savaşın varlığı Kibir Hastalığı’na yakalanan lider sayısını arttırıyor. Öte yandan da Kibir Hastalığı’na yakalanmış liderlerin varlığı da savaş olasılığını artırıyor. Adeta kısır bir döngü. İLK KURŞUN

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Dersler