15. KİBİR
1. GİRİŞ
Kibir ilk
insan olan Hz. Adem (a.s)’den bu yana ortaya çıkmış kadim bir duygudur. Kişinin
muhatabıyla olan kıyasındaki ölçüsüzlük ve bir vehimdir. İç alemden kaynaklanır
fakat zuhuratı farklı farklıdır. Kimi zaman maddi, kimi zaman ise manevi
boyutta görünür. İnsan beğenilmek, övülmek ve takdir edilmek ister ki bu
fıtridir. Fıtri olmayan bahşedilen ve kazanılan nimetlerin gerçek sahibini
unutarak kendimize mal edip diğer kişilere karşı bir üstünlük vesilesi kılmamızdır.
Modern zamanlarda hakim olan düşünceyle insan Tanrı’nın yerine konularak enesi
şişirilmiş ve özgüven sağlıyoruz diyerek diğer insanlara ve Rabbine karşı
istiğna durumuna girerek kendisini dev aynasında görmüş bu sahte yanılsamayı
gerçek zannetmiştir. Rabbimizinde devamlı hatırlattığı gibi insan kendisine
verilen herhangi bir imkan ve gücü mutlak kendinden zannederek elinden hiçbir
zaman çıkmayacağı zehabına kapılmış onları ona vereni görmeyerek ve
geçiciliğini takdir edemeyerek sahte bir kibre düçar olmuştur.
Günümüzde
çeşitli boyutlarını gördüğümüz kibir hastalığı sadece inanmayanları, dindar
olmayanları değil inananları, dindar olanları da tehdit etmektedir. Kişinin
kendi cemaati, mensubiyeti, ameli, infakı, bilgisi, işi, evi, arabası, ticareti
ve ailesi de kibir vasıtası olabilmektedir. Sosyal medyada insanlar sere serpe
bütün hayatlarını ortaya koyarak gerek yazılarıyla gerekse görselleriyle
muhataplarına karşı bir gösteriş ve kibir yarışına girişmişlerdir. Bu durum
internet ağınında çok yaygın olmasıyla sirayeti artırmıştır.
Bu
dersimizde şeytanı Allah (c.c)’ın huzurundan kovdurtan kibrin bize ne kadar
yakın olduğunu, tanıma yollarını, nedenlerini ve tedavi yollarını göreceğiz.
2. KAVRAM TAHLİLİ
Sözlükte “büyüklük” anlamına gelen kibir (kibr),
tevazuun karşıtı olarak “kişinin kendini üstün görmesi ve
bu duyguyla başkalarını aşağılayıcı davranışlarda bulunması” demektir. Ancak
kelimenin daha çok birinci anlamda kullanıldığı, büyüklenme ve böbürlenme
şeklindeki davranışların ise bu huyların dışa yansımasından ibaret olduğu belirtilir.
Aynı kökten gelen tekebbür ve istikbâr kibre yakın anlamlara gelmekle birlikte
kibri büyüklük duygusu, tekebbürü ise bu duygunun eyleme dönüşmesi şeklinde
yorumlayanlar da vardır (meselâ bk. Gazzâlî, III, 343-344; Ferîd Vecdî, VIII,
43). Kaynaklarda, tekebbürün en ileri derecesinin gerçeği kabule yanaşmayarak
Allah’a karşı büyüklenmek ve O’na boyun eğip kulluk etmeyi kendine yedirememek
olduğu ifade edilir. İstikbârın iyi ve kötü olanı vardır. İyi olanı insanın
büyük ve değerli bir kişi olmayı istemesi, bunun için gerektiği şekilde
davranması, gerekli niteliklerle donanması; kötü olanı ise kişinin sahip
olmadığı meziyetlerle övünerek kendini olduğundan farklı göstermeye
çalışmasıdır. Tekebbürün de benzer şekilde iki farklı anlama geldiği görülür.
A‘râf sûresinin 146. âyetinde kibir taslayanlar eleştirilirken “haksız olarak”
kaydının konması dikkate alınarak bir kimsenin sahip olduğu gerçek meziyet ve
erdemleri ölçüsünde kendi değerinin farkına varmasında bir sakıncanın
bulunmadığı belirtilmiştir (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “kbr” md.;
Lisânü’l-ʿArab, “kbr” md.; Tâcü’l-ʿarûs, “kbr” md.). Ucb (kendini beğenme),
ihtiyâl ve huyelâ (büyüklenme), fahr, tefâhur (övünme), tahkir (başkasını
aşağılama), tecebbür (zorbalık), tuğyan (taşkınlık) gibi kibre yakın anlamlarda
kullanılan başka kavramlar da bulunmakla birlikte bunlardan yalnız ucb kelimesi
kibir gibi literatüre ahlâk terimi olarak girmiştir. Kaynaklarda genellikle
ucbun kibirden farklı olduğu belirtilir. Buna göre kişinin kendini büyük,
başkalarını küçük görmesine kibir, başkasını küçük görmeden kendini ve
yaptıklarını beğenerek böbürlenmesine de ucb denilir. “Kişinin geçici değerlere
aldanıp onlarla avunması” anlamına gelen gurur da Türkçe’de “kendini beğenme,
böbürlenme” mânasında kullanılmaktadır.
4. KURAN-I KERİM’DE KİBİR
“Yeryüzünde
haksız yere böbürlenenleri âyetlerimden uzaklaştıracağım. Onlar bütün
mucizeleri görseler de iman etmezler. Doğru yolu görseler onu yol edinmezler.
Fakat azgınlık yolunu görürlerse, hemen ona saparlar. Bu durum, onların
âyetlerimizi yalanlamalarından ve onlardan gafil olmalarından ileri
gelmektedir.” (Araf 146)
“Yeryüzünde
böbürlenerek dolaşma. Çünkü sen (ağırlık ve azametinle) ne yeri yarabilir ne de
dağlarla ululuk yarışına girebilirsin.” (İsra 37)
“ᅠKarun, Musa'nın
kavminden idi de, onlara karşı azgınlık etmişti. Biz ona öyle hazineler
vermiştik ki, anahtarlarını güçlü-kuvvetli bir topluluk zor taşırdı. Kavmi ona
şöyle demişti: Şımarma! Bil ki Allah şımarıkları sevmez. Allah'ın
sana verdiğinden (O'nun yolunda harcayarak) ahiret yurdunu iste; ama dünyadan
da nasibini unutma. Allah sana ihsan ettiği gibi, sen de (insanlara) iyilik et.
Yeryüzünde bozgunculuğu arzulama. Şüphesiz ki Allah, bozguncuları sevmez. Karun ise: O (servet) bana ancak kendimdeki bilgi sayesinde verildi,
demişti. Bilmiyor muydu ki Allah, kendinden önceki nesillerden, ondan daha
güçlü, ondan daha çok taraftarı olan kimseleri helâk etmişti. Günahkârlardan
günahları sorulmaz (Allah onların hepsini bilir). Derken,
Karun, ihtişamı içinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını arzulayanlar:
Keşke Karun'a verilenin benzeri bizim de olsaydı; doğrusu o çok şanslı!
dediler. Kendilerine ilim verilmiş olanlar ise şöyle
dediler: Yazıklar olsun size! İman edip iyi işler yapanlara göre Allah'ın
mükâfatı daha üstündür. Ona da ancak sabredenler kavuşabilir. Nihayet biz, onu da, sarayını da yerin dibine geçirdik. Artık Allah'a
karşı kendisine yardım edecek avanesi olmadığı gibi, o, kendini savunup
kurtarabilecek kimselerden de değildi.” (Kasas 76-81)
“Andolsun sizi yarattık, sonra size şekil verdik,
sonra da meleklere, Âdem'e secde edin! diye emrettik. İblis'in dışındakiler
secde ettiler. O secde edenlerden olmadı. Allah
buyurdu: Ben sana emretmişken seni secde etmekten alıkoyan nedir? (İblis): Ben
ondan daha üstünüm. Çünkü beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın, dediᅠAllah:
Öyle ise, «İn oradan!» Orada büyüklük taslamak senin haddin değildir. Çık!
Çünkü sen aşağılıklardansın! buyurdu..” (Araf 11-13)
“Seni gördükleri zaman: «Bu mu Allah'ın peygamber
olarak gönderdiği!» diyerek hep seni alaya alıyorlar.” (Furkan 41)
“Ve dediler ki: Bu Kur'an iki şehirden bir büyük adama
indirilse olmaz mıydı?” (Zuhruf 31)
5. HADİSLERDE KİBİR
“Büyüklük benim
gömleğimdir, ululuk da cübbemdir. Her kim bu iki şeyde benim ile çekişirse
onu ateşe atarım.” (Müslim, El- Birr ve’s Sıla 2620)
Rasulullah buyurdu ki:
“Size cennetlikleri bildireyim mi? Onlar kendilerini korumaktan âciz,
alçak gönüllü oldukları için de kimsenin önemsemediği ve fakat şöyle
olacak diye yemin etseler, isteklerini Allah’ın gerçekleştireceği kimselerdir.
“Size cehennemliklerin kimler olduğunu söyleyeyim mi? Katı kalpli, kaba, cimri
ve kurularak yürüyen kibirli kimselerdir.” (Buhari Eyman 9, Edeb 61; Müslim
Cennet 47; Tirmizi cehennem 13 ; İbni Mace Zühd 4)
Rasulullah buyurdu ki:
"Kalbinde zerre miktar kibir bulunan kimse asla cennete
girmeyecektir!" (Müslim, “Îmân”, 147; Ebû Dâvûd, “Libâs”, 26). Özellikle
son hadis, kibrin ne kadar kötü bir huy olduğunu gösteren bir delil
olarak konuyla ilgili bütün kaynaklarda zikredilir. Gazzâlî bu hadisi
açıklarken özetle şu görüşlere yer verir: Kibir cennete girmeye engeldir; çünkü
insanın müminlere yaraşır huylar kazanmasını önler; hâlbuki bu huylar cennetin
kapıları demektir. Kibir cennetin bütün kapılarını kapatır; zira kibirli kişi
kendisi için istediğini başkaları için isteyemez (Gazzâlî, III, 344). Söz
konusu hadiste ifadenin hayli ağır olmasını dikkate alan bazı âlimler, buradaki
kibirle “Allah’a karşı büyüklenme ve O’na boyun eğip kulluk etmeyi kendine
yedirememe” anlamının kastedildiğini belirtmişlerdir. Aynı hadis, “Kıyamet
gününde müminler kalpleri kibirden arındırıldıktan sonra cennete
girebileceklerdir” şeklinde de yorumlanmıştır (İbnü’l-Esîr, IV, 5).
Bir adam: "Kişi elbisesinin güzel
olmasını, ayakkabısının güzel olmasını sever!" dedi. Rasulullah da şöyle
buyurdu: "Allah güzeldir, güzelliği sever! Kibir ise hakkın ibtali,
insanların tahkiridir" (Müslim İman 147-149)
6. KİBRİN
MAHİYETİ VE NARSİZM
Tüm kötü ve iyi eğilimler, insan yaratılışında
potansiyel olarak bulunmaktadır. Bu huylar, İslam ahlakçıları tarafından
fıtri/tabii ahlak diye isimlendirilir. "Nefse ve ona birtakım kabiliyetler
verip de iyilik ve kötülüklerini ilham edene yemin ederim ki" (Şems 8)
ayetinde de bildirildiği gibi insan, bu huyları iyi ve kötü olarak ayırt
edebilme yeteneğiyle yaratılmış ve bu sayede peygamberlerin bu konudaki
tebliğlerini algılayabilmişlerdir. Yaratılıştan gelen bu huylar zaman içinde
sosyal çevrenin etkisi ve eğitimle insanda karakter/seciye haline gelir ki bu
durum da müktesep/ kazanılmış ahlak diye isimlendirilir. İrade sahibi bir
varlık olarak insanın sorumluluğu buradan başlar. Bu yüzden o, bu kötü
huylardan korunma ve iyi huyları davranış biçimi haline getirmekle mükellef
tutulur. İnsanın yaratılışında olup da insanın varlık ve gelişimine hizmet eden
her eğilim gibi, büyüklük duygusu da insana bir hikmetle verilmiştir; ancak bu duygu, ıslah edilmediği zaman
insanlarda, hastalık boyutunda Nörolojik
hastalıkların yol açtığı kişilik bozuklukları ve huylar istisna edilirse her
kötü huy, iradenin yanlış kullanılması sonucu insan benliğinde yer eder. Mutaffifin 14'ncü ayetini tefsir eden hadiste
Hz. Peygamber (sav.) bu konuyu şöyle açıklamaktadır: "Kul bir hata yaptığı
zaman kalbinde siyah bir iz meydana gelir. Eğer kişi, o hatadan nefsini
uzaklaştırır, af talep eder ve tövbede bulunursa kalbi cilalanarak (leke
silinir). Bilakis, aynı günahı işlemeye devam ederse, kalpteki leke artırılır.
Hatta bir zaman gelir, kalbi tamamen kaplar. İşte bu durum Cenab-ı Hakk'ın: “Hayır!
Bilakis onların işlemekte oldukları (kötülükler) kalplerini kirletmiştir/paslandırmıştır.”
(Mutaffifin 14) şeklindeki ayette zikrettiği pastır." (Tirmizi, Ebu İsa
Muhammed b. İsa, es-Sünen, İstanbul, 1413/1992, Tefsir, Mutaffifin; İbn Mace,
Zühd, 29) bu hususa dikkat çekilir ve bir başka hadiste de aynı durumun kibir
için geçerli olduğu şu şekilde bildirilir: "Kişi kendisini büyük görmeye
devam ede ede cebbarlar arasına kaydedilir de onların başına gelen musibete
duçar olur."(Tirmizi, Birr,61) Nitekim tekebbür, insan iradesine bağlı bir
huy ve kişilik bozukluğu olmasaydı; Allah Teala insanları bu huydan
sakındırmaz, mütekebbirleri de sorumlu tutmazdı. Kibir, gizlenmesi mümkün
olmayan bir günahtır. Bu yüzden o, insanın beden diline ve konuşmasındaki
tonlamalara varıncaya kadar yansır. Kibirli insan gösterişçidir. Müsrifliğiyle,
mal evlat ve ailesinin çokluğu ile övünür. O, kimsenin kendisinden üstün
olmasını hazmedemediği için kıskançtır. Bir kimsenin yanına herkesi
oturtmaması, misafirliğe sadece varlıklı kimseleri kabul etmesi, eleştirilere
tahammül edememesi, topluluğa girdiğinde orada bulunanların ayağa
kalkmalarından ve hakkında güzel ve övücü sözler duymaktan hoşlanması da kibir
alametlerindendir.
Kuran' da şiddetle yasaklanan kibrin, modern
psikolojide "narsisizm" olarak isimlendirilen kişilik bozukluğu ile örtüştüğü
görülür. Çünkü narsis kişi tevazudan uzaktır, kendini mükemmel görür ve bu
yüzden eleştirilmeye karşı öfke hissi duyar. Yeteneklerini ve başarılarını
abartır. Başarı, güç, güzellik, zekâ ile ilgili fanteziler kurar. Sürekli
insanların dikkatinin ve beğenisinin üzerinde olmasını ister. Hasetçi ve aşırı
gururludur. Üstünlük duygusuna kapılan kişi, verici değildir; hep almak ister.
Bazen de bu tutum patolojik bir hal alır, megalomani denilen büyüklük cinneti,
azamet hastalığı baş gösterir. Narsis kişiliklerde eğer liderlik vasfı da var
ise o zaman narsisizm çok özel bir nitelik kazanır. Bu tür insanlar kendilerini
tanrılaştırırlar; güçleri sınırsızmış gibi davranırlar. Bu yüzden kan
dökücüdürler. Roma Sezarları, Mısır firavunları, diktatörler bu türe dâhildir.
Bu tür kimselerin en büyük korkuları ölüm, güçlerini kaybetmek, etraflarındaki
herkesin kendilerine düşman olmasıdır. Bu tür insanlar, başkalarından erişilmez
derecede üstün oldukları vehmine kapıldıklarından kendilerini toplumdan
soyutlarlar ve bu soyutlama onları daha da korkak yapar. Herkesi kendilerine
düşman sayarlar ve bundan korunabilmek için acımasızlıklarını daha da artırıp
gitgide daha yıkıcı olurlar. Firavun, İslam kültüründe de narsis zihniyetin
sembolüdür. Mütekebbirler istiare yoluyla Firavun olarak nitelenirler. Nitekim
Hz. Muhammed (sav.) de Ebu Cehil "ümmetinin Firavunu"(İbn Kesir,
el-Bidaye ve'n-Nihaye, Beyrut, tahkik: Ali Şiri, 1408/1988, ill, 353)
olarak nitelendirmiştir. Kur' an' da kibirle ilgili kelimelerin, narsis kişilik
yapısındaki yıkıcılık, acımasızlık, hayalperestlik gibi yönleri vurgulamak için
seçilmiş kelimeler olduğu görülür. Mesela, kibri sebebiyle zalim, zorba,
acımasız ve yıkıcı karakter sahipleri için cebbar kelimesinin, büyük olma
hayali taşıyan kimselere muhtal kelimesinin kullanılması son derece ilginçtir.
Kur' an, kibri kullar açısından iki boyutta ele alır. Birincisi müminlerde de
bulunabilecek başkalarını küçümseyici ahlak boyutu, diğeri inkâr boyutudur.
Kur'an'ın kibir konusunda müminlere yönelik
yaptığı uyarılar, bu huyun müminlerde de bulunabileceğini gösterir. Mesela, Hz.
Lokman, oğluna şu tavsiyede bulunmaktadır: "Küçümseyerek insanlardan yüz
çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Zira Allah, kendini beğenmiş övünüp
duran kimseleri asla sevmez. (Lokman 18). Bilal-i Habeşi'ye (r.a.) 'siyah
kadının oğlu' diyerek hakaret eden Hz. Ebu Zerr'i (r.a.) Peygamberimiz ‘in
(s.a.s.) şu şekilde kınadığı bilinmektedir: "Onu, annesinin renginden
dolayı mı ayıplıyorsun? Demek ki sende hala cahiliyye ahlakı bulunmaktadır.
" (Buhari, İman 22, Edeb, 79, Itk 28; Müslim, Eyman, 38-40; Ebu Davud,
Edeb 133) Bu olay da kibrin Müslümanlarda bulunabileceğinin bir delilidir.
Konuyla ilgili bir hadis de şudur: "Birinin, din kardeşini hor ve hakir
görmesi, ona günah olarak yeter." (Müslim, Birr, 32)
Kibir, cahiliye Araplarının adeta bir simgesiydi. Kur'
andaki Hamiyyetü'l Cahiliyye (Fetih 26) tamlaması onların
benliklerinde yer eden kibirlerini ifade eder. Onlar, gururlarına dokunan her
şeye inatla direniş gösteren bir toplumdu. Geleneksel yasayış biçimine olan
aşırı düşkünlük, onların kibirlerinden kaynaklanıyordu. İslami dönemden önceki
Arapların, inanç, tutum ve davranışlarını belirtmek için kullanılan cahiliye,
sadece mazide kalmış bir çağın adı ve özelliği değil, bir zihniyetin adıdır.
İslam tarafından, müminlerin hayatında cahiliyeye son verilmiş olsa da o, bazı
müminlerin zihinlerinde hortlamaya hazır bir tehlike olarak gizliden gizliye
varlığını sürdürür. Yukarıda yer verdiğimiz hadiste geçen "Sende hala
cahiliyye ahlakı bulunmaktadır." şeklindeki ifade de bunu göstermektedir.
Toplumlar da kendilerine özgü farklılıklarını diğer toplumlara karşı büyüklenme
aracı olarak kullanabilirler. Bu durumda kibir, sosyal bir tutum olarak tezahür
ederek toplumun sosyal ilişkilerini olumsuz yönde etkiler ve diğer toplumlar
karşısında sağlıklı bir düşünce yapısının oluşmasına engel olur. Bu tür
toplumlar, birtakım gelenekler yoluyla kendisine aktarılan düşünce ve kültür
kalıplarını yücelterek, insanların akıllarıyla vakıaları sorgulamalarına ve
eleştirmelerine çoğu zaman imkân vermezler. Bu bakımdan taklit, kibirlenmeyle
çok yakın ilişki içindeki bir tutumdur.
Modern psikoloji, kibrin bireysel boyutu aşarak
toplumda yaygınlaşmasını "toplumsal narsisizm" olarak belirler. Bu tür
narsisizmde toplumun üyeleri, kendi topluluklarının diğer topluluklardan daha
üstün olduklarına inandırılır. Irkçılık da toplumsal narsisizmin bir sonucudur.
İnsanlık tarihi kadar eski olan narsisizmin bu türü, son yüzyıllarda
Pan-Almancılık, Pan-Slavcılık gibi ideolojilerle, ortaya çıkmış; bu tür
uluslar, kendi üstünlüklerini kabul etmeyen uluslara saldırma hakkını
kendilerinde bulmuşlardı. Tarihi bir gerçek olarak mütekebbir, diğer bir
deyişle narsis liderlerin kendilerini tebaaları üzerinde mutlak yetkiye sahip
erişilmez varlıklar, tebaalarını da mutlak itaate mecbur varlıklar olarak
gördükleri bilinmektedir. Ancak bu liderlerin bu duruma gelişlerinde
tebaalarının da bir payı olup olmadığı sorgulanması gereken bir husustur. Bu
konuda modern psikolojinin yaptığı tespit dikkat çekicidir. Buna göre, narsis
zihniyetin yaygın olduğu toplumlar, kendilerini özdeşleştirebilecekleri bir
önder bulmak isterler. Onlar, kendi narsisizmlerini yansıttıkları için bu
önderlere hayranlık duyarak onlara boyun eğerler. Onlara göre, lider ne kadar
büyük ise onu izleyenler de o kadar büyük olacaklardır. Kendilerinin üstün
olduklarına inanan kişiler, liderin peşine takılmaya en yakın olan kişilerdir.
Liderlerinin narsisizmi, onların boyun eğişleri açısından son derece çekicidir.
Kıptilerin, kendilerini aşağılamasına rağmen Firavuna kayıtsız şartsız
itaatleri bu açıdan toplumsal narsisizme bir örnek olarak sunulabilir. Çünkü
onlar, büyüklenen bir toplumdu, Onların, Firavun ‘un kendilerini aşağılamalarını
ve üzerlerindeki baskılarını bir güç alameti saymış olmaları ve bu gücü, kendi
narsisizmlerine bir sembol olarak kabul etmiş olmaları mümkündür. Kibrin,
insanların hukuk anlayışındaki sapmalarda da etkili bir unsur olduğu görülür.
Sözgelimi, cahiliye toplumlarında daha şerefli sayılan kabilelerden cinayet
işleyenlerin cezaları farklı tutulurdu. Buna göre aşağı sayılan kabileye mensup
katil öldürülürken üstün sayılan kabileye ait katil karşı tarafa sadece diyet
verirdi. (Kadir POLATER, Kur' an Açısından Kibir Sorunu ve Sonuçları , C.Ü.
ilahiyat Fakültesi Dergisi, 2013, aıt: XVII, Sayı: 1 Sayfa: 63-88)
7.KİBİR'İN HAKİKATİ VE AFETLERİ
Kibir, zâhir ve bâtın diye iki kısma ayrılır. Bâtınî
kibir, nefiste yaratılmış bir ahlâktan ibarettir. Zâhirî kibir ise, âzalardan
çıkan hareketlerdir. Bâtınî ahlâka kibir ismini vermek daha uygundur. Zâhirî
hareketler ise, o bâtınî ahlâkın meyveleridir. Kibir, o hareketleri gerektirir.
Bunun için kibir âzalarda ortaya çıktığı zaman denir ki; 'filân adam
kibirlendi'. Ortaya çıkmadığı zaman denir ki 'Nefsinde kibir vardır'. Bu
bakımdan asıl olan nefisteki ahlâktır. O da nefsini, kendisine karşı
gururlandığı kimseden üstün görmeye meyledip yönelmek demektir.
Kibir, ucubtan ayrılır; zira ucub, ucba kapılanın
gayrisini gerektirmez. Eğer insandan başka hiçbir şey
yaratılmamış ise, o insanın ucba kapılması düşünülebilir. Fakat bu takdirde
mütekebbir olması düşünülemez. Ancak başkasıyla beraber olursa ve kemâl
sıfatlarında nefsini onun üstünde görürse mütekebbir olabilir. Mütekebbir olmak
için nefsini büyük sanması kâfi gelmez; zira kişi bazen nefsini büyük görür,
fakat başkasını nefsinden daha büyük veya nefsine eşit görür. Bu bakımdan ona
karşı gururlanmaz. Başkasını hakir sanması da kibirli olmasını gerektirmez.
Çünkü bununla beraber başkasını nefsinin dengi olarak görürse kibirlenmez. Mütekebbir olması için nefsine bir makam, başkasına
da başka bir makam görmesi, sonra nefsinin makamını başkasının
makamından üstün sayması gereklidir. Bu üç şey tahakkuk ettiği anda insanoğlunda kibir ahlâkı oluşur.
İbn Abbas, “ᅠKendilerine
gelmiş kesin bir delil olmaksızın, Allah'ın âyetleri hakkında münakaşa edenler
var ya, hiç şüphe yok ki, onların kalplerinde, asla yetişemeyecekleri bir
büyüklük hevesinden başka bir şey yoktur. Sen Allah'a sığın. Kuşkusuz O, işiten
ve görendir.” (Mü'min 56) ayetinin tefsirinde “O bir büyüklüktür
ki onlar ona yetişemezler” demiştir. Görüldüğü gibi İbn Abbas, kibri, Azamet’le
tefsir etmiştir.
Sonra bu 'izzet taslamanın' meyveleri zâhirde
ve bâtında birtakım amellerin olmasını gerektirir. Buna da 'kibir' ismi
verilir. Çünkü ne zaman yanında kıymeti başkasına nisbeten artarsa, kendi
altındakini tahkir eder, alaya alır. Onu nefsinden uzaklaştırır. Onunla
oturmaya tenezzül etmez. Onunla yemeye yanaşmaz. Eğer gururlanması daha fazla
kabarırsa, o kimsenin huzurunda el pençe divan durmasını ister. Eğer bundan
daha şiddetli ise, onu çalıştırmaktan bile kaçınır. Huzurunda durmasını bile
lâyık görmez. Eşiğinde hizmet etmesini uygun görmez. Eğer bundan da aşağı ise
onunla aynı yere gelmekten kaçınır. Yolun dar yerlerinde onun önüne geçmek
ister. Mahfellerde onun üstünde oturmak ister. Onun kendisine selâm vermesini
bekler. İhtiyaçlarının yerine getirilmesi hususunda onun kusur edeceğini uzak
bir ihtimal sayar. Böyle bir durum vâki olursa hayret eder. Eğer o kendisiyle
mücadele ederse veya münazaraya davet ederse, ona cevap vermeye bile tenezzül
etmez. Eğer vaaz ederse, kabul etmekten kaçınır. Eğer kendisi ona vaaz ederse
şiddetle hareket eder. Eğer adam kendisine cevap verirse, cevabından öfkelenir.
Eğer öğretirse, öğrencilere şefkat göstermez. Onları zelil sayar, kovar. Onlara
karşı minnet gösterir. Onlardan hizmet bekler. Halk tabakasına, merkeplere
bakıyormuş gibi bakar. Bunu da onları cahil ve hakir sayması sebebiyle yapar.
Kibrin âfeti nasıl büyük olmasın? Hz.
Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: “Kalbinde zerre kadar kibir olan bir kimse
cennete giremez!” (Müslim, “Îmân”, 147; Ebû Dâvûd, “Libâs”, 26)
Kibir, kul ile
diğer Müslümanların arasına bir
perde gibi gerildiğindendir ki cennete girmeye perde olur! Cennetin
kapıları güzel ahlâktır. Kibir ve nefsi büyük görme, bütün o kapıları kapatır.
Çünkü mağrur bir insanda zerre kadar büyüklük oldu mu kendi nefsine sevip
istediğini müminlere istemeye muktedir olamaz. Muttakîlerin ahlâkının başı olan
tevazuya, kalbinde zerre kadar gurur bulunan kimse güç yetiremez.
Kibrin en şerli çeşidi ilimden
istifade etmekten, hakkı kabullenmekten ve hakka itaat etmekten insanı alıkoyan
kısmıdır, kibir hususunda birçok ayet vârid olmuştur ki o ayetlerde, hem
kibrin, hem de kibirlenenlerin zemmi vardır. “Yeryüzünde haksız yere
böbürlenenleri âyetlerimden uzaklaştıracağım.” (A'raf 146) Bu ayetin tefsiri
hakkında şöyle denilmiştir: 'Kur'an'ı anlamayı onların kalplerinden söküp
alacağım'. Bazı tefsirlerde de 'Onların kalplerini melekût âleminden
perdeleyeceğim' diye kayıtlıdır. İbn Güreye şöyle der: "Bu 'Onların
kalplerini ayetlerim hakkında düşünmekten ve ayetlerimden ibret almaktan
uzaklaştıracağım' demektir".
8.KİMLERE KARŞI KİBİRLENİLDİĞİ, KİBİR'İN DERECELERİ,
KISIMLARI VE NETİCELERİ
Kendisine karşı kibir taslanan ya Allah'tır veya O'nun
Rasûlleri veya diğer mahlûkatıdır. İnsanoğlu pek zâlim ve pek câhil olarak
yaratılmıştır. Bazen halka karşı kibir taslar, bazen yaradana karşı... Bu
bakımdan kibir, kendisine karşı kibir taslanana nisbeten üç kısımdır:
a- Allah'a karşı kibirlenmek: Bu, kibir çeşitlerinin
en fâhişi ve çirkinidir. Bunu katıksız cehalet ve haddi bilmemezlikten başka
kabartan bir sebep yoktur. Rubûbiyyet iddia eden Firavun ve benzerinden de
hikâye edildiği gibi... Firavun, kibrinden dolayı “Ben, sizin en yüce
Rabbinizim! ” (Nâziât 24) dedi; zira Firavun Allah'a kul olmayı bir türlü
nefsine yediremedi.
b- Peygamberlere karşı gururlanmak: Nefsin
kendisi gibi bir beşere itaat etmeye tenezzül etmemesi ve
böbürlenmesi bakımından bu kibir oluşup meydana gelir. Bu kibir bazen kişiyi
düşünmekten ve görmekten uzaklaştırır, dolayısıyla kişi gururundan ötürü
cehalet karanlığında kalır.
“Bu yüzden dediler ki: Kavimleri bize kölelik ederken,
bizim gibi olan bu iki adama inanır mıyız?” (Mü'minûn 47)
Allah Teâlâ'nın haber verdiği gibi, Kureyşliler Hz.
Peygamber'e karşı şöyle dediler: “Şu Kur'an iki şehirden (Mekke ve Tâif’ten)
bir büyük adama (mal ve mevkii büyük bir kimseye) indirilseydi ya!” (Zuhruf 31)
Katâde der ki: Mekke ve Taif in büyüğü,
Velid b. Muğire ile Urve b. Mes'ud es-Sakafî idiler. Kureyşliler reislik
bakımından Hz. Peygamber'den daha büyük olanı aradılar. Çünkü Hz. Peygamber
yetim bir çocuktu. 'Allah onu nasıl peygamber olarak bize gönderir?' diye
itirazda bulundular. Allah Teâlâ da cevap olarak şöyle buyurmuştur: “Rabbinin
rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? “(Zuhruf 32)
Onları fakir gördükleri, onların
mânen ilerlemelerini uzak saydıkları için böyle diyorlardı. Kureyşliler Hz.
Peygamber'e 'Biz nasıl senin yanında otururuz? Zira senin yanında şunlar
vardır!' diyerek fakir Müslümanlara işaret ettiler. Fakirliklerinden dolayı
onları alaya aldılar. Onlarla bir arada oturmaktan böbürlendiler. Bunun üzerine
Allah Teâlâ şu ayeti indirdi: “Rablerinin rızasını isteyerek sabah akşam O'na
yalvaranları kovma! Onların hesabından sana bir sorumluluk; senin hesabından da
onlara herhangi bir sorumluluk yoktur ki bunları kovup da zalimlerden olasın!”
(En'âm 52)
“ᅠSabah akşam Rablerine, O'nun rızasını dileyerek
dua edenlerle birlikte candan sebat et. Dünya hayatının süsünü isteyerek
gözlerini onlardan çevirme. Kalbini bizi anmaktan gafil kıldığımız, kötü
arzularına uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye boyun eğme.”(Kehf
28)
Deniliyor ki: 'Onlar bu kişilerle, Ammar, Bilâl,
Süheyb ve Mikdad'ı kastediyorlar'.
Başka bir grup vardır ki anlamış, fakat kibir onu
itiraf etmekten alıkoymuştur. Allah Teâlâ onlardan haber vererek şöyle buyurmuştur:
“ᅠKendileri de bunlara yakînen inandıkları
halde, zulüm ve kibirlerinden ötürü onları inkâr ettiler. Bozguncuların sonunun
nice olduğuna bir bak!”(Neml 14)
Bu gurur, Allah'a karşı taslanan gurura yakındır. Her
ne kadar tehlike bakımından ondan aşağı ise de... Fakat bu da Allah'ın emrinin
kabulüne karşı bir gururdur. Hz. Peygamber'e karşı tevazu göstermekten
kaçınmaktır.
c- Kullara karşı kibirlenmek: Bu kibirlenme,
onlara karşı nefsini büyütme, başkasını nefsinden hakir görmekle meydana
gelir. Dolayısıyla nefsi onlara itaat etmekten imtina eder, onlara karşı
böbürlenmeye kalkışır. Onlarla istihza eder. Onları küçümser. Onlarla eşit
olmaktan kaçınır. Gururun bu derecesi, her ne kadar birinci ve ikinci
dereceden, tehlike bakımından, daha ehven ise de bunun da iki yönden tehlikesi
büyüktür.
1-Kibir, kendisini galip görmek, büyüklük taslamak,
yücelik iddia etmektir. Bu ancak kâdir olan sultana lâyık olan bir vasıftır.
Bunun misali şudur: Hizmetçi, sultanın
tacını alır, başına koyar, padişahın tahtına oturur. Böyle yapan bir hizmetçi
büyük bir cezaya müstahaktır. Bu hizmetçiye mahrumluk ve azaba hedef olmak
yakışır. Efendisine karşı cüreti ne kadar da fazladır! Yapmış olduğunun çok
çirkin olduğu meydandadır. Bu duruma Allah Teâlâ'nın (bir hadîs-i kudsîdeki)
sözüyle işaret edilmiştir: “Büyüklük benim izârımdır, kibir benim ridamdır. Bu
bakımdan bu iki sıfat hususunda benimle mücadele edenin belini kırarım.”
(Müslim, El- Birr ve’s Sıla 2620)
Bütün insanlar Allah'ın kullarıdır. Onlara karşı
azamet ve kibriya, ancak Allah'ın hakkıdır. O halde, Allah'ın kullarından
birine karşı böbürlenen bir kimse, Allah'ın hakkında Allah ile
mücadele etmiş olur.
2- Gurur rezaleti artan bir kimse Allah'ın emirlerinde
Allah'a muhalefet etmeye çağırır. Çünkü gururlanan bir kimse, Allah'ın
kullarından birinden hakkı dinlediği zaman, onu kabul etmekten kaçınır. Derhal
onu inkâra kalkışır. Bu sırra binaen dinî meselelerde münazara edenleri
görürsün ki 'dinin sırlarını araştırıyoruz' martavalını savururlar. Sonra onlar
mağrur kimselerin inkâr ettiği gibi, hakkı inkâr ederler.
İbn Mes'ud şöyle demiştir: "Günah bakımından kişiye
'Allah'tan kork' denildiği zaman böyle diyene 'Sen kendi nefsine karış ve
kendini düzelt!' diye karşılık vermek yeter de artar bile!"
Hz. Peygamber (s.a), bir kişiye 'Sağ elinle ye!'
deyince o kişi 'Benim sağ elimle yemeye gücüm yetmiyor!' dedi.
Bunun üzerine Hz. Peygamber 'Gücün yetmesin!' dedi. O kişiyi sağ eliyle
yemekten gururu menetmişti. Râvî der ki: 'Bu kişinin, Hz. Peygamber'in
bedduasından sonra artık sağ elini kaldırmaya gücü yetmedi'. (Müslim, 36,
Eşribe, 107)
Kişinin bu tür gururu kendisini Allah'ın emrine karşı
gelmeye dâvet eder. İblis'i ve onun durumlarını Allah Teâlâ insanlar ondan
ibret alsın diye kibir ve gurura misal olarak beyan buyurmuştur. Çünkü İblis
şöyle demiştir: “blis: Ben ondan hayırlıyım! Beni ateşten yarattın, onu çamurdan
yarattın, dedi.” (Sad 76)
İşte İblis'in bu gururu, soy ve mezheble olan bir
gururdur. Bu bakımdan İblis'in bu gururu Allah'ın emir buyurduğu secdeyi
yapmaktan kendisini menetmiştir. Oysa bu gururun başlangıcı Âdem'e
(a.s) karşı idi ve ona karşı olan kininden kaynaklanmıştı. Dolayısıyla İblis'i
Allah'ın emrine karşı gelmeye sürükledi ve bu da ebediyyen İblis'in helâk
olmasına sebep oldu.
9.NE İLE KİBİR YAPILIR?
Kişi ancak nefsini büyük saydığı zaman kibirlenebilir. Nefsini de
ancak kemâl sıfatlarından bir sıfata sahip olduğuna inandığı zaman büyütür.
Bunun özü, dinî veya dünyevî bir kemâle dönüşür. Dinî kemâl, ilim ve ameldir.
Dünyevî kemâl ise neseb, güzellik, kuvvet, mal ve yardımcıların çokluğudur. Bu
bakımdan bunlar yedi sebeptirler:
1- İlim
Bu bakımdan âlim bir kişi, durmadan ilminin izzetiyle
büyüklük taslar. Onları cehaletle niteler. Onların kendisine selâm vermelerini
bekler. Eğer onlardan biri ona selâm verirse veya onun selâmını güler yüzle
karşılarsa veya onun önünde ayağa kalkarsa veya onun çağrısına icabet ederse,
bütün bunları o adamın yapmak zorunda olduğu bir vazife olarak telâkki eder ve
teşekkür etmesini gerektiren bir nimet olarak görmez ve onların hepsinden daha
üstün olduğuna inanır. Onu ziyaret ederler, o onları ziyaret etmez. Hastalandığı
zaman, ona ziyarete giderler, o onların hastalarını sormaz. Sanki ilim
öğretmesi, onlara yapmış olduğu bir iyiliktir.
Ahiret işlerinde ise onlara karşı şöyle
kibirlenir: Nefsini Allah katında onlardan daha yüce ve daha üstün görür. Kendi
nefsinden daha fazla onların helâk olmasından korkar. Onlar için ümit
ettiğinden daha fazlasını nefsi için ümit eder! Böyle bir kimseye âlim
demektense cahil demek daha evlâdır. Hakiki ilim odur ki, insan onunla hem
nefsini, hem de rabbini tanır. İlim bütün insanları kendisinden daha hayırlı
görmesini gerektirir.
Bu sırra binaen Ebu Derdâ (r.a) şöyle
demiştir: “İlmen gelişen bir kimse o nisbette acı duyar!'”
Soru: Bazı insanlar neden, ilimden dolayı daha fazla
gururlanırlar, nefislerinden emin olurlar?
Cevap: Bunun iki sebebi vardır:
Birincisi: Gerçek ilim, o ilimdir ki kul onunla hem
rabbini, hem nefsini tanır. Allah ile mülâki olmaktaki ve
Allah'tan uzaklaşmaktaki işin tehlikesini anlar. Böyle bir ilim insana kalp
huzuru ve tevazu verir. Gururu ve nefsinden emin olmayı değil!. “Kulları
içinden ancak âlimler, Allah'tan (gereğince) korkar..”(Fâtır 28)
İkincisi: Kulun kötü ahlâklı, alçak
nefisli, habis niyetli olduğu halde ilme dalmasıdır; zira kul önce nefsinin
temizlenmesi ve çeşitli mücahedelerle kalbinin takviyesi ile meşgul olmamıştır.
Nefsini rabbine ibâdete alıştırmamıştır. Böylece cevheri kirli kalmıştır.
Vehb, bunun için şu darb-ı meseli zikrederek şöyle
demiştir: “İlim yağmur gibidir. Gökten tatlı ve berrak olarak iner. Ağaçlar onu
damarlarıyla çeker. Onu tadları nisbetinde değiştirirler. Acı ağaçta o su
gittikçe acılaşır, tatlıda ise gittikçe tatlılaşır. İlim de böyledir kişiler
onu hıfzederler. Himmetleri ve hevâ-i nefisleri nisbetinde onu değiştirirler.
Mağrur bir kimsenin gururu, mütevazi bir kimsenin de tevazusu artar. Çünkü
cahil olduğu halde himmeti ve maksadı kibir olan bir insan, ilmi hıfzettiği
zaman, kendisiyle mağrurlanacak bir şeyi elde etmiş olur, kibri daha da artar,
kişi, cehaletiyle beraber korktuğu zaman ilmi gelişirse, Allah'ın kendisine karşı
delilinin daha da kuvvet bulduğunu bilir. Böylece korkusu, zillet ve tevazusu
gittikçe artar. Bu bakımdan ilim, kendisiyle kibirlenilen şeylerin en
büyüklerindendir. Bunun için de Allah Teâlâ, peygamberine şöyle buyurmuştur:
“Sana uyan müminlere (merhamet) kanadını indir.”.(Şuarâ 215)
“Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz,
etrafından dağılıp giderlerdi.”(Âlu İmran 159)
Velî kullarını vasıflandırırken de şöyle
buyurmuştur: “Mü'minlere karşı yumuşak, kâfirlere karşı şiddetlidirler.” (Maide
54)
Huzeyfe b. Yeman (r.a) bir cemaate namaz kıldırdı. Selâm
verdikten sonra şöyle dedi: “Siz benden başka bir imam arayınız veya tek
başınıza namaz kılınız! Çünkü ben nefsimde 'Bu cemaatin içinde benden daha
iyisi yok' kanaatinin varlığını müşahede ettim'.”
Huzeyfe gibi bir sahabî'nin bundan sâlim kalmaması söz
konusu olduğuna göre, acaba bu ümmetin zayıfları nasıl bundan sâlim kalabilir?
Acaba ashabın üzerinde
bulunduğunun onda birine sarıldığımıza dair kim bize teminat verebilir? Keşke
biz, onların yaptıklarının yüzde birini yapmış olsaydık! Allah Teâlâ'nın lâyık
olduğu şekilde bizimle muamele etmesini, çirkin amellerimizi örtmesini dileriz.
Nitekim O'nun kerem ve fazileti bunu gerektirir.
2. Amel ve İbâdet
Dünya hakkında onlar, başkasının kendilerini ziyaret
etmeye, onların başkasını ziyaret etmesinden daha müstahak olduğunu
düşünürler! Halkın koşup ihtiyaçlarını görmesini, kendilerini tâzim etmesini,
meclislerde kendilerine yer vermelerini, kendilerini takva ile anmalarını,
âlimler hakkında söylenen şeylerin hepsinde kendilerini diğer insanlara tercih
etmelerini isterler! Sanki Allah'a yapmış oldukları ibadetleri, halka karşı bir
minnet imiş gibi telâkki ederler.
Dindekine gelince, halkı helâk olmuş, nefsini
ise kurtulmuş görür. Oysa böyle inandığı takdirde hakikatte helâk olan
kendisidir.
“Kişinin 'halk helâk oldu!' dediğini
işittiğiniz zaman, (biliniz ki) o, halkın hepsinden daha fazla helâk olan bir
kimsedir. “ (Müslim, Birr 139 ; Muvatta, Kelam 2 ; Ebu Davud, Edeb 85)
Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
“Şer bakımından kişiye Müslüman kardeşini tahkir etmek yeter de artar bile!”
(Müslim, Birr, 32)
Halk, onu Allah için büyüttüğünden dolayı
kurtuluşu elde eder. Ona yaklaştığından dolayı Allah'a yaklaşırlar. Diğeri ise
onlardan uzaklaşmaktan dolayı kendisini Allah'ın buğzuna hedef kılar. Onlar
onu, salihliğinden ötürü sevdikleri zaman, Allah tarafından onun ameldeki
derecesine yükselmeleri pek uygundur! O onları hakaret gözüyle hafife aldığı
zaman Allah tarafından ihmal edilmesi pek münasiptir!
Bu bakımdan âsî bir cahil, Allah'ın heybetinden ötürü
tevâzu gösterdiği ve korkusundan ötürü zillet belirttiği zaman, kalben Allah'a
itaat etmiş olur. Bu bakımdan bu kimse mağrur âlimden, ucub sahibi âbidden daha
fazla Allah'a itaat eden bir kimsedir.
Hamakat ve akılsızlık, bazılarını şu şekilde meydan
okuyup şöyle demeye kadar götürür: 'Siz başınıza geleceği göreceksiniz!' Şayet
tehdid ettikleri insan herhangi bir felâkete düçar olursa, bu felâketin
'kerametlerinden' olduğunu iddia eder. 'Allah ancak benim yüreğimi rahat
ettirmek ve intikamımı almak için ona bunu yaptı!' der. Oysa âbid görür ki
kâfirlerden birçok grup, Allah'a, Hz. Peygamber'e küfrederler ve yine âbid
bilir ki bir cemaat peygamberlere eziyet etmişler. Onların kimisi
peygamberlerden bazılarını öldürmüş, bazılarını da dövmüşlerdi. Bütün bunlardan
sonra Allah Teâlâ, onların çoğuna mühlet vermiştir ve onları dünyada
cezalandırmamıştır. Hatta onlardan bazıları Müslüman olmuş, ne dünyada, ne de
ahirette o yaptıklarından dolayı bir cezaya çarptırılmayacaklardır.
Akıllı âbidlere gelince onlar, Atâ es-Sülemî'nin bir
rüzgâr estiği veya bir şimşek çaktığı zaman dediğini derler: “İnsanlara isabet
eden belâlar benim yüzümden onlara isabet ediyor. Eğer Atâ ölseydi muhakkak
onlar kurtulacaklardı”.
Bir de Arafat'tan dönerken başka bir velînin
dediği gibi derler-'Ben bütün hacılar için -eğer onların içinde olmasaydım-
rahmet umardım!' Bu iki kişinin arasındaki farka bak!
Fakat âlimler ve âbidler, gururdan gelen âfette üç
derece üzerindedirler:
Birinci Derece: Kibrin kalbinde istikrar
bulmasıdır. Nefsini başkasından hayırlı görür, fakat
çalışır ve tevazu gösterir, başkasını nefsinden daha hayırlı gören kimsenin
yaptığını yapar... Bu nitelikteki kimsenin kalbinde kibir ağacı kök salmıştır.
Fakat bu kimse o ağacın bütün dallarını dipten kesmiştir.
İkinci Derece: Âlim kişide bunun
en az derecesi, sanki halktan yüzünü çeviriyormuş gibi yüzünü
asmasıdır. Âbid kişide ise yüzünü ekşitmesi, alnını buruşturmasıdır.
Sanki âbid, halktan kaçar, onları çirkin sayar veya onlara karşı öfkelidir.
Takva ancak kalplerdedir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) göğsüne işaret ederek
şöyle demiştir: Takva buradadır'. (Müslim, Birr, 32; Tirmizî, Birr, 18)
Oysa Hz. Peygamber (s.a) insanların en keremlisi ve en
muttakisi idi. Ahlâken onların en yükseği, müjde vermek, tebessüm etmek
ve genişlik göstermek bakımından onların en ilerisiydi.
Hâris ez-Zebidî -ki Hz. Peygamber'in ashabındandı- şöyle
demiştir: Kurrâdan güler yüzlü ve mütebessim olanları hoşuma gider. Bazılarını
da güler yüzle karşılarsın, fakat o seni asık yüzle karşılar. İlmiyle sana
âdeta minnet eder. Allah böyle kimseleri Müslümanların arasında çoğaltmasın.
Eğer Allah Teâlâ bu duruma razı olsaydı muhakkak peygamberine şöyle demezdi:
“Sana uyan müminlere (merhamet) kanadını indir.” (Şuarâ
215)
Üçüncü Derece: Kibir üçüncü derecede bahsi geçen
kimsenin dilinde görülür. Âbid ise, böbürlenmek hususunda başka âbidlere
'O kim imiş! Onun ameli nedir! Onun zâhidliği nereden geliyor?' der. Onları
ayıplamak hususunda onlara dil uzatır. Sonra nefsini överek der kî: Ben filân
filan zamandan beri oruçsuz vakit geçirmedim, geceleri uyumuyorum, her gün
Kur'an'ı hatmediyorum. Filan adam ise seher zamanı uyuyor ve Kur'an okumuyor!'
Ve benzeri laflar...
Abid'in başkalarına karşı böbürlenmesine
gelince, geceleyin ibâdet eden bir cemaatle beraber bulunduğu zaman kalkar,
onların ibâdetinden daha fazla ibâdet eder. Eğer onlar açlığa karşı
sabrediyorlarsa, açlığa nefsini zorlar ki onları mağlup etsin, kuvvetini ve
onların âcizliğini de onlara göstersin! Böylece 'başkası kendisinden daha fazla
ibâdet ediyor' veya 'Allah'ın dininde ondan daha kuvvetlidir' denilmesin diye
ibâdete amansız bir şekilde dalar!
Âlim'e gelince, o da böbürlenerek şöyle
der: 'Ben ilimlerde mütefennin bir kimseyim. Hakikatlere muttaliyim. Büyük
âlimlerden filan filanı gördüm. Sen kimsin? Senin faziletin nedir? Sen kime
yetiştin? Sen ne kadar hadîs dinledin?'
Âlimin böbürlenmesine gelince, o mağlûb
etmek için münâzara ilminde var kuvvetiyle çalışır. Arkadaşlarından biri yanlış
bir şey söylerse ona hücum etme fırsatı doğduğundan dolayı sevinir. Arkadaşı
isabet ettiği zaman hoşuna gitmez. Çünkü arkadaşının kendisinden daha büyük
kabul edilmesinden korkar.
İşte bütün bunlar kibrin şekilleri, ilim ve amelle
azizleşmenin vermiş olduğu meyve ve eserlerdir. Acaba bütün bu huylardan veya
bir kısmından uzak olan bir kimse nerede? Keşke bilseydim bu ahlâkları
nefsinden bilen ve Hz. Peygamber'in şu hadîs-i şerifini dinleyen kimdir?
'Kalbinde hardal danesi kadar kibir bulunan kimse cennete giremez!' Böyle bir kimse
nefsini nasıl büyütür? Başkasına karşı nasıl büyüklük taslar? Oysa Hz.
Peygamber (s.a) onun ateş ehlinden olduğunu haber veriyor. Büyük kimse, ancak
bu rezaletten uzak olan kimsedir. Zaten bu rezaletten uzak olan kimsede
büyüklük ve kibir yoktur.
3. Haseb ve Neseble Gururlanmak
Şerefli bir nesebe sahip olan kimse, amel ve ilim
bakımından kendisinden daha üstün olsa bile, o nesebe sahip olmayanı hakir
görür.
Bazıları gururlanır, insanların kendisine köle
olduklarını sanır ve onlarla oturmaktan çekinir. Bunun meyvesi, diliyle bu
sebepten böbürlenmesi ve başkasına şöyle demesidir: 'Ey Hindli! Ey Ermenî! Sen
kimsin? Senin baban kimdir? Ben filân oğlu filânım!
Nitekim Ebu Zer el-Gıfârî şöyle
demiştir: 'Hz. Peygamber'in yanında bir kişiyle tartıştık. Ona 'Ey siyah
kadının oğlu' dedim. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) şöyle dedi: Ey Ebu Zer!
Ölçek doldu! Ölçek doldu (veya dolmadı; yani iyi ölçmedin). Beyaz kadının oğlu,
siyah kadının oğlundan üstün değildir! Bunun üzerine ben yere uzandım ve kişiye
dedim ki: 'Benim yanağıma bas!' (Buhari, İman 22, Edeb, 79, Itk 28; Müslim,
Eyman, 38-40; Ebu Davud, Edeb 133). İşte Hz. Peygamber'in, beyaz kadının oğlu
olduğu için nefsini üstün telâkki eden Ebu Zer'i nasıl ikaz ettiğini ve bunun
yanlış ve cehalet olduğunu söylediğini dikkatle izle! Yine Ebu Zer'in nasıl
tevbe ettiğini, kibir ağacının kökünü kalbinden, kendisine karşı kibir
tasladığı kimsenin ayağının tabanıyla nasıl söktüğünü ve 'Kibri ancak zillet
sökebilir' hakikatini nasıl gösterdiğini dikkatle izle!
Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
“Herhangi bir kavim ecdadlarıyla gururlanmayı terktesin! Çünkü ecdadları
cehennemde kömür kesilmişlerdir. Ecdadlarıyla övünmeyi terk etmedikleri
takdirde Allah nezdinde burunları ile pislik yuvarlayan böceklerden daha
değersiz olacaklardır.” (Ebu Davud, Edeb, 120; Tirmizî, Mekaıb, 3955)
4. Güzellikle Mağrur Olmak
Bu da çoğu zaman kadınlar arasında cereyan eder ve bu
gurur insanı, başkasını eksik göstermeye, ayıplarını saymaya, gıybetini
yapmaya ve halkın ayıplarını sayıp dökmeye dâvet eder.
Hz. Aişe'den (r.a) şöyle rivayet
edilir: “Bir kadın Hz. Peygamber'in huzuruna girdi. Ben elimle o şöyledir (yani
kısa boyludur) dedim. Bunun üzerine Hz. Peygamber beni ikaz ederek şöyle dedi:
'Sen onun gıybetini yaptın!” (Ahmed b. Hanbel, Müsned 6/136)
Bu tür gururun menşei, içte saklı bulunan
kibirdir. Çünkü Hz. Aişe de eğer o kadın gibi kısa boylu olsaydı onu 'kısa
boylu olmakla' anmazdı. Sanki kendinin uzun boylu oluşu Hz. Aişe'nin hoşuna
gitmiş ve uzun boyluluğunu beğenmiştir. Kendi boyuna nazaran kadını kısa boylu
saymış ve öyle demiştir.
5. Malla Kibirlenmek
Bu, hazineler hakkında sultanlar arasında; ticarî
mallar hakkında tüccarlar arasında, arazileri hakkında köy ağaları arasında,
elbiseleri, atları ve arabaları süslü olanlar arasında cereyan eden bir
gururdur. Bu bakımdan zengin, fakiri hakir görür ve ona karşı gurura kapılır ve
ona şöyle der: 'Sen yoksul ve fakirsin. Ben ise eğer istersem, senin gibisini
satın alır, senden daha üstününü çalıştırırım. Sen kim oluyorsun? Senin yanında
ne var? Benim evimin mobilyasının değeri senin bütün malından daha fazladır.
Ben senin bir senede yemediğini bir günde harcarım!'
“Bu adamın başka geliri de vardı. Bu yüzden
arkadaşıyla konuşurken ona şöyle dedi: «Ben, servetçe senden daha zenginim;
insan sayısı bakımından da senden daha güçlüyüm.»” (Kehf 34)
Arkadaşı ona şöyle cevap verdi:
“Bağına girdiğinde: Mâşâallah! Kuvvet yalnız
Allah'ındır, deseydin ya! Eğer malca ve evlâtça beni kendinden güçsüz
görüyorsan (şunu bil ki): Belki Rabbim bana, senin bağından daha iyisini verir;
senin bağına ise gökten yıldırımlar gönderir de bağ kupkuru bir toprak haline
gelir.” (Kehf 39-40)
Bu adamın böyle hareket etmesi, mal ve evlatla
böbürlenmesinden neşet etmiştir. Sonra Allah Teâlâ, onun işinin akıbetine şu
cümle ile işaret etmiştir: “Ah, diyordu, keşke ben Rabbime hiçbir ortak
koşmamış olsaydım!” (Kehf 42)
6. Kuvvet ve Kudretle Kibirlenmek
Bununla zayıf kimselere karşı gurur göstermektir.
7. Etba, Yardımcı, Talebe, Hizmetkâr,
Aşiret, Akraba ve Evlatla Böbürlenmek
Bu, askerlerle böbürlenen sultanlar, talebelerle
böbürlenen âlimler arasında cereyan eder. Kısaca nimet sayılan her şeyin kemâl
sanılması mümkündür. Fâsık bir kimse de içki içmek, kadın
ve oğlanlarla fazla zina etmekle gururlanır, kibir taslar! Çünkü o bunu kemâl
zanneder. Her ne kadar bu zannında yanlış ise de...
10. MÜTEVAZİ KİMSELERİN AHLÂKI,
TEVAZU İLE TEKEBBÜR'ÜN ORTAYA ÇIKTIĞI YERLER
Kibir kişide, yüzündeki ekşime,
bakışındaki sertlik, başını eğmek, yaslanarak veya bağdaş kurarak oturmak gibi
hareketlerinden belli olur. Bir de sözlerinde ortaya çıkar.
Abdurrahman b. Avf kölelerinden ayırt edilmiyordu. Çünkü
görünüşte onlardan farklı değildi.
Enes (r.a) dedi ki: “Ashab-ı kirâmın
nezdinde Hz. Peygamber'den daha sevimli bir şahıs yoktu. Onlar Hz. Peygamber'i
gördükleri zaman ayağa kalkmazlardı.”
O huylardan biri de yanında değil, arkasında biri
olduğu halde yürümektir. Bir topluluk Hasan Basrî'nin arkasında yürüdü.
Hasan onları böyle yapmaktan menederek şöyle dedi: “Bu durum, kulun kalbini
sağlam bırakmaz!”
Hz. Peygamber (a.s) ashabıyla yürürken
onlara önde yürümelerini emreder, kendisi geriden yürürdü. Bunu onlara öğretmek
için veya nefsinde şeytanın kibir ve ucub ile yapmış olduğu vesveseleri
uzaklaştırmak için yapardı. Nitekim namazın içinde yeni elbiseyi çıkarıp eski
elbise ile değiştirdiği gibi... Bunu bu iki mânâdan biri için yapmıştır.
Enes der ki: “Medine'nin cariyelerinden herhangi biri
Hz. Peygamber'in elinden tutar. O cariye Hz. Peygamber'in elini bırakıp
gitmedikçe Hz. Peygamber elini onun elinden çekmezdi.” (Buharî, Edeb, 61)
O kötü huylardan biri de hasta ve malûllerin
meclislerinden uzaklaşmaktır. Bu kibirdendir; zira rivayet edildi ki bir kişi
bedeninde kabuk tutmuş çiçekler olduğu halde Hz. Peygamber'in
huzuruna girdi. O anda Hz. Peygamber'in yanında yemek yiyen bir grup ashab
vardı. Hasta hangisinin yanına oturdu ise, o hastanın yanından kalktı. Bunun
üzerine Hz. Peygamber onu tam yanına oturttu (ve yedirdi).
O huylardan biri de kişinin kendi eliyle evinde bir
şey yapmamasıdır. Oysa tevazu bunun tam zıddıdır.
O huylardan biri de kişinin malını bizzat evine
taşımamasıdır. Bu da mütevazı kimselerin âdetinin hilâfınadır. Çünkü Hz.
Peygamber aksini yapardı. Ebu Yâ'lâ, (Ebu Hüreyre'den) Hz. Ali (r.a) şöyle
demiştir: “Kâmil kişinin kemâlinden çoluk çocuğuna yüklenip götürdüğü şey zerre
kadar birşey eksiltmez”. (Nehc'ul-Belâğa)
Biri şöyle anlatıyor: Hz. Ali'yi gördüm. Bir
dirhemle et satın almıştı. Cübbesinin eteğine koyarak taşıyordu. Ben kendisine:
'Ey mü'minlerin emîri! Müsaade et de ben taşıyayım!' teklifinde bulundum. Dedi
ki: 'Hayır! Vermem. Çünkü çocukların babası, nafakalarını taşımaya daha
müstahaktır'.
O huylardan biri de elbiseyle ilgilidir; zira elbise
ile tekebbür ve tevâzu belirir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle
buyurmuştur: “Kim herhangi bir süsü Allah için bırakırsa, güzel bir elbiseyi
Allah için çıkarır, Allah'a tevazu göstermek ve rızasını talep etmek maksadıyla
sırtından atarsa cennetin en güzel elbiselerini bu kimseye hazırlamak Allah'a
gerekli olur.” Ebu Nuaym (Ebu Dâvud, İbn Mâce )
Rivayet ediliyor ki: Ömer b. Abdülaziz, halife olmadan
önce, kendisine bin dinara kürk satın aldığı halde yine de şöyle
diyordu: “Eğer sertliği olmasaydı ne güzeldi!” Halife seçildiği zaman kendisine
beş dirheme bir elbise alıyordu ve şöyle diyordu: “Yumuşaklığı olmasaydı ne
güzeldi!” Kendisine “Ey mü'minlerin emîri! Senin elbisen, bineğin ve kokun
nerede?” denilince, cevap olarak dedi ki: “Benim pek fazla zevke düşkün bir
nefsim vardır. O nefsim dünyanın herhangi bir şeyini tattığı zaman, bu sefer
onun daha üstündeki bir şeye iştiyak gösterir. Öyle ki mevkilerin en yücesi
olan hilâfet makamını tattığı halde bu sefer de Allah nezdindeki nimetlere
iştiyak gösterdi.”
Ebu Seleme der ki: “Ebu Said el-Hudrî'ye şöyle
sordum: 'Halkın îcad ettiği elbise, içecek, binecek ve yiyecek hakkında ne
düşünüyorsun?' Bana cevap olarak şöyle dedi: 'Ey yeğenim! Allah için ye! Allah
için iç ve Allah için giy! Bu şeylerin birine gurur veya böbürlenme veya riya
veya şöhret girerse o günah ve israftır. Evindeki işi, Hz. Peygamber'in evinde
hizmet ettiği gibi yap! Hz. Peygamber evine su taşır, devesinin yemini verir,
devesini bağlar, evini temizler, koyunlarını sağar, ayakkabısını diker,
elbisesini yamar, hizmetçisiyle yemek yer, hizmetçisi yorulduğu zaman onun
elinden el değirmenini alarak un öğütürdü. Pazardan nevalesini satın alıp
getirirdi. Pazardan aldığı nevalesini eline alarak getirmekten veya elbisenin
eteğine koyarak taşımaktan sıkılmazdı. Ehline döner, zengin ve fakirle, büyük
ve küçükle el sıkışırdı. Kendisiyle karşılaşan küçük veya büyük, siyah veya
kırmızı, hür veya köle olan her Müslümana önce selâm verirdi. Evde kullanmak
için ayrı, dışarda kullanmak için ayrı bir elbisesi yoktu. Çağırıldığı zaman,
icabet etmekten -velev ki çağıran saçı sakalı karışmış tozlu topraklı bir kimse
olsa da çekinmezdi. Hurmanın en çirkini olsa bile getirilen yemeği hakir
saymazdı. Sabah yemeğini akşama, akşam yemeğini de sabaha bırakmazdı. Nafakası
kolaydı. Ahlâkı yumuşak, tabiatı kerîm, muaşereti güzel, yüzünden tebessüm
eksik olmazdı. Yüzünü ekşitmeksizin mahzundu. Şiddet göstermeksizin sert idi.
Zillete düşmeksizin mütevazi idi. İsraf olmaksızın cömertti. Her akraba ve
Müslümana merhametliydi. Kalbi inceydi. Daima düşünür yere bakardı. Hiçbir zaman
yemekten sonra geğirmezdi.”
Bu bakımdan Hz. Peygamber'in hallerinden
nakledilenler, mütevâzi kimselerin ahlâklarının özetini toplamaktadır.
O halde tevazu göstermek isteyen bir kimse Hz. Peygamber'e uysun!
11. KİBRİ TEDAVİ ETMENİN VE TEVAZU SAHİBİ OLMANIN YOLU
Kibir, helâk eden şeylerdendir. Kibirden tamamen
kurtulan hiçbir insan yoktur. Kibri sökmek farz-ı ayndır. Kibir,
sadece temenni ile sökülmez. Tedavi ile, kökünü kesen ilaçları kullanmakla
kesilir. Kibri tedavi etmekte iki yol
vardır: Birinci yol, kibrin
temelini dipten kaldırmak, ağacını kalpteki kökünden söküp atmaktır. İkinci
yol, ârızî olan kibri, insanın başkasına karşı kibirlendiği özel sebeplerde
bertaraf etmektir.
1. Yol : Kibrin kökünü kazımak hususundadır.
Bu yolun ilacı, ilmî ve amelî olmak üzere iki
kısımdır.
a-İlmî İlaç : O ilaç, kişinin
hem nefsini, hem de rabbini tanıması demektir. Kibri kazımak hususunda bu irfan
kişiye yeter; zira kişi, hakkıyla nefsini tanıdığı zaman, her zelilden daha
zelil, her azdan daha az olduğunu anlar.. Kendisine zillet ve tevazudan başka
hiçbir şeyin yakışmayacağını da anlar. Rabbini tanıdığı zaman, azamet ve
kibriyanın ancak Allah'a lâyık olduğunu bilir.
Kişinin nefsini bilmesine gelince, kişiye Allah'ın
Kitabı'ndaki bir tek ayetin mânâsını anlamak kâfidir. Çünkü Kur'an'da
basireti açık bir kimse için öncekilerin ve sonrakilerin ilmi mevcuttur.
“Kahrolası insan, ne kadar da nankördür!
Allah onu hangi şeyden yarattı? Bir nutfeden (meniden). Onu yarattı, ona biçim
verdi. Sonra ona yolunu kolaylaştırdı. Sonra onu öldürdü de kabre gömdürdü.
Sonra dilediği vakit onu tekrar diriltecektir.” (Abese 17-22)
İnsanın öncesine gelince, insan anılacak bir şey
değildir. Yokluk içinde nice asırlar durdu. Hatta onun yokluğunun öncesi
yoktur. Acaba mahvolmaktan ve yokluktan daha hasis bir şey var mıdır? İnsanoğlu
da böyle idi. Allah Teâlâ onu hareketsiz bir ölü olarak yarattı. Duymaz,
görmez, hissetmez, kıpırdamaz, konuşmaz, çalışmaz, idrâk etmez ve bilmezdi. Bu
bakımdan hayatına önce ölümüyle başladı. Kuvvetinden önce zafiyetiyle, ilminden
önce cahilliğiyle, konuşmasından önce dilsizliğiyle, hidayetinden önce
dalâletiyle, zenginliğinden önce fakirliğiyle, kudretinden önce acizliğiyle
başladı. İşte bu, Allah Teâlâ'nın şu ayetlerinin mânâsıdır:
Onu yaratan hangi şeyden yarattı? Onu yarattı ona biçim
verdi!(Abese 17-18)
“ᅠİnsanın üzerinden, henüz kendisinin anılan bir
şey olmadığı uzun bir süre geçmedi mi? Gerçek şu ki, biz insanı katışık bir
nutfeden (erkek ve kadının dölünden) yarattık; onu imtihan edelim diye,
kendisini işitir ve görür kıldık.” (İnsan 1-2)
“İnsan görmez mi ki, biz onu meniden yarattık. Bir de
bakıyorsun ki, apaçık düşman kesilmiş.” (Yasin 77)
Evet! Eğer Allah Teâlâ, insanoğlunu
kemâl derecesine getirip onun işini ona havale etse, onun ihtiyarıyla varlığını
devam ettirse, insanın tuğyan etmesi, başlangıç ve sonucunu unutması mümkündür.
Onların bazısı, onun cüzlerinden bir kısmını istese de istemese de yıkar. O,
ister istemez acıkır. İster istemez susar. İster istemez hastalanır. İster
istemez ölür. Nefsine ne bir fayda, ne de bir zarar veremez. Ne şer, ne de hayr
getirebilir. Bilmek ister, cahili olur. Almak ister, unutur. Bir şeyi unutmak
ister bir türlü unutamaz. Kalbini, kendini ilgilendiren şeye çevirmek ister,
vesveselerin içine dalar. Kısacası kalbine, nefsine sahip olamaz. Bir şeyi
ister, oysa çoğu zaman o şey helâk eder. İlaçlardan tiksinir, oysa ilaçlar ona
fayda verirler. Gece ve gündüzün bir lâhzasında kulak ve gözünün dumura
uğramasından, azalarının felç olmasından, aklının gitmesinden, ruhunun çıkıp
uçmasından emin değildir. Dünyasında sevdiği her şeyin kendisinden alınmasından
emin değildir. Bu bakımdan insan mecbur ve zelil bir yaratıktır. Keşke insan
nefsini tanımış olsaydı! Eğer cehalet olmasaydı kibrin nefsine yakışmayacağını
fark ederdi. İşte insanoğlunun durumlarının normali budur.
İnsanoğlunun akıbeti ve varacağı nokta ise şu ayetle
işaret edilen ölümdür: “Sonra onu öldürdü de kabre koydu. Sonra
dilediği vakit onu tekrar diriltecek!” (Abese 21-22)
Âyetin mânâsı, Allah insanın ruhunu, kulağını, gözünü,
ilmini, kudretini, hissini, idrâk ve hareketini insandan alacaktır. İnsan
başlangıçta olduğu gibi cansız bir şeye dönüşecektir. Onun sadece âzalarının
şekil ve sureti kalır. Onda his ve hareket diye bir şey kalmaz. Sonra toprağa
konur. Bundan sonra necis, pis kokulu bir leş olur. Nitekim başlangıcında da
tiksinilen bir meni olduğu gibi... Sonra âzaları çürür. Uzun bir zaman,
başlangıcında olduğu gibi kalır. Keşke bundan sonra da kalsaydı. Eğer o toprak
olarak bırakılsaydı ne iyi olurdu. Hayır! Toprak olarak bırakılmaz. Aksine uzun
zaman çürümüş kaldıktan sonra rabbim onu diriltecek, ona belânın şiddetini
tattıracaktır. Orada iki melek seni kontrole memur edilmişti. Senin konuştuğunu
veya yaptığını, az veya çok, büyük ve küçük, yemek ve içmek, oturmak ve
kalkmaktan ibaret olan her şeyini yazarlardı. Sen onu unutmuşsun fakat Allah
onları teker teker senin yüzüne vuracaktır. Bu bakımdan hesaba gel! Cevaba
hazırlan veya azap evine sevk olunacaksın!' denir.
Sahifeyi gördüğü zaman şöyle der:
'Vay hâlimize! Bu kitaba ne oluyor ki küçük büyük bir şey bırakmaksızın hepsini
sayıp dökmektir!' İşte insanoğlunun işinin sonucu budur. Bu da şu ayetin
mânâsıdır: 'Sonra dilediği vakit onu tekrar diriltecek' (Abese 22).
Acaba hali bu olan bir kimsenin gurur ve büyüklükle ne
işi vardır? Bu bakımdan sonuçta hali bu olan bir kimse, -Allah'ın
affetmesi müstesna ki Allah'ın affetmesi de şüphelidir- nasıl sevinir, haddini
aşar? Nasıl gururlanır, zulmeder? Nasıl nefsini bir şey olarak görür de
faziletine inanır? Acaba cezaya müstahak olan bir günah işlemeyen hangi kul
vardır? Ancak Kerim olan Allah affederse o başka! İşte bu durum, o
kula üzüntü bakımından yeter, korku ve zillet bakımından kâfi gelir, işte
kibrin kökünü söken ilmî ilaç budur.
b-Amelî İlaç: O
bilfiil Allah'a tevazu göstermektir. Diğer yaratıklara ise, daha önce
Salihlerin ve Hz. Peygamber'in ahvalinden hikâye ettiğimiz gibi mütevazı
olmaktır.
“Hz. Peygamber toprak üzerinde oturur, yemek yer ve şöyle
derdi: 'Ben ancak kulum. Kulun yediği gibi yerim'.” (Dârekutnî; İfrad, İbn
Asâkir; Zühd -mürsel olarak-)
Bu sırra binaen Allah ve Hz. Peygamber'e karşı böbürlenen
Araplar, iman etmekle beraber namaz kılmakla emrolundular ve denildi ki: 'Namaz
dinin direğidir!' Namazda birtakım sırlar vardır. O sırlardan ötürü dinin
direği olmuştur. O sırlardan olarak Allah'ın huzurunda ayakta el bağlamak,
rükûa varmak ve secde etmek suretiyle tevazu göstermektir.
Çünkü kalpler, güzel
ahlâkları ancak ilim ve amelin birleşmesiyle elde ederler. Bunun hikmeti, kalp
ile organların arasındaki gizli bağın, mülk (madde) âlemiyle melekût (mânâ) âleminin arasındaki bağlantının sırrı
içindir.
2. Yol: Ârızî Olan Kibri,
İnsanın Başkasına Karşı Kibirlendiği Özel Sebeplerde Bertaraf Etmektir.
1. Sebep: Neseble mağrur olmaktır.
Neseble mağrur olan haddi zatında kötü
sıfatlara sahip ise, onun çirkinliği başkasının kemâliyle nasıl örtülebilir?
Hatta nisbet edildiği kimse, eğer hayatta olsaydı, ona şöyle diyecekti:
'Fazilet benimdir! Sen kimsin? Sen, ancak benim sidiğimden yaratılmış bir
böceksin!' Acaba bir insanın sidiğinden yaratılmış bir böceğin, atın
pisliğinden yaratılmış böcekten daha şerefli olduğunu zanneder misin? Heyhat!
Ne uzak bir ihtimâl! Onların ikisi eşittirler. Şeref, böceğin değil insanındır.
İşlerin ikincisi, hakikî nesebini
tanımasıdır. Bu bakımdan babası ve dedesini tanımış olur. Çünkü kişinin yakın
babası, necis olan bir meni damlası, uzak dedesi ise zelîl bir topraktır. Oysa
Allah Teâlâ, insanoğluna nesebini tanıtarak şöyle buyurmuştur: “ᅠO
(Allah) ki, yarattığı her şeyi güzel yapmış ve ilk başta insanı çamurdan
yaratmıştır. Sonra onun zürriyetini, dayanıksız bir suyun
özünden üretmiştir.” (Secde 7-8)
2. Sebep: Güzellikle mağrur olmaktır. Bunun tedavisi, akıllı kimselerin baktığı gibi, iç
âlemine bakmasıdır. Hayvanların bakışı gibi zâhirine bakmamalıdır. Kişi iç
âlemine baktığı zaman kendisini zâhirî güzelliğiyle mağrur olmaktan alıkoyan o
kadar çirkinlik görür ki sayısı hadde hesaba gelmez. İnsan, pisliği
bağırsaklarında, sidiği mesânesinde, sümüğü burnunda, tükrüğü ağzında, kiri
kulağında, kanı damarlarında, nemi derisinin altında, kötü kokusu koltuklarının
altında olan bir varlıktır.
3. Sebep: Kuvvet ve Güçten ötürü gurura kapılmaktır. Bu bakımdan
bir dikene güç yetiremeyen, bir sivrisineğe mukavemet edemeyen,
nefsinden bir karasineği uzaklaştırmaya muktedir olmayan bir kimseye kuvvetiyle
mağrur olmak yakışmaz. Sonra insanın kuvvetlisi, eşeğin, sığırın, filin,
devenin kuvvetlisinden daha kuvvetli olamaz. Öyle ya, hayvanların senden
ileride olduğu bir sıfatla nasıl mağrur olabilirsin?
4. ve 5. Sebep: Zenginlik ve Malın çokluğundan
gurura kapılmaktır. Dost ve yardımcıların çokluğu, sultanların
saltanatlarıyla gururlanmak, onların yüzü suyu hürmetine imkân sahibi olmak da
bu türdendir. Eğer atı ölür, evi yıkılırsa zelîl olur. Nefsinde bulunan bir
sıfatla değil de sultanın kendisine sağlamış olduğu nüfuz ve imkânla gururlanan
bir kimse de işini, çanaktan daha fazla kaynayan bir kalbin üzerine bina eder.
Eğer o kalp onun aleyhine dönerse, bu sefer insanların en zelîli olur. Zatının
dışında olan bir şeyle gururlanan kimsenin cehaleti apaçıktır. Nasıl böyle
olmasın? Zira zenginlikle mağrur olan bir kimse, eğer düşünürse görecektir ki
zenginlik, servet ve dünya süsünde kendisinden daha üstün olan yahudi vardır. O
şeref ki yahudi senden önce ona nail olmuştur. O halde dizgini sende olmayan bir
şey senin değildir! Onların dizgini onları hibe edenin elindedir. Sen ancak
hiçbir şeye gücü yetmeyen bir kölesin. Ne boynuna, ne bedenine, ne aza ve ne de
malına sahip değildir. Bununla beraber âfetler, şehvetler, hastalıklar arasında
kıvranmaktadır.
6. Sebep: İlimden dolayı gurura kapılmaktır. Bu, âfetlerin
en büyüğü, hastalıkların da en galibidir. Bu hastalığın hikmeti şudur: İlmin
kıymeti Allah'ın nezdinde büyüktür. İnsan nezdinde de büyüktür. Mal ve güzellik
ve başka şeylerden de daha büyüktür.
Bir, bilmelidir ki Allah'ın ilim ehline karşı hücceti
daha kuvvetlidir. Onda biri için âlim kişinin özrünü kabul etmediği hataların
özrünü, cahilden kabul eder. Bunun için Hz. Peygamber (a.s) şöyle buyurmuştur:
“Kıyamet gününde âlim kişi getirilir, cehennem ateşine atılır. Barsakları
dökülür. Değirmeni çeviren merkep gibi o barsaklarının etrafında döner.
Cehennemlikler onun etrafında gezerek kendisine şöyle sorarlar: 'Sana ne oldu?'
Cevap olarak der ki: 'Ben dünyada hayrı emrediyor, fakat kendim yapmıyordum, şerri
yasaklıyor, fakat kendim yapıyordum.” (Buhârî, Bed’ül-halk 10; Müslim, Zühd 51)
Allah Teâlâ bilip de ilim ile amel etmeyen bir kimseyi
hem eşeğe, hem de köpeğe benzeterek şöyle buyurmuştur: “Tevrat'la yükümlü
tutulup da onunla amel etmeyenlerin durumu, ciltlerce kitap taşıyan merkebin
durumu gibidir.” (Cuma 5)
Bununla Allah yahudi âlimlerini kasdetmiştir. Bel'am
b. Baura hakkında da şöyle buyurmuştur:
“Onlara (yahudilere), kendisine âyetlerimizden
verdiğimiz ve fakat onlardan sıyrılıp çıkan, o yüzden de şeytanın takibine
uğrayan ve sonunda azgınlardan olan kimsenin haberini oku.
Dileseydik o âyetlerle onu elbette yüceltirdik. Fakat o dünyaya saplanıp
kaldı da kendi heva ve hevesine uydu. Onun durumu köpeğin durumu gibidir:
Üzerine varsan da dilini sarkıtıp solur; kendi haline bıraksan da dilini
sarkıtıp solur. İşte bu, âyetlerimizi yalanlayan toplumun durumudur. Şimdi
onlara bu olayları anlat ki düşünsünler.” (A'raf 175-176)
Âlim kişiye bu kadar tehlike yeter! Acaba hangi âlim bu
şehvete tâlip olmaz? Hangi âlim yapmadığı hayrı emretmez? Bu bakımdan madem
cahile nisbeten âlimin tehlikesi büyüktür, o halde âlim kişi o büyük tehlikeyi
düşünmelidir. Çünkü onun tehlikesi başkasının tehlikesinden daha büyüktür.
Nitekim kıymetinin de başkasının kıymetinden daha büyük olduğu gibi...
Hali böyle olan bir kimse nasıl gururlanır? Âlim
kişinin, kendi nefsinde, Ashab-ı Kirâmdan daha büyük olduğunu telâkki etmesi
uygun değildir.
Ashabdan biri şöyle demiştir:
'Keşke annem beni doğurmasaydı'. Hz. Ömer'in sözünden alınmıştır: 'Keşke Ömer'i
annesi doğurmasaydı. Keşke bir koç olsaydım da beni semizletip, kesip
yeseydiler'.
İki, Âlim kişi bilir ki kibir ancak Allah'a
lâyıktır ve yine bilir ki kibirlendiği zaman Allah'ın nefretine uğrar. Oysa
Allah da kendisinden tevazu göstermesini ister ve Allah kendisine 'Sen nefsine
kıymet biçmedikçe nezdimde senin kıymetin vardır. Nefsine kıymet verdiğin
takdirde nezdimde senin kıymetin yoktur' demiştir. Böyle düşündüğü zaman,
muhakkak nefsinden, Mevla’sının kendisinden kabul edip seveceği hareketleri
talep eder.
Soru: Fâsıklığı açıkça görünen bir
fâsığa ve bir bid'atçıya kişi nasıl tevazu gösterir?
Cevap: Nice Müslüman vardır ki Hz. Ömer'e
Müslüman olmadan önce bakıp onu hakir görmüş, küfründen dolayı ona
aldırmamıştır. Oysa Allah Teâlâ Hz. Ömer'e İslâm'ı nasib etti. Hz. Ebubekir
hariç, bütün Müslümanlardan üstün kıldı. Bu bakımdan neticeler insanlardan
gizlidirler. Akıllı bir kimse de ancak neticeye bakar. Dünyadaki bütün
faziletler ancak netice için talep edilir.
Durum bu iken kulun hakkı hiçbir kimseye karşı gurura kapılmamaktır. Cahil
bir kimseye baktığı zaman 'Bu cehaletiyle Allah'a isyan etmiş, ben ise ilmimle
Allah'a isyan ediyorum. Bu bakımdan Allah katında onun özrü benimkinden daha
makbuldür!' demelidir. Âlim kişiye baktığında 'Bu benim bilmediklerimi
öğrenmiş. Ben nasıl onun gibi olurum!' demelidir. Yaşça kendisinden daha büyük
olan birine baktığında şöyle demelidir: 'Bu benden önce Allah'a itâat etmiştir.
Bu bakımdan ben nasıl onun gibi olabilirim?' Küçüğe baktığı zaman şöyle demelidir:
'Ben ondan önce Allah'a isyan etmişim. O halde ben nasıl onun gibi olabilirim?'
Bid'atçı ve kâfire baktığı zaman 'Ben ne bileyim, belki bu, sonunda Müslüman
olur. Ben de onun şimdi üzerinde bulunduğu (Allah korusun) duruma düşerim. O
halde hidayetin devamı benim elimde değildir. Nitekim başlangıcının da bana ait
olmadığı gibi...' demelidir.
Öyle ise neticenin düşünülmesiyle kul,
kibri nefsinden uzaklaştırmaya muktedir olur. Bütün bunlar kemâlin ahiret
saadetinde ve Allah'a yaklaşmakta olduğunu, devamlı olmayan dünyanın
şâşâlarında olmadığını bilmesine bağlıdır. Yemin ederim bu tehlike, gurura
kapılan ve kendisine karşı kibir taslanan kişiler arasında müşterektir.
7. Sebep: İbâdet ve Takva ile
gururlanmaktır. İlmen kendisinden ileride bulunana karşı gururlanmasının
uygun olmadığını bilmesidir. Âlim kişi nasıl olursa olsun öğrendiği ilmin
faziletinden ötürü onun hakkında böyle düşünmelidir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle
buyurmuştur: “Bilenlerle bilmeyenler hiç bir olur mu?” (Zümer/9)
Hz. Peygamber
de şöyle buyurmuştur: “Âlimin âbide üstünlüğü, benim, mertebece, ashabımın
en düşüğüne olan üstünlüğüm gibidir.” (Tirmizî, İlim, 19; Dârimî, Mukaddime
29.)
Eğer âbid kişi 'Bence fazilet, ilmiyle amel eden
âlim içindir. Bu ise fâcir bir âlimdir' derse, ona cevap olarak denir ki:
'Hayırların günahları silip götürdüğünü bilmez misin? Nasıl ki ilim, Allah
katında âlimin aleyhinde delil olabiliyorsa, aynı zamanda, onun için kurtuluş
vesilesi ve günahlarının keffareti olması da mümkündür. Bu ihtimallerin her
biri burada mümkündür. Haberler bu durumu teyid edecek mânâlarla doludur. Madem
bu durum, kişinin meçhulüdür, o halde kişinin hiçbir âlimi tahkir etmesi caiz
değildir. Aksine her âlime karşı tevazu göstermesi farzdır'.
Soru: Senin bu hükmün, sıhhatli ise, âlimin
kendini âbidden üstün görmesi uygun olur. Çünkü Hz. Peygamber 'Âlimin âbide
üstünlüğü, benim mertebece en geride olan ashabımdan üstünlüğüm gibidir'
buyurmuştur.
Cevap: Eğer âlim, sonunu bilmiş olsaydı bu hüküm mümkün
olurdu. Oysa âlimin sonu -diğer insanların sonu gibi- şüphelidir. Âlimin öldüğü
zaman ki hâlinin, Allah'ın katında kolay zannettiği bir günahtan ötürü fâsık
bir cahilin halinden daha berbat olma ihtimali vardır. Alim ve âbidin nefsi
için korkması söz konusu olduğu ve her biri de başkasının işiyle değil, ancak
nefsinin işiyle mükellef bulunduğu için, her birinin kendi nefsi hakkında
korkması gerekir. Başkasının hakkında da ümidi olmalıdır. İşte böyle olmak,
kişiyi gururlanmaktan alıkoyar. İşte bu, âlime karşı âbidin durumudur.
Âlim olmayana karşı âbidin durumuna
gelince, onlar da iki kısma ayrılırlar. Durumları âbide örtülü ve durumları
âbide apaçık görünenler... Bu bakımdan durumu örtülü olan bir kimseye karşı
mağrur olmaması uygundur. Çünkü o kimsenin kendisinden daha az günahkâr olması
mümkündür. İbâdet bakımından daha fazla, Allah sevgisi bakımından daha önde
olması da mümkündür.
Hâli açık olana gelince, eğer onda hayatın boyunca
işlediğin günahlardan daha fazla günah görürsen böyle bir kimseye
karşı mağrur olman uygun değildir ve 'bunun günahı benden daha fazladır' demen
de uygun değildir. Çünkü senin hayatın boyunca işlediğin günahların sayısını ve
başkasının hayatı boyunca işlediği günahları bilmeye muktedir değilsin ki
hanginizin daha fazla günah işlediğini bilmiş olasın! Evet, onun günahlarının daha
şiddetli olduğunu bilmen mümkündür. Hele onda katl, içki ve zina görürsen...
Fakat buna rağmen ona karşı gururlanman uygun değildir; zira kalplerin kibir,
hased, riya, hile, bâtıla inanmak, Allah'ın sıfatlarında vesvese etmek, gibi
şeylerin hayâl edilmesinden ibaret olan günahların hepsi Allah katında
şiddetlidirler. Çoğu zaman senin iç âleminde gizli günahlardan öyleleri cereyan
eder ki sen onlardan dolayı Allah'ın nefretine uğrarsın. Bazen de fâsıklığı
açık olan bir fâsığın Allah sevgisi, ihlâs, korku ve Allah'ı tâzim gibi
kalplerin taatlerinden öyle biri cereyan eder ki sende onlar yoktur. Allah
Teâlâ, o fâsığın kalbinde cereyan eden taatlerden dolayı onun günahlarını
affeder. Böylece kıyamet gününde perde kalktığı zaman onun senden üstün
olduğunu görürsün. Böyle olması pekâlâ mümkündür.
Senin için uzak olan bir ihtimali de -eğer nefsine
şefkatin varsa- yakın sayman uygundur. Bu bakımdan başkası için
mümkün olanı değil, senin için korkulu olanı düşün! Çünkü hiç kimse başkasının
günahını yüklenmez. Başkasının azaba düçar olması senin azabından hiçbir şey
eksiltmez.
Bir âbid bir dağa sığındı. O âbide, rüyâ
âleminde denildi ki: 'Filan eskiciye git ve onun duasını talep et! Bunun
üzerine âbid eskiciye geldi ve eskicinin amelini sordu. Eskici ona gündüz oruç
tuttuğunu, kazancının bir kısmını sadaka, bir kısmını da çocuklarına verdiğini
söyledi. Bunun üzerine âbid, geri giderek şöyle dedi: 'Bu güzel bir ibâdet!
Fakat bu sadece herşeyi bırakıp Allah'ın ibadetine dalmak gibi olmaz!' İkinci
bir defa, rüyasında, kendisine "Filân eskiciye git! Ona 'Senin yüzünde
görünen bu sarılık nedir ve nereden geliyor?' diye sor" denildi. Bunun
üzerine âbid, eskiciye gelip bunu sorunca şu cevabı aldı: 'Ben insanlardan
birini gördüğüm zaman kalbime onun kurtulacağı ve benim helâk olacağım gelir'.
Bunun üzerine âbid dedi ki: 'İşte vardığın dereceye bununla varmışsın!' Bu
hasletin faziletine delâlet eden şu ayet-i celîledir.
“Ve Rablerine dönecekleri için yapmakta oldukları
işleri kalpleri çarparak yapanlar;” (Mü'minûn 60)
“Yani onlar, ibâdetlerinin kabul edilip edilmemesinden
dolayı, büyük bir korku içinde oldukları halde ibâdetlerini
yaparlar. Onlar ki rablerinin korkusundan titrerler.” (Mü'minûn 57)
“Daha önce biz, ailemiz içinde (iken sonumuzdan)
korkardık' dediler.” (Tûr 26)
İşte bunlar, kalpten kibir hastalığını izâle
etmeye elverişli olan yegâne mârifetlerdir. Ancak nefis, bu mârifetten sonra
tevazu iddia eder, kibirden uzak olduğunu savunur. Oysa yalancıdır. Bu bakımdan
bir hâdise olduğu zaman o, tabiatına dönüş yapar. Va'dini unutur. Bundan dolayı
tedavide sadece marifetle iktifa etmek uygun değildir. Mârifeti amel ile ikmal
etmek, kibrin kabardığı yerlerde mütevâzilerin
fiilleriyle nefsi denemek lâzımdır. Şöyle ki: Nefsi beş şeyle imtihan etmeli.
Birinci İmtihan: Eğer hak, arkadaşının
diliyle ortaya çıkarsa, şöyle demelidir: 'Zekânla kavradığın hakîkat
ne güzeldir! Oysa ben o hakîkati kavramaktan gafil idim. Allah sana mükâfat
versin. Çünkü sen bana bu hakikati öğrettin'. Çünkü hikmet, mü ‘minin
yitiğidir. Bu bakımdan mü'min, hikmeti bulduğu zaman, kendisini hikmete muttali
kılana teşekkür etmesi uygundur. Birkaç defa peşi peşine böyle yaparsa, bu
kendisi için tabiî bir durum olur.
İkinci İmtihan: Fakirin dâvetine
icabet etmesi, arkadaşlarının ve yakınlarının ihtiyacını görmek için çarşı ve
pazarlara uğramasıdır. Kişi, böyle yapmaya devam etmek suretiyle o içteki
habâset ve çirkinliği silmekle meşgul olmalıdır.
Üçüncü İmtihan: Kendisinin,
ailesinin ve arkadaşlarının ihtiyaçlarını pazardan eve taşımasıdır. Eğer nefsi
bunu taşımaktan imtina ederse, bu ya kibirden veya riyadandır. Yolun boş
olmasına rağmen bunu taşımak kendine ağır gelirse, bu kibirdir. Eğer kendisine
ağır gelmezse, bu düşünce riyadır. Bütün bunlar -eğer önlenmezse- kalbin
hastalıklarından ve kalbi yok edici illetlerdendirler.
“Ancak Allah'a kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile
gelenler (o günde fayda bulur).” (Şuâra 89)
Haberde şöyle vârid olmuştur; 'Meyve veyahut başka bir
şeyi taşıyıp evine götüren bir kimse kibirden uzaklaşmıştır'. (Beyhakî,
Şuab'ul-îman)
Dördüncü İmtihan: Eskimiş
elbiseleri giymektir; zira halk içerisinde nefsin böyle elbiseleri giymekten
ürkmesi riya, tenhada böyle elbise giymekten ürkmesi ise kibirdir.
12.TEVAZU AHLÂKINDA RİYAZET'İN SON NOKTASI
Bu ahlâkın diğer ahlâklar gibi, ifrat
ve tefrit olmak üzere iki tarafı, bir de mûtedil kısmı vardır. Fazlalığa kayan
tarafına gelince, ona tekebbür adı verilir. Eksikliğe doğru kayan tarafına ise,
hasislik ve zillet adı verilir. Mûtedil olanına ise tevazu adı verilir. Dinen
övüleni, zillet ve hasislik olmadan tevazu göstermektir; zira işlerin ifrat ve
tefrit taraflarının ikisi de kötüdür. İşlerin Allah katında en sevimlisi normal
olanlarıdır.
Tevazu sahibi olmanın yolu şöyle yapmaktadır:
Akran ve emsali olan kimselere ve kendisinden mertebece daha aşağıda bulunanlara
karşı tevazu göstermelidir ki güzel âdetlerdeki dinen övülen tevazu, kendisine
ağır gelmesin ve dolayısıyla gurur kendisinden uzaklaşsın! Eğer bu şekildeki
tevazu kendisine kolay gelirse, o vakit tevazu ahlâkını elde etmiş sayılır.
Gerçek ahlâk odur ki ağırlık olmaksızın ve düşünmeksizin kolaylıkla fiil o
ahlâktan sâdır olur. Eğer tevazu, kendisini zillete düşürecek derecede kolay
geliyorsa, dolayısıyla yağcılık ve hasislik yapıyorsa, tevazu'yu tefrite
götürmüş demektir. O vakit nefsini bu zilletten yükseltmelidir; zira mü'min bir
kimsenin nefsini zillete düşürme yetkisi yoktur.
Dinen övülen taraf ise adâlet ve emirleri gerektiği
gibi yerli yerine koymak ve gereken yere gereken hükmü vermektir.
13. SONUÇ
Ø Kişinin Mütekebbir olması için nefsine bir makam, başkasına da başka bir
makam görmesi, sonra nefsinin makamını başkasının makamından üstün sayması
gereklidir. Bu üç şey tahakkuk ettiği anda insanoğlunda kibir ahlâkı oluşur.
Ø Kişi ancak nefsini büyük saydığı zaman kibirlenebilir. Nefsini de ancak
kemâl sıfatlarından bir sıfata sahip olduğuna inandığı zaman büyütür. Bunun
özü, dinî veya dünyevî bir kemâle dönüşür. Dinî kemâl, ilim ve ameldir. Dünyevî
kemâl ise neseb, güzellik, kuvvet, mal ve yardımcıların çokluğudur.
Ø Kibir, helâk eden şeylerdendir. Kibirden tamamen kurtulan hiçbir insan
yoktur. Kibri sökmek farz-ı ayndır. Kibir, sadece temenni ile sökülmez. Tedavi
ile, kökünü kesen ilaçları kullanmakla kesilir.
Ø Kulun hakkı hiçbir kimseye karşı gurura kapılmamaktır. Cahil bir kimseye
baktığı zaman 'Bu cehaletiyle Allah'a isyan etmiş, ben ise ilmimle Allah'a
isyan ediyorum. Bu bakımdan Allah katında onun özrü benimkinden daha
makbuldür!' demelidir. Âlim kişiye baktığında 'Bu benim bilmediklerimi
öğrenmiş. Ben nasıl onun gibi olurum!' demelidir. Yaşça kendisinden daha büyük
olan birine baktığında şöyle demelidir: 'Bu benden önce Allah'a itâat etmiştir.
Bu bakımdan ben nasıl onun gibi olabilirim?' Küçüğe baktığı zaman şöyle
demelidir: 'Ben ondan önce Allah'a isyan etmişim. O halde ben nasıl onun gibi
olabilirim?' Bid'atçı ve kâfire baktığı zaman 'Ben ne bileyim, belki bu,
sonunda Müslüman olur. Ben de onun şimdi üzerinde bulunduğu (Allah korusun)
duruma düşerim. O halde hidayetin devamı benim elimde değildir. Nitekim
başlangıcının da bana ait olmadığı gibi...' demelidir.
OKUMA
NOTU OLARAK TAVSİYELER:
1-NARSİZM VE
KİBİR
DSM-V’te (2013) ise tanı kitabının eksen yapısındaki
değişikliklerle birlikte patolojik narsizm kavramını karşıladığı düşünülen
narsistik kişilik bozukluğu, genç yetişkinlik döneminde başlayan ve çeşitli
koşullarda kendini gösteren büyüklenmeciliği, hayranlık gereksinimini, empati
yoksunluğunu içeren ve aşağıdaki kriterlerden en az beşini kapsayan yaygın bir
örüntü şeklinde yer bulmuştur. Bu kriterler:
1. Kendisinin
önemine dair büyüklenmeci bir duyguya sahip olmak,
2. Sınırsız
başarı, güç, zekâ, güzellik veya ideal sevgi fantezileriyle
meşgul olmak,
3. “Özel” olduğuna
ve ancak özel veya üst düzey insanlar tarafından
anlaşılabileceğine, onlarla ilişkide bulunması gerektiğine inanmak,
4. Aşırı hayranlık
beklemek,
5. Hak sahibi
olduğuna inanmak (özellikle ayrıcalıklı muamele görme veya
beklentilerine otomatik olarak uyum gösterileceğine dair makûl olmayan
beklentilere sahip olmak),
6. Kişilerarası
ilişkilerde sömürücü olmak (amaçlarına ulaşmak için insanları
kullanmak),
7. Empatiden
yoksun olmak (diğerlerinin duyguları ve gereksinimlerini kabullenme veya
paylaşmada gönülsüzlük),
8. Diğerlerine
haset duymak veya diğerlerinin ona haset duyduklarına inanmak,
9. Kibirli ve
küstah davranış veya tutumlar sergilemek şeklinde ifade edilmiştir (DSM-V;
American Psychiatric Association, 2013). ( Hangi Narsizm? Büyüklenmeci
ve Kırılgan Narsizmin Karşılaştırılmasına İlişkin Bir Gözden Geçirme Dilay
Eldoğan Başken Üniversitesi Türk Psikoloji Yazıları, Haziran 2016, 19 (37),
1-10)
2-Prof.
Dr. Recep Akdur: KİBİR HASTALIĞI Haberler - Recep Akdur 18 Kasım 2013 Sonradan kazanılan/yakalanılan bir kişilik bozukluğu
olan Kibir Hastalığı’nın, tıp dilindeki adı Hubris Sendromu’dur. İlk kez
psikiyatrist DavitOven ve JonathanDavidson tarafından tanımlamıştır. Bu
yazarların, Hurbis Sendromu adlı makalesinin (Hubrissyndrome: An
acquiredpersonalitydisorder? A study of US Presidentsand UK Prime
Ministersoverthelast 100 years)ünlü tıp dergisi Brain’in Ocak 2009 tarihli
sayısında yayımlanmasından sonra Hastalık tıp camiasında yaygın olarak
bilinir ve tartışılır hale gelmiştir. Tanrısal ego olarak da bilinen Kibir Hastalığı, daha
çok iktidar sahibi siyasetçilerde, özellikle de uzun süre ve
denetimsiz iktidar olanlarda görülür. Davit Oven ve Jonathan Davidson’a göre
bu hastalık diktatörlerin güç zehri ile zehirlenmesiyle ortaya çıkıyor. Bu
Hastalığa yakalanan liderlerden üçü; George W. Bush, TonyBlair ve Margaret
Teacher. Kibir Hastalığı’nın temel belirtileri; kendinde olağanüstü
ve farklı özelliklerin olduğuna inanmak, kendini beğenmek, bütün iyilikleri
kendinden bilmek ve böbürlenmek. Bu hastalığa yakalananlar, otururken,
kalkarken, el-ayak hareketlerinde ve mimiklerinde bir farklılık yaratarak,
üstün bir karakter/kişi olduğunu göstermeye çalışır. Buna karşılık
başkalarını çok sıradan görürler. Özellikle de kendisine rakip gördüğü
kişilerin büyüklüğüne, faziletine ve bu özelliklerle övülmesine asla tahammül
edemez, çok öfkelenirler. Onları küçük görür ve gösterme gayreti içinde
olurlar. Bu bazen onları düşman görme derecesine kadar varır. Etrafındaki
herkesi horlar ve hafife alır. Yardımcılarını kırar, geçirir ve canından
bezdirir. Davit Oven ve Jonathan Davidson, Kibir Hastalığı’na
yakalanmış kişilerde görülen bulgu ve belirtileri aşağıda
sıralanan 14 başlık altında toplamışlardır. Tanı konması için; kişinin bu
bulgulardan üç ve daha fazlasına sahip olması gerekiyor. Başka bir anlatımla
bu bulgulardan üç ve daha fazlasına sahip olan kişi Kibir Hastalığı’na
yakalanmış demektir. 1·Aşırı öz güvene sahip olmak. 2· Kendi
düşüncelerinin tek seçenek ve tek doğru olduğunu düşünmek. 3· Pervasız, tez
canlı, vesveseli, huzursuz, dürtüsel eylemler sergilemek. 4· Görüntüsü ve
ifadeleri ile orantısız bir endişe içinde olmak. 5· İşlerin bir gün ters
gidebileceği düşüncesinden yoksun olmak.6 · Öncelikle kişisel güç ve imajını
geliştirme amaçlı hareket etmek. 7· Kendisini ulus veya kuruluşu ile bir
tutmak. 8· Konuşmalarında kraliyet ailesine özgü bir “biz” ifadesi kullanmak.
9· Ülkesini ve dünyayı, güç kullanma yolu ile yüceleceği bir alan olarak
görmek. 10· Faaliyetleri ile ilgili konuşurken, bir mesih gibi yücelme
eğilimi taşımak. 11· Kendisine tabi olmayan/öteki grubu açıkça hor görmek,
düşman saymak. 12· İnsanlara ve bir mahkemeye karşı değil de yalnızca tanrı,
tarih vb bir üst iradeye karşı sorumlu olduğunu düşünmek. Bu üst irade
karşısında da haklı olduğuna inanmak. 13· Gerçeklik ile bağı zayıflamış veya
kopmuş olmak. Bundan ötürü de geçekle uyumsuz politikalar izlemek. 14·
Uygulamalarını, ekonomi ve toplumsal sonuçlara dayamak ve somut ölçeklerle
değerlendirmek yerine ahlak, inanç gibi genel ve soyut düşüncelere
dayandırmak ve onlarla değerlendirmek. Yineleyen seçim zaferleri liderin Kibir
Hastalığı’na/ Hurbissendromuna yakalanma olasılığını arttıran en önemli
risk. Ekonomik krizin varlığı hem Hastalığa yakalanma riskini arttırıyor hem
de Hastalığı daha da derinleştiriyor. Savaşla ise Hastalığın iki yönlü bir
ilişkisi var. Bir yandan savaşın varlığı Kibir Hastalığı’na yakalanan lider
sayısını arttırıyor. Öte yandan da Kibir Hastalığı’na yakalanmış liderlerin
varlığı da savaş olasılığını artırıyor. Adeta kısır bir döngü. İLK KURŞUN |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder