5. NEFSİN YAPISI ve MUHASEBESİ

 

5. NEFSİN YAPISI ve MUHASEBESİ

1.GİRİŞ

İnsanın üç ana merkezinden biri nefis, diğerleri de akıl ve kalptir. Bu merkezlerden nefsin yeterince bilinmemesi ve idrak edilmemesi, insanın yapısının tam olarak anlaşılamamasına sebep olmaktadır. İnsanların yapısının tam olarak bilinmediği noktalarda kişiler, hem kendilerine hem de başkalarına mânevî olarak zarar vermektedirler. Bu sebeple nefsin tam olarak algılanabilmesi için Kur’an’ın öngördüğü nefis anlayışını ortaya çıkarmak gerekmektedir.

Aynı zamanda insan, nefsinin aşırı istekleri karşısında iradesine sahip olamadığı noktalarda insanlıktan çıkıp nefsinin kölesi durumuna düşebilmektedir. Günümüzde insana ait kötü davranışların çoğunda nefsin başrolde olduğunu söylemek mümkündür. İnsanın şehevî duygularına gem vuramaması, başkalarına büyüklük taslamaları, insanlara yardım elini uzatmayıp cimrilik (şuhh) yapmaları, kıskançlık ve haset etmeleri nefsin kaynaklık ettiği kötü davranışların başında gelmektedir.

Bu yüzden nefsin iğreti arzuları anlamında olan hevâsının etkisinden kurtulmak için onun eğitim sürecinden geçmesi kaçınılmazdır. İşte Kur’ân’ın, nefsin kötülüklere kaynaklık ettiği davranışları ön plânda tutarak gerçekleştirdiği eğitim metodlarının bilinmesi, nefsin eğitimine ne kadar katkı sağladığının görülmesi açısından bilinmeye değer bir konu olduğu gerçeğini gözler önüne sermektedir. (Kur’ân’a göre Nefis eğitimi, Yrd. Doç. Dr. Hamza aktaş Gümüşhane – 2013)

Tarihi süreç içerisinde Felsefî düşüncenin yaygınlaşmaya başlamasından sonra -bilhassa Emevîler döneminden itibaren- kelime çeşitli tartışmaların içine çekildi. Kelâmî, tasavvufî ve felsefî nazariyelerin konularından biri haline geldi. Ne var ki, ashab, tabiun ve bunların izleyicisi olan selef bilginleri nefsin mâhiyeti, nitelikleri gibi konularda Kur’an ve sünnette verilenle yetinerek susmayı yeğliyorlardı. Kur’an ve sünnette geçtiği kadarına inanmayı ilke edinen ilk dönem Müslümanlarına göre nefsin mâhiyetinin kavranması imkânsızdı ve bu konuda tartışmaya girmek gereksizdi.

NEFSİN İSLAM’DAKI DURUMU

Nefs, tek tek her varlığa işaret ettiği gibi, bu varlıklara yön kazandıran mânevî güce de verilen addır. Bu anlamda nefs, maddî hayatın kaynağıdır, yani isteklerin merkezidir. İnsan denilen varlık, şekil (cisim) ve mânevî cephe sayılan ruhtan meydana gelir. Bu yüzden; “insanın rûhu, onun nefsidir” de denilmiştir. Hayatın devamı için bedenin bazı şeylere ihtiyacı vardır. Nefs bu ihtiyaçların şekillendiği ve çıktığı yerdir.

Nefsin istekleri kişinin hayatını sürdürmesini sağlar. Ama aşırı istekleri onu hataya ve çizilen sınırları aşmaya götürür. Sözgelimi, kişinin yemek isteği meşrûdur, bir ihtiyaçtır, ama başkasının yiyeceğini çalarak ihtiyacını gidermesi hatadır. Kişinin nefsi cinsel birleşmeye ihtiyaç duyar, ancak zina etmesi sınırı aşmasıdır. İnsanın dünya malına ve geçimliğine sahip olmak istemesi ve sahip olması normaldir. Çünkü insan böyle yaratılmıştır. Ancak kişi nefsinin aşırı arzularının peşine gider de, hangi yolla olursa olsun ve ahireti unutarak mal toplamaya çalışırsa hataya düşer. Kişilerin topluma yön vermesi, yönetmek istemesi doğaldır ve ihtiyaçtır. Ancak nefsinin gururuna kapılıp da zulmetmeye ve başkasının haklarına tecavüz etmeye kalkışanlar, sınırı aşanlardır.

İslâm, insan ile onun nefsinin isteklerinin arasına bir denge getiriyor. Meşrû istekler ile gayr-ı meşrû arzular arasına sınır koyuyor.

 “Nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilham edene yemin ederim ki, nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir.” ( Şems  7-10 )

 

2. KAVRAM TAHLİLİ

Câhiliye dönemi Arap şiirinde daha çok bir şeyin “özünü”, “kendisini” belirten zamir olarak kullanılan nefs kelimesi, zamanla yirmiyi aşkın anlamı dile getirecek biçimde kullanılmaya başlandı: Ruh, can, kan, benlik, kalb, iç (alem), kimse, büyüklük, yücelik, cevher, nefret, irade, kem göz, nefs kelimesinin dile getirdiği başlıca anlamlar arasındadır.

Nefsin soyut bir kavram olması nedeniyle tanımlanma ve sınırlama zorluğu bulunmakla birlikte, sözlük manasıyla günlük dilde kullanılışı ile varlık anlamında kullanılışını birbirinden ayırmak gerekmektedir. Sözlük anlamıyla günlük dilde bir şeyin bütünü, gerçeği, kendisi gibi anlamlar taşırken metafizik anlamda maddenin karşıtı manasında bir ruh felsefesi olarak incelenmiştir. Kuran’da salt ruhun bilgisine ulaşılamayacağının bildirilmesi karşısında İslâm düşünürlerinin bu konudaki görüşlerini daha çok nefis terimini kullanarak ifade ettikleri ama aslında ruh üzerinde yorumlar yaptıkları anlaşılmıştır.

Terim anlamı açısından nefis kavramına bakılacak olursa, şu manalarda kullanılmıştır:

1. İnsan nefsi, insanın ruhî tarafını veya ölümsüzlüğünü teşkil eden veya ölümsüz kabul edilen bir özdür. Bunun maddî ve fizikî bir gerçekliği olmadığı halde düşünce, istek ve işlevleri bulunduğundan, bütün davranışları tayin eder.

2. İnsanın ahlâkî hissi, tabiatı ve mahiyetidir.

3. Ruhu veya hissî bir kızgınlık, güç ya da bunları ortaya koyan bir delil sayılır. Bir ressamın yapmış olduğu boyalı cansız bir resim gibidir.

4. Hayâtî veya zorunlu bir nitelik veya ilkedir.

5. Güden veya hâkim olan şahıs, kimse, merkezdeki şahıs, kumandandır.

6. Tecessüm etme, timsal olma; o nezaketin timsalidir. Yani nezaket onun şahsında tecessüm ve tecelli etmiştir.

7. Şahıs, kimse, kişi; kimseyi görmedim (hiç bir nefsi görmedim).

8. Ölü şahsın ruhu ki, bedenden ayrı olduğu ve kendi kendine müstakil varlığı bulunduğu gibi anlamlar da nefse verilmektedir.

Bütün bu söylenilerden sonra anlaşılmaktadır ki, nefis, İslâm öncesi arap şiirinde yaşayan vücut ve kan gibi anlamlara gelmesine rağmen Kur’ân’da, Yüce Allah bu kelimeye farklı manalar yüklemiştir. Bunlardan en önde gelenlerini şöyle sıralayabiliriz:

Öz/Cevher ( Nisa 1,  Â’raf 189), zât (Mâide 116; En’âm 12, 54), iç (Mâide 116; Tâha 67) ,  Kalp/Gönül (Bakara 235; Hûd 31). Fakat nefis kavramı zihin, gönül, duygu, içgüdü ve iğreti arzular dediğimiz hevâ ile ilişkisi olduğundan onu bir veya birkaç kelime ile manalandırmak çok zordur. (Kur’ân’a göre Nefis eğitimi, Yrd. Doç. Dr. Hamza aktaş Gümüşhane – 2013)

Kur’an’da nefs kelimesi -çoğulu olan enfüs ve nüfûs biçimleriyle birlikte- genellikle çeşitli varlıkların kendilerini belirtmek üzere kullanılır. Zaman zaman hissî hayat anlamında ruh, kalb ve iç alem anlamlarında kullanıldığı da görülür. Sözgelimi; “Gelin... kendimizi (enfüsenâ) ve kendinizi (enfüseküm) çağıralım...” (Âl-i İmran 61) âyetinde; “kendimiz = enfüsenâ” Hz. Peygamber, “kendiniz = enfüseküm” ise Hz. İsa hakkında tartışmaya kalkışan Hıristiyanlar dile getirilmektedir. Kelime, “...Sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben Senin nefsinde (nefsike) olanı bilmem...” ( Mâide 116) örneğinde olduğu gibi altı âyette Allah’ı, bir âyette (Furkan 3) ilâhları, bir âyette de (En’âm 130) insan ve cin topluluğunu belirtmek üzere kullanılır. “Haydi canlarınızı, ruhlarınızı (enfüseküm) çıkarın...” (En’âm 93) âyetinde insan ruhunu karşılayan nefs kelimesi, “... Yusuf bunu içinde (nefsihî) sakladı...” (Yusuf 77) ve “...Allah içinizden (enfüseküm) geçeni bilir...” (Bakara 235) örneklerindeki gibi “iç alem ve kalp” anlamlarını karşılayacak biçimde de kullanılmaktadır.

İlgili Kavram; Nefsin Boş İstek Ve Arzusu/Hevâ

Hevâ; boş, hava dolu, sonuçsuz, değersiz gibi anlamlara gelir. Uzay ve yer arasında bulunan atmosfer boşluğuna bundan dolayı hava (aynı lafızdan türetilmiştir) denilmektedir. Istılahta hevâ ise, bir şeye karşı aşırı sevgi ve bağlılık, arzu ve istek, nefsin tabiatında olan hislerinin icabına göre hareket ederek yükseklerden yüz çevirip süflî tarafa eğilim göstermesi, benliğin şehvet tarafına geçerek ruha sırt çevirmesidir. Bu saptırıcılığından dolayı nefsin bu türden süslü isteklerine tâbi olması, hevâ olarak isimlendirilmiştir.

Hevâ, nefsin şehvete meyli için kullanıldığı gibi, bizzat şehvete meyyal nefis için de kullanılır (Râgıb, Müfredât, s. 769). Hevâ, nefsin, arzularını tatmin için şeriatın dışındaki şeylere meyletmesidir (Cürcânî, Ta’rîfât, s. 257). Meselâ kişinin nikâhlısına ilgi duyması, meyletmesi ibâdet iken; nikâhlısı olmayana meyli kabahat olmaktadır (Elmalılı, Eser Y. 7/4570).

Hevâ, aşağılık istek ve arzuların kaynağı olmasından dolayı, dalâletin başta gelen sebeplerinden biridir. Bu yüzden hevânın zıddı “hüdâ” (hidâyet) kabul edilir. Onun için hevâ kavramı, nefsin şehvete ve zevke düşkünlüğünü anlattığı gibi, ilim sahibi olmadan sahibine emir veren nefis anlamında da kullanılmaktadır. Böyle bir nefis, sahibini şehvete ve aşırı zevke düşürüp günaha sürükler, uçurumlara ve Cehenneme düşürür.

Hevâ, insan nefsinin şehvetlerinden ve hayvanî iştihadan doğan doğal eğilimi olmakla beraber, aynı zamanda insanı her türlü isyana götüren zaafın itici gücüdür; her türlü belânın, rezilliğin ve kötülüğün kaynağıdır. Hevânın zan ve şehvet ile de yakın bir anlam bağı bulunmaktadır. Çünkü zan, kişinin bir şeyin müsbet veya menfîliği hakkında, tahminle kendi nefsine göre bir hüküm vermesidir. Halbuki sübjektif dünya, izâfî bir dünya olduğundan, her şahsa göre değişebilen bir âlemdir. Bundan dolayı hevâ, zanda olduğu gibi aldatıcıdır ve zevke göredir.

Yeryüzündeki bütün günahların, bütün şirklerin, bütün kâfirliklerin sebebi, hevâya uymaktır. Bir iş yaparken, bir şeyin hakkında karar verirken, bir ibâdet yaparken, bir şeyin yanlış mı doğru mu olduğuna karar verirken; kişi ya kendi hevasına ya da inandığı dinin ölçülerine uyacaktır… Sonuçta vereceği karara göre facirlerden yahut salihlerden olacaktır.

Hevânin İlâh Haline Getirilmesi

Bir insan kendi görüşünden, kendi kararından başkasını beğenmiyorsa, kendi zevkinden daha üstün bir şey tanımıyorsa o insan kendi hevâsını, kendi nefsini tanrı haline getiriyor demektir. Kur’ân-ı Kerim bunu şöyle açıklıyor: “Kötü duygularını kendisine tanrı edinen kimseyi gördün mü? Sen (Resûlüm!) ona koruyucu olabilir misin?” (Furkan 43). Bu kimseler canlarının istediğinden başka kutsal bir şey bilmezler. Bunlarda hakseverlik yoktur. Bu gibiler bencil insanlardır. Peşine düştükleri arzuları da normal bir istek değil, canlarının istediği kuruntulardır. Böyleleri hak, hukuk, delil, âyet, şâhit tanımazlar, yalnız kendi isteklerini en üstün tutarlar. Onlara göre din de, insanların vicdanlarından gelen arzularıdır. Dolayısıyla kendi nefislerini doyurmaya, keyiflerini tatmin etmeye çalışırlar.

Bunlar, hakkı ve gerçeği kabul etmezler, ama keyfîliği hayat anlayışı olarak alırlar. “Şimdi sen, kendi hevâsını ilâh edinen ve Allah’ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı, kulağı ve kalbini mühürlediği ve gözünün üstüne de bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık Allah’tan sonra ona kim hidâyet verecektir? Siz yine öğüt alıp düşünmüyor musunuz?” (Câsiye 23 ve yine bkz. Furkan 43; Necm 23)

İster nefsin hevâsına göre insanlar, tanrılar topluluğu düşünüp onları kendi aralarında uzlaştırsın, savaştırsın, barıştırsın veya seviştirsin; ister arzularının istediği şeyleri onlara emrettirsin ve nehyettirsin, isteklerini güzel veya çirkin göstertsin; isterse yalnız kendi öz arzusunun geçerli ve tatmin olmaya değer en önemli gaye olduğunu düşünsün, bütün bu durumlarda insan, hevâsını tanrılaştırmış olmaktadır. (Mitolojiler, epiküriyenler, din dışı hümanistler, din dışı egzistansiyalistler, “yaratıcı sanatçılar”, tanrı yapmak ve yaratmak gibi kavramları ucuz ucuz dağıtan zihniyetler, sinema artistleri için “yıldız” ki bu tâbir, eskiden yıldızlara tapmanın hatırasını saklamaktadır veya bir kısmı için “müziğin ilahı” gibi deyimleri bol bol kullananlar vb. ile birlikte hatırlayalım.) Nefsin hevâsı, insanlığın bütün çağlarında görülerek dar ve geniş anlamıyla şirkin, belli başlı kaynağı olmuştur.

Hülasa şu ki; lüzumsuzlarla meşgul olan, lüzumludan mahrum kalır. İslâm’a tâbi olmayan mutlaka başka yollara düşer; Allah’a kul olmayan başkalarına kul köle olur. Rasûlullah’ın (sa) getirdiklerine teslim olmayan, mü’minlik sıfatını yitirir, hevâsını ilâhlaştırmış olur. Büyüklük ve olgunluk, hevâya göre hareket değil; İslâm’a teslim olabilmektir.

3. KONUYLA İLGİLİ AYETLER

“(Bununla beraber) nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis aşırı şekilde kötülüğü emreder; Rabbim acıyıp korumuş başka. Şüphesiz Rabbim çok bağışlayan, pek esirgeyendir.” (Yûsuf 53)

“Kendini kınayan (pişmanlık duyan) nefse yemin ederim (diriltilip hesaba çekileceksiniz).”(Kıyâmet 2)

“Nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilham edene yemin ederim ki, nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir.” (Şems 7-10)

“Ey huzura kavuşmuş insan! Sen O'ndan hoşnut, O da senden hoşnut olarak Rabbine dön. (Seçkin) kullarım arasına katıl ve cennetime gir!” (Fecr  27-30)

 “Kötü duygularını kendisine tanrı edinen kimseyi gördün mü? Sen (Resûlüm!) ona koruyucu olabilir misin?”(Furkân 43)

“Hevâ ve hevesini tanrı edinen ve Allah'ın (kendi katındaki) bir bilgiye göre saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi onu Allah'tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâla ibret almayacak mısınız?” (Câsiye 23)

“Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz ve biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kâf 16)

Ey bürünüp sarınan (Resûlüm)! Kalk, ve (insanları) uyar. Sadece Rabbini büyük tanı. Elbiseni tertemiz tut.Kötü şeyleri terket. Yaptığın iyiliği çok görerek başa kakma. Rabbinin rızasına ermek için sabret.” (Müddessir 1-7)

Azana ve dünya hayatını ahirete tercih edene, şüphesiz cehennem tek barınaktır. Rabbinin makamından korkan ve nefsini kötü arzulardan uzaklaştıran için ise şüphesiz cennet yegâne barınaktır.” (Nâzi’ât 37-41)

Kendilerini temize çıkaranlara ne dersin! Hayır, Allah dilediğini temize çıkarır ve hiç kimse kıl payı kadar haksızlık görmez.” (Nisâ 49)

4. KONUYLA İLGİLİ HADİSLER

“Akıllı kimse, nefsini muhâsebe eden ve ölümden sonrası için çalışandır. Âciz de, nefsini hevâsının peşine takan ve Allah’tan (kendisini nasıl olsa affedeceğine dâir, kuru kuruya) temennîde bulunan kimsedir.” (Tirmizî, Kıyâmet 26, hadis no: 2461)

"Sizden biriniz kendi nefsi için istediğini (din) kardeşi için de istemedikçe (tam) iman etmiş olamaz." (Müslim, İman 71, 72, hadis no: 45)

"Müftüler sana fetvâ vermiş olsalar da sen yine nefsine (kalbine) danış." (Ahmed bin Hanbel, IV/228; Dârimî, Büyû' 2; Buhârî, Târih)

Vâbisa ibn Ma’bed (r.a.)’den rivâyet edildiğine göre, o şöyle dedi: “Rasûlullah (s.a.s.)’ın huzuruna varmıştım. Bana: “İyiliğin ne olduğunu sormaya mı geldin?”buyurdu. “Evet” dedim. O zaman şunları söyledi: “Kalbine danış. İyilik, nefsin uygun gördüğü ve yapılmasını kalbin onayladığı şeydir. Günah ise, içini tırmalayan ve başkaları sana ‘yap’ diye nice nice fetvâlar verse bile içinde şüphe ve tereddüt uyandıran şeydir.” (Ahmed bin Hanbel, IV/227-228; Dârimî, Büyû’ 2)

"Sizden biriniz, sakın 'nefsim habis (pis) oldu' demesin!" (S. Müslim ve Tercümesi, Mehmed Sofuoğlu, c. 7, s. 118)

“Allah’ım, huşû duymaz bir kalpten Sana sığınırım; dinlenmeyen (kabul edilmeyen) bir nefisten, faydası olmayan bir ilimden, bu şeylerden Sana sığınırım.”(Tirmizî, Deavât 69, hadis no: 3478; Nesâî, İstiâze 2, hadis no: 8, 255)

“Yüce Allah’ın yanında gök kubbe altında Allah’tan başka tapınılan tanrılar içinde, kendisine uyulan hevâ (aşırı istek ve tutkular)dan daha büyüğü yoktur.”(Taberânî; İbn Kayyim el-Cevziyye, İğâsetu’l-Lehfân, 2/148; Elmalılı, 6/70; Ş. İslâm Ansiklopedisi 2/397)

“Gerçek mücâhid, nefsiyle mücâhede edendir.” (Ahmed bin Hanbel, 6/2022)

"Dikkat edin, bir (büyük) fitne kopacaktır!" Hz. Ali (r.a.) bunun üzerine "Yâ Rasûlallah! Bu fitneden çıkış (kurtuluş) nasıl (olacak)tır?" diye sordu. Peygamberimiz buyurdu ki: "Allah'ın kitabı(na sarılmakla). Sizden öncekilerin tarihi, sizden sonrakilerin haberi ve aranızdaki meselelerin hükmü ondadır. O, (hak ile bâtılı ayıran) kesin bir hükümdür; saçma değildir. Her kim zorbalığından ötürü onu bırakırsa Allah onu(n boynunu) kırar. Her kim hidâyeti ondan başkasında ararsa Allah onu dalâlete düşürür. O, Allah'ın habl-i metîn'i (sağlam ipi)dir. O, zikr-i hakîm (hikmet dolu sözler)dir. O, sırât-ı müstakîm (doğru yol)dir. O; hevâların/arzuların hakikatten saptıramadığı, dillerin iltibâsa (karışıklığa) düşüremediği, ilim adamlarının doymadığı, fazla tekrarlanmaktan eskimeyen ve acâib (hayranlık veren tarafları) bitmeyen bir kitaptır. O, öyle bir kitaptır ki, cinn(den bir grup) onu dinlediği zaman 'biz, doğruluk ve olgunluğun yolunu gösteren hayretâmiz bir Kur'an dinledik ve ona derhal iman ettik!' demekten kendilerini alıkoyamamışlardır. Ona dayanarak konuşan, doğru söz söylemiş, onunla amel eden sevap kazanmış, ona dayanarak hüküm veren adâlet etmiş ve ona dâvet eden doğru yola hidâyet edilmiş olur." (Tirmizî, Fezâlu'l-Kur'an, 14, hadis no: 3069)       

“Cehennem, şehvetlerin perdeleriyle örtülmüştür. Oraya şehvetler ile (girilir). Cennet de nefsin hoşlanmadığı ibâdetlerle korunmuştur. (Buraya da ibâdet meşakkatleriyle girilir).” (Buhârî, Tecrîd-i Sarîh, c. 12, s. 195)

Ebû Kulâbe, müslümanlara şu tavsiyede bulunmuştur: "Hevâlarına/heveslerine tâbi olanlarla oturmayın, onlarla mücâdele de etmeyin; ben onların kendi bâtıl yollarına sizleri çekeceklerinden emin olamam, inandığınız değer yargılarına şüphe katarlar." (Tirmizî, Mukaddime, I/90)

Nefisle İlgili Uydurma Rivayetler

Nefisle ilgili hadis sanılan meşhur rivâyetlerden birkaçı şunlardır:

1. “Nefsini bilen, Rabbini bilmiş olur.” Aliyyu’l-Kari der ki: “İbn Teymiye, bu sözün mevzû olduğunu, Sem’ânî, merfû olarak bulunmadığını, ancak Yahya bin Muâz er-Râzî’nin sözü olduğunu söylemiştir. Nevevî: ‘Lafzı hadis değildir, fakat mânâsı sâbittir’ dedi. Yine denildi ki: ‘Kendi cehâletini bilen, Allah Teâlâ’nın bâkî olduğunu, kendisinin âciz ve zayıf olduğunu bilen, Rabbinin kuvvet ve kudretini anlamış olur.’ Bu sözün, Emîru’l-Mü’minîn İmam Ali bin Ebî Tâlib (ra)’e âit olduğu beyan edilir. (Nehcü’l-Belâğa, Çev. A. Gölpınarlı, Kum Yay. s. 419; Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki Dayanakları, Ahmet Yıldırım, TDV Yay. s. 229-230)

2. “Küçük cihaddan büyük cihada dönmüş bulunmaktayız...” Hz. Peygamber böyle deyince, ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Büyük cihad nedir?’ diye soruldu. O da şöyle buyurdu: “Dikkat edin, o nefs mücâhedesidir.” Mutasavvıflardan Ebû Tâlib el-Mekkî (Kutu’l-Kulub, I/187 ) ve Hucvirî bu rivâyeti nefsle mücâhedenin önemi ile ilgili olarak eserlerine almıştır. Irâkî der ki: “Bu hadisi Beyhakî’nin Kitâbu’z-Zühd adlı eserinde rivâyet ettiğini ve senedinin zayıf olduğunu” belirtir (Gazzâlî, İhyâ, III/14; V/132). Aliyyu’l-Kari ise, İbn Hacer’in bunun İbrâhim bin Able’nin sözü olduğunu söylediğini nakleder (Aliyyu’l-Kari, el-Esrâr, s. 211-212, no: 211). İbn Teymiyye ise şöyle demektedir: “Bunun aslı yoktur. Hz. Peygamber’in fiillerini ve ef’âlini bilen hiçbir kimse bunu rivâyet etmemiştir. Bunun yanında kâfirlerle cihad etmek en büyük amellerdendir. İb Teymiyye, görüşünü âyet (bkz. 4/Nisâ, 95; 9/Tevbe, 19-20) ve hadislere (bkz. Buhârî, Cihad 1; Müslim, İmâre 111; Nesâî, Cihad 17, hadis no: 3128) dayandırarak açıklar. İbn Teymiyye bu rivâyetin kendisinin zikrettiği âyet ve hadislere ters olduğunu belirtir (Mecmûu Fetâvâ, c. 11, s. 197-200).

3. “Düşmanlarının arasında en azılı olan düşmanın, iki yanın arasında ve içinde bulunan nefsindir.” Hadis kitaplarında bulunmayan bu rivâyet, Gazzâlî’nin İhyâ’sında (III/10) zikredilir. Irâkî, rivâyetin senedinde bulunan Muhamed bin Abdirrahman bin Gazvân’ın hadis uydurucularından birisi olduğunu kaydeder. Rivâyetin uydurma olma ihtimali yüksektir. (Ahmet Yıldırım, age. s. 228)

4.“Nefsine düşman ol. Çünkü o Bana düşmanlığa kalkışmıştır.” İmam Rabbânî, bu rivâyeti nefs-i emmâreyi zemmetmek bâbında zikretmiştir (Mektûbât, I/66, Mek. No: 52). Ancak, buradaki dipnotta bu rivâyetin Hz. Dâvud (a.s.)’dan rivâyet edilen kudsî hadislerden olduğu belirtilmektedir. Hadis kaynaklarında yer almayan bu rivâyetin uydurma ihtimâli çok yüksektir. (Ahmet Yıldırım, age. s. 231-232)

5. NEFSİN ÇEŞİTLERİ / HÂLLERİ

İnsanda üç kuvvet vardır ki, bu üç kuvvet; üç nefis diye de ifadelendirilir.

1. Bilme gücüne (kuvvet-i âlime-nutk) melekî nefs (nefs-i melekî) hikmet erdemi

2. Öfke gücüne (kuvvet-i gadabiyye) yırtıcı nefs (nefs-i seb’î) yiğitlik/cesaret erdemi

3. Arzu gücüne (kuvvet-i şeheviyye) hayvânî nefs (nefs-i behimî) adı verilir ve iffet erdemi ortaya çıkar.

1. Nefis; Temyiz (Ayırtetme) ve İdrak (kavrayış, anlayış) kuvvetinin kaynağı olan nefs-i meleki'dir (meleki nefistir).

2. Nefis; Makam, üstünlük, tasallut, intikam ve gazab (öfke) kuvvetlerinin kaynağıdır ki buna nefs-i seb'i denir.

3. Nefis;  İştiha (arzu ,istek) veren lezzetlere sürükleyen; yeme, içme ve cinsellik gibi hususlara meyletmeye vasıta olan nefs-i behimidir (hayvanlaşmış nefis).

 

Filozoflar derler ki, bunlardan birincisi aslında edep sahibidir ki, bu nefs-i melekidir. İkincisi her ne kadar aslında edep sahibi değilse de edeplendirilmeye kabiliyeti vardır ki, bu nefs-i seb'idir. Üçüncüsü de ne aslında edep sahibidir, ne de edeblendirilmeye kabiliyetlidir ki, bu da nefs-i behimidir. Nefs-i Behiminin yaratılışından gaye bedenin bekasıdır (devamıdır). Zira ruhun kemali elde etme yolundaki bineğidir. Nefs-i seb’inin yaratılışındaki hikmet behimi nefs-i kırmak içindir. Zira behimi nefs ile meydana çıkan zararlar bununla giderilir. Bu üç nefsi bazı filozoflar bir halka içinde bir melek, bir köpek ve bir domuzun bir araya gelmesine benzetmişlerdir.

 

Bazı filozoflar da şöyle temsil etmişlerdir: Bir kimse bir hayvana binip yanına bir köpek alarak ava gitmiş olsun: Tasarrufu (idareyi) adam eline alır, hem bindiği hem de yanına aldığı köpeğe akıl gereğince davranır, bu suretle onları sevkederse ve herbirine münasip olan kuvvetini verip istirahat şartını gözetirse üçü birden aynı gayede birleşirler. Köpek avı çevirir, fazlalıklardan yer, hayvan dahi biraz zahmet çekerse de zamanı gelince gıdasını alır, insan da arzu ettiği bir avı elde etmiş olur. Sıhhat ve emniyet icinde oturduğu meskenine dönmüş olur. Hüküm ve tasarruf (idare) hayvanın elinde olursa; uzaktan su gördüğü ya da yeşillik hayal ettiği yere koşar varır ki, su zannettiği seraptır, yeşillik zannettiği de topraktır. Hem avdan olmuşlardır, hem de fuzuli (boşu boşuna) yorulup gerçek su ile yeşilliği de kaçırmışlardır. Hüküm ve tasarruf (idare) köpeğin elinde olursa, gördüğü gölgeyi av sanıp ya sarp kayalıklara, ya diken içindeki helak edici vadiye atılır, hem kendini hem binekteki biniciyi helake sürükler. (Kınalızâde Ali Çelebi, Ahlâk-ı Alâî)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bağlı olduğu Güçlere Göre Erdem ve Rezilet (Rezilliklerin) Tasnifi

NEFS-İ MELEKİ

NEFS-İ BEHİMİ

NEFS-İ SEB’İ

İtidali         HİKMET

İtidali               İFFET

İtidali          YİĞİTLİK

İfrat

Cerbeze:

Fazla sözlerle aldatıcılık. Haklı ve haksız sözlerle hakikatı gizleme.

Kurnazlık, hilekârlık

Tefrit

Beladet: Ahmaklık, sersemlik, kalınkafalılık. Budalalık.

 

İfrat

Fücur:
Azmak, günaha dalmak, doğru yoldan ayrılmak,yemin ve sözünde yalancı çıkmak.

Tefrit

Humud:  

Düşme, Zayıflama, Sâkin olmak, Soğumak.

Şehvetin (hayvânî rûhun kendine tatlı gelen şeyleri istemesi) lüzûmundan az olması

İfrat

Tehevvür:      Çok kızma, öfkelenme, köpürme,

Korkusuzlukla düşünmeden hareket etmek. Sonunu düşünmeden birden bire karar vermek.

Tefrit

Cübün:

Ürkeklik. Korkaklık. Korkak olmak.

Cesaret ve atılganlık gösterilmesi gereken durumlarda ileri atılmaktan korkup çekinmeye yol açan ruhî zaaf, aklıselimin cesaretli olmayı gerektirdiği hallerde korku ve telâşa kapılma

Adalet                                                   

Zıddı Zulüm                                                                                                                         

 

 

( Kınalızâde Ali Efendi’nin Ahlâk İlmi Ve Ahlâk Terbiyesi Hakkindaki Görüşleri, Ayşe Sidika Oktay, Son Dönem Osmanli Ahlâk Terbiyecileri Ve Ahlâk Terbiyesi, Ensar Neşriyat )

 

 

 

 

 

 

 

Nitelik itibariyle Kur’an’da üç tür nefisten söz edilmektedir. Bunlar:

1-Nefs-i Emmâre:Çünkü nefis aşırı şekilde kötülüğü emreder.” (Yusuf 53) âyetinde belirtildiği gibi “emmâre”, çok emreden anlamına gelir. Bedensel hazlara ölçüsüzce itibar eden, lezzet ve şehvet için ahlâkî sınırları çiğneyen kişiyi ifâde eder. Nefsin bu özellikleri mü’minlerde takvâ yeteneğiyle alt edilebilir. Takvâ gücünden yararlanamayan insanlarda ise fücur faaldir. Fücur halindeki insanlar, alabildiğine isteklerinin maddî, şehevî arzularının peşinden koşarlar. Günahlardan tevbe etmek yerine, isyanda ısrar ederler. Bunlar kendilerini nefis muhâsebesine (özeleştiriye) tâbi tutmazlar.          ( Necm 39)

Nefs-i emmâre, aklı ve kalbi aldatır. En degerli ve en güzel şeyleri akla ve kalbe, kötü, çirkin ve değersiz gösterir. Nefs-i emmâre’den kalbe geçen ilk hastalık şehvettir. Şehvetin peşinden sevgi, istek ve öfke geçer. Bunların peşinden de kibir, çekememezlik, zülum ve tutku gelir. Nefs-i emmâre’nin ortaya çıkmasına sebep olan en etkili organ gözdür. Görmemizi sağlayan göz haramlara baka baka gönül gözü kör olur. Ne kadar kötü sıfat varsa, bunları görmez olur. Bu nedenle gözü haramlardan sakınmak gerekir. Kulak, dil, deri v.b. gibi diger duyu organlarının durumu da böyledir. Bu organlarında hassasiyetlerini kaybetmemesi için haramlardan muhafazası gerekir.

Bu makamda nefis, sultandır ve hâkimdir. Şeytânî akıl, onun veziridir. Kin, haset, kibir, riya, tûl-i emel (sonsuz istekler), hırs, tama’ (aç gözlülük), baş olma sevdası, cimrilik, v.b. kötü sıfatlar nefs-i emmâre’de bulunur ve tüm bunlar şehvet ile gazap (öfke) duygusundan doğar. Ayrıca bu nefsin cahillik, kabalık, buğz (kin), kahır, küfür ve nifak gibi özellikleri vardır. Boş şeylerle uğraşmak, alay etmek, başkasına eziyet vermek, kendini beğenme, makam sevgisi, gıybet, gammazcılık ve dedikodu yapmak da özellikleri arasında yer alır… Âlemi, bu görünen âlemdir. Yeri, gögüstür. Hâli, meyildir (arzu, istek). Yolu, şerîatın dış ölçüleridir. ( İmam Gazzâlî’ye Göre Nefis Ve Nefis Egitimi,Yüksek Lisans Tezi, Adem Yıldız)

2- Nefs-i Levvâme: Kıyâmet Sûresi ikinci âyette geçer. Bu âyette levvâme nefse yemin edilmektedir. “Levvâme”, özünü eleştiren nefis (kişi)dir. Levvâme, levm kökünden türeyen bir sıfattır. Kendisini ısrarlı bir şekilde kınayan anlamına gelir. Mü’min, kendini sürekli özeleştiriye (levme) tâbî tutar; amellerini, eylemlerini gözden geçirir, İlâhî ilkelerin denetiminden geçirerek Rabbinin kulu olduğunu unutmaz. Günahkâr, zâlim, kâfir, fâcir kimseler ise, kendilerini Yaratıcılarından müstağnî görme eğilimindedirler. Nefsini (kendini) levmetmeyenler (kınamayanlar) özlerini eleştiremezler, tutturdukları yolda ilerleme, tüm arzularını giderip dünyadan kâm alma eğilimindedirler. (Âl-i İmrân 135, Necm 32)

Bu noktadan hareketle denilebilir ki, kendini kınayan nefis anlamında olan Levvâme nefis, sabit ve durağan bir yapıda değildir. İşlediği günahlardan dolayı üzülen ve sevaplardan dolayı sevinen nefistir. Konumu gereği bir ucu Emmâre nefse açık iken, diğer bir ucu da Mutmainne nefse açıktır. Bu nefis seviyesinde durmak çok zor olmaktadır. Bu nedenle yüksek ideallere çıkabilme ve aşağı duygulara inebilme özelliğine sahiptir. Buna ilaveten nefsin kendisini düzeltmesi açısından sürekli eleştiren bir sistemde olması dolayısıyla eğitime açık bir yönü vardır. İnsanların hata ve kusurlarını görmesi bu nefse bağlı olmakla beraber, daha yüksek seviyelere ulaşması için de terbiyeye ve eğitime ihtiyaç duymaktadır.

3- Nefs-i Mutmainne: Fecir Sûresi 27. âyette geçer. “Mutmainne”, “huzura erme, doygunluk” anlamlarına gelir. Mutmain nefis, Allah’a gönül bağlayan, itmînânı sadece Allah’a itaat, ibâdet ve zikirde bulan kişiyi ifâde eder. Yani hiçbir şüphe taşımadan Allah’ı rab, peygamberin getirdiği hak dini de hayat rehberi olarak benimseyendir. Başka bir ifâdeyle Allah’ın yasaklarından mecbûren değil; severek kaçınan, uzak durandır. Elmalılı Hamdi Yazır, şöyle izah etmektedir: “Mutmainne nefis, kararsızlık ve ihtiyaç ifâde eden ve birbirini izleyen sebepler zincirinden kurtulup bunların arkasındaki gerçek etken olan Allah’a yükselmiş, O’nu tanıma gâyesinde karar kılmış, varlığında ve fiillerinde O’ndan başkasına eğilmeyi reddetmiş benlik demektir. Bunun anlamı da, emmâre nefsin aldatıcı isteklerinden, Allah dışındaki şeylere bağlılıktan kurtulup gerçek hürriyeti kazanmaktır.” (Hak Dini Kur’an Dili, c. 8, s. 5816)Râdıyye, hoşnut olan, râzı gelen anlamına gelir. Mardıyye ise, râzı ve hoşnut olunan demektir. Fecr 28. âyette de “Allah’tan râzı olan” nefis anlamında kullanılmıştır: “...Sen O'ndan hoşnut, O da senden hoşnut olarak Rabbine dön.

6. NEFSIN AFETLERİNDEN/ZARARLARINDAN KURTULMA YOLLARI

Kişi, Riyazet, mücahede, nefis muhasebesi, nefsi kınama gibi eğitim metodları ile nefsini eğiterek kalbini hastalıklardan korumalıdır.

1.NEFİS MUHASABESİ

Muhasebe, kişinin kendi nefsini hesaba çekmesi demektir. Bununla kastedilen, geçmişte yaptığı ameller ve gelecekte yapacağını düşündüğü işlerdir. Ebu Talip el-Mekkî Kutu’l-Kulub adlı eserinde nefis muhasebesi ile ilgili olarak şunları kaydeder:

Allah Teâla buyurdu ki: “Biz, kıyamet günü için adalet terazileri kurarız. Artık kimseye, hiçbir şekilde haksızlık edilmez. (Yapılan iş,) bir hardal tanesi kadar dahi olsa, onu (adalet terazisine) getiririz. Hesap gören olarak biz (herkese) yeteriz.” (Enbiya 47) Ayetteki “Eteynâ=getiririz” fiilinin hemze­si bir kıraatta uzatılarak 'Aateynâ=karşılığını veririz' şeklinde okunmuştur. Bu şekliyle korkutma ve tehdit havası daha keskin ve etkileyici olmaktadır. Allah Teâla buyurdu ki: “O gün insanlar amellerini görmeleri (karşılığını almaları) için darmadağınık geri dönüp gelirler. Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür.” (Zilzal 6-8)

Er-Riaye isimli eserinde işlediği muhasebe kavramı sebebiyle "el-Muhasibi" lakabını alan Haris b. Esed muhasebeyi ikiye ayırmaktadır:

 

Birincisi yapacağımız işlerle, ikincisi yaptığımız işlerle ilgili muhasebedir. Yapacağımız işlerle ilgili muhasebe yararlıyı zararlıdan ayırmak için ayak kaymasına karşı tedbirli olmamızdır. Böylece bilinçli bir biçimde zararlıyı terk eder, yararlıyı tercihle yaparız. Bu tür bir muhasebe insanın önünü görerek ve yere sağlam basarak güvenle yürümesini sağlar.

İkinci tür muhasebe ise geçmişte yapılan işlerle ilgilidir. İnsanın yaptığı iş ve davranışları gözden geçirerek eksik ve kusurlarını tamamlaması, hata ve günahları varsa ondan tövbekâr olması demektir.

Netice itibariyle Allah, kullarının işlerini yapmadan önce planlamalarını; yaptıktan sonra da yapılan işin nasıl bir şekil aldığını gözden geçirmelerini istemektedir. Kulun ameline nokta koyan ölümden başkası değildir. Öyleyse sağ olduğu sürece, muhasebenin iki türlüsü de müminin hayatına şekil vermelidir.” (Yılmaz Hasan Kamil, Altınoluk Dergisi sayı:143)

 

Muhasebenin Önündeki Engeller

1.      Yaradılış Gayesini Unutma

2.      Ayetlerden Yüz Çevirmek

3.      Şeytan ve Yoldaşlarının Yoluna Uymak

4.      İnsanoğlunun Dünyaya Aldanması

5.      Ahiretin Unutulması

6.      Gaflet

7.      Nefse, Heva ve Heveslere Uyulması

8.      Zamanın Boşa Harcanması

 

NEFİS MUHASEBESİ NASIL YAPILIR?

Kul, nefsinde bir himmet (düşünce) doğdu­ğu ve hareket başladığı zaman şöyle bir durur. Hatırını (kalbe ge­len his ve fikir) yoklar ve tanımaya çalışır. Hatır, kalbin hareketi­ni, Izdırab (dalgalanma) ise bedenin hareketini ifade eder. Kulun kalbinde doğan his veya fikir, bir niyet, azmetme, karar verme, ça­ba sarfetme veya yapma cihetinde bir himmete sebeb olur. Eğer bunlar, Allah için ise ona devam eder. Eğer beşeri tabiata uygun ve beşeriyet vasfına uygun dünyevi bir çıkar, nefsani bir heva, eğlence ve gaflet içinse o hatırı hemen redde­der ve onu kafasından ve kalbinden çıkartıp atmak ister, içinden ge­len bu kötü sese kulak vermeyip onu zihninde üretmeyerek kalbinde yer etmemesi için çabalar. Aksi halde kalbinde yereden bu kötü fik­rin atılması çok zor olur. Oraya yerleşen bu fena fikir, zamanla orada bir tesir doğurur ve bu da zaman içinde fiil olarak ortaya çıkar.

Kul, kalbine doğan bu fikrin (=hatır) tahlilini yapamaz ve onun üzerinde şüpheye düşerek hakikatini göremez, onun Allah Teâla katında övülen, rızasına mazhar olacak, kul için öne geçiricilik vasfı taşıyan bir şey mi yoksa Allah Teâla katında çirkin ve mekruh görülen, kulun onu terketmesinde Allah'a yakınlık ve se­vapta fazlalık getiren bir şey mi olduğunu bilemezse, o zaman bir kapalılık  ortaya çıkar.

Bu kapalılığın sebebi, şu üç husus­tan biridir:

1. Allah Teâla'yı yeterince bilememekten kaynaklanan yakini iman eksikliği;

2. Batıl hükümlerin kapalı yönlerini bileme­mekten doğan ilim eksikliği;

 3. Beşer tabiatından doğan ve nefse yerleşen heva ve heveslerin galib gelmesi.

Allah (c.c) bu hususlarda eksikliğini giderenlere aşağıdaki müjdeyi veriyor:

 “Ey iman edenler, Allah'tan korkarsanız, O da size bir kıstas (furkan) kılar, günahlarınızı kefaret eder”. (Enfal/29)

Amellerin Muhasebesi:

Küçük de olsa hiçbir fiil yoktur ki, onun için üç defter açılmasın: İlk defterde 'Neden?' İkinci defterde 'Nasıl?' üçüncü defterde ise Kimin için?' soruları yazılıdır. 'Ne­den?' sorusunun manası şudur: Yaptığın bu fiili neden yaptın? İşte bu, Rubûbiyet hükmü gereği Allah Teâla'nın kulluk hükmündeki kulunu imtihan noktasıdır. Bunun manası daha geniş olarak şöy­ledir: Yaptığın bu fiili, Mevlan istediği için mi yaptın, yoksa onu sırf kendi arzundan dolayı mı yaptın?

Kul, eğer bu defterden temiz çıkar, yani bütün yaptıklarını Al­lah Teâla emrettiği için yapmış olarak hesabını verirse, ikinci def­ter açılır ve 'Nasıl yaptın?' sorusu sorulur. Bu da, kuldan yaptığı fi­ille ilgili bilgisinin istendiği noktadır ve onun için ikinci imtihanı teşkil eder. Burada kula, yaptığı fiili, bir ilme dayanarak mı yoksa cehaletle mi yaptığı sorulur. Çünkü Allah Teâla, ancak kendi yolu üzere yapılan amelleri kabul eder. O'nun yolu da ilimdir.

Eğer kul, bu imtihanı da geçerse, o zaman üçüncü defter açılır ve yaptığı işleri kimin için yaptığı sorulur. Bu da, sadece Rab Teâla'ya has ve halis kılarak kulluk etmenin sınandığı noktadır. Kulun geçeceği üçüncü imtihan da budur. Bu imtihanı geçenler, Allah Teâla'nın haklarında “Ancak onlardan ihlâslı kulların müstesna.” (Hicr 40) buyurduğu kullarıdır. Bu da, ihlas şiarı olan “La ilahe illallah”ın gereği ve ica­bıdır. Bundan sonra kul için, karşılaşma anının beklentisi içinde ürpermeden başka bir şey yoktur.

 

2.NEFSİN MURAKABESİ

 Her an Allah’ın rızası içersinde olup olmamak hususunda kulun kendini kontrol etmesi ve o hal üzere kalması demektir.

Murakabe: Korku; denetleme, gözetleme, kontrol etme, kendi iç alemine bakma, dalıp kendinden geçme, devamlı gayeyi düşünme; kalp ile daima Allah'a bakma; kalbi kötülüklerden korumak için nefsi kontrol altında bulundurma; kişinin daima Rabbinin her halini bildiğini bilmesi, kulun her halini Allah’ın görüp bildiğini, içinden geçenlere vakıf olduğunu düşünmesi ve sürekli olarak bu düşüncede kalmasıdır.

Allah her şeyi gözetler. (Ahzab 52)

Şüphesiz Allah kalplerde olanı bilmektedir. (Ali İmran 119)

Gerçek murakabe, Allah'ı görüyormuş gibi ibadet etme alışkanlığı kazanmaktır.

Cibril hadisinde de murakabeye işaret vardır. Cibril Hz. Peygamber (s.a.s)'e;

"Bana ihsanı anlat" dedi. Rasulullah (s.a.s) de; "İhsan, Allah'ı görüyormuş gibi ibadet etmendir. Sen onu görmesen de O, seni görüyor" buyurdu.

Cibril: "Doğru söyledin" dedi (Buharî İmân, 38; Müslim, İman I).

Murakabe her iyiliğin temelini oluşturur ve hayatın her safhası ile ilgilidir. İnsan bu sayede geçmişin bir değerlendirmesini yaparak içinde bulunduğu durumu düzeltir, daima doğru yolda bulunur, Rabbi ile olan ilişkilerinde kalbini iyice kontrol eder, hiç bir zaman Allah'ı aklından çıkarmaz; Allah'ın kendisini gözetlediğini, kendisine çok yakın olduğunu, yaptıklarını gördüğünü, söylediklerini işittiğini bilir. Böylece kendisi ve toplumu için faydalı, dünya ve ahirette mutlu bir kişi olur.

Murakabe derecesine ancak muhasebe ile ulaşılabilir. Bunun için muhasebeyi de bilmek ve muhasebe bilinci içerisinde olmak gerekmektedir.

Kutu’l-Kulub Sahibi Ebu Talip El- Mekki şöyle demiştir:

Muraka­be ehli bir kulun ilk müşahedesi (gözlemi) şu olmalıdır: Kesin olarak bilmelidir ki, uzun veya kısa hiçbir vakti şu üç esastan uzak kalamaz:

1. Allah Teâla'nın ona emrettiği farzların edası ve nehyettiği haramlardan sakınması,

2. Allah Teâla'nın özendirip teşvik ettiği bir mendubun ifası: Bu da asıl olarak kulu Allah Teâla'ya yaklaştıracak hayır ve iyilik işle­rinde bulunup böylesi işlerde diğer müminlerle yarışması, bunlar­dan hiçbirini kaçırmamasıdır.

3. Yapması halinde beden ve kalbinin sıhhat ve salah bulması­nı temin edecek bir mubah ile uğraşması.

Bir mümin için, bunlar dışında geçirilecek dördüncü bir vakit yoktur. Eğer bunlar haricinde dördüncü bir vakit ihdas ederse, Al­lah Teâla'nın koyduğu sınırları çiğnemiş olur.

Murakabe yapan kul, güne başladığı zaman bütün, uyanıklılığıyla en kısa vaktinde dahi Allah Teâla için emir veya yasak türün­den bir farz olup olmadığına bakar. Eğer böyle bir farz varsa gün­lük amellerine onunla başlar. Onu bitirdikten sonra başka bir farz yoksa, o zaman mendublar ve faziletler üzerinde düşünür. Bu nevi amellerde de en faziletli olanla başlar.

Kul için bu iki faziletten başka bir şey yapmak mümkün olmaz­sa, o zaman nefsinden nefsi, gününden dünü, saatinden günü, dün­yasından ahireti için bir şeyler yapar. Çünkü Allah Teâla ona böyle emretmiştir: “Ama Dünyadan da nasibini unutma”. (Kasas 77) Bu emrin anlamı şudur: Dünyadaki nasibini olduğu kadar ahiret için de dün­ya hayatındaki nasibini almayı bırakma. Bu, Allah Teâla'nın size iyilik ettiği gibi sizin de iyilik etmeniz ve dünyada fesad çıkmasını istememenizdir. Aksi halde ahiretteki nasibinizi terketmiş olursu­nuz. Allah Teâla da dostları için hazırladığı engin sevabındaki pa­yınızı unutur. Nitekim O şöyle buyurmaktadır: “Onlar Allah'ı unuttular. Allah da onları unuttu!”(Tevbe 67) Yani onlar, Allah Teâla'yı terkettiler, O da onları terketti. Onların Allah'ı terketmeleri, O'nun kendi­lerine verdiği nasibi terketmeleri, Allah Teâla'nın onları terketmesi ise; ahirette isteyecekleri şeyleri terketmeleridir.

Ferasetli bir kul, kendisine verilen ömrü ve tanınan vakti, kesin olarak iman ettiği ahireti için harcar. Daha sonra vaktinin kalan kısmında da, o vakte mahsus olan fiillerin en faziletli olanına sarı­lır. Vaktinin geçirilmesiyle bir daha telafisi mümkün olmayan amel­leri eda etmekte acele eder. İlminin ona gösterdiği ve gücünün de yettiği en güzel davranış budur.

Sonuç itibarıyla bütün vaktini Mev­la'sına tahsis etmiş olur. Kısa da olsa kulun hiçbir vakti şu iki ma­kamdan birinden uzak değildir: Nimet makamı; İmtihan ve bela makamı; Nimet makamında yapması gereken şey şükretmek iken, imtihan ve bela makamında yapması gereken şey de sabretmektir.

Kul, kısa da olsa hiçbir vaktinde şu iki müşahedenin birinden uzak kalamaz: Nimete şahit olmak; Nimet veren Allah'a şahit ol­mak; Çünkü her vakitte bir Malik ve O'na ait olan bir memluk ya­ni kul bulunur. Kula düşen, bu Mevcud'a hizmet etmek ve Mabud'unun hizmetinde daima hazır olmaktır. Murakabe, kulun sü­rekli hazır oluşunun (=huzur) alameti iken, Muhasebe de Murakabe'nin delil ve rehberidir. Kulun vakitleri arasında en kısası da ol­sa bir üçüncü vakit daha vardır ki o da, mubahlarla meşgul olduğu vakittir. Mubah ile meşgul olmak, müminin yapacağı amellerin en düşüğünü temsil eder.

3.CEHENNEMİN HATIRA GETİRİLMESİ:

Allah Teâla, cehennem ateşini inkarcılar için hazırladığını ha­ber verdikten sonra iman edenlere de ondan sakınmalarını emret­miştir. Kafirlerin varış yeri olan cehennem ateşi, Allah'ın mümin kulları için de korkulması gereken bir sondur. Allah Teâla, bu babda şöyle buyur­muştur: “Kâfirler için hazırlanmış bulunan ateşten sakının!” (Al-i İmran 131) Yine O, şöyle buyurmaktadır: “Onların üstlerinde ateşten tabakalar, altlarında da (öyle) tabakalar var. İşte Allah kullarını bununla korkutuyor. Ey kullarım! Yalnızca benden korkun.” (Zümer 16)

Denir ki: Kul, haram olduğunu öğrendikten sonra işlediği ilk günah ile cehennemi hakeder. Bundan sonra onun durumu, Allah Teâla'nın iradesine kalmıştır. Her kulda, kendisini cehenneme sev-ketmesinden endişe duyulan çirkin bir haslet vardır.

Abdülvahid b. Zeyd şöyle derdi: Cehenneme girmeyeceğini zan­neden hiçbir korku sahibinin korkusu sıhhatli değildir. Aynı şekil­de cehenneme gireceğini ama ondan çıkacağını zanneden kimsenin korkusu da samimi değildir. Buna göre korkunun aslı; cehenneme girmeyi ve orada ebedi kalmayı düşünmek olmalıdır. Benzer bir söz Hasan el-Basri'den de (ra) nakledilmiştir: Bir defasında Hasan'a, cehennemde bin yıl kaldıktan sonra çıkacak adamın durumu zikre­dilmişti. Bunun üzerine ağladı ve şöyle dedi: Keşke ben de onun gi­bi olabilsem!

Allah Teâla buyurdu ki: “(Yapılan iş,) bir hardal tanesi kadar dahi olsa, onu (adalet terazisine) getiririz.” (Enbiya 48) Yani büyük küçük deme­den yaptığı herşeyi getirir, karşılığını veririz. Allah Teâla buyurdu ki: “Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür.” (Zilzal 7-8) Bu ayetin tefsirinde, ayetin Kur'an'da bulunan ve mücmel, mübhem ve umumi (='âmm) olmasına rağmen en muhkem ayet olduğu söylenmiştir. Allah Re­sulü (sav) hakkında vahiy indirilmeyen bir husus kendisine sorul­duğu zaman 'Bende sadece, her şeyi ihtiva eden bu ayet var derdi.

Ayette geçen 'Zerre' kelimesinin, güneş ışığında görülen ve iğne uçları kadar ince olan toz zerresi manasında olduğu söylenmiştir. İbni Abbas'dan (ra) rivayet edildi ki: Avucunuzu toprağa değdirdik­ten sonra kaldırdığınızda avucunuza yapışan o tozlar, zerre olarak bilinir. Denildi ki, dört zerre birleştiğinde bir hardal tanesi teşek­kül eder. Ulemadan bir zat da şöyle demiştir: Zerre, kılın bin par­çasından birine denir. Amellerde ise böylesine belli belirsiz olan hu­suslar bile tartılıp görünmeyecek kadar gizli olan şeyler bile ağır­lık yaparlar. İşte bu sebepledir ki herşeyden haberdar ve kullarına karşı şefkatli olan Allah Teâla böyle haber vermiştir.'

Bu meyanda daha önce zikrettiğimiz bir hususu tekrar dile ge­tirmek istiyoruz: Amel işleyerek cennete girebileceğini düşünen kimse ile, amel işlemeksizin cennete gireceğini uman kimseler, cen­nete giremeyebilirler. Çünkü kulun yapması gereken, üzerine dü­şen ameli ifa etmek ve ötesini düşünmeksizin Allah Teâla'ya tevekkül etmek, amellerini lütfu ile kabul etmesini ümit edip adaleti ge­reği reddetmesinden endişe etmektir.

 

7.ÇÖZÜM ÖNERİLERİ/NEFİS EĞİTİMİ

 

İhya-u Ulum’id-din sahibi İmam Gazali Nefsin Kınanması / Muhasebesi bahsinde şöyle der:

En şedid düşmanın, kaburgalarının arasında bulunan nefsindir. O nefis, kötülüğü emredici, şerre meyyal, hayırdan uzaklaştırıcı olarak yaratılmıştır. Sen de onu tezkiye etmek, düzeltmek, kahrın zincirleriyle rabbinin ibadetine çekmekle, şehvetlerinden menetmek, lezzetlerinden alıkoymakla memursun.

İnsanların hesaba çekilecekleri (gün) yaklaştı. Hal böyle iken onlar, gaflet içinde yüz çevirdiler. Rablerinden kendilerine ne zaman yeni bir ihtar gelse, onlar bunu, hep alaya alarak, kalpleri oyuna, eğlenceye dalarak dinlemişlerdir.” Enbiya 1-3

(İmam Gazali bu kısmı Muhasibi’den aktarmıştır)

Ey nefis! Eğer Allah'ın seni görmeyeceği inancıyla ona karşı isyana cüret edersen senin küfrün ne kadar da büyüktür. Eğer Allah'ın senin yaptıklarına muttali olduğunu bildiğin halde isyana dalarsan senin ahmaklığın ne kadar da şiddetli, ne kadar da utanmazsın. Ey nefis! Eğer kölelerinden veya ihvanından biri, hoşuna gitmeyen bir hareketle karşına çıksa ona ne kadar kızıp öfkeleneceğini düşün! O halde Allah'ın gazabına, şiddetli cezasına hangi cesaretle kendini maruz bırakıyorsun? Sen O'nun azabının altından kalkabileceğini mi sanıyorsun? Heyhat! Nerede!Ey nefis! Kendini tecrübe et! Eğer baştan çıkmak seni Allah'ın azabının şiddetinden meşgul ederse, bir saat güneşte veya hamamın külhanında kendini hapset veya parmağını ateşe yaklaştır ki senin gücünün miktarı sana belirmiş olsun! Yoksa sen Allah'ın kerem ve fazlına mı aldanıyorsun? Senin ibadetine ihtiyaç olmadığına mı kanıyorsun? O halde önemli işlerinde neden Allah'ın keremine yaslanmıyorsun? Bir düşmanın seni sıkıştırdığında neden onu defetmek için çareler düşünüyorsun? Neden onu Allah'ın keremine havale etmiyorsun? Herhangi bir ihtiyaç seni, ancak para ile elde edilen dünya işlerinin birine mecbur ettiğinde neden onun peşinden çarelere başvurarak onu yapabilmek için kendini zorluklara sokuyorsun? Neden bu hususta Allah'ın keremine güvenmiyorsun ki Allah seni herhangi bir hazineye muttali veya kullarından birini sana musahhar kılsın da o senin çalışman ve çabalaman olmaksızın senin ihtiyacını sana alıp getirsin? Acaba Allah'ın dünya hususunda değil de sadece ahiret hususunda mı kerîm olduğunu sanıyorsun? Oysa Allah'ın kanun-u ilâhîsi olduğunu ve bu kanunun değişmez bulunduğunu biliyorsun ve yine biliyorsun ki ahiret ve dünyanın sahibi birdir. İnsanoğlu için ancak ne yapmışsa o vardır.

Sen, dökülen bir damla meniden ibaret değil miydin? Sonra bir et parçası olmadın mı? Sonra Allah Teâlâ seni yarattı ve tam âzalı bir şekle getirdi. Böyle yapan Allah ölüleri diriltmeye kâdir değil midir? Eğer senin kalbinde bu inanç saklı ise sen ne acaip cahilsin? Hiç düşünmez misin, O seni hangi maddeden    yaratmıştır?
Seni bir nutfeden yarattı. Sonra çıkış yolunu senin için kolaylaştırdı. Sonra seni öldürdü, mezara gömdürdü. Acaba 'Sonra o, dilediği zaman seni diriltecektir' sözünde O'nu yalanlıyor musun? Eğer O'nu yalanlayıcı değilsen neden sakınmıyorsun? Oysa bir yahudi doktor sana en lezzetli yemek hakkında 'Hastalık halinde bu sana zararlıdır' dese, sabreder ve onu terkedersin, o yemek hususunda nefsinle cedelleşirsin. Acaba mu'cizelerle takviye edilen peygamberlerin ve Allah Teâlâ'nın peygamberlere indirmiş olduğu kitablardaki sözleri, senin nezdinde tesir bakımından, tecrübe, tahmin ve zandan haber veren eksik akıllı, eksik ilimli bir yahudinin sözünden daha mı eksiktir?
Hayret edilecek şeydir?

Eğer bir çocuk sana 'Elbisenin içinde akrep vardır!' dese, çocuktan delil istemeksizin derhal elbiseni çıkarıp atarsın. Acaba peygamberlerin, âlim, hukema ve bütün evliyanın sözleri, senin katında, süfeha sınıfından sayılan bir çocuğun sözünden daha mı az kıymet taşır? Veya cehennemin harareti, bukağı ve kelepçeleri, zakkumu, tokmakları, irini, zehirleri, yılan ve akrepleri senin nezdinde, ancak bir gün veya bir günden daha az bir zaman elemini hissedeceğin bir akrebin ısırmasından daha mı azdır? Senin bu yaptıkların akıllı kimselerin yaptığı şeyler değildir. Hatta hâlin, akılsız hayvanlara bile keşfolunsa, senin durumuna gülerler, aklınla alay ederler.

Ey nefis! Eğer sen bütün bunları bilmiş ve iman etmişsen, o halde neden ameli geciktiriyorsun? Oysa ölüm seni beklemektedir. Mühlet vermeksizin ölümün seni yakalaması mümkündür.

Düşünmez misin, ne zamana kadar nefsine va'dedip ona 'Yarın yarın' diyeceksin? Oysa 'Yarın' geldi ve 'Bugün' oldu

Senin bütün hayatın, cennet ehlinin nimet ve cehennem ehlinin azap müddeti olan sonsuzluğa nisbeten üç günün ne kadar uzun olursa olsun bütün ömre nisbetinden daha azdır. İsteklere karşı sabretmenin eleminin mi daha büyük ve müddet bakımından daha uzun, yoksa ateşin eleminin mi daha            büyük   ve          daha      uzun      olduğunu            keşke    bilseydim!
Kim mücâhedenin elemine karşı sabretmeye güç yetiremiyorsa, Allah'ın azabının elemine karşı nasıl güç yetirecektir?

Ey nefis! Seni kendi nefsine bakmaktan gizli bir küfrün veya açık bir ahmaklığın alıkoyduğunu görüyorum.

Gizli küfre gelince o, hesap gününe olan inancın zâfiyetidir. Sevapla ikabın miktarının büyüklüğüne olan marifetinin azlığıdır. Açık ahmaklığa gelince o da Allah'ın kerem ve affına güvenmektir. Buna rağmen Allah'ın azabına, istidracına ve senin ibadetinden müstağni olmasına iltifat etmemektir. Oysa sen ekmek lokmasında veya bir tanede veya halktan işittiğin bir kelime hakkında O'nun keremine yaslanmıyorsun. Aksine bu hususlarda bütün çarelere başvurarak hedefine varmak istiyorsun. Bu cehaletle Hz. Peygamber tarafından verilen hamâkat (ahmaklık) hükmüne müstehak olursun. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Akıllı o kimsedir ki nefsini hesaba çekmiş ve ölümden sonraki durum için çalışmıştır. Ahmak odur ki nefsini hevâsına tâbi kılmış, Allah'tan (amel etmeksizin) birtakım isteklerde bulunmuştur.” (Tirmizi.Kıyame25;İbn Mace,Zühd 31;Ahmed b. Hanbel,Müsned,4,124;Hakim,Müstedrek,4,251)

Ey nefis! Kış için, uzunluğu kadar hazırlık yapmıyor musun?
Kışta yiyecek, içecek, odun ve bütün gerekli şeyleri topluyorsun. Bu hususta Allah'ın fazl ve keremine güvenerek cübbe, keçe, odun ve diğer ihtiyaçlar olmaksızın Allah'ın kışın soğuğunu defetmesini beklemiyorsun. Oysa Allah buna kâdirdir.

Ey nefis! Cehennemin zemherîsinin, kış zemherisinden daha kısa ve daha az olduğunu mu sanıyorsun? Hayır! Asla böyle olamaz? Şiddet ve soğuklukta aralarında herhangi bir münasebet de yoktur. Kulun çalışmaksızın cehennemin zemherîsinden kurtulacağını mı zannediyorsun? Heyhat! Nerede! Nasıl ki kışın soğuğunu cübbe, ateş ve diğer kış tedbirleri defediyorsa, cehennemin hararet ve soğukluğu da ancak tevhid kalesine ve ibadetlerin mevziine sığınmakla bertaraf edilir. Allah'ın keremi ancak kalenin yolunu sana tanıtmasında, sebeplerini sana kolaylaştırmasındadır. Yoksa kale olmaksızın azabı senden defetmekte değildir. Allah Teâlâ'nın, kış soğuğunu defetmek hususundaki keremi; ateşi yaratmakta, o ateşle kışın soğuğunu nefsinden uzaklaştırman için onu demir ile taş arasından çıkarma yolunu göstermekte ve tıpkı odunun ve cübbenin satın alınmasına yaratanın değil, senin muhtaç olup nefsin için satın alman gibidir. Zira bunları istirahatının sebebi olarak yaratmıştır.

Bu bakımdan senin ibadet ve mücâhedelerinden de Allah müstağnidir. O ibadetler senin kurtuluşuna giden yolundur. Bu bakımdan iyilik yapan nefsi için yapar. Kötülük yapan nefsinin aleyhinde yapar. Allah âlemlerden müstağnidir.

Sehl b. Sa’d (radıyallahu anh)’dan rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir: “Cebrail (aleyhisselam) Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in huzuruna geldi ve “Ey Muhammed! Şüphesiz Allah (Subhanehu ve Teâla) sana “Dilediğin kadar yaşa, sonunda mutlaka öleceksin. Dilediğini sev muhakkak ondan ayrılacaksın. Hangi ameli yaparsan yap muhakkak onunla cezalandırılacak­sın” diye buyurmaktadır” dedi.” Şuubul İman, Beyhaki, 3/373; Mustedrek, Hakîm, 4/325.

Ey nefis! Bilmez misin, dünyanın zevklerine iltifat eden, arkasında ölüm olduğu halde dünyaya ünsiyet veren, ayrılık anında üzüntüsünü çoğaltmış olur. Bilmediği halde öldürücü zehirden azıklanır. Sen geçmişlerin nasıl inşa edip yükselttiklerine, sonra harabe bırakıp gittiklerine bakmıyor musun? Nasıl Allah Teâlâ onların arazisini, memleketlerini düşmanlarına nasip etmiştir hiç görmüyor musun?

Onların yemeyip nasıl topladıklarını, içinde oturmadıkları köşkleri nasıl bina ettiklerini görmedin mi? Yetişemedikleri hedefi nasıl ümit etmişlerdir. Her biri göklere yükselen bir köşk inşa etmiştir. Oysa yeri, toprak altında kazılan bir mezardır. Acaba dünyada bundan daha ahmaklık ve daha büyük bir tepetaklaklık var mıdır? Biri çıkıp dünyasını tamir eder. Oysa kesinlikle o dünyadan göçecektir. Ahiretini tahrip eder. Oysa kesinlikle oraya gidecektir.

Ey nefis! Daimî olarak kalacak bir şeyi, kalsa bile elli seneden fazla kalmayacak birşey ile nasıl değiştirirsin?

Ey nefis! Acele et! Helâk olmaya yaklaştın. Uyarıcı geldi, ölüm yaklaştı. Ölümden sonra senin yerine kim namaz kılacak? Ölümden sonra senin yerine kim oruç tutacak? Ölümden sonra Rabbini senden razı edecek kim var? Ey nefis! Senin için, ancak sayılı günler var!. Eğer o günlerde ticaret yaparsan onlar senin sermayendir. Zaten onların çoğunu zayi ettin. Eğer geri kalan hayatında zayi etmiş olduğun hayatından ötürü ağlasan, yine kendi nefsin hakkında kusurlu sayılırsın. Geri kalan kısmı zayi ettiğinde ve aynı şekilde yaşamaya devam ettiğinde acaba durum nasıl olur?

Ey nefis! Bilmez misin, ölüm sana va'dedilmiştir. Kabir senin evin, toprak döşeğin, böcekler arkadaşındır. En büyük korku (kıyamet dehşeti) önündedir.

Ey nefis! Bilmez misin, ölümün askeri şehrin kapısında seni beklerler. Onlar şiddetli yeminlerle yemin etmişlerdir ki seni beraberlerinde alıp götürmeyince yerlerinden kıpırdamayacaklardır. Ey nefis, onların bir gün için olsa bile dünyaya dönmeyi temenni edeceklerini ve yapmış oldukları kusurları telafi etmek isteyeceklerini bilmiyor musun? Oysa sen de onlar gibi temenni edeceksin. Senin ömrünün bir günü onlara, dünya ve içindekilerin karşılığında satılsa, eğer güçleri yetiyorsa muhakkak satın alırlardı. Oysa sen günlerini gaflet ve tembellikte zayi ediyorsun.

Sanki dünyadan göç etmeyeceksin! Kabir ehline bakmıyor musun? Nasıl oldular? Mallar topladılar, sağlam evler yaptılar. Çok uzun emellere daldılar. Onların cemiyetleri dağıldı, evleri mezar, emelleri aldanış oldu.

Azap olasıca nefis! Onlardan hiç ibret almıyor musun? Onlara bir kere bakmıyor musun? Onların ahirete gittiğini, kendinin ebedî kalacağını mı zannediyorsun? Heyhat! Ne gezer! Ne kötü birşey vehmediyorsun! Sen annenin karnından yere düştüğünden beri ömrünü yıkmaya çalışmaktasın. Yeryüzüne köşkünü yap! Muhakkak ki yerin altı yakın bir zamanda senin kabrin olacaktır. Can gelip boğaza dayandığı zaman ve rabbinin elçilerinin siyah renkler, somurtkan yüzler ve azap ile sana geldiklerinde korkmaz mısın? Acaba o zaman pişman olmak sana fayda verir mi? Üzülmek senden kabul edilir mi? Veya ağlamak sana merhamet getirir mi? Hayret! Kocaman bir hayret sana ey nefis! Buna rağmen sen basiret sahibi ve zeki olduğunu iddia ediyorsun! Senin şekavetindendir ki her gün malının artmasıyla seviniyor, ömrünün eksilmesiyle üzülüyorsun. Oysa artan bir mal, eksilen bir ömür fayda vermez! Azap olasıca ey nefis! Ahiret sana yöneldiği halde ahiretten yüz çeviriyorsun. Dünya senden yüz çevirdiği halde ona yöneliyorsun. Nice bir günü istikbâl eden kimse vardır ki onu tamamlamaz. Nice yarını ümit eden kimse vardır ki ona varamaz. Sen bunu arkadaş, akraba ve komşularında müşahede edersin. Ölüm anında onların hasretini gördüğün halde cehaletinden dönmüyorsun!

Ey miskin nefis! Öyle bir günden kork ki Allah o günde nefsine yemin etmiş ki dünyada emrettiği ve sakındırdığı hiçbir kulunu amelinden sormayınca bırakmayacaktır. O amelin incesinden, gizlisinden, açığından soracaktır.

Ey nefis! Şimdi müptela olduğun musibetten ötürü üzülüp üzülmediğine dikkat et! Veya gözünün bir damla yaş akıtmaya müsamaha edip etmediğine dikkat et! Eğer müsamaha ederse damlanın kaynağı rahmet denizidir. Bu bakımdan muhakkak ki sende ümidin yeri kalmıştır. Öyleyse ağlamaya devam et! Erhamürrâhimînden imdat iste! Ekrem'ül-ekremîn'e şikayette bulun. İmdad istemeye devam et! Şikayet etmekten usanma. Umulur ki Allah, senin zayıflığına acıyıp yardımına gelir. Muhakkak ki senin musibetin oldukça büyüktür. İsyana dalışın oldukça uzamıştır. Kurtuluş imkânları elinden kaçmış, illetler sende derinleşmiştir. Senin için ne yol, ne arama, ne yardım eden, ne kaçmak, ne sığınmak, ne de kurtulmak yoktur. Ancak Allah'a sığınmak bundan müstesnadır. O halde, yalvarmak suretiyle mevlâya sığın. Cehaletinin büyüklüğü nisbetinde, günahlarının çokluğu oranında yalvarmanda huşû göster. Çünkü mevlân, zillet gösterip yalvarana merhamet eder. Üzüntülü tâlibin yardımına koşar. Mecbur olanın davetini kabul eder.

Sen ise ey nefis! Bugün O'na mecbur ve rahmetine muhtaçsın! Yollar önünde daralmış, çıkar noktaları kapanmıştır. Elindeki imkânlar kesilmiştir. Vaazlar sende (müsbet bir) tesir göstermez. Kınanmak seni kırmaz. Kendisinden istenilen ise kerîm ve cömerttir. Yardımı talep edilen zat iyilik şefkat sahibidir. Rahmeti geniştir. Keremi akıcıdır. Affı ise kapsayıcıdır.

Allah'a şöyle yalvar: Ey erham'ür-râhimîn! Ey Rahmân, ey Rahîm, Ey Halîm, ey Azîm, ey Kerîm! Israr edici günahkâr benim. Benim o, cüretkâr ki hiç günahtan vazgeçmedim. Benim o günaha dalan ki hiç utanmadım. Burası miskinliğin ve yalvarmanın, fakir ve zayıfın, boğulmuş ve helâk olmuşun makamıdır. O halde, beni çabuk kurtar ve sevindir! Rahmetinin eserlerini bana göster. Mağfiretinin serinliğini bana tattır.

8 . ÖDEV

-        Birlikte veya tek tek kabir ziyareti.

-        http://www.osmannuritopbas.com/nefs-engelini-asmanin-yolu.html  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Dersler