5. NEFSİN YAPISI ve MUHASEBESİ
1.GİRİŞ
İnsanın üç ana merkezinden biri nefis,
diğerleri de akıl ve kalptir. Bu merkezlerden nefsin yeterince bilinmemesi ve
idrak edilmemesi, insanın yapısının tam olarak anlaşılamamasına sebep
olmaktadır. İnsanların yapısının tam olarak bilinmediği noktalarda kişiler, hem
kendilerine hem de başkalarına mânevî olarak zarar vermektedirler. Bu sebeple
nefsin tam olarak algılanabilmesi için Kur’an’ın öngördüğü nefis anlayışını
ortaya çıkarmak gerekmektedir.
Aynı zamanda insan, nefsinin aşırı istekleri
karşısında iradesine sahip olamadığı noktalarda insanlıktan çıkıp nefsinin
kölesi durumuna düşebilmektedir. Günümüzde insana ait kötü davranışların
çoğunda nefsin başrolde olduğunu söylemek mümkündür. İnsanın şehevî duygularına
gem vuramaması, başkalarına büyüklük taslamaları, insanlara yardım elini
uzatmayıp cimrilik (şuhh) yapmaları, kıskançlık ve haset etmeleri nefsin
kaynaklık ettiği kötü davranışların başında gelmektedir.
Bu yüzden nefsin iğreti arzuları
anlamında olan hevâsının etkisinden kurtulmak için onun eğitim sürecinden
geçmesi kaçınılmazdır. İşte Kur’ân’ın, nefsin kötülüklere kaynaklık ettiği
davranışları ön plânda tutarak gerçekleştirdiği eğitim metodlarının bilinmesi,
nefsin eğitimine ne kadar katkı sağladığının görülmesi açısından bilinmeye
değer bir konu olduğu gerçeğini gözler önüne sermektedir. (Kur’ân’a göre Nefis eğitimi,
Yrd. Doç. Dr. Hamza aktaş Gümüşhane – 2013)
Tarihi süreç içerisinde Felsefî düşüncenin yaygınlaşmaya başlamasından sonra
-bilhassa Emevîler döneminden itibaren- kelime çeşitli tartışmaların içine
çekildi. Kelâmî, tasavvufî ve felsefî nazariyelerin konularından biri haline
geldi. Ne var ki, ashab, tabiun ve bunların izleyicisi olan selef bilginleri
nefsin mâhiyeti, nitelikleri gibi konularda Kur’an ve sünnette verilenle
yetinerek susmayı yeğliyorlardı. Kur’an ve sünnette geçtiği kadarına inanmayı
ilke edinen ilk dönem Müslümanlarına göre nefsin mâhiyetinin kavranması
imkânsızdı ve bu konuda tartışmaya girmek gereksizdi.
NEFSİN İSLAM’DAKI DURUMU
Nefs, tek tek her varlığa işaret ettiği gibi,
bu varlıklara yön kazandıran mânevî güce de verilen addır. Bu anlamda nefs,
maddî hayatın kaynağıdır, yani isteklerin merkezidir. İnsan denilen varlık,
şekil (cisim) ve mânevî cephe sayılan ruhtan meydana gelir. Bu yüzden; “insanın
rûhu, onun nefsidir” de denilmiştir. Hayatın devamı için bedenin bazı şeylere
ihtiyacı vardır. Nefs bu ihtiyaçların şekillendiği ve çıktığı yerdir.
Nefsin istekleri kişinin hayatını sürdürmesini
sağlar. Ama aşırı istekleri onu hataya ve çizilen sınırları aşmaya götürür.
Sözgelimi, kişinin yemek isteği meşrûdur, bir ihtiyaçtır, ama başkasının
yiyeceğini çalarak ihtiyacını gidermesi hatadır. Kişinin nefsi cinsel
birleşmeye ihtiyaç duyar, ancak zina etmesi sınırı aşmasıdır. İnsanın dünya
malına ve geçimliğine sahip olmak istemesi ve sahip olması normaldir. Çünkü
insan böyle yaratılmıştır. Ancak kişi nefsinin aşırı arzularının peşine gider
de, hangi yolla olursa olsun ve ahireti unutarak mal toplamaya çalışırsa hataya
düşer. Kişilerin topluma yön vermesi, yönetmek istemesi doğaldır ve ihtiyaçtır.
Ancak nefsinin gururuna kapılıp da zulmetmeye ve başkasının haklarına tecavüz
etmeye kalkışanlar, sınırı aşanlardır.
İslâm, insan ile onun nefsinin isteklerinin
arasına bir denge getiriyor. Meşrû istekler ile gayr-ı meşrû arzular arasına
sınır koyuyor.
“Nefse
ve ona birtakım kabiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilham edene yemin
ederim ki, nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere
gömen de ziyan etmiştir.” ( Şems 7-10 )
2. KAVRAM TAHLİLİ
Câhiliye dönemi Arap şiirinde daha çok bir
şeyin “özünü”, “kendisini” belirten zamir olarak kullanılan nefs kelimesi,
zamanla yirmiyi aşkın anlamı dile getirecek biçimde kullanılmaya başlandı: Ruh,
can, kan, benlik, kalb, iç (alem), kimse, büyüklük, yücelik, cevher, nefret,
irade, kem göz, nefs kelimesinin dile getirdiği başlıca anlamlar arasındadır.
Nefsin soyut bir kavram
olması nedeniyle tanımlanma ve sınırlama zorluğu bulunmakla birlikte, sözlük
manasıyla günlük dilde kullanılışı ile varlık anlamında kullanılışını
birbirinden ayırmak gerekmektedir. Sözlük anlamıyla günlük dilde bir şeyin
bütünü, gerçeği, kendisi gibi anlamlar taşırken metafizik anlamda maddenin
karşıtı manasında bir ruh felsefesi olarak incelenmiştir. Kuran’da salt ruhun
bilgisine ulaşılamayacağının bildirilmesi karşısında İslâm düşünürlerinin bu
konudaki görüşlerini daha çok nefis terimini kullanarak ifade ettikleri ama
aslında ruh üzerinde yorumlar yaptıkları anlaşılmıştır.
Terim anlamı açısından nefis kavramına bakılacak olursa,
şu manalarda kullanılmıştır:
1. İnsan nefsi, insanın ruhî tarafını veya ölümsüzlüğünü
teşkil eden veya ölümsüz kabul edilen bir özdür. Bunun maddî ve fizikî bir
gerçekliği olmadığı halde düşünce, istek ve işlevleri bulunduğundan, bütün
davranışları tayin eder.
2. İnsanın ahlâkî hissi, tabiatı ve mahiyetidir.
3. Ruhu veya hissî bir kızgınlık, güç ya da bunları
ortaya koyan bir delil sayılır. Bir ressamın yapmış olduğu boyalı cansız bir
resim gibidir.
4. Hayâtî veya zorunlu bir nitelik veya ilkedir.
5. Güden veya hâkim olan şahıs, kimse, merkezdeki şahıs,
kumandandır.
6. Tecessüm etme, timsal olma; o nezaketin timsalidir.
Yani nezaket onun şahsında tecessüm ve tecelli etmiştir.
7. Şahıs, kimse, kişi; kimseyi görmedim (hiç bir nefsi görmedim).
8. Ölü şahsın ruhu ki, bedenden ayrı olduğu ve kendi kendine
müstakil varlığı bulunduğu gibi anlamlar da nefse verilmektedir.
Bütün bu söylenilerden sonra anlaşılmaktadır ki, nefis, İslâm
öncesi arap şiirinde yaşayan vücut ve kan gibi anlamlara gelmesine rağmen
Kur’ân’da, Yüce Allah bu kelimeye farklı manalar yüklemiştir. Bunlardan en önde
gelenlerini şöyle sıralayabiliriz:
Öz/Cevher ( Nisa 1,
Â’raf 189), zât (Mâide 116; En’âm 12, 54), iç (Mâide 116; Tâha 67)
, Kalp/Gönül (Bakara 235; Hûd 31). Fakat
nefis kavramı zihin, gönül, duygu, içgüdü ve iğreti arzular dediğimiz hevâ ile
ilişkisi olduğundan onu bir veya birkaç kelime ile manalandırmak çok zordur. (Kur’ân’a
göre Nefis eğitimi, Yrd. Doç. Dr. Hamza aktaş Gümüşhane –
2013)
Kur’an’da nefs kelimesi -çoğulu olan enfüs ve
nüfûs biçimleriyle birlikte- genellikle çeşitli varlıkların kendilerini
belirtmek üzere kullanılır. Zaman zaman hissî hayat anlamında ruh, kalb ve iç
alem anlamlarında kullanıldığı da görülür. Sözgelimi; “Gelin... kendimizi
(enfüsenâ) ve kendinizi (enfüseküm) çağıralım...” (Âl-i İmran 61) âyetinde;
“kendimiz = enfüsenâ” Hz. Peygamber, “kendiniz = enfüseküm” ise
Hz. İsa hakkında tartışmaya kalkışan Hıristiyanlar dile getirilmektedir.
Kelime, “...Sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben Senin nefsinde (nefsike)
olanı bilmem...” ( Mâide 116) örneğinde olduğu gibi altı âyette Allah’ı,
bir âyette (Furkan 3) ilâhları, bir âyette de (En’âm 130) insan ve cin
topluluğunu belirtmek üzere kullanılır. “Haydi canlarınızı, ruhlarınızı
(enfüseküm) çıkarın...” (En’âm 93) âyetinde insan ruhunu karşılayan nefs
kelimesi, “... Yusuf bunu içinde (nefsihî) sakladı...” (Yusuf 77) ve
“...Allah içinizden (enfüseküm) geçeni bilir...” (Bakara 235)
örneklerindeki gibi “iç alem ve kalp” anlamlarını karşılayacak biçimde de
kullanılmaktadır.
İlgili
Kavram; Nefsin Boş İstek Ve Arzusu/Hevâ
Hevâ; boş, hava dolu, sonuçsuz, değersiz gibi
anlamlara gelir. Uzay ve yer arasında bulunan atmosfer boşluğuna bundan dolayı
hava (aynı lafızdan türetilmiştir) denilmektedir. Istılahta hevâ ise, bir şeye
karşı aşırı sevgi ve bağlılık, arzu ve istek, nefsin tabiatında olan hislerinin
icabına göre hareket ederek yükseklerden yüz çevirip süflî tarafa eğilim
göstermesi, benliğin şehvet tarafına geçerek ruha sırt çevirmesidir. Bu
saptırıcılığından dolayı nefsin bu türden süslü isteklerine tâbi olması, hevâ
olarak isimlendirilmiştir.
Hevâ, nefsin şehvete meyli için kullanıldığı
gibi, bizzat şehvete meyyal nefis için de kullanılır (Râgıb, Müfredât, s. 769).
Hevâ, nefsin, arzularını tatmin için şeriatın dışındaki şeylere meyletmesidir
(Cürcânî, Ta’rîfât, s. 257). Meselâ kişinin nikâhlısına ilgi duyması,
meyletmesi ibâdet iken; nikâhlısı olmayana meyli kabahat olmaktadır (Elmalılı,
Eser Y. 7/4570).
Hevâ, aşağılık istek ve arzuların kaynağı
olmasından dolayı, dalâletin başta gelen sebeplerinden biridir. Bu yüzden
hevânın zıddı “hüdâ” (hidâyet) kabul edilir. Onun için hevâ kavramı, nefsin
şehvete ve zevke düşkünlüğünü anlattığı gibi, ilim sahibi olmadan sahibine emir
veren nefis anlamında da kullanılmaktadır. Böyle bir nefis, sahibini şehvete ve
aşırı zevke düşürüp günaha sürükler, uçurumlara ve Cehenneme düşürür.
Hevâ, insan nefsinin şehvetlerinden ve hayvanî
iştihadan doğan doğal eğilimi olmakla beraber, aynı zamanda insanı her türlü
isyana götüren zaafın itici gücüdür; her türlü belânın, rezilliğin ve kötülüğün
kaynağıdır. Hevânın zan ve şehvet ile de yakın bir anlam bağı bulunmaktadır.
Çünkü zan, kişinin bir şeyin müsbet veya menfîliği hakkında, tahminle kendi
nefsine göre bir hüküm vermesidir. Halbuki sübjektif dünya, izâfî bir dünya
olduğundan, her şahsa göre değişebilen bir âlemdir. Bundan dolayı hevâ, zanda
olduğu gibi aldatıcıdır ve zevke göredir.
Yeryüzündeki bütün günahların, bütün
şirklerin, bütün kâfirliklerin sebebi, hevâya uymaktır. Bir iş yaparken, bir
şeyin hakkında karar verirken, bir ibâdet yaparken, bir şeyin yanlış mı doğru
mu olduğuna karar verirken; kişi ya kendi hevasına ya da inandığı dinin
ölçülerine uyacaktır… Sonuçta vereceği karara göre facirlerden yahut
salihlerden olacaktır.
Hevânin
İlâh Haline Getirilmesi
Bir insan kendi görüşünden, kendi kararından
başkasını beğenmiyorsa, kendi zevkinden daha üstün bir şey tanımıyorsa o insan kendi
hevâsını, kendi nefsini tanrı haline getiriyor demektir. Kur’ân-ı Kerim bunu
şöyle açıklıyor: “Kötü duygularını kendisine tanrı edinen kimseyi gördün mü?
Sen (Resûlüm!) ona koruyucu olabilir misin?” (Furkan 43). Bu kimseler
canlarının istediğinden başka kutsal bir şey bilmezler. Bunlarda hakseverlik
yoktur. Bu gibiler bencil insanlardır. Peşine düştükleri arzuları da normal bir
istek değil, canlarının istediği kuruntulardır. Böyleleri hak, hukuk, delil,
âyet, şâhit tanımazlar, yalnız kendi isteklerini en üstün tutarlar. Onlara göre
din de, insanların vicdanlarından gelen arzularıdır. Dolayısıyla kendi
nefislerini doyurmaya, keyiflerini tatmin etmeye çalışırlar.
Bunlar, hakkı ve gerçeği kabul etmezler, ama
keyfîliği hayat anlayışı olarak alırlar. “Şimdi sen, kendi hevâsını ilâh edinen
ve Allah’ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı, kulağı ve kalbini mühürlediği
ve gözünün üstüne de bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık Allah’tan sonra
ona kim hidâyet verecektir? Siz yine öğüt alıp düşünmüyor musunuz?” (Câsiye 23
ve yine bkz. Furkan 43; Necm 23)
İster nefsin hevâsına göre insanlar, tanrılar
topluluğu düşünüp onları kendi aralarında uzlaştırsın, savaştırsın, barıştırsın
veya seviştirsin; ister arzularının istediği şeyleri onlara emrettirsin ve
nehyettirsin, isteklerini güzel veya çirkin göstertsin; isterse yalnız kendi öz
arzusunun geçerli ve tatmin olmaya değer en önemli gaye olduğunu düşünsün,
bütün bu durumlarda insan, hevâsını tanrılaştırmış olmaktadır. (Mitolojiler,
epiküriyenler, din dışı hümanistler, din dışı egzistansiyalistler, “yaratıcı
sanatçılar”, tanrı yapmak ve yaratmak gibi kavramları ucuz ucuz dağıtan
zihniyetler, sinema artistleri için “yıldız” ki bu tâbir, eskiden yıldızlara
tapmanın hatırasını saklamaktadır veya bir kısmı için “müziğin ilahı” gibi
deyimleri bol bol kullananlar vb. ile birlikte hatırlayalım.) Nefsin hevâsı,
insanlığın bütün çağlarında görülerek dar ve geniş anlamıyla şirkin, belli
başlı kaynağı olmuştur.
Hülasa şu ki; lüzumsuzlarla meşgul olan,
lüzumludan mahrum kalır. İslâm’a tâbi olmayan mutlaka başka yollara düşer;
Allah’a kul olmayan başkalarına kul köle olur. Rasûlullah’ın (sa)
getirdiklerine teslim olmayan, mü’minlik sıfatını yitirir, hevâsını
ilâhlaştırmış olur. Büyüklük ve olgunluk, hevâya göre hareket değil; İslâm’a
teslim olabilmektir.
3. KONUYLA İLGİLİ AYETLER
“(Bununla beraber) nefsimi
temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis aşırı şekilde kötülüğü emreder; Rabbim acıyıp
korumuş başka. Şüphesiz Rabbim çok bağışlayan, pek esirgeyendir.” (Yûsuf 53)
“Kendini kınayan (pişmanlık duyan)
nefse yemin ederim (diriltilip hesaba çekileceksiniz).”(Kıyâmet 2)
“Nefse ve ona birtakım
kabiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilham edene yemin ederim ki,
nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyan
etmiştir.” (Şems 7-10)
“Ey huzura kavuşmuş insan! Sen
O'ndan hoşnut, O da senden hoşnut olarak Rabbine dön. (Seçkin) kullarım arasına
katıl ve cennetime gir!” (Fecr 27-30)
“Kötü duygularını kendisine tanrı edinen
kimseyi gördün mü? Sen (Resûlüm!) ona koruyucu olabilir misin?”(Furkân 43)
“Hevâ ve hevesini tanrı
edinen ve Allah'ın (kendi katındaki) bir bilgiye göre saptırdığı, kulağını ve
kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi
onu Allah'tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâla ibret almayacak mısınız?” (Câsiye 23)
“Andolsun, insanı biz
yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz ve biz ona şah
damarından daha yakınız.” (Kâf 16)
“ᅠEy bürünüp sarınan (Resûlüm)! Kalk, ve (insanları) uyar. Sadece Rabbini büyük tanı. Elbiseni tertemiz tut.ᅠKötü şeyleri terket. Yaptığın iyiliği çok görerek başa kakma. Rabbinin rızasına ermek için sabret.” (Müddessir 1-7)
“ᅠAzana ve dünya hayatını ahirete tercih edene, şüphesiz
cehennem tek barınaktır. Rabbinin makamından korkan ve nefsini kötü arzulardan
uzaklaştıran için ise şüphesiz cennet yegâne barınaktır.” (Nâzi’ât 37-41)
“ᅠKendilerini temize çıkaranlara ne dersin! Hayır, Allah
dilediğini temize çıkarır ve hiç kimse kıl payı kadar haksızlık görmez.” (Nisâ 49) ᅠ
4. KONUYLA İLGİLİ
HADİSLER
“Akıllı kimse, nefsini muhâsebe eden ve
ölümden sonrası için çalışandır. Âciz de, nefsini hevâsının peşine takan ve
Allah’tan (kendisini nasıl olsa affedeceğine dâir, kuru kuruya) temennîde
bulunan kimsedir.” (Tirmizî, Kıyâmet 26, hadis no: 2461)
"Sizden biriniz kendi nefsi için
istediğini (din) kardeşi için de istemedikçe (tam) iman etmiş
olamaz." (Müslim, İman 71, 72, hadis no: 45)
"Müftüler sana fetvâ vermiş olsalar
da sen yine nefsine (kalbine) danış." (Ahmed bin Hanbel, IV/228;
Dârimî, Büyû' 2; Buhârî, Târih)
Vâbisa ibn Ma’bed (r.a.)’den rivâyet
edildiğine göre, o şöyle dedi: “Rasûlullah (s.a.s.)’ın huzuruna varmıştım.
Bana: “İyiliğin ne olduğunu sormaya mı geldin?”buyurdu. “Evet” dedim. O
zaman şunları söyledi: “Kalbine danış. İyilik, nefsin uygun gördüğü ve
yapılmasını kalbin onayladığı şeydir. Günah ise, içini tırmalayan ve başkaları
sana ‘yap’ diye nice nice fetvâlar verse bile içinde şüphe ve tereddüt
uyandıran şeydir.” (Ahmed bin Hanbel, IV/227-228; Dârimî, Büyû’ 2)
"Sizden biriniz, sakın 'nefsim habis
(pis) oldu' demesin!" (S. Müslim ve Tercümesi, Mehmed Sofuoğlu, c. 7,
s. 118)
“Allah’ım, huşû duymaz bir kalpten Sana
sığınırım; dinlenmeyen (kabul edilmeyen) bir nefisten, faydası olmayan bir
ilimden, bu şeylerden Sana sığınırım.”(Tirmizî, Deavât 69, hadis no: 3478;
Nesâî, İstiâze 2, hadis no: 8, 255)
“Yüce Allah’ın yanında gök kubbe altında
Allah’tan başka tapınılan tanrılar içinde, kendisine uyulan hevâ (aşırı istek
ve tutkular)dan daha büyüğü yoktur.”(Taberânî; İbn Kayyim el-Cevziyye,
İğâsetu’l-Lehfân, 2/148; Elmalılı, 6/70; Ş. İslâm Ansiklopedisi 2/397)
“Gerçek mücâhid, nefsiyle mücâhede
edendir.” (Ahmed bin Hanbel, 6/2022)
"Dikkat edin, bir (büyük) fitne
kopacaktır!" Hz. Ali (r.a.) bunun üzerine "Yâ Rasûlallah! Bu
fitneden çıkış (kurtuluş) nasıl (olacak)tır?" diye sordu. Peygamberimiz
buyurdu ki: "Allah'ın kitabı(na sarılmakla). Sizden öncekilerin
tarihi, sizden sonrakilerin haberi ve aranızdaki meselelerin hükmü ondadır. O,
(hak ile bâtılı ayıran) kesin bir hükümdür; saçma değildir. Her kim
zorbalığından ötürü onu bırakırsa Allah onu(n boynunu) kırar. Her kim hidâyeti
ondan başkasında ararsa Allah onu dalâlete düşürür. O, Allah'ın habl-i metîn'i
(sağlam ipi)dir. O, zikr-i hakîm (hikmet dolu sözler)dir. O, sırât-ı müstakîm
(doğru yol)dir. O; hevâların/arzuların hakikatten saptıramadığı, dillerin
iltibâsa (karışıklığa) düşüremediği, ilim adamlarının doymadığı, fazla
tekrarlanmaktan eskimeyen ve acâib (hayranlık veren tarafları) bitmeyen bir
kitaptır. O, öyle bir kitaptır ki, cinn(den bir grup) onu dinlediği zaman 'biz,
doğruluk ve olgunluğun yolunu gösteren hayretâmiz bir Kur'an dinledik ve ona
derhal iman ettik!' demekten kendilerini alıkoyamamışlardır. Ona dayanarak
konuşan, doğru söz söylemiş, onunla amel eden sevap kazanmış, ona dayanarak
hüküm veren adâlet etmiş ve ona dâvet eden doğru yola hidâyet edilmiş
olur." (Tirmizî, Fezâlu'l-Kur'an, 14, hadis no:
3069)
“Cehennem, şehvetlerin perdeleriyle
örtülmüştür. Oraya şehvetler ile (girilir). Cennet de nefsin hoşlanmadığı
ibâdetlerle korunmuştur. (Buraya da ibâdet meşakkatleriyle girilir).” (Buhârî,
Tecrîd-i Sarîh, c. 12, s. 195)
Ebû Kulâbe, müslümanlara şu tavsiyede
bulunmuştur: "Hevâlarına/heveslerine tâbi olanlarla oturmayın,
onlarla mücâdele de etmeyin; ben onların kendi bâtıl yollarına sizleri
çekeceklerinden emin olamam, inandığınız değer yargılarına şüphe
katarlar." (Tirmizî, Mukaddime, I/90)
Nefisle
İlgili Uydurma Rivayetler
Nefisle
ilgili hadis sanılan meşhur rivâyetlerden birkaçı şunlardır:
1.
“Nefsini bilen, Rabbini bilmiş olur.” Aliyyu’l-Kari der ki: “İbn Teymiye, bu
sözün mevzû olduğunu, Sem’ânî, merfû olarak bulunmadığını, ancak Yahya bin Muâz
er-Râzî’nin sözü olduğunu söylemiştir. Nevevî: ‘Lafzı hadis değildir, fakat
mânâsı sâbittir’ dedi. Yine denildi ki: ‘Kendi cehâletini bilen, Allah
Teâlâ’nın bâkî olduğunu, kendisinin âciz ve zayıf olduğunu bilen, Rabbinin
kuvvet ve kudretini anlamış olur.’ Bu sözün, Emîru’l-Mü’minîn İmam Ali bin Ebî
Tâlib (ra)’e âit olduğu beyan edilir. (Nehcü’l-Belâğa, Çev. A. Gölpınarlı, Kum
Yay. s. 419; Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki Dayanakları, Ahmet
Yıldırım, TDV Yay. s. 229-230)
2.
“Küçük cihaddan büyük cihada dönmüş bulunmaktayız...” Hz. Peygamber böyle
deyince, ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Büyük cihad nedir?’ diye soruldu. O da şöyle
buyurdu: “Dikkat edin, o nefs mücâhedesidir.” Mutasavvıflardan Ebû Tâlib
el-Mekkî (Kutu’l-Kulub, I/187 ) ve Hucvirî bu rivâyeti nefsle mücâhedenin önemi
ile ilgili olarak eserlerine almıştır. Irâkî der ki: “Bu hadisi Beyhakî’nin
Kitâbu’z-Zühd adlı eserinde rivâyet ettiğini ve senedinin zayıf olduğunu” belirtir
(Gazzâlî, İhyâ, III/14; V/132). Aliyyu’l-Kari ise, İbn Hacer’in bunun İbrâhim
bin Able’nin sözü olduğunu söylediğini nakleder (Aliyyu’l-Kari, el-Esrâr, s.
211-212, no: 211). İbn Teymiyye ise şöyle demektedir: “Bunun aslı yoktur. Hz.
Peygamber’in fiillerini ve ef’âlini bilen hiçbir kimse bunu rivâyet etmemiştir.
Bunun yanında kâfirlerle cihad etmek en büyük amellerdendir. İb Teymiyye,
görüşünü âyet (bkz. 4/Nisâ, 95; 9/Tevbe, 19-20) ve hadislere (bkz. Buhârî,
Cihad 1; Müslim, İmâre 111; Nesâî, Cihad 17, hadis no: 3128) dayandırarak
açıklar. İbn Teymiyye bu rivâyetin kendisinin zikrettiği âyet ve hadislere ters
olduğunu belirtir (Mecmûu Fetâvâ, c. 11, s. 197-200).
3.
“Düşmanlarının arasında en azılı olan düşmanın, iki yanın arasında ve içinde
bulunan nefsindir.” Hadis kitaplarında bulunmayan bu rivâyet, Gazzâlî’nin
İhyâ’sında (III/10) zikredilir. Irâkî, rivâyetin senedinde bulunan Muhamed bin
Abdirrahman bin Gazvân’ın hadis uydurucularından birisi olduğunu kaydeder.
Rivâyetin uydurma olma ihtimali yüksektir. (Ahmet Yıldırım, age. s. 228)
4.“Nefsine
düşman ol. Çünkü o Bana düşmanlığa kalkışmıştır.” İmam Rabbânî, bu rivâyeti
nefs-i emmâreyi zemmetmek bâbında zikretmiştir (Mektûbât, I/66, Mek. No: 52).
Ancak, buradaki dipnotta bu rivâyetin Hz. Dâvud (a.s.)’dan rivâyet edilen kudsî
hadislerden olduğu belirtilmektedir. Hadis kaynaklarında yer almayan bu
rivâyetin uydurma ihtimâli çok yüksektir. (Ahmet Yıldırım, age. s. 231-232)
5. NEFSİN ÇEŞİTLERİ / HÂLLERİ
İnsanda üç kuvvet vardır
ki, bu üç kuvvet; üç nefis diye de ifadelendirilir.
1. Bilme gücüne
(kuvvet-i âlime-nutk) melekî nefs (nefs-i melekî) hikmet erdemi
2. Öfke gücüne (kuvvet-i
gadabiyye) yırtıcı nefs (nefs-i seb’î) yiğitlik/cesaret erdemi
3. Arzu gücüne (kuvvet-i
şeheviyye) hayvânî nefs (nefs-i behimî) adı verilir ve iffet erdemi
ortaya çıkar.
1. Nefis; Temyiz
(Ayırtetme) ve İdrak (kavrayış, anlayış) kuvvetinin kaynağı olan nefs-i
meleki'dir (meleki nefistir).
2. Nefis; Makam, üstünlük,
tasallut, intikam ve gazab (öfke) kuvvetlerinin kaynağıdır ki buna nefs-i seb'i
denir.
3. Nefis; İştiha (arzu ,istek) veren lezzetlere sürükleyen;
yeme, içme ve cinsellik gibi hususlara meyletmeye vasıta olan nefs-i
behimidir (hayvanlaşmış nefis).
Filozoflar derler ki,
bunlardan birincisi aslında edep sahibidir ki, bu nefs-i melekidir. İkincisi
her ne kadar aslında edep sahibi değilse de edeplendirilmeye kabiliyeti vardır
ki, bu nefs-i seb'idir. Üçüncüsü de ne aslında edep sahibidir, ne de
edeblendirilmeye kabiliyetlidir ki, bu da nefs-i behimidir. Nefs-i Behiminin yaratılışından
gaye bedenin bekasıdır (devamıdır). Zira ruhun kemali elde etme yolundaki
bineğidir. Nefs-i seb’inin yaratılışındaki hikmet behimi nefs-i kırmak içindir.
Zira behimi nefs ile meydana çıkan zararlar bununla giderilir. Bu üç nefsi bazı
filozoflar bir halka içinde bir melek, bir köpek ve bir domuzun bir araya
gelmesine benzetmişlerdir.
Bazı filozoflar da şöyle
temsil etmişlerdir: Bir kimse bir hayvana binip yanına bir köpek alarak ava
gitmiş olsun: Tasarrufu (idareyi) adam eline alır, hem bindiği hem de
yanına aldığı köpeğe akıl gereğince davranır, bu suretle onları sevkederse ve
herbirine münasip olan kuvvetini verip istirahat şartını gözetirse üçü birden
aynı gayede birleşirler. Köpek avı çevirir, fazlalıklardan yer, hayvan dahi
biraz zahmet çekerse de zamanı gelince gıdasını alır, insan da arzu ettiği bir
avı elde etmiş olur. Sıhhat ve emniyet icinde oturduğu meskenine dönmüş
olur. Hüküm ve tasarruf (idare) hayvanın elinde olursa; uzaktan su gördüğü
ya da yeşillik hayal ettiği yere koşar varır ki, su zannettiği seraptır,
yeşillik zannettiği de topraktır. Hem avdan olmuşlardır, hem de fuzuli (boşu
boşuna) yorulup gerçek su ile yeşilliği de kaçırmışlardır. Hüküm ve tasarruf
(idare) köpeğin elinde olursa, gördüğü gölgeyi av sanıp ya sarp kayalıklara, ya
diken içindeki helak edici vadiye atılır, hem kendini hem binekteki biniciyi
helake sürükler. (Kınalızâde Ali Çelebi, Ahlâk-ı Alâî)
Bağlı
olduğu Güçlere Göre Erdem ve Rezilet (Rezilliklerin) Tasnifi
NEFS-İ MELEKİ |
NEFS-İ BEHİMİ |
NEFS-İ SEB’İ |
||||
İtidali HİKMET |
İtidali İFFET |
İtidali YİĞİTLİK |
||||
İfrat Cerbeze: Fazla sözlerle aldatıcılık.
Haklı ve haksız sözlerle hakikatı gizleme. Kurnazlık, hilekârlık |
Tefrit Beladet: Ahmaklık, sersemlik, kalınkafalılık.
Budalalık. |
İfrat Fücur: |
Tefrit Humud: Düşme, Zayıflama, Sâkin
olmak, Soğumak. Şehvetin (hayvânî rûhun
kendine tatlı gelen şeyleri istemesi) lüzûmundan az olması |
İfrat Tehevvür:
Çok kızma, öfkelenme, köpürme, Korkusuzlukla düşünmeden
hareket etmek. Sonunu düşünmeden birden bire karar vermek. |
Tefrit Cübün: Ürkeklik. Korkaklık.
Korkak olmak. Cesaret ve atılganlık
gösterilmesi gereken durumlarda ileri atılmaktan korkup çekinmeye yol açan
ruhî zaaf, aklıselimin cesaretli olmayı gerektirdiği hallerde korku ve telâşa
kapılma |
|
Adalet |
Zıddı Zulüm |
|||||
(
Kınalızâde Ali Efendi’nin Ahlâk İlmi Ve Ahlâk Terbiyesi Hakkindaki Görüşleri,
Ayşe Sidika Oktay, Son Dönem Osmanli Ahlâk Terbiyecileri Ve Ahlâk Terbiyesi, Ensar Neşriyat )
Nitelik itibariyle Kur’an’da üç tür nefisten söz
edilmektedir. Bunlar:
1-Nefs-i
Emmâre: “Çünkü nefis aşırı
şekilde kötülüğü emreder.” (Yusuf 53) âyetinde belirtildiği gibi “emmâre”,
çok emreden anlamına gelir. Bedensel hazlara ölçüsüzce itibar eden, lezzet ve
şehvet için ahlâkî sınırları çiğneyen kişiyi ifâde eder. Nefsin bu özellikleri
mü’minlerde takvâ yeteneğiyle alt edilebilir. Takvâ gücünden yararlanamayan
insanlarda ise fücur faaldir. Fücur halindeki insanlar, alabildiğine
isteklerinin maddî, şehevî arzularının peşinden koşarlar. Günahlardan tevbe
etmek yerine, isyanda ısrar ederler. Bunlar kendilerini nefis muhâsebesine (özeleştiriye)
tâbi tutmazlar. ( Necm
39)
Nefs-i emmâre, aklı ve kalbi aldatır. En
degerli ve en güzel şeyleri akla ve kalbe, kötü, çirkin ve değersiz gösterir. Nefs-i
emmâre’den kalbe geçen ilk hastalık şehvettir. Şehvetin peşinden sevgi, istek
ve öfke geçer. Bunların peşinden de kibir, çekememezlik, zülum ve tutku gelir.
Nefs-i emmâre’nin ortaya çıkmasına sebep olan en etkili organ gözdür. Görmemizi
sağlayan göz haramlara baka baka gönül gözü kör olur. Ne kadar kötü sıfat varsa,
bunları görmez olur. Bu nedenle gözü haramlardan sakınmak gerekir. Kulak, dil,
deri v.b. gibi diger duyu organlarının durumu da böyledir. Bu organlarında
hassasiyetlerini kaybetmemesi için haramlardan muhafazası gerekir.
Bu makamda nefis, sultandır
ve hâkimdir. Şeytânî akıl, onun veziridir. Kin, haset, kibir, riya, tûl-i emel
(sonsuz istekler), hırs, tama’ (aç gözlülük), baş olma sevdası, cimrilik, v.b.
kötü sıfatlar nefs-i emmâre’de bulunur ve tüm bunlar şehvet ile gazap (öfke)
duygusundan doğar. Ayrıca bu nefsin cahillik, kabalık, buğz (kin), kahır, küfür
ve nifak gibi özellikleri vardır. Boş şeylerle uğraşmak, alay etmek, başkasına
eziyet vermek, kendini beğenme, makam sevgisi, gıybet, gammazcılık ve dedikodu
yapmak da özellikleri arasında yer alır… Âlemi, bu görünen âlemdir. Yeri,
gögüstür. Hâli, meyildir (arzu, istek). Yolu, şerîatın dış ölçüleridir. ( İmam Gazzâlî’ye Göre Nefis Ve Nefis Egitimi,Yüksek Lisans Tezi, Adem Yıldız)
2-
Nefs-i Levvâme:
Kıyâmet Sûresi ikinci âyette geçer. Bu âyette levvâme nefse yemin edilmektedir.
“Levvâme”, özünü eleştiren nefis (kişi)dir. Levvâme, levm kökünden türeyen bir
sıfattır. Kendisini ısrarlı bir şekilde kınayan anlamına gelir. Mü’min, kendini
sürekli özeleştiriye (levme) tâbî tutar; amellerini, eylemlerini gözden
geçirir, İlâhî ilkelerin denetiminden geçirerek Rabbinin kulu olduğunu unutmaz.
Günahkâr, zâlim, kâfir, fâcir kimseler ise, kendilerini Yaratıcılarından
müstağnî görme eğilimindedirler. Nefsini (kendini) levmetmeyenler
(kınamayanlar) özlerini eleştiremezler, tutturdukları yolda ilerleme, tüm
arzularını giderip dünyadan kâm alma eğilimindedirler. (Âl-i İmrân 135, Necm
32)
Bu noktadan hareketle denilebilir ki, kendini
kınayan nefis anlamında olan Levvâme nefis, sabit ve durağan bir yapıda
değildir. İşlediği günahlardan dolayı üzülen ve sevaplardan dolayı sevinen
nefistir. Konumu gereği bir ucu Emmâre nefse açık iken, diğer bir ucu da Mutmainne
nefse açıktır. Bu nefis seviyesinde durmak çok zor olmaktadır. Bu nedenle
yüksek ideallere çıkabilme ve aşağı duygulara inebilme özelliğine sahiptir.
Buna ilaveten nefsin kendisini düzeltmesi açısından sürekli eleştiren bir
sistemde olması dolayısıyla eğitime açık bir yönü vardır. İnsanların hata ve
kusurlarını görmesi bu nefse bağlı olmakla beraber, daha yüksek seviyelere
ulaşması için de terbiyeye ve eğitime ihtiyaç duymaktadır.
3-
Nefs-i Mutmainne: Fecir
Sûresi 27. âyette geçer. “Mutmainne”, “huzura erme, doygunluk” anlamlarına
gelir. Mutmain nefis, Allah’a gönül bağlayan, itmînânı sadece Allah’a itaat,
ibâdet ve zikirde bulan kişiyi ifâde eder. Yani hiçbir şüphe taşımadan Allah’ı
rab, peygamberin getirdiği hak dini de hayat rehberi olarak benimseyendir.
Başka bir ifâdeyle Allah’ın yasaklarından mecbûren değil; severek kaçınan, uzak
durandır. Elmalılı Hamdi Yazır, şöyle izah etmektedir: “Mutmainne nefis,
kararsızlık ve ihtiyaç ifâde eden ve birbirini izleyen sebepler zincirinden
kurtulup bunların arkasındaki gerçek etken olan Allah’a yükselmiş, O’nu tanıma
gâyesinde karar kılmış, varlığında ve fiillerinde O’ndan başkasına eğilmeyi
reddetmiş benlik demektir. Bunun anlamı da, emmâre nefsin aldatıcı
isteklerinden, Allah dışındaki şeylere bağlılıktan kurtulup gerçek hürriyeti
kazanmaktır.” (Hak Dini Kur’an Dili, c. 8, s. 5816)Râdıyye, hoşnut olan, râzı
gelen anlamına gelir. Mardıyye ise, râzı ve hoşnut olunan demektir. Fecr 28.
âyette de “Allah’tan râzı olan” nefis anlamında kullanılmıştır: “...Sen O'ndan
hoşnut, O da senden hoşnut olarak Rabbine dön.”
6. NEFSIN AFETLERİNDEN/ZARARLARINDAN KURTULMA YOLLARI
Kişi, Riyazet, mücahede, nefis muhasebesi, nefsi kınama
gibi eğitim metodları ile nefsini eğiterek kalbini hastalıklardan korumalıdır.
1.NEFİS
MUHASABESİ
Muhasebe,
kişinin kendi nefsini hesaba çekmesi demektir. Bununla kastedilen, geçmişte
yaptığı ameller ve gelecekte yapacağını düşündüğü işlerdir. Ebu Talip el-Mekkî
Kutu’l-Kulub adlı eserinde nefis muhasebesi ile ilgili olarak şunları kaydeder:
Allah Teâla buyurdu ki: “Biz,
kıyamet günü için adalet terazileri kurarız. Artık kimseye, hiçbir şekilde
haksızlık edilmez. (Yapılan iş,) bir hardal tanesi kadar dahi olsa, onu (adalet
terazisine) getiririz. Hesap gören olarak biz (herkese) yeteriz.” (Enbiya 47)
Ayetteki “Eteynâ=getiririz” fiilinin hemzesi bir kıraatta uzatılarak
'Aateynâ=karşılığını veririz' şeklinde okunmuştur. Bu şekliyle korkutma ve
tehdit havası daha keskin ve etkileyici olmaktadır. Allah Teâla buyurdu ki: “O
gün insanlar amellerini görmeleri (karşılığını almaları) için darmadağınık geri
dönüp gelirler.
Kim zerre miktarı hayır
yapmışsa onu görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür.” (Zilzal 6-8)
Er-Riaye
isimli eserinde işlediği muhasebe kavramı sebebiyle "el-Muhasibi"
lakabını alan Haris b. Esed muhasebeyi ikiye ayırmaktadır:
Birincisi yapacağımız işlerle, ikincisi yaptığımız işlerle ilgili muhasebedir. Yapacağımız işlerle ilgili muhasebe yararlıyı
zararlıdan ayırmak için ayak kaymasına karşı tedbirli olmamızdır. Böylece bilinçli
bir biçimde zararlıyı terk eder, yararlıyı tercihle yaparız. Bu tür bir
muhasebe insanın önünü görerek ve yere sağlam basarak güvenle yürümesini
sağlar.
İkinci tür muhasebe ise geçmişte yapılan
işlerle ilgilidir. İnsanın yaptığı iş ve davranışları gözden
geçirerek eksik ve kusurlarını tamamlaması, hata ve günahları varsa ondan
tövbekâr olması demektir.
Netice
itibariyle Allah, kullarının işlerini yapmadan önce planlamalarını; yaptıktan
sonra da yapılan işin nasıl bir şekil aldığını gözden geçirmelerini
istemektedir. Kulun ameline nokta koyan ölümden başkası değildir. Öyleyse sağ
olduğu sürece, muhasebenin iki türlüsü de müminin hayatına şekil vermelidir.”
(Yılmaz Hasan Kamil, Altınoluk Dergisi sayı:143)
Muhasebenin Önündeki Engeller
1. Yaradılış Gayesini Unutma
2. Ayetlerden Yüz Çevirmek
3. Şeytan ve Yoldaşlarının Yoluna
Uymak
4. İnsanoğlunun Dünyaya Aldanması
5. Ahiretin Unutulması
6. Gaflet
7. Nefse, Heva ve Heveslere
Uyulması
8. Zamanın Boşa Harcanması
NEFİS
MUHASEBESİ NASIL YAPILIR?
Kul, nefsinde bir himmet
(düşünce) doğduğu ve hareket başladığı zaman şöyle bir durur. Hatırını (kalbe
gelen his ve fikir) yoklar ve tanımaya çalışır. Hatır, kalbin hareketini,
Izdırab (dalgalanma) ise bedenin hareketini ifade eder. Kulun kalbinde doğan
his veya fikir, bir niyet, azmetme, karar verme, çaba sarfetme veya yapma
cihetinde bir himmete sebeb olur. Eğer bunlar, Allah için ise ona devam eder. Eğer
beşeri tabiata uygun ve beşeriyet vasfına uygun dünyevi bir çıkar, nefsani bir
heva, eğlence ve gaflet içinse o hatırı hemen reddeder ve onu kafasından ve
kalbinden çıkartıp atmak ister, içinden gelen bu kötü sese kulak vermeyip onu
zihninde üretmeyerek kalbinde yer etmemesi için çabalar. Aksi halde kalbinde
yereden bu kötü fikrin atılması çok zor olur. Oraya yerleşen bu fena fikir,
zamanla orada bir tesir doğurur ve bu da zaman içinde fiil olarak ortaya çıkar.
Kul, kalbine doğan bu
fikrin (=hatır) tahlilini yapamaz ve onun üzerinde şüpheye düşerek hakikatini
göremez, onun Allah Teâla katında övülen, rızasına mazhar olacak, kul için öne
geçiricilik vasfı taşıyan bir şey mi yoksa Allah Teâla katında çirkin ve mekruh
görülen, kulun onu terketmesinde Allah'a yakınlık ve sevapta fazlalık getiren
bir şey mi olduğunu bilemezse, o zaman bir kapalılık ortaya çıkar.
Bu kapalılığın sebebi, şu
üç husustan biridir:
1. Allah Teâla'yı yeterince
bilememekten kaynaklanan yakini iman
eksikliği;
2. Batıl hükümlerin kapalı
yönlerini bilememekten doğan ilim
eksikliği;
3. Beşer tabiatından doğan ve nefse yerleşen heva ve heveslerin galib gelmesi.
Allah (c.c) bu hususlarda
eksikliğini giderenlere aşağıdaki müjdeyi veriyor:
“Ey iman edenler, Allah'tan korkarsanız, O da
size bir kıstas (furkan) kılar, günahlarınızı kefaret eder”. (Enfal/29)
Amellerin
Muhasebesi:
Küçük de olsa hiçbir fiil
yoktur ki, onun için üç defter açılmasın: İlk defterde 'Neden?' İkinci defterde
'Nasıl?' üçüncü defterde ise Kimin için?' soruları yazılıdır. 'Neden?'
sorusunun manası şudur: Yaptığın bu fiili neden yaptın? İşte bu, Rubûbiyet hükmü
gereği Allah Teâla'nın kulluk hükmündeki kulunu imtihan noktasıdır. Bunun
manası daha geniş olarak şöyledir: Yaptığın bu fiili, Mevlan istediği için mi
yaptın, yoksa onu sırf kendi arzundan dolayı mı yaptın?
Kul, eğer bu defterden
temiz çıkar, yani bütün yaptıklarını Allah Teâla emrettiği için yapmış olarak
hesabını verirse, ikinci defter açılır ve 'Nasıl yaptın?' sorusu sorulur. Bu
da, kuldan yaptığı fiille ilgili bilgisinin istendiği noktadır ve onun için
ikinci imtihanı teşkil eder. Burada kula, yaptığı fiili, bir ilme dayanarak mı
yoksa cehaletle mi yaptığı sorulur. Çünkü Allah Teâla, ancak kendi yolu üzere
yapılan amelleri kabul eder. O'nun yolu da ilimdir.
Eğer kul, bu imtihanı da
geçerse, o zaman üçüncü defter açılır ve yaptığı işleri kimin için yaptığı
sorulur. Bu da, sadece Rab Teâla'ya has ve halis kılarak kulluk etmenin
sınandığı noktadır. Kulun geçeceği üçüncü imtihan da budur. Bu imtihanı
geçenler, Allah Teâla'nın haklarında “ᅠAncak
onlardan ihlâslı kulların müstesna.” (Hicr 40) buyurduğu kullarıdır. Bu da,
ihlas şiarı olan “La ilahe illallah”ın gereği ve icabıdır. Bundan sonra kul
için, karşılaşma anının beklentisi içinde ürpermeden başka bir şey yoktur.
2.NEFSİN MURAKABESİ
Her an
Allah’ın rızası içersinde olup olmamak hususunda kulun kendini kontrol etmesi
ve o hal üzere kalması demektir.
Murakabe: Korku; denetleme,
gözetleme, kontrol etme, kendi iç alemine bakma, dalıp kendinden geçme, devamlı
gayeyi düşünme; kalp ile daima Allah'a bakma; kalbi kötülüklerden korumak için
nefsi kontrol altında bulundurma; kişinin daima Rabbinin her halini bildiğini
bilmesi, kulun her halini Allah’ın görüp bildiğini, içinden geçenlere vakıf
olduğunu düşünmesi ve sürekli olarak bu düşüncede kalmasıdır.
Allah her şeyi gözetler.
(Ahzab 52)
Şüphesiz Allah kalplerde
olanı bilmektedir. (Ali İmran 119)
Gerçek murakabe, Allah'ı
görüyormuş gibi ibadet etme alışkanlığı kazanmaktır.
Cibril hadisinde de
murakabeye işaret vardır. Cibril Hz. Peygamber (s.a.s)'e;
"Bana ihsanı
anlat" dedi. Rasulullah (s.a.s) de; "İhsan, Allah'ı görüyormuş gibi
ibadet etmendir. Sen onu görmesen de O, seni görüyor" buyurdu.
Cibril: "Doğru
söyledin" dedi (Buharî İmân, 38; Müslim, İman I).
Murakabe her iyiliğin
temelini oluşturur ve hayatın her safhası ile ilgilidir. İnsan bu sayede geçmişin
bir değerlendirmesini yaparak içinde bulunduğu durumu düzeltir, daima doğru
yolda bulunur, Rabbi ile olan ilişkilerinde kalbini iyice kontrol eder, hiç bir
zaman Allah'ı aklından çıkarmaz; Allah'ın kendisini gözetlediğini, kendisine
çok yakın olduğunu, yaptıklarını gördüğünü, söylediklerini işittiğini bilir.
Böylece kendisi ve toplumu için faydalı, dünya ve ahirette mutlu bir kişi olur.
Murakabe derecesine ancak
muhasebe ile ulaşılabilir. Bunun için muhasebeyi de bilmek ve muhasebe bilinci
içerisinde olmak gerekmektedir.
Kutu’l-Kulub
Sahibi Ebu Talip El- Mekki şöyle demiştir:
Murakabe ehli bir kulun
ilk müşahedesi (gözlemi) şu olmalıdır: Kesin olarak bilmelidir ki, uzun veya
kısa hiçbir vakti şu üç esastan uzak kalamaz:
1. Allah Teâla'nın ona
emrettiği farzların edası ve nehyettiği haramlardan sakınması,
2. Allah Teâla'nın
özendirip teşvik ettiği bir mendubun ifası: Bu da asıl olarak kulu Allah Teâla'ya
yaklaştıracak hayır ve iyilik işlerinde bulunup böylesi işlerde diğer
müminlerle yarışması, bunlardan hiçbirini kaçırmamasıdır.
3. Yapması halinde beden ve
kalbinin sıhhat ve salah bulmasını temin edecek bir mubah ile uğraşması.
Bir mümin için, bunlar
dışında geçirilecek dördüncü bir vakit yoktur. Eğer bunlar haricinde dördüncü
bir vakit ihdas ederse, Allah Teâla'nın koyduğu sınırları çiğnemiş olur.
Murakabe yapan kul, güne
başladığı zaman bütün, uyanıklılığıyla en kısa vaktinde dahi Allah Teâla için
emir veya yasak türünden bir farz olup olmadığına bakar. Eğer böyle bir farz
varsa günlük amellerine onunla başlar. Onu bitirdikten sonra başka bir farz
yoksa, o zaman mendublar ve faziletler üzerinde düşünür. Bu nevi amellerde de
en faziletli olanla başlar.
Kul için bu iki faziletten
başka bir şey yapmak mümkün olmazsa, o zaman nefsinden nefsi, gününden dünü,
saatinden günü, dünyasından ahireti için bir şeyler yapar. Çünkü Allah Teâla
ona böyle emretmiştir: “Ama Dünyadan da nasibini unutma”. (Kasas 77) Bu emrin
anlamı şudur: Dünyadaki nasibini olduğu kadar ahiret için de dünya hayatındaki
nasibini almayı bırakma. Bu, Allah Teâla'nın size iyilik ettiği gibi sizin de iyilik etmeniz ve
dünyada fesad çıkmasını istememenizdir. Aksi halde ahiretteki nasibinizi
terketmiş olursunuz. Allah Teâla da dostları için hazırladığı engin sevabındaki
payınızı unutur. Nitekim O şöyle buyurmaktadır: “Onlar Allah'ı unuttular.
Allah da onları unuttu!”(Tevbe 67) Yani onlar, Allah Teâla'yı terkettiler, O da
onları terketti. Onların Allah'ı terketmeleri, O'nun kendilerine verdiği
nasibi terketmeleri, Allah Teâla'nın onları terketmesi ise; ahirette
isteyecekleri şeyleri terketmeleridir.
Ferasetli bir kul,
kendisine verilen ömrü ve tanınan vakti, kesin olarak iman ettiği ahireti için
harcar. Daha sonra vaktinin kalan kısmında da, o vakte mahsus olan fiillerin en
faziletli olanına sarılır. Vaktinin geçirilmesiyle bir daha telafisi mümkün
olmayan amelleri eda etmekte acele eder. İlminin ona gösterdiği ve gücünün de
yettiği en güzel davranış budur.
Sonuç itibarıyla bütün
vaktini Mevla'sına tahsis etmiş olur. Kısa da olsa kulun hiçbir vakti şu iki
makamdan birinden uzak değildir: Nimet makamı; İmtihan ve bela makamı; Nimet
makamında yapması gereken şey şükretmek iken, imtihan ve bela makamında yapması
gereken şey de sabretmektir.
Kul, kısa da olsa hiçbir
vaktinde şu iki müşahedenin birinden uzak kalamaz: Nimete şahit olmak; Nimet
veren Allah'a şahit olmak; Çünkü her vakitte bir Malik ve O'na ait olan bir
memluk yani kul bulunur. Kula düşen, bu Mevcud'a hizmet etmek ve Mabud'unun
hizmetinde daima hazır olmaktır. Murakabe, kulun sürekli hazır oluşunun
(=huzur) alameti iken, Muhasebe de Murakabe'nin delil ve rehberidir. Kulun
vakitleri arasında en kısası da olsa bir üçüncü vakit daha vardır ki o da,
mubahlarla meşgul olduğu vakittir. Mubah ile meşgul olmak, müminin yapacağı
amellerin en düşüğünü temsil eder.
3.CEHENNEMİN HATIRA
GETİRİLMESİ:
Allah Teâla, cehennem
ateşini inkarcılar için hazırladığını haber verdikten sonra iman edenlere de
ondan sakınmalarını emretmiştir. Kafirlerin varış yeri olan cehennem ateşi,
Allah'ın mümin kulları için de korkulması gereken bir sondur. Allah Teâla, bu
babda şöyle buyurmuştur: “ᅠKâfirler
için hazırlanmış bulunan ateşten sakının!” (Al-i İmran 131) Yine O, şöyle
buyurmaktadır: “ᅠOnların üstlerinde ateşten tabakalar, altlarında da (öyle)
tabakalar var. İşte Allah kullarını bununla korkutuyor. Ey kullarım! Yalnızca
benden korkun.” (Zümer 16)
Denir ki: Kul, haram
olduğunu öğrendikten sonra işlediği ilk günah ile cehennemi hakeder. Bundan
sonra onun durumu, Allah Teâla'nın iradesine kalmıştır. Her kulda, kendisini
cehenneme sev-ketmesinden endişe duyulan çirkin bir haslet vardır.
Abdülvahid b. Zeyd şöyle
derdi: Cehenneme girmeyeceğini zanneden hiçbir korku sahibinin korkusu
sıhhatli değildir. Aynı şekilde cehenneme gireceğini ama ondan çıkacağını
zanneden kimsenin korkusu da samimi değildir. Buna göre korkunun aslı;
cehenneme girmeyi ve orada ebedi kalmayı düşünmek olmalıdır. Benzer bir söz
Hasan el-Basri'den de (ra) nakledilmiştir: Bir defasında Hasan'a, cehennemde
bin yıl kaldıktan sonra çıkacak adamın durumu zikredilmişti. Bunun üzerine
ağladı ve şöyle dedi: Keşke ben de onun gibi olabilsem!
Allah Teâla buyurdu ki: “(Yapılan
iş,) bir hardal tanesi kadar dahi olsa, onu (adalet terazisine) getiririz.” (Enbiya
48) Yani büyük küçük demeden yaptığı herşeyi getirir, karşılığını veririz.
Allah Teâla buyurdu ki: “Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür.” (Zilzal 7-8)
Bu ayetin tefsirinde, ayetin Kur'an'da bulunan ve mücmel, mübhem ve umumi
(='âmm) olmasına rağmen en muhkem ayet olduğu söylenmiştir. Allah Resulü (sav)
hakkında vahiy indirilmeyen bir husus kendisine sorulduğu zaman 'Bende sadece,
her şeyi ihtiva eden bu ayet var derdi.
Ayette geçen 'Zerre'
kelimesinin, güneş ışığında görülen ve iğne uçları kadar ince olan toz zerresi
manasında olduğu söylenmiştir. İbni Abbas'dan (ra) rivayet edildi ki: Avucunuzu
toprağa değdirdikten sonra kaldırdığınızda avucunuza yapışan o tozlar, zerre
olarak bilinir. Denildi ki, dört zerre birleştiğinde bir hardal tanesi teşekkül
eder. Ulemadan bir zat da şöyle demiştir: Zerre, kılın bin parçasından birine
denir. Amellerde ise böylesine belli belirsiz olan hususlar bile tartılıp
görünmeyecek kadar gizli olan şeyler bile ağırlık yaparlar. İşte bu sebepledir
ki herşeyden haberdar ve kullarına karşı şefkatli olan Allah Teâla böyle haber
vermiştir.'
Bu meyanda daha önce
zikrettiğimiz bir hususu tekrar dile getirmek istiyoruz: Amel işleyerek
cennete girebileceğini düşünen kimse ile, amel işlemeksizin cennete gireceğini
uman kimseler, cennete giremeyebilirler. Çünkü kulun yapması gereken, üzerine
düşen ameli ifa etmek ve ötesini düşünmeksizin Allah Teâla'ya tevekkül etmek,
amellerini lütfu ile kabul etmesini ümit edip adaleti gereği reddetmesinden
endişe etmektir.
7.ÇÖZÜM
ÖNERİLERİ/NEFİS EĞİTİMİ
İhya-u
Ulum’id-din sahibi İmam Gazali Nefsin
Kınanması / Muhasebesi bahsinde şöyle der:
En
şedid düşmanın, kaburgalarının arasında bulunan nefsindir. O nefis, kötülüğü
emredici, şerre meyyal, hayırdan uzaklaştırıcı olarak yaratılmıştır. Sen de onu tezkiye etmek, düzeltmek, kahrın zincirleriyle
rabbinin ibadetine çekmekle, şehvetlerinden menetmek, lezzetlerinden
alıkoymakla memursun.
“İnsanların hesaba çekilecekleri (gün) yaklaştı. Hal böyle
iken onlar, gaflet içinde yüz çevirdiler. Rablerinden kendilerine ne zaman yeni bir ihtar gelse, onlar
bunu, hep alaya alarak, kalpleri oyuna, eğlenceye dalarak dinlemişlerdir.” Enbiya 1-3
(İmam
Gazali bu kısmı Muhasibi’den aktarmıştır)
Ey
nefis! Eğer Allah'ın seni görmeyeceği inancıyla ona karşı isyana cüret edersen
senin küfrün ne kadar da büyüktür.
Eğer Allah'ın senin yaptıklarına muttali olduğunu bildiğin halde isyana
dalarsan senin ahmaklığın ne kadar da şiddetli, ne kadar da utanmazsın. Ey
nefis! Eğer kölelerinden veya ihvanından biri, hoşuna gitmeyen bir hareketle
karşına çıksa ona ne kadar kızıp öfkeleneceğini düşün! O halde Allah'ın gazabına, şiddetli cezasına hangi
cesaretle kendini maruz bırakıyorsun? Sen O'nun azabının altından
kalkabileceğini mi sanıyorsun? Heyhat! Nerede!Ey nefis! Kendini tecrübe et! Eğer baştan çıkmak seni Allah'ın azabının
şiddetinden meşgul ederse, bir saat güneşte veya hamamın külhanında kendini
hapset veya parmağını ateşe yaklaştır ki senin gücünün miktarı sana
belirmiş olsun! Yoksa sen Allah'ın kerem
ve fazlına mı aldanıyorsun? Senin ibadetine ihtiyaç olmadığına mı kanıyorsun? O
halde önemli işlerinde neden Allah'ın keremine yaslanmıyorsun? Bir düşmanın
seni sıkıştırdığında neden onu defetmek için çareler düşünüyorsun? Neden onu
Allah'ın keremine havale etmiyorsun? Herhangi bir ihtiyaç seni, ancak para ile
elde edilen dünya işlerinin birine mecbur ettiğinde neden onun peşinden
çarelere başvurarak onu yapabilmek için kendini zorluklara sokuyorsun? Neden bu
hususta Allah'ın keremine güvenmiyorsun ki Allah seni herhangi bir hazineye
muttali veya kullarından birini sana
musahhar kılsın da o senin çalışman ve çabalaman olmaksızın senin ihtiyacını
sana alıp getirsin? Acaba Allah'ın dünya hususunda değil de sadece ahiret
hususunda mı kerîm olduğunu sanıyorsun? Oysa Allah'ın kanun-u ilâhîsi olduğunu
ve bu kanunun değişmez bulunduğunu biliyorsun ve yine biliyorsun ki ahiret ve
dünyanın sahibi birdir. İnsanoğlu için ancak ne yapmışsa o vardır.
Sen,
dökülen bir damla meniden ibaret değil miydin? Sonra bir et parçası olmadın mı? Sonra Allah Teâlâ seni yarattı ve tam âzalı bir şekle
getirdi. Böyle yapan Allah ölüleri diriltmeye kâdir değil midir? Eğer senin
kalbinde bu inanç saklı ise sen ne acaip cahilsin? Hiç düşünmez misin, O seni
hangi maddeden yaratmıştır?
Seni bir nutfeden yarattı. Sonra
çıkış yolunu senin için kolaylaştırdı. Sonra
seni öldürdü, mezara gömdürdü. Acaba 'Sonra o, dilediği zaman seni diriltecektir' sözünde O'nu yalanlıyor musun?
Eğer O'nu yalanlayıcı değilsen neden sakınmıyorsun? Oysa bir yahudi doktor sana en lezzetli yemek hakkında 'Hastalık halinde bu
sana zararlıdır' dese, sabreder ve onu terkedersin, o yemek hususunda nefsinle
cedelleşirsin. Acaba mu'cizelerle takviye edilen peygamberlerin ve Allah Teâlâ'nın peygamberlere indirmiş olduğu
kitablardaki sözleri, senin nezdinde tesir bakımından, tecrübe, tahmin ve
zandan haber veren eksik akıllı, eksik ilimli bir yahudinin sözünden daha mı eksiktir?
Hayret edilecek şeydir?
Eğer
bir çocuk sana 'Elbisenin içinde akrep vardır!' dese, çocuktan delil
istemeksizin derhal elbiseni çıkarıp atarsın. Acaba peygamberlerin,
âlim, hukema ve bütün evliyanın sözleri, senin katında, süfeha sınıfından
sayılan bir çocuğun sözünden daha mı az kıymet taşır? Veya cehennemin harareti, bukağı ve
kelepçeleri, zakkumu, tokmakları, irini,
zehirleri, yılan ve akrepleri senin nezdinde, ancak bir gün veya bir günden
daha az bir zaman elemini hissedeceğin bir akrebin ısırmasından daha mı azdır?
Senin bu yaptıkların akıllı kimselerin yaptığı şeyler değildir. Hatta
hâlin, akılsız hayvanlara bile keşfolunsa, senin durumuna gülerler, aklınla
alay ederler.
Ey nefis! Eğer sen bütün
bunları bilmiş ve iman etmişsen, o halde
neden ameli geciktiriyorsun? Oysa ölüm seni beklemektedir. Mühlet
vermeksizin ölümün seni yakalaması mümkündür.
Düşünmez misin, ne zamana kadar nefsine va'dedip ona 'Yarın
yarın' diyeceksin? Oysa 'Yarın'
geldi ve 'Bugün' oldu
Senin
bütün hayatın, cennet ehlinin nimet ve cehennem ehlinin azap müddeti olan
sonsuzluğa nisbeten üç günün ne kadar uzun olursa olsun bütün ömre nisbetinden
daha azdır. İsteklere karşı
sabretmenin eleminin mi daha büyük ve müddet bakımından daha uzun, yoksa ateşin
eleminin mi daha büyük ve daha
uzun olduğunu
keşke bilseydim!
Kim mücâhedenin elemine karşı sabretmeye güç yetiremiyorsa, Allah'ın azabının
elemine karşı nasıl güç yetirecektir?
Ey
nefis! Seni kendi nefsine bakmaktan gizli bir küfrün veya açık bir ahmaklığın
alıkoyduğunu görüyorum.
Gizli
küfre gelince o, hesap gününe olan inancın zâfiyetidir. Sevapla ikabın
miktarının büyüklüğüne olan marifetinin azlığıdır. Açık ahmaklığa
gelince o da Allah'ın kerem ve affına
güvenmektir. Buna rağmen Allah'ın azabına, istidracına ve senin ibadetinden
müstağni olmasına iltifat etmemektir. Oysa sen ekmek lokmasında veya bir tanede
veya halktan işittiğin bir kelime hakkında O'nun keremine yaslanmıyorsun.
Aksine bu hususlarda bütün çarelere başvurarak hedefine varmak istiyorsun. Bu cehaletle Hz. Peygamber tarafından verilen
hamâkat (ahmaklık) hükmüne müstehak olursun. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
“Akıllı o kimsedir ki nefsini hesaba çekmiş ve ölümden sonraki durum
için çalışmıştır. Ahmak odur ki nefsini hevâsına tâbi kılmış, Allah'tan (amel
etmeksizin) birtakım isteklerde bulunmuştur.” (Tirmizi.Kıyame25;İbn
Mace,Zühd 31;Ahmed b. Hanbel,Müsned,4,124;Hakim,Müstedrek,4,251)
Ey nefis! Kış için, uzunluğu kadar hazırlık yapmıyor
musun?
Kışta yiyecek, içecek, odun ve bütün gerekli şeyleri topluyorsun. Bu
hususta Allah'ın fazl ve keremine güvenerek cübbe, keçe, odun ve diğer
ihtiyaçlar olmaksızın Allah'ın kışın
soğuğunu defetmesini beklemiyorsun. Oysa Allah buna kâdirdir.
Ey
nefis! Cehennemin zemherîsinin, kış zemherisinden daha kısa ve daha az olduğunu
mu sanıyorsun? Hayır! Asla böyle
olamaz? Şiddet ve soğuklukta aralarında herhangi bir münasebet de yoktur. Kulun çalışmaksızın cehennemin zemherîsinden
kurtulacağını mı zannediyorsun? Heyhat! Nerede! Nasıl ki kışın soğuğunu
cübbe, ateş ve diğer kış tedbirleri defediyorsa, cehennemin hararet ve
soğukluğu da ancak tevhid kalesine ve ibadetlerin mevziine sığınmakla bertaraf
edilir. Allah'ın keremi ancak kalenin
yolunu sana tanıtmasında, sebeplerini sana kolaylaştırmasındadır. Yoksa kale
olmaksızın azabı senden defetmekte değildir. Allah Teâlâ'nın, kış soğuğunu
defetmek hususundaki keremi; ateşi yaratmakta, o ateşle kışın soğuğunu
nefsinden uzaklaştırman için onu demir ile taş arasından çıkarma yolunu
göstermekte ve tıpkı odunun ve cübbenin satın alınmasına yaratanın değil, senin
muhtaç olup nefsin için satın alman gibidir. Zira bunları istirahatının sebebi
olarak yaratmıştır.
Bu
bakımdan senin ibadet ve mücâhedelerinden de Allah müstağnidir. O ibadetler senin kurtuluşuna giden yolundur. Bu bakımdan iyilik yapan nefsi için yapar.
Kötülük yapan nefsinin aleyhinde yapar. Allah âlemlerden müstağnidir.
Sehl b. Sa’d (radıyallahu
anh)’dan rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir: “Cebrail (aleyhisselam) Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem)’in huzuruna geldi ve “Ey Muhammed! Şüphesiz Allah
(Subhanehu ve Teâla) sana “Dilediğin kadar yaşa, sonunda mutlaka öleceksin.
Dilediğini sev muhakkak ondan ayrılacaksın. Hangi ameli yaparsan yap muhakkak
onunla cezalandırılacaksın” diye buyurmaktadır” dedi.” Şuubul
İman, Beyhaki, 3/373; Mustedrek, Hakîm, 4/325.
Ey
nefis! Bilmez misin, dünyanın zevklerine iltifat eden, arkasında ölüm olduğu
halde dünyaya ünsiyet veren,
ayrılık anında üzüntüsünü çoğaltmış olur. Bilmediği halde öldürücü zehirden
azıklanır. Sen geçmişlerin nasıl inşa edip yükselttiklerine, sonra harabe
bırakıp gittiklerine bakmıyor musun? Nasıl Allah Teâlâ onların arazisini,
memleketlerini düşmanlarına nasip etmiştir hiç görmüyor musun?
Onların yemeyip nasıl
topladıklarını, içinde oturmadıkları köşkleri nasıl bina ettiklerini görmedin
mi? Yetişemedikleri hedefi nasıl ümit etmişlerdir. Her biri göklere yükselen
bir köşk inşa etmiştir. Oysa yeri, toprak altında kazılan bir mezardır. Acaba
dünyada bundan daha ahmaklık ve daha büyük bir tepetaklaklık var mıdır? Biri
çıkıp dünyasını tamir eder. Oysa kesinlikle o dünyadan göçecektir. Ahiretini
tahrip eder. Oysa kesinlikle oraya gidecektir.
Ey
nefis! Daimî olarak kalacak bir şeyi, kalsa bile elli seneden fazla kalmayacak
birşey ile nasıl değiştirirsin?
Ey nefis! Acele et! Helâk
olmaya yaklaştın. Uyarıcı geldi, ölüm
yaklaştı. Ölümden sonra senin yerine kim namaz kılacak? Ölümden sonra senin
yerine kim oruç tutacak? Ölümden sonra Rabbini senden razı edecek kim var? Ey
nefis! Senin için, ancak sayılı günler var!. Eğer o günlerde ticaret yaparsan
onlar senin sermayendir. Zaten onların çoğunu zayi ettin. Eğer geri kalan
hayatında zayi etmiş olduğun hayatından ötürü ağlasan, yine kendi nefsin
hakkında kusurlu sayılırsın. Geri kalan
kısmı zayi ettiğinde ve aynı şekilde yaşamaya devam ettiğinde acaba durum nasıl
olur?
Ey nefis! Bilmez misin,
ölüm sana va'dedilmiştir. Kabir senin evin, toprak döşeğin, böcekler
arkadaşındır. En büyük korku (kıyamet dehşeti) önündedir.
Ey nefis! Bilmez misin,
ölümün askeri şehrin kapısında seni beklerler. Onlar şiddetli yeminlerle yemin
etmişlerdir ki seni beraberlerinde alıp götürmeyince yerlerinden
kıpırdamayacaklardır. Ey nefis, onların bir gün için olsa bile dünyaya dönmeyi
temenni edeceklerini ve yapmış oldukları kusurları telafi etmek isteyeceklerini
bilmiyor musun? Oysa sen de onlar gibi temenni edeceksin. Senin ömrünün bir
günü onlara, dünya ve içindekilerin karşılığında satılsa, eğer güçleri
yetiyorsa muhakkak satın alırlardı. Oysa sen günlerini gaflet ve tembellikte
zayi ediyorsun.
Sanki dünyadan göç
etmeyeceksin! Kabir ehline bakmıyor musun? Nasıl oldular? Mallar topladılar,
sağlam evler yaptılar. Çok uzun emellere daldılar. Onların cemiyetleri dağıldı,
evleri mezar, emelleri aldanış oldu.
Azap
olasıca nefis! Onlardan hiç ibret almıyor musun? Onlara bir kere bakmıyor musun? Onların ahirete gittiğini,
kendinin ebedî kalacağını mı zannediyorsun? Heyhat! Ne gezer! Ne kötü birşey
vehmediyorsun! Sen annenin karnından yere düştüğünden beri ömrünü yıkmaya
çalışmaktasın. Yeryüzüne köşkünü yap! Muhakkak ki yerin altı yakın bir zamanda
senin kabrin olacaktır. Can gelip boğaza dayandığı zaman ve rabbinin
elçilerinin siyah renkler, somurtkan yüzler ve azap ile sana geldiklerinde
korkmaz mısın? Acaba o zaman pişman olmak sana fayda verir mi? Üzülmek senden
kabul edilir mi? Veya ağlamak sana merhamet getirir mi? Hayret! Kocaman bir
hayret sana ey nefis! Buna rağmen sen basiret sahibi ve zeki olduğunu iddia
ediyorsun! Senin şekavetindendir ki her gün malının artmasıyla seviniyor,
ömrünün eksilmesiyle üzülüyorsun. Oysa artan bir mal, eksilen bir ömür fayda
vermez! Azap olasıca ey nefis! Ahiret sana yöneldiği halde ahiretten yüz
çeviriyorsun. Dünya senden yüz çevirdiği halde ona yöneliyorsun. Nice bir günü
istikbâl eden kimse vardır ki onu tamamlamaz. Nice yarını ümit eden kimse
vardır ki ona varamaz. Sen bunu arkadaş, akraba ve komşularında müşahede
edersin. Ölüm anında onların hasretini gördüğün halde cehaletinden dönmüyorsun!
Ey
miskin nefis! Öyle bir günden kork ki Allah o günde nefsine yemin etmiş ki
dünyada emrettiği ve sakındırdığı hiçbir kulunu amelinden sormayınca
bırakmayacaktır. O amelin incesinden, gizlisinden, açığından soracaktır.
Ey nefis! Şimdi müptela olduğun musibetten ötürü üzülüp
üzülmediğine dikkat et! Veya gözünün
bir damla yaş akıtmaya müsamaha edip etmediğine dikkat et! Eğer müsamaha
ederse damlanın kaynağı rahmet denizidir. Bu bakımdan muhakkak ki sende ümidin
yeri kalmıştır. Öyleyse ağlamaya devam et! Erhamürrâhimînden imdat iste!
Ekrem'ül-ekremîn'e şikayette bulun. İmdad istemeye devam et! Şikayet etmekten usanma. Umulur ki Allah,
senin zayıflığına acıyıp yardımına gelir. Muhakkak ki senin musibetin
oldukça büyüktür. İsyana dalışın oldukça uzamıştır. Kurtuluş imkânları elinden
kaçmış, illetler sende derinleşmiştir. Senin
için ne yol, ne arama, ne yardım eden, ne kaçmak, ne sığınmak, ne de kurtulmak
yoktur. Ancak Allah'a sığınmak bundan müstesnadır. O halde, yalvarmak suretiyle
mevlâya sığın. Cehaletinin büyüklüğü nisbetinde, günahlarının çokluğu oranında
yalvarmanda huşû göster. Çünkü mevlân, zillet gösterip yalvarana merhamet eder.
Üzüntülü tâlibin yardımına koşar. Mecbur olanın davetini kabul eder.
Sen ise ey nefis! Bugün
O'na mecbur ve rahmetine muhtaçsın! Yollar önünde daralmış, çıkar noktaları
kapanmıştır. Elindeki imkânlar kesilmiştir. Vaazlar sende (müsbet bir) tesir
göstermez. Kınanmak seni kırmaz. Kendisinden
istenilen ise kerîm ve cömerttir. Yardımı talep edilen zat iyilik şefkat
sahibidir. Rahmeti geniştir. Keremi akıcıdır. Affı ise kapsayıcıdır.
Allah'a şöyle yalvar: Ey erham'ür-râhimîn! Ey Rahmân, ey Rahîm,
Ey Halîm, ey Azîm, ey Kerîm! Israr edici günahkâr benim. Benim o, cüretkâr ki
hiç günahtan vazgeçmedim. Benim o günaha dalan ki hiç utanmadım. Burası
miskinliğin ve yalvarmanın, fakir ve zayıfın, boğulmuş ve helâk olmuşun
makamıdır. O halde, beni çabuk kurtar ve sevindir! Rahmetinin eserlerini
bana göster. Mağfiretinin serinliğini bana tattır.
8
. ÖDEV
-
Birlikte
veya tek tek kabir ziyareti.
-
http://www.osmannuritopbas.com/nefs-engelini-asmanin-yolu.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder