16. HASED
1.
GİRİŞ
İnsanların davranışlarına yön veren önemli
nedenlerden birisi onların belirli koşullar altında kalbinde oluşan yankı ve
etkilerdir .Bu etkilerden kaynaklanan psikolojik tutumlar olumlu ise
kişiyi kendisine ve çevresine karşı yararlı davranışlarda
bulunmaya ; olumsuz ise hastalıklı bir ruh halinin etkisiyle kendisine ve
çevresine zarar verebilecek davranışlarda bulunmaya sevk edebilir. Hased de bireyi
etkisi altına alarak kendisine ve
çevresindeki insanlarla olan ilişkisine büyük ölçüde zarar verebilecek güçte
olumsuz bir ruh hali veya diğer bir ifadeyle insanları fesada sürükleyen önemli
bir kalp hastalığıdır. İblîs’in
Âdem’i (as) kıskanmasının gökte işlenen ilk günah, Kâbil’in Hâbil’i kıskanmasının
da yerde işlenen ilk günah olarak değerlendirilmesini dikkate alırsak bu
hastalığın insanlara verebileceği zararların büyüklüğünü de görmüş oluruz.
Lüks yaşamın, makam ve mevkiin, genel anlamda
insanın sahip olduğu maddi imkanların günümüz toplumunda, televizyon
programları ve sosyal medyada yaygın bir şekilde insanı değerli kılan en önemli
unsur gibi gösterilmesi; bu imkanlara sahip olmayan insanlarda olumsuz ruh
halinin ortaya çıkmasına ve kendisinden
daha üst seviyede olan insanlara karşı hased duygusunun gelişmesine ve
yayılmasına neden olmaktadır.
Bu kalp hastalığının da diğerlerinde olduğu
gibi insanlar arasındaki dereceleri farklılık gösterir.
İnsan-lar, yaratılıştan bir kıskançlık
duygusunu taşımalarına rağmen aklın ve dinin buyruğuna uyarak bu duyguyu baskı
altında tutabilir, onun etkisine kapılmaktan kendilerini koruyabilirler; bu
şekilde dinî ve ahlâkî sorumluluktan da kurtulurlar. Zira hased duygusunu
bütünüyle yok etmek herkes için mümkün değildir. Hased duygusunu ortadan kaldırmak veya etkisinden
korunmak için öncelikle hasedi doğuran sebeplerin bilinmesi ve bunların ortadan
kaldırılması gerekir. Bu nedenle
dersimizde kavram tahlili ve Kur’an ve sünnetin hasede bakışından sonra özellikle
hasedin kısımları, nedenleri ve tedavi yolları üzerinde duracağız.
2. KAVRAM TAHLİLİ
Hem
masdar hem de isim olarak kullanılan hased kelimesi, başkasının sahip
olduğu maddî veya mânevî imkânların kendisine intikal etmesi veya kıskanılan
kişinin bu imkânlardan mahrum kalması yönündeki istek ve niyeti ifade eder.
Râgıb el-İsfahânî, bu istek ve niyetin gerçekleşmesi için gösterilen fiilî
gayreti de hasedin tanımına katar (el-Müfredât, “ĥsd” md.; eź-Źerî’a, s.
348); ancak başta ilk ahlâk âlimlerinden Hâris el-Muhâsibî ve Gazzâlî olmak
üzere İslâm ahlâkçılarının çoğu hasedi bir duygu ve temenni olarak kabul
etmiş, fiilî teşebbüsleri hasedin sonucu saymıştır (er-Ri’âye, s. 499-501;
İĥyâ’, III, 248-249). Kur’ân-ı Kerîm’de, yahudilerin müslümanları inkârcılığa
döndürme yönündeki niyet ve istekleri onların nefislerindeki hasede
bağlanmak suretiyle hasedin temelde bir duygu ve niyet meselesi olduğu
vurgulanmış (el-Bakara 2/109), aynı zümrenin Allah tarafından müslümanlara
lutfedilen başarıları kıskanması da hased kavramıyla ifade edilmiştir (en-Nisâ
4/54). Hased ettiği vakit hasedçinin şerrinden Allah’a sığınmak gerektiğini
belirten âyetteki (el-Felak 113/5) “hâsid” kelimesinden hasedin insanda
kendi tabiatından gelen bir duygu olarak bulunduğu, “hasede” fiilinden de bu
duygunun bazı kimseleri mâsum insanların zarara uğraması yönünde bir niyet ve
temenniye sevkettiği anlamı çıkarılmıştır (meselâ bk. İbn Kayyim el-Cevziyye,
s. 25; Elmalılı, VIII, 6402-6403). (TDV İslam Ansiklopedisi Hased bahsi)
Hased;
kişinin, din ve dünya işlerine faydası olan ve ahiretine de bir zararı
dokunmayan Allah’ın(cc) lütfettiği bir nimetin, sahibinin elinden gitmesini
istemektir. Aynı zamanda da bu tutumu sevmek ve kötü görmemektir. (İmam
Bigivi,Tarikat-ı Muhammediye , Kalem Yayınları, sayfa 301)
Başka
birine ulaşan bir iyiliğin kendisine de gelmesini temenni etmek imrenme(gıpta) olarak bilinir.Bu temenni, o
iyiliğe ya da daha iyisine ulaşmak için çaba harcamayla birleştiği zaman buna
da rekabet(münâfese) denir.O iyiliğin alınmasını temenni etmeye ise
çekememezlik (hased) denir.( Râgıb el-İsfahânî, ez-Zerî’a,İz Yayıncılık, s.
261)
3. KONUYLA İLGİLİ AYETLER
“Yoksa onlar, Allah’ın lütfundan verdiği şeyler için insanlara hased mi
ediyorlar?” (Nisa 54)
“Ehl-i kitaptan çoğu, hakikat kendilerine
apaçık belli olduktan sonra, sırf içlerindeki kıskançlıktan ötürü, sizi
imanınızdan vazgeçirip küfre döndürmek istediler. Yine de siz, Allah onlar
hakkındaki emrini getirinceye kadar affedip bağışlayın. Şüphesiz Allah her şeye
kadirdir.” (Bakara 109)
“De ki: Yarattığı şeylerin şerrinden, karanlığı çöktüğü
zaman gecenin şerrinden, düğümlere üfürüp büyü yapan üfürükçülerin şerrinden ve
kıskandığı vakit kıskanç kişinin şerrinden sabahın Rabbine sığınırım!”(Felak
1-5)
4. KONUYLA İLGİLİ HADİSLER
Ebu Hureyre’den(ra) rivayet
edilmiştir: Rasulullah(sav) buyurdu ki : “Muhakkak ki Allah Teâlâ(cc) arzu edip
kıskanır. Allah Teâlâ’nın (cc) arzusu mü’minin,
Allah’ın(cc)haram kıldığı şeyleri terk etmesidir.”(Buhari ,Nikah 4925;
Müslim,Tevbe 2760-2761)
İmam
Birgivi bu hadisi şerifle ilgili şöyle bir açıklamada bulunmuştur: “Aslında
kıskanma her hangi bir hak ve hukukta bir başkasının o işe ortak olmasından
hoşlanmamaktır. Allah Teâlâ’nın (cc) arzusu kulunu, kötülüklere yönelmekten
alıkoymasıdır. Çünkü kulun hayra yönelmesinde Allah Teâlâ’ya(cc) kulluk yapmak;
emir ve yasaklara karşı gelip (Rabbini değil de nefsinin istek ve arzularını
birinci planda tutarak) dilediğini yapmasında ise şirk koşmak vardır.” (İmam
Bigivi,Tarikat-ı Muhammediye , Kalem Yayınları, sayfa 307).
Ebu Hureyre’den(ra) rivayet
edilmiştir: Rasulullah(sav) buyurdu ki : “Hasedten sakınınız ! Zira hased ateşin
odunu yediği gibi hased de hasenatı yer.
” (İbni Mace, Ebu Dâvûd el-Edeb:4903.Bu hadis hasendir.)
“Sakın birbirinize hased
etmeyiniz! Küsüşmeyiniz, birbirinizden nefret etmeyiniz. Birbirinize sırt
çevirmeyiniz. Ey Allah'ın kulları! Kardeş olunuz!”(Buhari 1992 ,Müslim Birr 28)
Hz.
Enes (ra) şöyle anlatır: "Biz bir gün Hz. Peygamber'in (sav) yanında
oturuyorduk, şöyle buyurdular:
Şimdi,
şu yoldan, cennet ehlinden bir kişi çıkıp yanımıza gelecektir.
Biraz
sonra Ensâr-ı Kîram'dan bir kişi çıkageldi. Sakalından abdest suyu dökülüyordu.
Ayakkabılarını sol eline almıştı, bize selâm verdi. Ertesi gün, yine Hz.
Peygamber(sav) aynı şeyi söyledi. Yine
aynı kişi oradan çıkıp geldi. Üçüncü gün gelip yine aynı şeyi söyleyince, yine
aynı kişi çıkıp geldi. Hz. Peygamber (s.a.s) kalkıp giderken Abdullah b. Amr
el-As(ra) o kişiyi arkasından takip etti ve dedi ki: 'Ben babamla bir hususta
mücadele ettim. Üç gün babamın evine gitmemek için yemin ettim. Eğer bu üç gün
bitinceye kadar beni misafir edersen sana misafir olurum'. Adam 'Evet! Seni
misafir ederim!' dedi.
Abdullah
bu kişinin geceleyin kalkıp namaz kıldığını görmedi. Ancak yattığında her
kıpırdadığında Allah Teâlâ'yı anıyordu. Sabah namazına kalkıncaya kadar
yatıyordu. Abdullah der ki: 'Üç gün geçtikten sonra nerdeyse onun amelini az
görerek ona dedim ki: 'Ey Allah'ın kulu! Benimle babam arasında herhangi bir
öfke ve küsüşme yok. Fakat ben Hz. Peygamberi şöyle söylerken dinledim. Bu
bakımdan senin amelini görmek için bunu yaptım. Oysa senin fazla ibadet
ettiğini görmedim. Acaba seni bu mertebeye getiren nedir?'
Adam
'Senin gördüğünden başka bir amelim yok!' dedi. Abdullah "Ben ayrılırken
adam beni çağırdı ve 'Senin gördüğünden başka bir şey yok! Ancak ben nefsimde
herhangi bir müslümana karşı, Allah'ın kendisine verdiğinden dolayı hile ve
hased taşımamaktayım' dedi".
Abdullah
der ki: "Ben ona, işte seni bu mertebeye getiren ve bizim de gücümüzün
yetmediği haslet o!' dedim". (Ahmet bin Hanbel 166:3)
5. ASHÂB'IN VE ÂLİMLERİN SÖZLERİ
İbn
Sîrin der ki: 'Dünya nimetinden hiçbir şey için başkasına hased etmedim. Çünkü
o kimse eğer cennet ehlindense cennete nazaran pek hakir olan dünya için ben
ona nasıl hased edebilirim? Eğer cehennem ehlinden ise, ben dünya için ona
nasıl hased edeyim? Oysa o ateşe doğru gidiyor'.
Bir
kişi Hasan Basrî'ye şöyle dedi: 'Müslüman bir kimse hased eder mi?' Hasan Basrî
cevap olarak şöyle dedi: 'Yakub'un oğullarını sana unutturan nedir? Evet
müslüman hased eder. Fakat hasedinin üzüntüsü göğsünde kalır. Çünkü hasedin
gereğini elinle ve dilinle yapmadıkça onun zararı sana dokunmaz'.
Ebu
Derdâ (ra) şöyle demiştir: 'Bir kul fazlasıyla ölümü hatırlarsa, onun sevinmesi
ve hasedi pek az olur'.
Bir
bedevî şöyle dedi: 'Ben hiçbir zâlim görmedim ki hasedçiden daha fazla mazluma
benzesin! Çünkü hasedçi senin nimetini kendisi için bir hikmet ve azap olarak
görmektedir'.
Hasan Basrî şöyle demiştir: “Ey
Âdemoğlu! Neden kardeşine hased ediyorsun? Eğer ona nimeti veren, ondaki bir
şereften dolayı o nimeti kendisine vermişse, sen Allah'ın ikram ettiği bir
kimseye nasıl hased edebilirsin? Eğer böyle değilse sonu ateş olan bir kimseye
neden hased ediyorsun?”
Fudayl bin Iyâz şöyle demiştir:
“Mü’min imrenir, münafık hased eder.”
6.HASED'İN HAKÎKATİ, HÜKMÜ, KISIMLARI VE MERTEBELERİ
Hased ancak
nimete karşı yapılır. Bu bakımdan Allah Teâlâ, kardeşine bir nimet ile ikramda
bulunursa, o nimet hakkında iki durumda olabilirsin:
Birincisi: O
nimeti hoş görmemen ve onun yok olmasını istemendir. Bu durumun ismi haseddir.
Bu bakımdan hasedin tarifi nimeti hoş görmemek ve kendisine nimet verilenden o
nimetin yok olup gitmesini istemek demektir.
İkincisi:
Nimetin yok olmasını sevmez, onun varlığını ve devamlılığını kerih görmez,
fakat onun benzerini kendisi için de ister. Bu durumun adı gıbta'dır. Bazen de
buna münafese denir.
Birincisi, her durumda haramdır. Ancak bir fâcir veya kâfirin sahip olduğu
ve fitne çıkarıp müslümanların arasını bozan, halka eziyet etmekte kullanılan
bir malın veya rütbenin onunla bu adamın elinden alınmasını temenni etmek bir
zarar vermez. Çünkü sen nimetin nimet olması hasebiyle yok olmasını istemiyor,
fesada alet edildiği için yok olmasını istiyorsun. Eğer onun fesadından emin
olsaydın onun nimeti seni üzmezdi. Allah Teâlâ'nın başkalarına verdiği
nimetlerin sende üzüntüye sebep olması Allah Teâlâ'nın bir kısım kullarını
diğer bir kısmından üstün kılan kaza ve kaderine küsmektir. Bu ise ne özür ne
de ruhsat kabul eder. Acaba bir müslümanın rahat etmesinden kıskançlık
duyulmasından daha büyük bir günah mı olur? Oysa ondan sana hiçbir zarar da
sözkonusu değildir.
Müşriklerin bu konudaki tutumu Kur’an’da şöyle ifade edilmektedir: “Size
bir iyilik dokunsa, bu onları tasalandırır; başınıza bir musibet gelse, buna da
sevinirler. Eğer sabreder ve korunursanız, onların hilesi size hiçbir zarar
vermez. Şüphesiz Allah, onların yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır.” (Ali İmran
120)
Müslümanların bu konudaki tutumu da Kur’an’da şöyle ifade edilmektedir: “Daha
önceden Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler,
kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden dolayı
içlerinde bir rahatsızlık hissetmezler. Kendileri zaruret içinde bulunsalar
bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa,
işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Haşr 9)
Yani göğüsleri, kardeşlerine verilenden dolayı daralmaz ve ondan dolayı
üzülmezler. Allah Teâlâ Ensâr-ı Kiramı hasedleri olmamakla övmektedir.
Geçmiş ümmetlerin birlik ve beraberliğine hasedin verdiği zararın boyutları
aşağıdaki ayette açıkça ifade edilmiştir: “İnsanlar bir tek ümmet idi. Sonra
Allah, müjdeleyici ve uyarıcı olarak peygamberleri gönderdi. İnsanlar arasında,
anlaşmazlığa düştükleri hususlarda hüküm vermeleri için, onlarla beraber hak
yolu gösteren kitapları da gönderdi. Ancak kendilerine kitap verilenler, apaçık
deliller geldikten sonra, aralarındaki kıskançlıktan ötürü dinde anlaşmazlığa
düştüler. Bunun üzerine Allah iman edenlere, üzerinde ihtilafa düştükleri
gerçeği izniyle gösterdi. Allah dilediğini doğru yola iletir.” (Bakara 213)
Allah Teâlâ, ilmi, onları bir araya getirsin, Allah'ın ibadet ve taatinde
onları birleştirsin diye ihsan ederek ilimde birleşmelerini emretmiştir. Fakat
onlar birbirlerine hased ettiler, ihtilâfa düştüler. Çünkü onların her biri
reis olmak ve sözünün kabul edilmesi sevdasında idi! Bu bakımdan birbirlerinin
sözünü reddettiler. Bu da onların parçalanarak zayıf düşmesine hatta yok
olmasına neden oldu.
İbn Abbas (r.a)
şöyle demiştir: 'Hz. Muhammed (s.a) peygamber olmadan önce yahudiler bir
kavimle savaştıkları zaman, Allah Teâlâ'ya şöyle dua ederlerdi: 'Yarab!
Göndereceğini bize va'dettiğin peygamberin hürmetine, indireceğin kitabın
hürmetine bize yardım et'. Allah Teâlâ da onlara yardım ederdi. Ne zaman Hz.
İsmail'in evladından Hz. Muhammed (s.a) peygamber olarak gönderildi, onu tanımalarına
rağmen (hasedlerinden) inkâr ettiler. Allahu Teala buyurduki:
“Daha önce
kâfirlere karşı zafer isterlerken kendilerine Allah katından ellerindeki
(Tevrat’ı) doğrulayan bir kitap gelip de (Tevrat’tan) bilip öğrendikleri
gerçekler karşılarına dikilince onu inkâr ettiler. İşte Allah’ın lâneti böyle
inkârcılaradır.Allah’ın kullarından dilediğine peygamberlik ihsan etmesini
kıskandıkları için Allah’ın indirdiğini (Kur’an’ı) inkâr ederek kendilerini
harcamaları ne kötü bir şeydir! Böylece onlar, gazap üstüne gazaba uğradılar.
Ayrıca kâfirler için alçaltıcı bir azap vardır.” (Bakara 89-90) . Ayette geçen
bağy kelimesi hased mânâsınadır.’ (İbn Abbas (r.a)’tan aktarılan bu rivayet İbn İshak Siretinde geçmektedir.)
Hz. Safiye
(rah.) şöyle anlatır: 'Birgün babam, amcama 'Sen bu zat (Hz. Muhammed) hakkında
ne dersin?' diye sordu. Amcam 'Bence Musa'nın müjdelediği peygamber budur!'
Babam 'O halde ne yapmalıyız?' dedi. Amcam 'Hayatta oldukça ona düşmanlık
edelim!' diye cevap verdi. (İbn İshak Siretinde)
İşte haramlık
hususunda hasedin hükmü budur. Münafese ise haram değildir. Aksine münafese ya
vâcib veya mendup veya mübahdır. Münâfese lûgatta nefaset (imrenmek) kökünden
gelir. Münâfese'nin helâl olduğuna delâlet eden ayet şudur: “Onun sonu misktir.
İşte ona imrensin artık imrenenler.” (Mutaffifin 26)
Hz. Peygamber
(sav)şöyle buyurmaktadır:
“Hased ancak
iki haslette vardır :
1. Allah bir
kişiye mal vermiş ve onu o malı hak yola sarfetmeye muvaffak kılmıştır.
2. Bir kişi ki
Allah kendisine ilim vermiş, o da kendisine verilen ilimle amel eder ve o ilmi
halka öğretir.” (Buhari 66)
Sonra Rasulullah
(sav) bu hadîs-i şerifini Ebu Kebşe
el-Enmarî’nin rivayet ettiği hadiste tefsir ederek şöyle der:
“Şu ümmetin
misâli, dört kişinin misâline benzer:
1. Bir kişidir
ki, Allah ona mal ve ilim vermiştir, o da ilminin gereğiyle malından tasarruf
eder.
2. Bir kişi ki
Allah ona ilim vermiş, mal vermemiştir. O da şöyle der: 'Yarab! Eğer filan
adamın malı kadar benim malım olsaydı, ben onun yaptığı kadar malımdan tasarruf
eder, senin yolunda harcardım'. Bu iki kişi ecirde eşittirler.”
İkinci kişinin bu temennisi, yani başkasının malı
kadar malının olmasını ve onunla o mal sahibi gibi infak etme temennisi, diğer
kişinin nimetinin zâil olmasını istemek değildir.
Ve Rasulullah (sav)
devamla şöyle buyurmuştur:
“3. Bir kişi ki
Allah ona mal vermiş, ilim vermemiştir. O da kendisine verilen o malı Allah'ın
günah saydığı yerlerde sarf eder.
4. Bir kişi ki
Allah kendisine ne ilim, ne de mal vermiştir. O da der ki: 'Eğer filan adamın
malı kadar benim malım olsaydı ben de onun gibi günah yerlere sarf ederdim!'
İşte bu iki sınıf günahta eşittirler!” (İbni Mace 4228, Tirmizi 2325)
Görüldüğü gibi
Hz. Peygamber (s.a), (dördüncü kişiyi) mâsiyet için temennide bulunduğundan
dolayı kötülemiştir. Yoksa başkasına verilen nimet kadar kendisine de nimet
verilmesini istemesinden dolayı kötülemiş değildir.
Bu bakımdan
başkasına bir nimetten ötürü imrenip onun nimeti gibi nimet isteyene herhangi
bir zarar sözkonusu değildir. Şu şartla ki, başkasının nimetinin yok olmasını
istemeyip o nimetin devamlılığından rahatsız olup kıskanmıyorsa... Evet! Eğer o
nimet iman, namaz ve zekât gibi dinî ve farz olan nimet ise, burada münafese
etmek de farzdır. Kişi imanlı, namazlı ve zekâtlı bir kimse gibi olmayı
istemelidir. Çünkü böyle olmayı istemediği takdirde günaha razı olmuş olur. Bu
ise haramın ta kendisidir. Malları şerefli yerlerde, sadakalarda sarfetmek gibi
eğer nimet faziletlerdense burada münafese menduptur. Eğer nimet mübah bir şekilde
kendisinden istifade edilen nimetlerden ise, burada münafese mübahtır. Bütün
bunlar kişinin nimet sahibiyle eşit olmayı isteyeceği yerlerdir. Kendisine
nimet verilenin nimetinden rahatsız olmamak şartıyla nimete ulaşmayı temenni
etmenin altında iki şey vardır:
1.Kendisine
nimet verilenin rahatlığını isteme
2.Başkasının bu
hususta eksikliğini ve kendisinden geri kalmasını isteme
Bu bakımdan 2.
durumu onaylamadığı sürece nefsinin başkasından geri kalmasını hoş görmemekte
ve mübahlar hususunda nefsinin eksik kalmasını kerih görmekte bir sakınca
yoktur. Bu hareket faziletleri eksiltir. Zühd, tevekkül ve rızaya ters düşer.
İnsanoğlunu yüce makamlardan mahrum eder. Fakat günahı gerektirmez. Burada ince
ve çözümlenmesi zor bir nokta vardır. Şöyle ki: Kişi öyle bir nimete varmaktan
ümitsiz olduğu zaman -oysa bu hususta geri ve eksik kalmayı kerih görür- şüphe
yok ki bu takdirde kişi eksikliğin ortadan kalkmasını ister. Eksiğin ortadan
kalkması ise ya nimet sahibi gibi bir nimete konmasıyla veya o nimetin sahibinden
alınmasıyla mümkündür. O halde bu iki yoldan biri kapandı mı kalp ikinci yolu
istemekten ayrılmaz. Hatta nimet sahibinin nimeti yok olduğu zaman, nimetin
devamından göğüse daha şifâ verici ve serinletici olur; zira nimetin zevaliyle
geri kalması ve başkasının önde olması ortadan kalkar. Bu ise kalbin onulmaz bir durumudur. Eğer böyle bir durumda iş kendisine
havale edilir, ihtiyarına bırakılırsa, mutlaka nimet sahibinin nimetini ortadan
kaldırmaya çalışacaktır. Bu takdirde şer'an ve dînen ayıplanan bir hasedci
olur. Eğer takvâ onu nimet sahibinin nimetini ortadan kaldırmaktan alıkoyarsa,
o da nimet sahibinin nimetinin ortadan kalkmasıyla meydana gelen rahatlıktan
vazgeçebiliyorsa, aklı ve diniyle nefsinin bu hareketini hoş görmemesi gerekir.
Hz. Peygamber'in, şu hadîs-i şerîfiyle böyle bir kimse kastedilmiş olabilir:
“Üç şey vardır
ki, kimse onlardan kurtulamaz: Zan, bir şeyi uğursuz saymak ve hased. Ben size
bunlardan kurtuluş yolunu haber vereceğim. (Bir kimse hakkında) zanda
bulunduğun zaman bunu gerçeğe dönüştürme( zannını tahkik safhasına koyma!)
Herhangi bir şeyi uğursuz saydığın zaman (bunun tam aksine) onu yap! Hased
ettiğin zaman aşırı gitme (zulmetme)!(Irakî el – Muğni 3/187 Başka lafzıyla
el-Mu’cemu’l-Kebir 3/228-3227,Kenzû’l-Ummal 43788,43919)
Yani kalbinde
hasedden birşey hissettiğin zaman onun gereğini yapma!
İnsanoğlu nimet
hususunda kardeşine yetişmek iradesinde olup bu hedefine varmaktan da aciz ise,
bütün bunlara rağmen yarıştığı kimsenin nimetinin ortadan kalkmasına meyletmekten
sakınması pek uzak bir ihtimaldir; zira nimet sahibinin nimeti devam ettikçe,
şüphesiz onun ağırlığını hisseder. Bu derecedeki bir münafese haram olan
hasedle boğuşmaktadır.Bu bakımdan bu hususta ihtiyatlı davranmak gerekir; zira
burası sapma ve tehlike yeridir.
7.HASEDİN SEBEPLERİ
Hasedin çok
olan giriş noktaları vardır. Bütün bunlar yedi kısımdır.
a.Düşmanlık ve
Buğz
Bu sebep, hasedin en şiddetli sebeplerindendir; zira
herhangi bir sebepten dolayı kendisine eziyet eden herhangi bir yönden ve
hedeften kendisine muhalefette bulunan bir kimseden insanoğlunun kalbi nefret
eder ve ona kızar. Nefsinde ona karşı kin besler, kin ise içinin rahat etmesini
ve intikam almayı ister. Buğz eden kimse kendi nefsiyle içini rahat ettirmekten
aciz kaldı mı, bu sefer zamanın o adamdan intikam alması ile içini rahat
ettirmeyi ister ve çoğu zaman da bu şekilde hâdiseleri Allah nezdindeki büyük
derecesine yorarak tefsir eder! Bu bakımdan düşmanına bir belâ isabet etti mi
sevinir ve zanneder ki kendisi o düşmana buğz ettiğinden dolayı Allah o belâyı
vermek suretiyle kendisini mükafatlandırmıştır ve kendisinin hatırı için
vermiştir! Ne zaman düşmanına bir nimet isabet ederse kızar. Çünkü bu onun
muradının aksidir ve çoğu zaman da kalbine Allah nezdinde hiçbir dereceye sahip
olmadığı zannı gelir! Çünkü kendisine eziyet veren düşmanından Allah intikam
almamış aksine nimet vermiştir. İnsanoğlu başka bir insana buğz etsin, sonra o
insanın nezdinde kendisini sevmesi ile sevmemesi eşit olsun, yani buğzunun
icabına göre hareket etmesin, bu mümkün değildir. Kısaca hased, buğz ve
düşmanlığı gerektirir ve onlardan ayrılmaz.
Bu durum yani
düşmanlıktan dolayı hased öyle bir durumdur ki Allah kâfirleri onunla
vasıflandırmıştır. Çünkü şöyle buyurmuştur:
“Ey iman
edenler! Kendi dışınızdakileri sırdaş edinmeyin. Çünkü onlar size fenalık
etmekten asla geri durmazlar, hep sıkıntıya düşmenizi isterler. Gerçekten, kin
ve düşmanlıkları ağızlarından (dökülen sözlerinden) belli olmaktadır.
Kalplerinde sakladıkları (düşmanlıkları) ise daha büyüktür. Eğer düşünüp
anlıyorsanız, âyetlerimizi size açıklamış bulunuyoruz. İşte siz öyle
kimselersiniz ki, onlar sizi sevmedikleri halde siz onları seversiniz. Siz,
bütün kitaplara inanırsınız; onlar ise, sizinle karşılaştıklarında «İnandık»
derler; kendi başlarına kaldıklarında da, size olan kinlerinden dolayı
parmaklarının uçlarını ısırırlar. De ki: Kininizden (kahrolup) ölün! Şüphesiz
Allah kalplerin içindekini hakkıyla bilmektedir. Size bir iyilik dokunsa, bu onları tasalandırır; başınıza bir musibet
gelse, buna da sevinirler. Eğer sabreder ve korunursanız, onların hilesi size
hiçbir zarar vermez. Şüphesiz Allah, onların yaptıklarını çepeçevre
kuşatmıştır.” (Âli İmran 118-120)
b.Taazzuz (Büyük ve Güçlü Görünmeye Çalışmak)
Taazzuz demek,
başkasının kendisinden maddeten ve mânen yüksek olmasına tahammül etmemek ve
bunu dayanılmaz görmektir. Bu bakımdan akran ve emsallerinden birisine büyük
bir mevki, ilim veya servet verildiğinde onun bu mertebesinden dolayı kendisine
karşı böbürlenmesinden korkarak, buna da tahammül edemeyeceğini tahmin ederek
ve nefsinin o arkadaşının ahmakça bir hareketini kaldıramayacağından endişe
ederek hased etmektir. Gayesi gurur ve kibir taslamak değildir. Aksine
kibirlenmek suretiyle karşısındakinin kibrini bertaraf etmektir. Çünkü kendisi
onun eşitliğine razı olmuştur, fakat onun büyüklük taslamasına razı değildir ve
tahammül etmez.
c.Kibir
Kibir demek,
kişinin tabiatında hased ettiği insana karşı böbürlenmenin bulunması demektir.
Onu küçümsemesi, hizmetlerine koşturması, ondan elpençe divan durmayı
beklemesi, onu gaye ve hedeflerinin arkasında sürüklemeyi istemesi demektir. Bu
bakımdan kendisine hased edilen adam herhangi bir nimete konduğu zaman hasedçi,
kendisinin nimetten gelen gururunu hazmedemeyeceğinden, tebaiyetinden yüz
çevireceğinden veya kendisiyle eşit olmaya doğru adımlar atacağından ve nefsini
kendisinden daha yüksek göreceğinden korkar. Bu bakımdan daha önce altta olduğu
halde bu sefer üste çıkması söz konusu olur! Kâfirlerin çoğunun Hz. Peygamber'e
karşı hasedleri, tekebbür ve taazzuzdan ileri geliyordu; zira onlar dediler ki:
'Yetim bir genç bizi nasıl geçer, biz ona nasıl baş eğeriz!' İşte bu hakikati
ilân eden ayet!
“Ve dediler ki:
Bu Kur’an iki şehirden bir büyük adama indirilse olmaz mıydı?”(Zuhruf 31)
d. Taaccüb
Kâfirler
peygamberlerin risalet mertebesinden, vahy almalarından ve Allah'a yakın
olmalarından hayrete düştüler. Çünkü peygamberler de onlar gibi beşer idiler.
Bu bakımdan peygamberlere hased ettiler. Peygamberliğin onlardan alınmasını
istediler. Kendileri gibi beşer olan ve yaradılışta benzerleri olan kimselerin
kendilerinden üstün olmasından sıkıldılar. Onların böyle yapması tekebbür
kasdından veya riyaset talebinden veya eski bir düşmanlıktan veya diğer
sebeplerin birisinden ileri gelmiyordu. Onlar hayret ederek şöyle dediler:
“Zaten,
kendilerine hidayet rehberi geldiğinde, insanların (buna) inanmalarını sırf,
«Allah, peygamber olarak bir beşeri mi gönderdi?» demeleri engellemiştir.” (İsrâ
94)
“Bu yüzden
dediler ki: Kavimleri bize kölelik ederken, bizim gibi olan bu iki adama inanır
mıyız?”(Mü'minûn 47)
e.Maksatların Elden Kaçmasından Korkmak
Bu tür hased,
bir tek maksadın etrafında birbirini kıskananlar arasında meydana gelir ve
bunların her biri maksadını elde etmekte yardımcı olacak her nimet hususunda
arkadaşına hased eder. Kumaların kadınlık maksatlarından ötürü birinin diğerine
hased etmesi bu türdendir. Anne ve babanın kalbindeki şefkate erişmek için
kardeşler arasındaki hased de bu tür haseddir. Bu hasedi mal ve şeref
maksadlarına varmak için güderler. Aynı hocanın talebeleri arasında hocalarının
kalbindeki şefkate nail olmak için yapılan hased de bu türdendir. Bir
idarecinin yakınları ve hizmetçileri de onun gözüne girmek için bu tür bir
kıskanma içerisindedirler. Gayeleri gözde olup mal ve mertebeye ulaşmaktır.
Belli hocaların takdirini kazanmak için sürtüşen ve biri diğerine hased eden öğrencilerin
kıskanması da böyledir; zira bir takım gaye ve hedeflere varmak için onların
her biri insanların kalbinde taht kurmak isterler.
f.Riyaset (Baş Olma) Sevgisi
Bu sebep herhangi
bir maksada ulaşmak için değil de sadece (kuru bir hevesle) kendi nefsine rütbe
ve nüfuz istemesidir. Bu, herhangi bir sanatta emsali olmasın diye çırpınan bir
kişi gibidir. Bu kişiye halkın methetme sevgisi galebe çaldığı ve 'filan adam
ihtisas sahasında asrının biricik adamıdır' diye övgüler yağması kişiyi bu
bâdireye sürükler! Çünkü bu kişi kâinatın en ücra köşesinde bile bir benzerinin
olduğunu işittiği zaman rahatsız olur ve onun ölümünü ister veya kendisine eşit
olmasına vesile olan nimetinin ortadan kalkmasını ister. Mesela kahramanlık,
ilim, ibadet, sanat, güzellik, servet veya özelliği olan herhangi bir hususta
kendisine ortak ve eşit olan bir kimsenin bu nimetinin elinden gitmesini ister
ve bu hususta tek başına kalmak kendisini sevindirir. Bu hasedin sebebi, daha
önce vâki olan bir düşmanlık, taazzuz ve tekebbür değildir. Sadece tek başına
'filan sahada önder ve reistir' denmesinden duyduğu övünçten ve başka gayesinin
yok olma korkusu da değildir. Bu mânâ reislik haricinde bulunan birtakım
maksadlarına varmak için halkın kalbinde taht kurmak isteğinden ibaret olan
birtakım âlimlerin arasında cereyan eden mânânın ötesinde bir mânâdır. Yahudi
âlimleri, Hz. Peygamberi (s.a) tanıdıklarını inkâr ediyorlar ve ona iman
etmiyorlardı. Çünkü ilimleri Hz. Peygamberin gelmesi sebebiyle ortadan kalktığı
zaman, baş olmaları ve reislikleri iptal olunmuş ve ortadan kalkmıştı!
g. Nefsin Habâseti
Bu sebep
Allah'ın kullarına isabet eden hayırdan ötürü onları kıskanmasıdır; zira
riyaset ve gururla meşgul olmayan, mal istemeyen bir kimseyi görürsün ki onun
yanında Allah'ın kullarından birinin iyi durumlarından bahsedildiği ve Allah'ın
kullarına nimet olarak verdiklerinden bahsedildiği zaman kendisine ağır gelir!
Kendisine insanların işlerinin bozukluğundan ve karışık durumlarından,
amaçlarının suya düştüğünden, hayatlarının bulanık geçtiğinden bahsettiğin
zaman sevinir! Bu kimse hiçbir zaman başkasının rahatlığını hoş görmez. Daima
başkasının perişanlığı hoşuna gider. Allah'ın nimetlerini kullarına çok görür.
Cimrilik yapar. Sanki o kullar o nimetleri onun mülkünden ve hazinelerinden
almışlar gibi davranır. İki türlü bahil (cimri) vardır. Biri, öz malıyla halka
karşı cimrilik yapar. Diğeri, başkasının malıyla halka karşı cimrilik yapar.
İşte bu insan da Allah'ın nimetleriyle başkasına karşı cimrilik yapar.
Kendisiyle aralarında herhangi bir bağ ve düşmanlık olmayan kullara Allah'ın
vermiş olduğu nimetleri çok görür! Bunun zâhirî bir sebebi yoktur. Ancak
nefiste bulunan bir habaset ve tabiatta bulunan bir rezaletten başka! Bu
insanın yaratılışı böyle bir habâset üzerinedir, bunu tedavi etmek gayet
güçtür. Çünkü diğer sebeplerle meydana gelen hasedin sebepleri ârızî olduğu
için onun sökülmesi ve tedavisi düşünülebilir ve insan tedavisine ümit bağlar.
Hasedin şu son kısmı ise, insanın yaradılışında bulunan bir çirkinliktir.
Herhangi bir ârızî sebepten doğmamıştır.
Bütün bunlar
hasedin sebepleridir. Bazen bu sebeplerin bir kısmı veya tümü veya çoğu bir
şahısta toplanır, dolayısıyla o hased oldukça güçlü olur. Öyle ki kişi onu
düzeltmek ve karşısındaki insana güzel görünmek şöyle dursun düşmanlığını
açıkça belirtir.
8. EMSAL, AKRAN, AKRABALAR ARASINDAKİ HASED ÇOKLUĞUNUN
SEBEBİ VE BAŞKALARI ARASINDAKİ HASEDİN AZLIĞI
Hased, daha
önce belirttiğimiz sebepler bir kavmin arasında çoğaldığı takdirde çoğalır. Bu
sebeplerden bir kısmı bir kavmin arasında belirgin bir şekilde kuvvet bulursa,
hased de onların arasında kabarır, kuvvetlenir.
Arasındaki bağ,
yakınlık ve ortak hedef sayısının fazla olduğu bireyler arasındaki hased
miktarı; bu hedeflere sahip olma ve elinde tutma konusunda ,yakınlık
derecesinin ve ortak hedefin daha az olduğu veya hiç olmadığı bireyler
arasındaki hased miktarından daha fazla olur.Örneğin bir meskende veya bir çarşıda veya bir medresede veya
bir mescidde komşu olan, gayeleri çarpışan, maksat ve hedefleri aynı olan
insanlar arasında gayelerden dolayı zıddiyet, nefret ve hasedleşme belirir ve
kabarır. Bundan da hasedin diğer sebepleri doğup meydana gelir. İşte bunun için
âlim âbide değil de âlime hased eder. Âbid âlime değil de başka bir âbide hased
eder. Tüccar tüccara hased eder. Öyle ki ayakkabı tamircisi kumaş satıcısına
değil de başka bir ayakkabı tamircisine hased eder. Ancak, sanat birliği değil
de başka bir sebepten dolayı ayakkabı tamircisi kumaş satıcısına buğzediyorsa,
o zaman başka. Kişi öz kardeşine ve amcasının oğluna, yabancı kimselere hased
ettiğinden daha fazla hased eder. Bütün bunların menşei dünya sevgisidir. Çünkü
hedef çatışması yaşayanlar için daralan saha ancak dünyadır. Âhiret ise, orada
darlık sözkonusu değildir. Âhiretin misali, ilim nimetinin misâli gibidir.
Şüphe yoktur ki Allah'ın sıfatlarının, meleklerinin, peygamberlerinin, gökler
ve yer melekûtunun marifetini seven ve isteyen bir kimseden hiç kimse bu isteği
bilinse bile nefret etmez. Çünkü marifet, âriflerin çokluğuyla daralmaz. Hatta
bir tek malûmu bir milyon âlim bilir ve onu bilmesinden dolayı sevinir ve zevk
duyar. Hiçbirinin lezzeti diğerinin lezzetinden dolayı eksilmez. Aksine
âriflerin çokluğu sebebiyle yakınlık daha da artar. İstifade ve ifade etmenin
semeresi ve meyvesi daha da çoğalır. İşte bu sırra binaendir ki din âlimleri
arasında kin ve hased yoktur. Çünkü maksadları Allah'ın mârifetidir. Bu ise
engin bir denizdir. Hiç kimsenin dalmasıyla daralmaz. Din âlimlerinin gayeleri
Allah nezdinde büyük bir makama sahip olmaktır. Allah katında ise darlık diye
bir şey yoktur. Âlimler
ilimleriyle mal ve dünya rütbesi istedikleri zaman, biri diğerine hased eder.
İlim ile mal
arasındaki fark şudur. Eğer insan yeryüzündeki bütün serveti elde ederse,
başkasının elde edeceği bir servet kalmaz. İlmin ise sonu yoktur ve tamamının
bir insan tarafından elde edilmesi de düşünülemez. Bu bakımdan Allah'ın celâl
ve büyüklüğü hakkında, yerin ve göklerin büyüklüğü hakkında düşünmeyi kendi
nefsine âdet edinen bir kimsenin katında bu düşünce her nimetten daha tatlı
gelir ve bu kimse bundan menedilemez ve bu hususta bununla çekişen hiç kimse de
bulunmaz. Bu bakımdan bu kimsenin kalbinde hiç kimseye hasedi olmaz. Çünkü bu
kimseden başkası da onun mârifeti gibi mârifet sahibi olursa, lezzetinden zerre
dahi eksiltmez. Aksine o ikinci kimsenin ünsiyetinden dolayı lezzeti gittikçe
artar.
Eğer basiretli isen ve nefsin için şefkatli
isen öyle bir nimeti aramalısın ki o nimetten dolayı hiç kimse ile çekişme ve o
nimetin hiçbir zaman yok olması söz konusu olmasın. Bu nimet dünyada ancak
Allah'ın mârifetinde, sıfat ve fiillerinin marifetinde, gökler ve yerin
melekûtunun acaibliklerinde bulunabilir. Ahirette de bu mertebeye ancak bu
mârifet ile varılabilir. Eğer sen Allah'ın mârifetine müştak değilsen, onun
lezzetini duymazsan, bu husustaki görüşün gevşemiş, bu husustaki isteğin dumura
uğramışsa, o vakit sen mâzur sayılırsın; zira cinsî ilişkiden mahrum olan bir
kimse, asla cimanın lezzetine iştiyak göstermez. Çocuk da taht ve tacın
lezzetine ihtiyaç duymaz. Çünkü bunlar öyle lezzetlerdir ki çocuklar ve erkek olmayanlar
değil de ancak erkekler o lezzetleri idrak edebilirler. Mârifetin lezzeti de
böyledir. Onun idrâki, ancak erkeklerin şânındandır.
“Onlar, ne
ticaret ne de alışverişin kendilerini Allah’ı anmaktan, namaz kılmaktan ve
zekât vermekten alıkoyamadığı insanlardır. Onlar, kalplerin ve gözlerin allak
bullak olduğu bir günden korkarlar.”
(Nûr 37)
Bu lezzete
onlardan başkası iştiyak göstermez. Çünkü iştiyak ancak tatmaktan sonra olur.
Tatmayan bilmez, bilmeyen müştak olmaz. Müştak olmayan aramaz. Aramayan idrâk
etmez. İdrâk etmeyen de esfel-i sâfilînde mahrumlarla beraber olur.
“Kim Rahmân’ı
zikretmekten gafil olursa, yanından ayrılmayan bir şeytanı ona musallat ederiz.”
(Zuhruf 36)
Râgıp el-İsfahânî kişinin yakınlarına hased etme konusunda şöyle bir değerlendirmede
bulunmaktadır: “Bil ki çekememezlik bir tür ahmaklıktır. Çünkü kendi
yakınlarının ve şehir halkının kazandıklarından dolayı üzülen kimse, Çin ve
Hint halklarının kazandıklarından dolayı da üzüntü duymalıdır. Halbuki biraz
düşünse, kendi yakınlarına ulaşan hayır ve iyiliklerin yabancılara ulaşan
hayırlara göre kendisi için daha faydalı olduğunu görecektir.”(Râgıb el-İsfahânî, ez-Zerî’a,İz Yayıncılık, s. 262)
9. MÜNÂFESE'NİN (İMRENMENİN) SEBEBİ
Başka birisinde
bulunan nimetin benzerinin kendi elinde de olmasını istemesi, fakat hased
ettiği kişideki nimetin yok olmamasını istemesidir. Buna münafese denir. Eğer bu
durum din hususunda ise tavsiye edilmiştir. Çünkü bu, hayırda yarışma
buyruğunun (münafesenin) kapsamına girmektedir. Nitekim Allah (cc):“İşte
yarışanlar ancak onda yarışsınlar.”(Mutaffifin 26) buyurmuştur.
Eğer bu durum mübah
olan dünyalıklar hususunda ise kişi affedilmiştir.
Münâfese'nin
sebebi, hakkında münâfese yapılan şeyin sevgisidir. Eğer o şey dinî bir şey
ise, onun sebebi Allah'ın(cc) ve O’na ibadetin sevgisidir. Eğer dünyevî bir şey
ise, onun sebebi, dünyanın mübah şeylerini sevmek ve onlarla nimetlenmektir.
10.HASEDİN ZARARLARI VE KALPTEN SÖKÜP ATMANIN ÇARESİ
Ebulleys es-Semerkandi
Gafletten Kurtuluş adlı eserinde hasedin zararlarından şöyle bahsetmektedir:
“Hasetten daha
zararlı bir şey yoktur. Zira, hased
edilen kimseye henüz bir zarar gelmeden, hased edene beş ceza gelir.
Bunlardan
birincisi, dinmeyen bir kederdir. Hased eden kimse, bu hasedi yüzünden devamlı
bir üzüntü içinde kalır. Zira kıskandığı kimsenin nail olduğu nimetten biran
önce mahrum kalmasını ister. Bu olmayınca da kendi kendine üzülür durur.
İkincisi,
karşılığında bir ecri olmayan bir musibettir.
Üçüncüsü,
övünülemeyecek bir kötülüktür (İnsanlar tarafından kınanmaktır).
Dördüncüsü,
hased edene Allah’ın (cc) gazaplanmış olmasıdır.
Beşincisi,
muvaffakiyet kapılarının kendisine kapanmış olmasıdır.
Bir hakim şöyle
der: “Hasetkar insan, beş cihetten ötürü Rabbi ile çekişmiş olur:
1.Başkalarında
gördüğü her nimetten ötürü öfkelenir.
2.Allah’ın(cc)
rızık taksimine öfkelenir. Hased eden sanki Rabbine şöyle demektedir: “Bu
nimetleri niçin bu şekilde taksim ettin?”
3.Allah(cc)
dilediğine lütfundan verdiği halde, o, Allah’ın(cc) nimetleriyle cimrilik
yapmak istemektedir.
4. Allah’ın(cc)
nimetler verdiği sevgili kullarını o rezil rüsva etmek istemektedir.
5.Hased
etmekle, hem Allah’ın (cc) hem de kendisinin düşmanı olan şeytana yardım
etmektedir.” (Ebulleys es-Semerkandi Gafletten Kurtuluş, Uyanış Yayınevi, Hased
bahsi)
Hased,
kalplerin en büyük hastalıklarındandır. Kalplerin hastalıkları ancak ilim ve
amelle tedavi edilir. Hased hastalığı için faydalı ilim ancak şudur: Hasedin
senin için, âhirette ve dünyada zararlı olduğunu, öteki adama ise ne âhirette
ve ne de dünyada zararlı olmadığını bilmendir. Hatta kendisine hased edilen
adam; hem âhirette hem de dünyasında kendisine karşı güdülen hasetten fayda
görür. Sen bunu basiretinle bilip gördüğün zaman nefsinin düşmanı, düşmanının
dostu değilsen, kesinlikle hasetten vazgeçmen gerekir.
Hasedin Dindeki Zararı
Sen hasedin
yüzünden Allah'ın kaza ve kaderine küsmüş olur, kulları arasında taksim ettiği
nimetini hor görür, gizli hikmetiyle mülkünde ikame ettiği adaletini çirkin
sayar, kerih görürsün. Bu ise tevhidin özüne karşı işlenilen bir cinayet,
imanın gözünde bir çapaktır. Din hususunda cinayet olması sana yeter de artar
bile! Sen bununla mü'minlerden bir kişiye hile yapmayı, ona nasihat etme
vazifesini terketmeyi, Allah'ın veli ve peygamber kullarının, diğer kullar için
hayır istemeleri hususunda onlardan ayrılmış olursun. İblis ve diğer kâfirlerin
mü'minlere belâlar verilmesine ve mü'minlere verilen nimetlerin kalkmasına
sevinmeleri hususunda onlara uymuş olursun. Bütün bunlar kalpte bulunan habaset
ve çirkinliklerdir. Ateşin odunu yediği gibi bunlar da kalbin hasenelerini yer.
Gecenin gündüzü silip ortadan kaldırdığı gibi, haseneleri silip ortadan
kaldırırlar.
Hasedin Dünyadaki Zararı
Sen dünyada,
hasedinden dolayı elem duyar veya durmadan üzüntü içerisinde kendi kendine
sıkıntı yüklemiş olursun; zira Allah Teâlâ onlara vermiş olduğu nimetten onları
uzaklaştırmaz. Sen ise onlara verilen nimeti gördükçe durmadan sıkıntı çeker,
onlardan uzaklaşan her belâdan dolayı elem duyar, mahrum, üzüntülü, kalbin
dağınık, göğsün dar bir vaziyette yaşarsın. Düşmanlarının senin için
istedikleri belâ, dolayısıyla senin başına gelmiş olur. Oysa sen düşmanlarına
böyle bir belâ istiyordun. Sen düşmanına meşakkat istiyordun, oysa buna karşılık
olarak sana meşakkat ve üzüntü verilmiştir. Bununla beraber senin hasedinden
ötürü, hased edilen kimsenin nimeti yok olmaz. Eğer sen ölümden sonra dirilmeye
ve hesap vermeye inanmıyorsan, hiç olmazsa akıllılığın gereği olarak -eğer
aklın varsa- hasetten sakınmalısın. Çünkü hasette kalbin elemi ve hoşnutsuzluğu
vardır ve bununla beraber hiçbir fayda da yoktur. Nasıl olur? Oysa sen hased
hususunda ahirette başına gelecek şiddetli azabı bilen bir kimsesin. Akıllı bir
kimse elde edeceği hiçbir fayda olmadığı halde, üstelik yüklendiği bir zararla
beraber, çektiği meşakkate rağmen, nasıl kendisini Allah'ın gazabına maruz
bırakır da dinini ve dünyasını faydasız bir şekilde yok eder.
Din ve dünyası
hususunda kendisine hased edilen zatın hiçbir zararı olmadığı keyfiyetine
gelince, bu güneşten daha bâriz bir hakikattir. Çünkü ona verilen nimet senin
hasedinden ötürü ondan alınmaz ki! Aksine Allah Teâlâ'nın takdir ettiği ikbal
ve nimet, muhakkak yine takdir ettiği zamana kadar devam edecektir. Onu
kaldırmaya hiçbir güç yetmez. Her şey Allah katında bir ölçüye göredir ve her
müddetin bir hududu vardır.
Madem nimet hasedle
ortadan kalkmaz, o halde kendisine hased edilen kişinin dünyada hiçbir zararı
yoktur. Ahirette de suçu olmadığından dolayı günahkâr olamaz. Sen şöyle
diyebilirsin: 'Keşke nimet, benim hasedimden dolayı, hased ettiğim kimseden
alınsaydı!'
Senin böyle
demen, cehaletin son derekesidir. Çünkü bu bir belâdır ki önce sen kendi
nefsine istiyorsun; zira sen de hasedinden dolayı düşmandan kurtulamazsın. Eğer
hasetten dolayı nimet ortadan kalksaydı, o vakit Allah Teâlâ sana da hiçbir
nimet bırakmazdı ve hiçbir mahlukuna da iman nimeti dahil, hiçbir nimeti
bırakmaması icabederdi. Çünkü kâfirler imanlarından dolayı mü'minlere hased
ederler.
“ Ehl-i
kitaptan çoğu, hakikat kendilerine apaçık belli olduktan sonra, sırf
içlerindeki kıskançlıktan ötürü, sizi imanınızdan vazgeçirip küfre döndürmek
istediler. Yine de siz, Allah onlar hakkındaki emrini getirinceye kadar affedip
bağışlayın. Şüphesiz Allah her şeye kadirdir.” (Bakara 109)
Kendisine hased
edilen şahsın, hasedçinin hasedinden hem dünya hem de âhirette fayda göreceği
hususuna gelince bu husus da açıktır. Din hususunda fayda görmesi, ona hased
ettiğin için mazlum olmasıdır. Hele hased seni onun aleyhinde atıp tutmaya,
bilfiil onun gıybetinde bulunmaya, ona zarar vermeye sürüklerse, onun perdesini
yırtmaya, onun kötülüklerini anmaya sevkederse, bütün bunlar ona takdim ettiğin
hediyelerdir. Bu sözden benim gayem, sen bunlarla kendi sevaplarını ona hediye
etmiş olursun ve kıyamet gününde onun karşısında mahrum bir durumda kalırsın.
Tıpkı dünyada nimetten mahrum olduğun gibi.
Kendisine hased
edilen kişinin hasetten dolayı dünyada fayda görmesine gelince, bu durum da
şöyledir: Düşmanların gayelerinin en mühimi; düşmanlarını kötülemek, onlara
zarar vermek ve onların üzülmelerini görmektir. Düşmanlarının temennilerinin en son noktası, kendilerinin nimet içinde
yüzmeleri, senin ise, onlardan dolayı üzüntü ve hasret içinde kıvranmandır.
Bu bakımdan
düşmanlarının, senin üzüntü ve hasedinden dolayı sevinmeleri, ellerindeki
nimetlerden dolayı sevinmelerinden daha büyüktür. Eğer düşmanın senin hasedin
elem ve azâbından kurtulacağını bilirse, onun bu bilgisi kendisi için en büyük
musibet ve belâdır. O halde sen içinde kıvrandığın hased üzüntüsüyle ancak
düşmanının istediği bir durumdasın. Bunu düşündüğün zaman senin, kendi nefsinin
düşmanı ve düşmanının da dostu olduğunu anlamış olursun; zira sen hem dünya ve
hem de âhirette sana zarar, düşmanına fayda veren bir yoldasın, Allah'ın
nezdinde çirkin bir durumdasın.
Sonra sen
düşmanına kâr sağlamakla kalmadın, düşmanlarının en katısı olan İblis'i de
sevindirdin. Çünkü İblis
seni ilim, takvâ, mertebe ve düşmanına verilen maldan mahrum olarak görüp,
senin hased ettiğin adama verilen nimete razı olup sevapta -onu sevdiğinden
dolayı- ona ortak olacağını bilir ve korkar. Çünkü müslümanlar için hayrı
seven, hayırda onların ortağı olur. Kim, din hususunda büyük olanların
mertebesini elden kaçırırsa onları sevmek sevabı daima elindedir. Bu bakımdan
İblis, senin, Allah'ın kuluna verdiği din ve dünya nimetinden dolayı
sevineceğini ve bu sevinç sebebiyle de muzaffer olacağını düşünerek korkar. Bu
sırra binaen onu sana çirkin gösterir ki amelinle onun mertebesine varmadığın
gibi, sevgiyle de varamayasın.
Bir bedevi Hz.
Peygamber hutbe okurken yanına sokularak şöyle der:
- Kıyamet ne
zaman kopacak?
- Kıyamet için
ne hazırladın?
- Kıyamet için
çok namaz, çok oruç hazırlamış değilim. Ancak ben Allah'ı ve O’nun Rasûlü'nü
seviyorum.
-Sen sevdiğinle
berabersin. (Buhari 6171 , Müslim 2639 )
Enes (ra) der
ki: “Müslümanlar, müslüman olduktan beri o gün sevindikleri kadar hiçbir zaman
sevinmiş değillerdi”. Bu da
müslümanların en büyük hedeflerinin Allah'ın ve Hz. Peygamber'in sevgisi
olduğuna işarettir.
Enes (ra) der
ki: “Biz Hz. Peygamberi, Ebubekir ve Ömer'i sever, fakat onların ameli gibi
amel edemeyiz! Ümit ederiz ki onlarla beraber olalım!”
Şimdi dikkat
et! İblis sana nasıl hased etmiştir? Sevginin sevabını senin elinden nasıl
çıkarmıştır? Sonra bununla da kanaat etmemiş, müslüman kardeşini sana mebğuz
göstermiştir. Seni onu sevmemeye teşvik etmiştir. Sen günâhkar oluncaya kadar
yakanı bırakmamıştır.
Hased eden
insan çoğu zaman düşmanının istediğinin ta kendisiyle müptelâ olur. Bir
müslümanın düşüşü ile sevinen bir kimse çoğu zaman aynı şeyle karşılaşır.
“Çünkü onlar
yeryüzünde büyüklük taslıyor ve kötü tuzaklar kuruyorlardı. Halbuki kişi
kazdığı kuyuya kendi düşer. Onlar öncekilerin kanunundan (onlara uygulanandan)
başkasını mı bekliyorlar? Allah’ın kanununda asla bir değişme bulamazsın,
Allah’ın kanununda kesinlikle bir sapma da bulamazsın.” (Fâtır 43)
İşte hasedin
günahı budur. Acaba sürüklediği ihtilâf, hakkı inkâr etmek, dil ve eli serbest
bırakıp düşmandan intikam almak için kötülükler işlemek gibi çirkinlikler nasıl
olur? Hased öyle bir hastalıktır ki geçmiş milletler onunla helâk olmuşlardır.
İşte buraya
kadar söylediklerimiz ilmî ilâçlardır. İnsanoğlu saf bir zihin ve hazır bir
kalp ile bu ilâçları tedkik ederse onun kalbindeki hased ateşi söner. Kendi
nefsini hasedle helâk edip düşmanını sevindirmiş olduğunu, rabbini kızdırıp
hayatını karmakarışık ettiğini anlar.
Bu husustaki
faydalı amele gelince, bu hasede hükmetmektir. Bu bakımdan hasedin istediği her
söz ve fiilin zıddını yapmaya nefsini zorlamalıdır. Eğer hased kendisini, hased
ettiği kimseyi zemmetmeye zorluyorsa onu övmeye, dilini onu medh etmeye zorlamalıdır.
Hased ona karşı gururlu davranmasını isterse, ona karşı nefsine yüklenmelidir,
ondan özür dilemelidir. Hased kendisini, ona karşı iyilik yapmamaya zorlarsa,
nefsini daha fazla ona iyilik yapmaya zorlamalıdır. Bunu zoraki bir şekilde yaptığı
ve kendisine hased edilen adam bunu bildiği zaman o adamın kalbi sevinir.
Dolayısıyla o da bunu sevmiş olur. Onun sevgisi görüldüğü zaman hased eden de
onu sevmeye başlar. Bundan da aralarında uygunluk doğmuş olur ve onunla da
hasedin maddesi ortadan kalkar. Çünkü tevâzu, övgü ve nimete sevindiğini
belirtmek, kendisine nimet verilenin kalbini rikkate getirir, şefkat ve
merhametini gerektirir, iyilikle buna karşılık vermeye kendisini zorlar. Sonra
bu iyilik birincisine dönüşür. Onun da kalbi hoşlanır. Böylece başlangıçta
zoraki yaptığı bir şey kendisine tabiî ve normal gelmeye başlar. Şeytanın kendisine "Eğer sen, kıskandığın adama
karşı tevazu gösterir, kendisini översen, düşmanın bunu senin acizliğine veya
münafıklığına veyahut korkaklığına hamleder. Düşmanın bu şekilde telâkkisi
senin için zillet olur!' demesi, onu bu şekilde davranmaktan alıkoymamalıdır.
Bu vesveseler şeytanın kandırma ve hilelerindendir. Hatta zoraki bir şekilde
tatlılık göstermek tarafların saldırganlığını önler. Düşmanlık isteğini azaltır.
Kalplere karşılıklı yakınlık ve sevgi girer ve bununla da kalpler, hasedin
eleminden, karşılıklı buğzetmenin üzüntüsünden kurtularak rahata kavuşmuş olur.
İşte bunlar hasedin şifalı ilâçlarıdır. Ancak kalplere pek acı gelir. Fakat
fayda acı ilâçtadır. Kim ilâcın acılığına tahammül göstermezse şifanın
tatlılığına varamaz. Ancak bu ilâcın acılığı, yani düşmana karşı tevazu
göstermek, övmek suretiyle onlara yaklaşmak, daha önce zikrettiğimiz mânâları
bilmekle kolaylaşır. Allah'ın kaza ve kaderine rıza göstermek, Allah'ın
sevdiğini sevmekle kolaylaşır. Nefsin mağrur olması, isteğinin hilâfına
kâinatta bir şeyin olmasını kabul etmeyişi cehalettir. Bu cehaleti takınan bir
nefis olmayanı istiyor demektir. Onun isteğinin olacağından herhangi bir ümit
yoktur. İstenilenin elde edilmemesi zillettir. Bu zilletten kurtuluş ancak iki
şeyle olur: Ya isteğin olması ile veya olacak bir şeyin istenmesiyle!
Birincisi senin
elinde değil!.. Zorlama ve çabanın burada hiçbir müdahalesi yoktur. İkincisi
ise, onun hakkında mücadele etmenin giriş noktası vardır. Onun riyazetle elde
edilmesi mümkündür. Bu bakımdan her akıllı kimsenin bunu elde etmesi gerekir.
İşte bu umumi bir devâ ve ilâçtır.
Mufassal ve
izahlı devâya gelince; hasedin, kibir, gurur, nefsin izzeti, fayda vermeyen
şeylere şiddetli harislik göstermek gibi sebeplerini araştırmaktır. Zira bunlar hastalığın maddeleri ve mikroplarıdır.
Hastalık ancak mikrobun sökülmesiyle sökülür. Eğer sen maddeyi sökemezsen,
bizim söylediklerimizle sadece teskin edebilirsin. Fakat zaman zaman geri
gelir. Maddelerin kalmasıyla beraber onu teskin etmek için uğraşmak uzayıp
gider; zira kişi rütbe âşığı olduğu sürece, kendisinden başka halkın kalbinde
mertebe edinenlere hased eder ve onların mertebe edinmesi kendisini üzer. Oysa
gayesi nefsinin üzüntüsünü azaltmak, bunu ne diliyle, ne de eliyle
belirtmemektir. Bundan tamamen boşalmak ise mümkün değildir. Tevfîk
Allah'tandır!
11.HASEDİN KALPTEN SİLİNMESİ GEREKEN MİKTARI
Eziyet, tabii
olarak sevilmez. Sana eziyet verenden nefret etmemek, çoğu zaman mümkün
değildir. Onun eline bir nimet geçtiği zaman o nimeti kerih görmemek senin
imkânın dahilinde değildir. Düşmanının güzel veya perişan halinin nezdinde eşit
olması ve nimetini hoş karşılamak senin elinde değildir. Sen nefsinde bu iki
durum arasında fark hissedersin. Şeytan da daima seni karşıdaki insana hased
etmeye çağırır. Eğer bu durum sende fiil ve sözle hasedi gösterecek raddeye
sürükleyecek kadar kuvvet kazanmışsa ve bu da senin ihtiyarî fiillerinden
biliniyorsa, sen hem hasedçi ve hem de hasedinden dolayı günahkâr bir kimsesin.
Eğer sen tamamen zâhirini kontrol altına alıp ancak içinden nimetin zevâlini
istiyorsan ve senin nefsinde de bu durumu kınayıcı ve kerih telâkki edici birşey
yoksa, sen yine asi bir hasedçisin. Çünkü hased, fiilin değil kalbin sıfatıdır.
Fiile gelince,
o gıybet ve yalan demektir. O, hasedden doğan bir ameldir. Hasedin bizzat
kendisi değildir. Hasedin kaynağı kalptir, âzalar değildir. Evet, bu hased bir
zulüm değildir ki onun için helâlleşmek farz olsun. O, seninle Allah arasında
geçen bir günahtır. Sadece âzâların yaptığı şeyler için helâlleşmek farz olur.
Sen zâhirini günahtan menettiğin ve bununla beraber tabii olarak kalbinden
hased edilenin nimetinin kalkmasından ibaret olarak kalp sızıntısından
iğrendiğin zaman, âdeta tabiatından olan bu kötülükten dolayı nefsine kızarsın.
Bu takdirde o kerahet, tabiat cihetinden gelen o kötü meylin karşısına akıl
cihetinden dikilen bir siper olur. Evet, böyle yaptığın takdirde üzerindeki
farz ve vazifeyi yerine getirmiş olursun. Birçok durumlarda bundan daha fazlası
senin imkân ve ihtiyarının dahilinde değildir.
Bütün bunlardan
anlaşılmıştır ki senin için düşmanların hakkında üç durum vardır:
Birincisi,
tabii olarak onların kötülüğünü istemen ve fakat bu duruma sevindiğini de hoş
karşılamamandır. Aklınla bunu çirkin görür, kendi kendini kötüler, bu arzuna
ulaşmak istemezsin. Hatta bu hastalığın tedavisi için elinden geleni yaparsın.
Bunlardan sonra böyle bir eğilim kesinlikle affolunmuştur. Çünkü bundan daha
fazlası insanın ihtiyarı dahilinde değildir.
İkincisi, bunu
istemen ve düşmanının kötülüğüne karşı sevindiğini açıkça göstermen, dilinle
veya âzalarınla bunu belirtmendir. İşte kesinlikle mahzurlu olan hased budur.
Üçüncüsü -ki bu
birinci ve ikinci durumlar arasında bir durumdur- kalben hased etmendir. Fakat
hasedinden dolayı nefsine buğzetmezsin kalbine karşı senden bir tiksinme
belirmez, ancak âzalarını hasedin istediği istikamette, kalbin emrine
vermezsin. Bu da ihtilâf yeridir! Açık fetvaya göre bu da günahtan hâli
değildir. O sevginin kuvveti ve zayıflığı nisbetinde bir günah söz konusudur.
Allah en doğrusunu bilir!
12.SONUÇ
Ø Başkasının sahip olduğu maddî veya mânevî imkânların
kendisine intikal etmesi veya kıskanılan kişinin bu imkânlardan mahrum kalması
yönündeki istek ve niyete hased denir.
Ø Hased sahibi kişi başkalarında gördüğü her nimetten
ötürü öfkelenir. Nimetin kaynağı da Allah(cc) olduğuna göre hasedçi bir anlamda
Allah’ın (cc) rızık taksimine öfkelenir. Hased eden sanki Rabbine şöyle
demektedir: “Bu nimetleri niçin bu şekilde taksim ettin?” Bu durum hasedin
kişinin imanına, ahlakına ve amellerine vereceği zararın büyüklüğünü bize
açıkça göstermektedir.
Ø Hased sahibi insan hasedin kendisinde oluşturduğu
habaseti çoğunlukla içinde tutamaz ve bunu dışarı yansıtır. Bu da onun
akrabaları ve din kardeşi ile arasının bozulmasına neden olur.
Ø Hased, kalplerin en büyük hastalıklarındandır.
Kalplerin hastalıkları ancak ilim ve amelle tedavi edilir. Hased hastalığı için
faydalı ilim ancak şudur: Hasedin senin için, âhirette ve dünyada zararlı
olduğunu, öteki adama ise ne âhirette ve ne de dünyada zararlı olmadığını
bilmendir. - İstemeden kalbinde hased duygusu meydana gelirse ve bu duyguyu da
kalben kötü görüyorsan, bu hasedden dolayı bir sakınca yoktur.
Ø Kalbinde meydana gelen hased duygusunu kalben kötü
görmüyorsan veya bu hased düşüncesi kendi isteğinle meydana geliyorsa, hased
ettiğin kimsedeki bir nimetin yok olmasını veya hased ettiğin kimseye
ulaşmamasını istiyor ve bunun gerçekleşmesi için gayret ediyorsan veya bu
davranışının alametleri senin azalarında görünüyorsa, bu haram olan hasettir.
Ø Bir kimsenin elinde bulunan ve ahiretine zarar veren
bir nimetin elinden çıkmasını istemek hased sayılmaz.
Ø Başka birisinde bulunan nimetin benzerinin kendi
elinde de olmasını istemesi, fakat hased ettiği kişideki nimetin yok olmamasını
istemesi eğer sırf dünyalık nimetler ise affedilmiştir. Eğer din hususunda ise
tavsiye edilmiştir. Çünkü bu, hayırda yarışma buyruğunun (münafesenin)
kapsamına girmektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder