11. NİYET İHLAS SIDK

 

                                                                                11. NİYET İHLAS SIDK

1.GİRİŞ

Kalp ameli olarak değerlendirilen niyet, ihlas ve sıdk kavramları, bir bütünün üç parçası ve azalar tarafından icra edilen tüm amellerin başlangıç noktası olması nedeniyle her birinin en iyi şekilde kavranması ve uygulanması büyük önem arz etmektedir. Çünkü amellerimizin kalbimize ve halimize tesirini sağlayacak gerçek değerine ulaşması ve bu vesileyle amellerimizin bizi kötülüklerden uzaklaştırıp iyiliklere sevk etmeye katkı sağlamasının yolu da budur.

Gazali derki:

“Kalp sahipleri, iman basireti ve Kur'ân nûruyla anlamışlardır ki saadete kavuşmak ancak ilim ve ibadetle mümkündür. Niyetsiz amel, boşuna yorulma demektir. İhlâssız niyetse riya sayılır; riya da münafıklığın dengi olup isyan ile eşittir. Sıdk ve tahkik olmaksızın ihlâs hebâ olur!”

 Niyetin hakîkatini bilmeyenin niyeti nasıl doğru olabilir? İhlâsın hakîkatini bilmediği halde niyetini tashih ettiğini (düzelttiğini) zanneden kişinin niyeti nasıl hâlis olabilir veya sıdkın (doğruluğun) mânâsını bilmeyen bir muhlis, nasıl olur da nefsinden sıdk bekleyebilir?

Allah'a ibadet etmek isteyen her kula düşen ilk vazife, önce niyeti öğrenmektir ki marifeti elde edebilsin. Sonra kurtuluş vesilesi olan ihlâs ve sıdkın hakîkatini anladığında onu (niyeti) amel ile doğrulasın. Bu bakımdan kalb âlemini tanımak için üç kavramı çok iyi anlamamız gerekmektedir: Bunlar niyet, ihlas ve sıdk kavramlarıdır.

2. KAVRAM TAHLİLİ

Niyet: Kesinlik kazanmış ve bir fiilin işlenmesine yönelmiş irade anlamında fıkıh terimi.

Sözlükte “yönelmek, ciddiyet ve kararlılık göstermek” gibi anlamlara gelen niyyet (niyet) kelimesinin sözlük anlamı esas alınarak yapılan değişik tanımları arasında “kalbin hemen veya sonucu itibariyle maksada uygun bulduğu, yani bir yararı sağlayacağına yahut bir zararı savacağına hükmettiği fiile yönelmesi” şeklindeki tarif daha çok yaygınlık kazanmıştır. Genellikle Beyzâvî’ye nisbet edilmekle birlikte Gazzâlî’nin eserinde yer alması (İhyâ’, IV, 365) bu tanımın daha öncesine ait olduğunu göstermektedir. Dinî bir terim olarak niyet için yapılan tanımlar arasında genellikle benimseneni yine Beyzâvî’ye izâfe edilen, “Allah’ın rızâsını kazanma arzusuyla ve O’nun hükmüne tâbi olmak üzere fiile yönelen irade” şeklindeki tariftir. Bunu “işlenmesinin hemen öncesinde bir şeyi yapma iradesi” tarzında tanımlayanlar da vardır. Karâfî, niyeti “fiilin kendisine yön veren değil onu ihtimalli olduğu yönlerden birine yönelten irade” şeklinde tanımlar. Aynı müellif iradenin türlerini (nevi) oluşturan on kavramı (azim, hem, niyet, şehvet, kast, ihtiyar, kazâ, kader, inâyet, meşîet) inceleyip aralarında ne tür bir ilişki olduğunu açıkladıktan sonra niyetin diğerlerinden farklılık taşıdığını, ancak neredeyse eş anlamlı olduklarını söylemeye imkân verecek derecede yakın oldukları için irade, azim, kast ve inâyetin de “niyet” anlamında kullanıldığını söyler.

Kur’ân-ı Kerîm’de niyet kelimesi ve -“çekirdek” anlamındaki nevâ (el-En‘âm 6/95) dışında- aynı kökten gelen kelimeler yer almaz. Hadislerde ise niyet ve türevlerine sıkça rastlanmaktadır (Wensinck, el-Mu’cem, “nvy” md.). İslâm âlimleri niyetle amel arasında ruh-beden misali bir ilişki bulunduğunu, niyetin kulluğun sırrı, amelin özü, ruhu ve direği olduğunu belirterek amellerin Allah katında değerli veya değersiz sayılması hususunda olduğu gibi dünyevî sonuçlarını belirlerken yapılacak değerlendirmeler bakımından da niyetin büyük önem taşıdığını vurgulamıştır.

İhlas: Kulun bütün davranışları ve sözlerinde sadece Allah’ın rızâsını gözetmesi anlamında ahlâk ve tasavvuf terimi.
Sözlükte “arınmak, saflaşmak, kurtulmak” mânasındaki hulûs / halâs kökünden türetilmiş olup “bir şeyi, içine karışmış ve değerini düşürmüş olan başka şeylerden temizleyip arındırmak, saflaştırmak” anlamına gelen ihlâs kelimesi, terim olarak “ibadet ve iyilikleri riyadan ve çıkar kaygılarından arındırıp sadece Allah için yapmak” demektir. İslâmî literatürde ihlâs daha geniş olarak şirk ve riyadan, bâtıl inançlardan, kötü duygulardan, çıkar hesaplarından ve genel mânada gösteriş arzusundan kalbi temizlemeyi, her türlü hayırlı faaliyete iyi niyetle yönelmeyi ve her durumda yalnızca Allah’ın rızâsını gözetmeyi ifade eder (Râgıb el-İsfahânî, Müfredât, “ħlś” md.; Lisânü’l-‘Arab, “ħlś” md; Gazzâlî, IV, 379-380).

Sıdk: Niyette dürüstlük, söz ve davranışların doğru ve gerçeğe uygun olması anlamında bir ahlâk terimi.
Eski sözlüklerde “vâkıaya uygun hüküm ifade eden söz, yalanın karşıtı” diye tanımlanan sıdk kelimesi (Cevherî, I, 580; Lisânü’l-‘Arab, “śdķ” md.; Tâcü’l-‘arûs, “śdķ” md.; et-Ta’rîfât, “śıdķ” md.) âyet ve hadislerle diğer İslâmî kaynaklarda “hakikati konuşmak, gerçeğe uygun bilgi vermek, dürüst ve güvenilir olmak, vaadine sadâkat göstermek” anlamında masdar; “hakikati ifade eden, gerçeğe uygun olan söz, doğruluk, dürüstlük, güvenilirlik” anlamında isim olarak kullanılır. Bir şeyin objektif gerçekliği hak, bunun aslına uygun biçimde anlatılması sıdk kavramıyla ifade edilir. Hak doğrunun nesnel yanı, sıdk ise sözün nesnel doğruya uygunluğudur. Sıdk ayrıca “sözün hem objektif gerçeğe hem de sözü söyleyenin zihnindeki bilgiye uygunluğu” şeklinde tanımlanır. Buna göre bir kimsenin sözü -aslında gerçeği ifade etse bile- o kişi kendi zihninde yalan söylediğini düşünüyorsa bu söz yalan (kezib, kizb) sayılır. Böyle bir durumda sözün bir yönden doğru, bir yönden yalan olabileceği de belirtilir. Meselâ bir inkârcının, “Muhammed Allah’ın elçisidir” şeklindeki sözü içindeki inancı ifade etmemesi yönünden yalan, Hz. Muhammed’in Allah’ın resulü olduğu gerçeğine uygun düşmesi bakımından doğrudur. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm (el-Münâfikūn 63/1) münafıkların Hz. Peygamber’e gelerek, “Şahitlik ederiz ki sen gerçekten Allah’ın elçisisin” şeklindeki sözlerini, “Allah da biliyor ki sen O’nun elçisisin” sözleriyle söyleneni doğrulamış, “Ancak Allah da münafıkların yalancı olduğuna şahitlik eder” ifadesiyle gerçekte buna inanmadıkları için münafıkların yalancılığını bildirmiştir.

Sıdk kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de bazıları mecazi anlamda olmak üzere on beş yerde geçer. Ayrıca üç âyette “doğru sözlü” anlamında sâdık, elli kadar âyette bunun çoğul şekilleri (sâdikun, sâdikın, sâdikat), altmış kadar âyette aynı kökten çeşitli fiil ve isimler yer almaktadır (M. F. Abdülbâkî, el-Mu’cem, “sdķ” md.). 

Hadislerde hem sıdk kelimesi hem de çeşitli türevleri geçmektedir. Bazı hadis mecmualarında sıdk konusuna özel bablar ayrılmıştır (meselâ bk. Müsned, V, 14, 20; Buhârî, “Edeb”, 69; Tirmizî, “Birr”, 46; Dârimî, “Büyû’”, 8). Hz. Peygamber’in şu öğüdü, hadis kaynaklarının yanında sıdk konusuna yer veren hemen bütün ahlâk ve tasavvuf kitaplarında kaydedilmiştir: “Size doğruluğu öğütlerim; çünkü doğruluk iyiliğe, iyilik de cennete götürür. Doğruluğu şiar edinen kimse Allah katında sıddîk diye yazılır. Yalan söylemekten sizi menederim; çünkü yalan söylemek günaha, günah da cehenneme götürür. Kişi yalan söyleye söyleye nihayet Allah katında kezzâb diye yazılır” (Müsned, I, 3, 5, 7, 8, 9, 11; Buhârî, “Edeb”, 69; Müslim, “Birr”, 103-105). 

(http://www.islamansiklopedisi.info/ Niyet ihlas ve sıdk maddeleri)

 

3. KONUYLA İLGİLİ AYETLER

Niyetle ilgili ayetler

“Rablerinin rızasını dileyerek sabah akşam O'na dua edenleri (fakirleri onlarla bir arada bulunmak istemeyen müşriklerin arzularına uyarak yanından) kovma!”(En'âm/52)

Ayette bahsi geçen dileme'den gaye niyet'tir.

“Her kim bu çarçabuk geçen dünyayı dilerse ona, yani dilediğimiz kimseye dilediğimiz kadarını dünyada hemen verir, sonra da onu, kınanmış ve kovulmuş olarak gireceği cehenneme sokarız. Kim de ahireti diler ve bir mümin olarak ona yaraşır bir çaba ile çalışırsa, işte bunların çalışmaları makbuldür.”(İsra 18-19)

“Onların ne etleri ne de kanları Allah’a ulaşır; fakat O’na sadece sizin takvânız ulaşır. Sizi hidayete erdirdiğinden dolayı Allah’ı büyük tanıyasınız diye O, bu hayvanları böylece sizin istifadenize verdi. (Ey Muhammed!) Güzel davrananları müjdele!”( Hac 37)

 

 

İhlasla ilgili ayetler

“Halbuki onlara ancak, dini yalnız O'na has kılarak ve hanifler olarak Allah'a kulluk etmeleri, namaz kılmaları ve zekât vermeleri emrolunmuştu. Sağlam din de budur.”(Beyyine 5) (“Hanîf” eğriliğe sapmaksızın doğru yoldan giden demektir)

“Dikkat et, hâlis din yalnız Allah'ındır.”(Zümer 3)

“Ancak tevbe edip hallerini düzeltenler, Allah'a sımsıkı sarılıp dinlerini (ibadetlerini) yalnız onun için yapanlar başkadır. İşte bunlar (gerçekte) müminlerle beraberdirler ve Allah müminlere yakında büyük mükâfat verecektir.”(Nisa 146)

“Artık her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, iyi iş(salih amel) yapsın ve Rabbine ibadette hiçbir şeyi ortak koşmasın.” (Kehf 110)

Bu son ayet-i celîle Allah için işlediği amelinden dolayı övülmeyi seven kimse hakkında nâzil olmuştur.

Sıdkla ilgili ayetler

 Müminler içinde Allah'a verdikleri sözde duran nice erler var. İşte onlardan kimi, sözünü yerine getirip o yolda canını vermiştir; kimi de (şehitliği) beklemektedir. Onlar hiçbir şekilde (sözlerini) değiştirmemişlerdir.”(Ahzab 23)

“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve doğrularla beraber olun.” ( Tevbe 119)

“Müminler ancak Allah’a ve Resûlüne iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşanlardır. İşte doğrular ancak onlardır.” (Hucurat 15)

4. KONUYLA İLGİLİ HADİSLER

Niyet ve ihlasla ilgili hadisler

 Mü’minlerin emîri Ebû Hafs Ömer ibni Hattâb radıyallahu anh, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i şöyle buyururken dinledim, dedi:

“Yapılan işler niyetlere göre değerlenir. Herkes yaptığı işin karşılığını niyetine göre alır. Kimin niyeti Allah’a ve Resûlü’ne varmak, onlara hicret etmekse, eline geçecek sevap da Allah’a ve Resûlü’ne hicret sevabıdır. Kim de elde edeceği bir dünyalığa veya evleneceği bir kadına kavuşmak için yola çıkmışsa, onun hicreti de hicret ettiği şeye göre değerlenir.” (Buhârî, Bed’ü’l-vahy 1, Îmân 41, Nikâh 5, Menâkıbu’l-ensâr 45, İtk 6, Eymân 23, Hiyel 1; Müslim, İmâret 155. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Talâk 11; Tirmizî, Fezâilü’l-cihâd 16; Nesâî, Tahâret 60; Talâk 24, Eymân 19; İbni Mâce, Zühd 26 )

Sıdkla ilgili hadisler

Abdullah İbni Mes’ud radıyallahu anh’den rivâyet edildiğine göre Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Şüphesiz ki sözde ve işde doğruluk hayra ve üstün iyiliğe yöneltir. İyilik de cennete iletir. Kişi doğru söyleye söyleye Allah katında sıddîk (doğrucu) diye kaydedilir. Yalancılık, yoldan çıkmaya (fücûr) sürükler. Fücûr da cehenneme götürür. Kişi yalancılığı meslek edinince Allah katında çok yalancı (kezzâb) diye yazılır.” Buhâri, Edeb 69; Müslim, Birr 103-105. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Edeb 80; Tirmizi, Birr 46; İbni Mâce, Mukaddime 7; Duâ 5

Ebû Sâbit, Ebû Saîd ve Ebû Velîd künyeleriyle tanınan ve Bedir mücâhidlerinden olan Sehl İbni Huneyf radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Bütün kalbiyle(bi sıdkın) şehid olmayı isteyen kişiyi Allah, yatağında ölse bile, şehidler mertebesine ulaştırır.” (Müslim, İmâre 157. Ayrıca bk. İbni Mâce, Cihâd 15)

Ebû Muhammed Hasan İbni Ali İbni Ebû Tâlib radıyallahu anhümâ şöyle dedi: Ben Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den: “Şüpheliyi bırak, şüphe vermeyene bak. Zira gönül, (sözde ve işde) doğrudan huzur, yalandan kuşku duyar” buyurduğunu belledim. (Tirmizî, Kıyâmet 60)

5. ASHAB'IN VE ÂLİMLERİN SÖZLERİ

Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir: 'Amellerin en üstünü, Allah'ın farzlarını edâ etmek, haramından sakınmak ve Allah katında niyetin doğruluğudur'.

Sâlim b. Abdullah, Ömer b. Abdülâziz'e şunları yazdı: 'Bil ki Allah'ın yardımı kulun niyeti nisbetindedir. Bu bakımdan kimin niyeti tam ise, Allah'ın ona yapacağı yardımı tamdır. Kimin niyeti de eksikse ona yapılacak yardım da o nisbette eksilir'.

Süfyan es-Sevrî şöyle demiştir: “Sizin ameli öğrendiğiniz gibi selef de amel için niyeti öğreniyorlardı.”

‘’Andolsun ki içinizden cihad edenlerle sabredenleri belirleyinceye ve haberlerinizi açıklayıncaya kadar sizi imtihan edeceğiz.’’(Muhammed 31) 

Fudayl b. İyaz bu ayeti okuduğunda ağlamış; sonra tekrar okuyarak şöyle demiştir: “(Ey rabbim)! Eğer sen imtihan edersen, yırtıp (gizli hallerimizi ortaya çıkarıp) bizleri rezil edersin.”

Hasan Basrî şöyle demiştir: “Cennetlikler cennette, cehennemlikler de cehennemde, ancak niyetlerinden dolayı ebedî kalırlar!

Bilâl b. Sa'd şöyle demiştir: “Kul mü'min olduğunu söylediğinde Allah Teâlâ ameline bakmadan onu sözüyle başbaşa bırakmaz. Amel ettiğinde ise takvâsına bakmadan onu ameliyle başbaşa bırakmaz. Takvâ sahibi olduğunda da neye niyet ettiğine bakmadan onu bırakmaz. Eğer niyeti doğru ise, diğer hareketleri haydi haydi doğrudur.”

6. NİYETİN FAZİLETİ

Ebû Hüreyre Abdurrahman İbni Sahr radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: - “Allah Teâlâ sizin bedenlerinize ve yüzlerinize değil, kalblerinize bakar.” (Müslim, Birr 33. Ayrıca bk. İbni Mâce, Zühd 9)

Allah Teâlâ kalplere, niyet'in yeri olmasından dolayı bakar.

 Ebû Yezîd Ma`n İbni Yezîd İbni Ahnes radıyallahu anhüm -Ma`n de, babası Yezîd de, dedesi Ahnes de sahâbîdir- şöyle dedi: Babam Yezîd sadaka vermek üzere yanına birkaç dinar aldı ve onları Mescid-i Nebevî de oturan birinin yanına koydu. Ben Mescid’e uğrayarak paraları aldım ve babama götürdüm. Babam: - Vallâhi ben onları sen alasın diye bırakmamıştım deyince, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yanına giderek durumu arzettim. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: - “Yezîd! Sen niyet ettiğin sadaka sevabını kazandın. Ma`n! Aldığın para da senindir.”( Buhârî, Zekât 15. Ayrıca bk. Dârîmî, Zekât 14; Ahmed İbni Hanbel, Müsned, III, 470)

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “İnsanlar dört sınıftır:

a) Allah'ın, kendisine ilim ve mal verdiği kişidir ki ilmiyle malında tasarruf eder!

b) Onun bu halini görüp de 'Eğer Allah buna verdiğinin benzerini bana verirse, ben de onun yaptığı gibi yaparım' diyen kimse.

Bu iki kişi sevapta eşittirler.

c) Allah'ın, kendisine mal verip de ilim vermediği kişidir ki cehaletinden ötürü malını har vurup harman savurur.
d) Üçüncünün halini görüp de 'Eğer Allah buna verdiğinin benzerini bana verseydi onun yaptığı gibi yapardım! diyen kimse.

Bu ikisi de günahta eşittirler.” (İbn Mâce)

Enes radıyallahu anh şöyle dedi: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ile Tebük Gazvesi’nden döndüğümüz sırada şöyle buyurdu: “Medine’de bizden geride kalan öyle kimseler vardır ki, bir dağ yoluna, bir vâdiye girdiğimizde onlar da bizimle yürüyormuş gibi sevap kazanırlar. Çünkü onları birtakım mâzeretleri alıkoymuştur.”( Buhârî,Megâzî 81, Cihâd 35. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Cihad 19; İbni Mâce, Cihâd 6)

“Ümmetimin şehidlerinin çoğu, yataklarında ölenlerdir. Düşmanla çarpışırken öldürülen niceleri vardır ki onların niyetini Allah daha iyi bilir”.(İmam Ahmed)

Allah Teâlâ'nın, niyetinden ötürü kişiyi başka bir kişinin iyi veya kötü amellerine nasıl ortak kıldığına dikkat ediniz!

Hz. Ömer (r.a) Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivayet eder:

“Savaşanlar, ancak niyetler üzerinde savaşırlar. İki ordu, karşı karşıya geldiğinde, melekler yere inerek insanları, yazarlar: 'Filan adam dünya için, falan adamsa gayretkeşliğinden (hamiyyetinden) dolayı dövüşüyor. Filan adam da asabiyet (ırkçılık) için dövüşüyor'.

Sakın (rastgele) 'Filan adam Allah yolunda öldürüldü!' demeyiniz! Zira Allah yolunda çarpışan kimse, (ancak) Allah'ın kelimesi (dini) en yüce olsun diye çarpışan kimsedir.” (İbn Mübârek)       

Câbir'den rivayet edildiğine göre: Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Her kul, hangi niyet üzerinde ölürse o niyet üzere haşrolunur. “(Müslim)

Ahmed b. Ebî Bekre'nin rivayet ettiği bir hadîste Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

“İki müslüman kılıçlarıyla karşı karşıya geldiklerinde hem öldüren, hem de öldürülen cehennemdedir.
- Ey Allah'ın Rasûlü! Öldüreni anladık, fakat öldürülenin suçu nedir?

- Çünkü öldürülen de karşısındakini öldürmeye niyet etmişti!” (Buhârî, Îmân 22, Diyât 2, Fiten 10; Müslim, Kasâme 33, Fiten 14, 15. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Fiten 5; Nesâî,Tahrîm 29, Kasâme 7; İbni Mâce, Fiten 11 )

Ebü’l-Abbâs Abdullah İbni Abbâs İbni Abdülmuttalib radıyallahu anhümâ’dan nakledildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bir hadiste şöyle buyurdu:

“Allah Teâlâ iyilik ve kötülükleri takdir edip yazdıktan sonra bunların iyi ve kötü oluşunu şöyle açıkladı:

 Kim bir iyilik yapmak ister de yapamazsa, Cenâb-ı Hak bunu yapılmış mükemmel bir iyilik olarak kaydeder. Şayet bir kimse iyilik yapmak ister sonra da onu yaparsa, Cenâb-ı Hak o iyiliği on mislinden başlayıp yedi yüz misliyle, hatta kat kat fazlasıyla yazar. Kim bir kötülük yapmak ister de vazgeçerse, Cenâb-ı Hak bunu mükemmel bir iyilik olarak kaydeder. Şayet insan bir kötülük yapmak ister sonra da onu yaparsa, Cenâb-ı Hak o fenalığı sadece bir günah olarak yazar.” (Buhârî, Rikâk 31; Müslim, Îmân 207, 259. Ayrıca bk. Buhârî, Tevhîd 35; Tirmizî, Tefsîru sûre (6),10 )

 

7. NİYETİN HAKÎKATİ

Niyet, irade ve kasd aynı mânâya gelen ibareler olup kalbin bir hali ve sıfatıdır. Niyet, iki şey arasındadır: İlim ve amel. İlim bunun öncüsüdür; zira ilim, onun aslı ve şartıdır. Amel ise, ona tâbidir, zira onun dalı ve meyvesidir. Kişinin marifeti, gördüğü şeyin nefsine uygun olduğu hususunda kesinleştiği ve kendisinde bunu yapma mecburiyeti hissettiği ve kendisini onu yapmaktan alıkoyacak karşı bir kuvvet de bulunmadığı takdirde irade harekete geçer ve o şeye karşı meyil oluşur. İrade harekete geçtiğinde kudret de azaları harekete geçirmek için faaliyete geçer. Bu bakımdan kudret iradenin hizmetindedir; irade ise inanç ve marifetin hükmüne tabidir.

Bu bakımdan ilk hareket ettirici, hedefin bizzat kendisi olup bu da iteleyici kuvvettir. İteleyici gaye, niyet edilen maksadın ta kendisidir. Harekete geçmeyi kabul etmekse kasd ve niyettir. Kudretin; azaların hareketiyle iradenin hizmetine koşması amelin ta kendisidir.

Yırtıcı bir hayvanın hücumuna mâruz kalan bir insan o hayvanı her gördükçe yerinden fırlar. Bu insanı ürküten şey, yırtıcı hayvandan kaçma isteğinden başka bir şey değildir. Bu insan yırtıcı hayvanı görmüş ve onun zararlı olduğunu anlamıştır. Bu yüzden nefsi kaçmaya teşebbüs edip rağbet göstermiştir. Bu teşebbüs gereğince kudreti harekete geçmiştir. Bu kişinin niyeti yırtıcı hayvandan kaçmaktır; zira ayağa kalkmakta başka bir gayesi yoktur. İşte bu niyet hâlise adını alır. Bu niyet gereği yapılan amele de, iteleyici hedefe nisbetle ihlâs denir. Mânâsı başkasının müşâreketinin (ortaklığının)  karışmasından arınmış demektir.

“Müminin niyeti amelinden üstündür.” (Taberânî, VI, 185)

Bu hadisin (hadisin rivayetiyle ilgili değerlendirme için bk. Aclûnî, II, 430) nasıl anlaşılması gerektiği hakkında değişik görüşler ortaya konmuş olmakla birlikte bunun kalp temizliğinin yeterli sayıldığı, dolayısıyla niyet sağlam oldukça bedenî anlamda ibadete gerek kalmayacağı şeklinde yorumlanamayacağına dikkat çekilmiştir. Gazzâlî, bu hadis için yapılan ve kendisinin de katıldığı bazı açıklamaları aktardıktan sonra asıl kastedilen anlamın şu olduğunu belirtir: Niyet de amel de Allah’ın kuldan istedikleri (taat) arasındadır ve her ikisinin hedeflenen amaca katkısı ve etkisi vardır; fakat niyetin etkisi amelinkinden fazladır. Bir başka anlatımla niyet de amel de müminin Allah’a kulluğunun icaplarındandır ve bunların ikisi de kulun seçimini gerektiren işlerdir; ancak niyet amele göre daha önemlidir (İĥyâ’, IV, 366-367; hadisin başka bir yorumu ve fiile dönüşmemiş kötü niyetin hükmü hakkında bk. Şemseddin el-Kirmânî, I, 21-22). Bu arada bazı âlimler, niyetin önemine dikkat çekmek için müminin cennette ve kâfirin cehennemde kalma süresinin niçin amellerine yani dünya hayatında yaşadığı süreye denk olmayıp orada ebedî olarak kalma ile ödüllendirildiği veya cezalandırıldığı sorusunu gündeme getirirler ve bu durumu itaat ve inkâr yönündeki niyet ve kararlılığın devamlı olmasıyla açıklarlar (http://www.islamansiklopedisi.info/ Niyet maddesi)

 Nitekim İhya’da Hasan Basrî’den şöyle bir söz aktarılır: “Cennetlikler cennette, cehennemlikler de cehennemde, ancak niyetlerinden dolayı ebedî kalırlar!”

Çünkü kalbi halis olanın koşullar müsait olduğunda kavli ve fiili de halis olur. Hasta olan ,fakir olan ,güçsüz olan birisinin salih amelini imkanları ölçüsünde gerçekleştirebilmesini bu duruma örnek verebiliriz. Halis niyetiyle insan fiili amelini gerçekleştiremese de kalbindeki imanı ,amele olan özlemini ve eylem dinamizmini diri tutar. Nitekim Allah (cc)  “Müminler içinde Allah'a verdikleri sözde duran nice erler var. İşte onlardan kimi, sözünü yerine getirip o yolda canını vermiştir; kimi de (şehitliği) beklemektedir. Onlar hiçbir şekilde (sözlerini) değiştirmemişlerdir.” (Ahzab 23) buyurmaktadır.

 Niyet'in amele tercih edilmesinini ve ondan hayırlı kabul edilmesinin sebebine gelince, bunu ancak dinin maksad ve yolunu, bu yolun maksada varıştaki tesirinin son hududunu bilen; eserlerin bir kısmını diğerleriyle mukayese edip maksuda nisbetle en kuvvetlisini öğrenmek için çabalayan anlar. Meselâ 'Ekmek meyveden daha hayırlıdır' diyen kimse, bu sözüyle şunu kastetmiştir: 'Ekmek, gıdalanma maksuduna nisbetle meyveden daha hayırlıdır!' Bu mânâyı ise, ancak gıdanın bir maksadı olduğu ve bunun da sıhhat ve hayatın idamesi olup gıdaların sıhhat ve hayatı devam ettirmede değişik tesirlerin olduğunu öğrenen; her birinin tesirini bilen ve bir kısmını diğerleriyle mukayese eden kimse anlar! İbadetler de kaplerin gıdasıdır. Azalar ile kalp arasında bir bağ vardır. Bu yüzden bunlar birbirlerinden etkilenir. Bu bakımdan bir aza yaralandığında kalp bundan acı duyar. Kalbin eleminden de bütün azalar etkilenir. Kalp, arkasından gidilen bir esastır; emir ve çobandır. Azalarsa hizmetçiler, halklar ve sürüler mesabesindedir. Bu bakımdan azalar sıfatlarının kalpte perçinleşmesinden dolayı onun hizmetçisidirler. Öyleyse hedef kalptir. Azalarsa bu hedefe götürücü vasıtalardır. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

“Vücutta bir organ (kalp) vardır ki o düzgün olduğunda vücudun diğer azaları da düzgün olur.” Müslim, Buhârî, (Nu'man b. Beşir'den)

 “Onların ne etleri ne de kanları Allah’a ulaşır; fakat O’na sadece sizin takvânız ulaşır.”(Hacc 37)

 Takvâ kalbin sıfatıdır. Öyle ise bu bakımdan kalp amellerinin genel olarak azaların hareketlerinden daha üstün olduğu şüphesizdir. Sonra niyetin de kalbin amellerinin hepsinden üstün olması gerekir; çünkü niyet, kalbin hayra meyledip irade etmesi demektir.

Bütün ibadetlerin tesir ve etkilerinin anlaşılması gerekir; zira ibadetlerden maksad, kalbin hallerini; azaların değil, sadece kalbin sıfatlarını daha iyileriyle değiştirmektir.

Bu bakımdan alnın yere konulmasında, alın ile toprağın bir araya getirilmesinde başka bir gayenin bulunduğu zannedilmemelidir. Bilakis âdeten böyle yapmak kalpte tevazu sıfatını perçinleştirir; zira kalbinde tevazu hisseden bir kimse, azalarını da bu tevazu ile süslerse, tevazu, o kişide gittikçe kuvvet bulur; kalbinde bir yetime karşı şefkat hisseden kimse onun başını sıvazladığı ve onu öptüğü zaman kalbindeki rikkat (merhamet hissi) daha da kuvvet kazanır. İşte bundan niyetsiz amelin asla fayda vermeyeceği ortaya çıkar; zira yetimin başını kalben gafil olduğu halde veya bir elbiseyi sıvazlar gibi sıvazlayan kimsenin azalarında, kalbindeki rikkati perçinleştirecek hiçbir tesir uyanmaz.

Hedefe nisbetle varlığı ile yokluğu bir olan şeye bâtıl adı verilir. Bu bakımdan 'Niyetsiz ibadet bâtıldır' denilir. Bunun mânâsı 'gafil olduğu halde yaparsa' demektir. Ancak gösteriş için veya Allah'tan başkasının tâzîmi amacıyla yapılan amelin varlığı ile yokluğu bir olmaz. Bilakis bunun varlığı daha zararlıdır; çünkü onunla, kuvvetlendirilmesi  istenen sıfat takviye edilmemiş; aksine sökülmesi istenen sıfat kuvvetlendirilmiştir ki bu da dünyaya meyletmekten sayılan riya sıfatıdır.

Kalbin niyeti, hayra meyletmesi; hevâsından ve dünya sevgisinden vazgeçmesi demektir. Bu ise, iyiliklerin en son noktasıdır. Ancak amel ile tamamlanması onu kuvvetlendirir. Bu bakımdan kurbandan maksad, eti ile kanı değildir. Bilakis kalbin dünya sevgisinden vazgeçmesi, Allah'ın cemâlini tercih ederek O'nun yolunda dünyayı feda etmesi demektir.

8. NİYET İLE İLGİLİ AMELLERİN TAFSİLÂTI

Niyet, günahı günahlıktan çıkaramaz. Bu bakımdan cahil kimselerin 'Ameller ancak niyetlere göredir' hadîs-i şerifinden bunun aksini anlaması doğru değildir.

Bu durumda Hz. Peygamber'in 'Ameller niyetlere göredir' hadîs-i şerîfi, bahsi geçen üç kısımdan, ancak taatlere ve mübahlara tahsis olunur. Günahlara tahsis olunmaz; zira taat, niyet ile masiyete dönüşür. Mübah bir şey de niyet ile masiyete ve taate dönüşür. Masiyetler niyetle, hiçbir zaman taata dönüşmez.

Taatlerde niyetin durumu

Taatlerin sıhhatinin kat kat olması, esasında niyete bağlıdır. Faziletlerinin kat kat olması da niyetlerle irtibatlıdır. Asl'a gelince bu taatlerde, sadece Allah'a ibadete niyet etmektir. Eğer kişi riyaya niyet ederse taati masiyet olur.

Faziletin kat kat olmasına gelince, bu da 'güzel niyetlerin' çokluğuna bağlıdır; zira kişi, bir tek taat'te birçok güzel şeye (hayra) niyet edebilir. Böylece her bir niyete karşılık kişiye bir sevap yazılır; zira onların hepsi güzeldir. Her hasene (sevap) de on misline kadar artar. Nitekim bu hususta haber vârid olmuştur. Buna örnek olarak mescidde oturmayı gösterebiliriz. Mescidde oturmak taattir. Kişinin bununla birçok hayra niyet edip muttakîlerin amellerinin faziletlilerini işlemek sûretiyle Allah'ın dergâhına yaklaştırılanların derecesine ulaşmak istemesi ve  şu hayırlara ulaşması mümkündür:

1. Caminin 'Allah'ın beyti' (manevî evi), oraya girenin de 'Allah'ın ziyaretçisi' olduğunu bilmesidir. 2. Kişinin, kıldığı namazdan sonraki ikinci namazı beklemesidir. 3. Kulak, göz ve diğer azaları hareket ve tereddütlerden sakındırmak suretiyle ibadet etmektir; 4. Kişinin, himmetlerini (isteklerini) Allah'a yöneltmesi devamlı olarak ahireti düşünmesidir. 5. Her şeyden vazgeçip yalnızca Allah'ın zikrine veya zikrini dinlemeye veya O'nu düşünmeye yönelmesidir. 6. Mescidde bulunduğu müddetce orada ibadetine kusur edenlerin kusurlarını düzeltmeyi niyyet etmektir. 7. Allah yolunda kardeş olan birinden istifade etmektir; zira bu da bir ganimet ve ahiret zâhiresidir. 8. Allah'tan utanarak, Allah'ın evinde O'nun yasaklarını çiğnemekten çekinerek günahları terketmektir.

Mübahlarda niyetin durumu

Mübahların her birinde bir veya birçok şeye niyet edilebilir. Böylece mübahlar, bu niyetler vasıtasıyla Allah'a yaklaştırıcı amellerin güzellerinden olur ve kişi bu niyetler sayesinde yüksek dereceler elde eder. Bundan gafil olanın zararı ise çok büyüktür. Böyle bir kimse, gaflet ve unutkanlıktan dolayı, bu mübahları, tıpkı başıboş hayvanlar gibi işler. Oysa kul, kalbine gelenlerin, attığı adımların ve geçirdiği zamanların hiçbirini hakir görmemelidir; zira bütün bunlar, kıyamet gününde 'Bunu niçin yaptın?' diye kuldan sorulacaktır. Bu, içerisine kerahet karışmamış mübah hakkındadır.

Örneğin güzel koku kullanmak mübahtır. Fakat orada niyet lâzımdır.

Soru: Güzel koku ile neye niyet edilebilir? Oysa o, nefsin bu dünyadaki nasiplerinden biridir. Allah için nasıl kullanılanabilir?

Cevap: Mesela  gerek cum'a gününde, gerekse de diğer günlerde güzel koku sürünen kimse, bununla, dünyanın nimetlerinden faydalanmak veya arkadaşlarının kendisine imrenmeleri için malının çokluğu ile böbürlenmek veya halkın kalbinde yer ederek güzel koku ile anılmak ve yahut yabancı kadınların hoşuna gitmek ya da riyakârlık yapmak istemiş olabilir. Bu iş daha sayılamayacak kadar çok şey için yapılabilir. Bütün bunlar koku sürünmeyi günaha çevirirler.

Koku sürünmekteki güzel niyetlerse şunlardır: Kişi onunla Hz. Peygamber'in cum'a günündeki sünnetine uymak ve yine onunla camii tâzim etmek ve Allah'ın evine saygı göstermek ister. Oraya Allah'ı mânen ziyaret etmek maksadıyla, ancak güzel kokular sürünmek suretiyle girmeyi uygun bulmuştur. Ya da mescid komşularının, sürünmüş olduğu güzel kokularla ferahlık duymalarını ister. Bazıları da bu işi, kendisiyle beraber camiye gelenlere eziyet vermemek; ya da 'Etrafa kötü kokular saçıyor' diyen gıybetçilerin yüzüne bu kapıyı kapamak için yapar. Aksi takdirde bu kişiler, gıybetten dolayı günahkâr olurlar.

Selefin âriflerinden biri şöyle demiştir: 'Herşeyde; hatta yememde içmemde, uyumamda ve tuvalete girmemde bile bir niyetimin olmasını istiyorum'.

Bütün bunlarla Allah'a mânen yaklaşmak mümkündür; zira vücudun varlığı devam ettirmesine kalbin mutmain olup huzur bulması da vücudun mühim vazifelerindendir sebep olan herşey din hususunda yardımcıdır. Bu bakımdan yemekten gayesi, ibadetler için güçlü olmak; cinsî münasebetten gayesi de dinini korumak, ailesinin kalbini hoş tutmak, kendisinden sonra Allah'a ibadet edecek salih bir evlat kazanmak ve onunla Hz. Peygamber'in ümmetini çoğaltmak olan kimse, yemesiyle ve cinsî münasebetiyle de Allah'a itaat etmiş olur.Nefsin bu dünyadaki nasiplerinin en büyüğü, yemek ve cinsî münasebettir.

Bunlarla hayrı kastetmek, kalbinde ahiret düşüncesi daha galib olan kimse için yasak değildir. Kişinin, yemek ve cinsî münasebetteki niyetini güzelleştirmesi gerekir. Kişi malı zayi olduğunda 'Allah için sadaka olsun' demelidir. Gıybetinin yapıldığını duyduğunda, gıybetçilerinin, kendi günahını yükleneceklerini düşünerek kalbini hoş tutmalı; onların hayırlarının, kendi defterine geçeceğinden dolayı da sevinmelidir. Cevap vermemekte buna niyet etmelidir.

Mağrurlardan değilsen şimdiden nefsinin hallerini araştır! İnceden inceye hesaba çekilmezden önce, nefsini inceden inceye hesaba çek, onun hallerini kontrol et! Düşünmeden ne dur ve ne de harekete geç! Niçin hareket ettiğini tesbit etmeden, maksadının ne olduğunu bilmeden harekete geçme! Dünyadan neyi elde edeceğini, ahirette elinden ne kaçıracağını, dünyayı ahirete neden dolayı tercih ettiğini düşünmeden hareket etme! Seni teşvik eden şeyin dinden başkası olmadığını bildiğinde azmini yerine getir; kalbine geleni yap. Aksi takdirde yapmaktan sakın. Sonra sakındığında da kalbini kontrol et; zira fiili terketmek de bir fiildir. Dolayısıyla bunun da doğru bir niyeti olmalıdır. Bu fiile gizli bir hevâ sebep olmamalıdır. İşlerin dış görünüşleri, hayırların meşhurları seni aldatmamalıdır. Var kuvvetinle derinlikleri ve sırları kavramaya çalış! Mağrur kimselerin atmosferinden ancak bu şekilde çıkabilirsin.

9. NİYET KULUN İHTİYARINA DAHİL DEĞİLDİR!

İsa b. Kesir şöyle anlatıyor: “Bir gün Meymun b. Mihran'la birlikte yürüyorduk. Kapısına geldiğimizde ben ayrıldım. Oğlu kendisine 'İsa'yı akşam yemeğine dâvet etmeyecek misin?' dedi. Meymun da 'Kalbimde böyle bir niyetim oluşmadı' karşılığını verdi.”

Selef niyetsiz hiçbir amel işlemek istemezdi. Çünkü onlar niyetin, amelin ruhu olduğunu ve doğru bir niyet olmaksızın amelin riya ve zorlama olacağını biliyorlardı.

Böyle bir amelin, Allah'a mânen yaklaşmaya değil buğzuna sebep olduğunu biliyorlardı. Yine biliyorlardı ki niyet, kişinin diliyle niyet ettim demesi değildir; aksine Allah'tan gelen manevî fetihler yerine geçen kalbî bir harekettir. Bu bakımdan bazı zamanlar kolaylaşır; bazı zamanlar da çok zorlaşır! Evet! Kimin kalbinde din emri daha galipse çoğu zaman hayırlara niyet etmesi onun için kolaylaşır; zira böyle bir kimsenin kalbi her türlü hayrın esasına meyledicidir.

Kalbinde bir mübah hakkında niyet bulunup da fazilet hakkında bir niyet bulunmayan kimsenin mübahı işlemesi daha evlâdır. Bu durumda fazilet mübaha intikal eder. Fazilet işlendiği takdirde bu kendisi için bir eksiklik olur; çünkü ameller niyetlere bağlıdır. Bu tıpkı affetmek gibidir; zira zulüm hususunda affetmek, zâlimden intikam almaktan daha üstündür, ancak kalpte çoğu kez, af hususunda değil, intikam alma hususunda bir niyet bulunur. Dolayısıyla intikam almak daha üstün olur. Yeme içmesinde ve uyumasında nefsini rahata kavuşturup yapacağı ibadetler için kuvvet kazanmaya niyet eden kimsenin durumu da böyledir. Oysa o her iki halde de kalbinde oruç ve namaza karşı bir niyet duymamaktadır. Öyle ise, bu durumda yemek ve uyumak kendisi için daha üstündür. Uzun süre devam ettiğinden dolayı ibadetten usanan, ibadetteki canlılığı dumura uğrayıp isteği zayıflayan kimse, bir saat oynamak ve konuşmak ile canlılığını yeniden kazanacağını bilirse, oynamak ve konuşmak, onun için (nafile) namaz kılmaktan daha üstündür.

Ebu Derdâ şöyle demiştir: “Ben nefsimi bir çeşit oyunla dinlendiririm ki bu meşguliyet hakka yardımcı olsun”.

Hz. Ali şöyle demiştir: “Kalplerinizi ara sıra dinlendiriniz; zira kalpler, usandıklarında körleşirler”. (Nehc'ul-Belâğa)

10. İHLASIN HAKİKATİ VE FAZİLETİ

Allah Teâlâ, kendisinden başkasının da karıştırıldığı ameller hakkında şöyle buyurmuştur:
“Onların yaptıkları her bir (iyi) işi ele alırız, onu saçılmış zerreler haline getiririz (değersiz kılarız)”. (Furkan 23)

Mus'ab b. Sa'd şöyle der: 'Babam kendisini Hz. Peygamber'in sahabiîlerinin bazılarından üstün görüyordu. Bunu farkeden Hz. Peygamber şöyle buyurdu:”Allah Teâlâ bu ümmeti ancak zayıflarından ve onların dua, ihlâs ve namazlarından dolayı muzaffer kılmıştır ”. (Nesâî )

Ebu Hureyre’den (ra) rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

“Kıyamet gününde aleyhinde ilk hükmedilen insanlar şunlardır: Birincisi şehit edilen kimsedir. O Allah’ın huzuruna getirilir. Allah kendisine olan nimetlerini anlatır. O’da bunları itiraf eder. Yüce Allah; “-Öyleyse bu nimetlerime karşın ne yaptın?” diye sorar.

Adam: “-Ya Rabbi! Senin uğrunda şehit oldum” der.

Allah şöyle buyurur: “-Yalan söyledin! Sen yalnızca cesur denilsin diye savaştın. Sana da (cesur) denildi.”

Onun hakkında emir verilir ve ateşe atılıncaya kadar yüzüstü sürüklenir.

İkincisi ilim öğrenen, başkalarına öğreten, ayrıca Kur’an-ı Kerim okuyan adamdır.

O Allah’ın huzuruna getirilir. Allah kendisine olan nimetlerini anlatır. O’da bunları itiraf eder. Yüce Allah; “-Öyleyse bu nimetlerime karşın ne yaptın?” diye sorar.

Adam: “-İlim tahsil ettim. İlmi başkalarına öğrettim ve senin uğrunda Kur’an okudum” der.

Allah şöyle buyurur: “-Yalan söyledin! Sen yalnızca alim denilmesi için ilim elde ettin, kari denilmesi için Kur’an okudun. Sana da bunlar denildi.”

Onun hakkında emir verilir ve ateşe atılıncaya kadar yüzüstü sürüklenir.

Üçüncüsü Cenab-ı Hakkın kendisine mal verdiği adamdır. O da getirilir. Allah kendisine olan nimetlerini anlatır. O’da bunları itiraf eder. Yüce Allah; “-Öyleyse bu nimetlerime karşın ne yaptın?” diye sorar.

Adam: “-Malımın tamamını yalnızca Senin yolunda harcadım” der.

Allah şöyle buyurur: “-Yalan söyledin! Sen yalnızca cömert denilmesi için malını infak ettin. Sana da bu denildi.”

Onun hakkında emir verilir ve ateşe atılıncaya kadar yüzüstü sürüklenir. (Müslim, İmare 152)

“Kimler dünya hayatını ve onun süsünü isterse onlara amellerin(in karşılığını) tam olarak veririz ve onlar orada hiçbir eksikliğe uğratılmazlar.” (Hûd 15)

“De ki, gönlünüzdeki duyguları saklasanız da, açıklasanız da Allah hepsini bilir.”(Âl-i İmrân 29)

Muhammed b. Saîd el-Mervezî şöyle demiştir: “Fiillerin tamamı iki esasa dayanır: O'ndan senin için gelen fiil ve senin, O'nun için yapmış olduğun fiil. Bu bakımdan eğer O'nun yaptığına razı olur, O'nun için yaptığında da ihlâslı olursan, dünya ve ahirette mesûd ve muzaffer olursun”.

Her şeye kendisinden başka şeylerin karışması mümkündür. Bu bakımdan içerisine, kendisinden başka hiçbir şeyin karışmamış olduğu şey'e hâlis adı verilir. Tasfiye ve durultma işini yapan fiile de ihlâs adı verilir.

“Kuşkusuz sizin için hayvanlarda da büyük bir ibret vardır. Zira size, onların karınlarındaki fışkı ile kan arasından (gelen), içenlerin boğazından kolayca geçen hâlis bir süt içiriyoruz.”(Nahl 66)

Sütün hâlisliği, ancak içerisinde kan ve pislik karışmamış ve bir de süte karışması mümkün olan her şeyden arınmış olmasıdır.İhlâs'ın zıddı İşrak (karıştırmak)tır. Bu bakımdan muhlis olmayan kimse müşriktir. İhlâs ile zıddı olan şirk kalbe inerler. Bu bakımdan bunların merkezi kalptir. Bu da ancak kasd ve niyetlerdedir. Bu bakımdan kişiyi, durulmaya teşvik eden  fiile ihlâs denir. Tabiî ki bu da niyet edilene nisbetle böyledir. Öyleyse gayesi katıksız riya olduğu halde sadaka veren kimse (gayesine hiç-bir şey karıştırmamış olması bakımından) muhlis olduğu gibi, gayesi sadece Allah'a mânen yaklaşmak olan kimse de muhlistir. Bunların her ikisine de muhlis denilmekle birlikte, ihlas isminin, yalnızca Allah'a mânen yaklaşma amacına hiçbir şey karıştırmayan kimseye verilmesi âdet olmuştur. Nitekim ilhad da meyletmekten ibarettir. Fakat haktan bâtıla meyledenlere verilmesi âdet olmuştur.

Biz şu anda Allah'a mânen yaklaşma amacıyla gayrete gelen kimse hakkında konuşuyoruz(değerlendirmede bulunuyoruz). Fakat onu teşvik eden şeye başka bir teşvikçi daha karışmıştır ki bu da riyâdan veya nefsin diğer paylarındandır. Kişinin, bedenin fayda görmesinin yanısıra mânen Allah'a yaklaşmak kasdıyla oruç tutması, hem mânen Allah'a yaklaşmak, hem de kötü ahlâkından kurtulmak için bir akrabasına yardım etmesi, sıhhatinin ve moralinin düzelmesi için veya bir düşmanından kaçmak veya memleketinde başına gelen bir beladan ya da hanımından, çocuğundan veya işinden kurtulmak amacıyla umre veya hacca gitmesi de bunun gibidir. İşte bu kimse birkaç gün de olsa bunlardan kurtulup rahat etmek istemiştir. Kişinin harp oyunlarını ve dolayısıyla askerlerin tâlim ve kumandasını öğrenmek için gazaya çıkması veya aile efradını ve malını korumak ya da kendisine kolayca mal kazanma yollarını gösterecek ilmi öğrenmek amacıyla geceleyin uyumayıp namaz kılması veya yaşadığı toplum içerisinde bir yer edinmek, susmanın üzüntüsünden kurtulup konuşmadan zevk almak için ders ve vaaz vermesi veya bu işi âlimlerin, sofuların ve diğer insanların hürmetini kazanmak, âlimlere, sofulara hizmet etmek ya da dünyada arkadaş sahibi olmak için yapması da böyledir.

Kişinin temizlenmek ya da serinlemek için abdest alması veya güzel kokmak için gusletmesi veya hafızasının kuvvetiyle tanınmak için hadîs rivayet etmesi, kuran hıfzetmesi veya otel kirasından kurtulmak için mescidi nebide veya kabe-i şerifde  itikafa girmesi veya yemek pişirme zahmetinden kurtulmak ya da yemek için harcayacağı zamanlarda başka işlerle uğraşmak için oruç tutması veya dilencinin ısrarlarından korunmak için sadaka vermesi veya hastalığında ziyaretine gelmeleri için hasta ziyaretine gitmesi veya kendi cenazesini teşyî etsinler diye cenazeleri teşyî etmesi veya bunlardan birini hayırla anılmak için ya da kendisine salihlik ve vakar gözüyle bakılsın diye yapması da bu türdendir.

Mânen Allah'a yaklaşma teşvikçisine, yukarıda saydıklarımızdan herhangi birini yapacağı amelin kendisine kolay gelmesi için karıştıran kimsenin ameli ihlâs hududlarından çıkmıştır. Yalnızca Allah'ın rızası için olmaktan da çıkmıştır. Onun ameline şirk karışmıştır.

Allah Teâlâ bir hadîs-i kudsî'de şöyle buyurmuştur:

“Ben ortaklık bakımından,ortakların en zenginiyim! (Ortaklık kabul etmem).” (Müslim Kitabu’z – Zühd 2985)

İnsan dünyadaki nasiplerine ve şehvetlerine çok düşkündür. Fiillerinin ve ibadetlerinin çok azı dünyada acelece verilen istek ve paylardan kurtulabilir. Bunun içindir ki 'Hayatında bir lâhza da olsa Allah'ın rızasını ihlâsla isteyebilen kişi kurtulmuştur' denilir. İhlâsın çok nadir oluşundan; kalbin, yukarıda bahsi geçen şeylerden temizlenmesinin zorluğundan dolayı böyle denilmiştir. Hâlis kimseye Allah'a yaklaşma talebinden başka teşvik eden yoktur.

İhlâs ancak ameli az veya çok bütün karışanlardan kurtarmaktır ki amelde Allah'a yaklaşma maksadından başka bir maksad kalmasın; kendisinde bu teşvikçiden başkası bulunmasın. Bu durum da ancak Allah'ı seven, O'nun aşkıyla âdeta kendisinden geçen, himmetini tamamen ahiret işlerine sarfeden kimse için düşünülebilir. Bu bakımdan bu kimse yemeğe yemek olduğundan dolayı iştah duymaz. Bilakis Allah'ın ibadetine yardımcı olması, onu takviye etmesi için iştah duyar. Açlığın şerrinden korunmak ister ki yemeğe muhtaç olmasın, kalbinde zarurî miktardan fazla pay kalmasın! Zaruret miktarı onun için kâfidir. Çünkü bu, dininin zaruretidir. Bu bakımdan onun Allah'tan başka bir maksadı yoktur. Böyle bir şahıs, yeme içmesinde ve def-i hacetinde bile hâlis amel; bütün hareket ve sekenâtında doğru niyet sahibi olur. Mesela uykudan sonra daha kuvvetli bir şekilde ibadet edebilmek için uyuduğunda, uykusu ibadet olur. Bu uykuda kendisi için muhlislerin derecesi vardır.

Nasıl ki kendisine Allah ve ahiret sevgisi galebe çalan kimsenin normal hareketleri, maksadının sıfatını alıyor ve ihlâs oluyorsa, tıpkı bunun gibi, nefsine dünya, yücelik, başkanlık; kısacası Allah'tan başkası galip gelenin de bütün hareketleri maksadın sıfatıyla boyanır.

“Allah'ın (verdiği) rengiyle boyandık. Allah'tan daha güzel rengi kim verebilir? Biz ancak O'na kulluk ederiz (deyin).” (Bakara 138)

İnsanın oruç, namaz ve diğer taatlar gibi ibadetleri sağlam kalmaz. Bu ibadetlerin sağlam kalması pek nadirdir. Bu bakımdan ihlâsa, ancak nefsin paylarını kırmak, dünyaya olan tamahını kesmek, kalbe galebe çalacak derecede yalnızca âhiretle ilgili amellere yönelmekle ulaşılır.

“Eğer yerde ne varsa hepsi ve onunla birlikte bir misli daha o zulmedenlerin olsaydı, kıyamet gününde azabın fenalığından (kurtulmak için) elbette bunları fedâ ederlerdi. Halbuki (o gün) onlar için, Allah tarafından, hiç hesaba katmadıkları şeyler ortaya çıkmıştır. Eğer yerde ne varsa hepsi ve onunla birlikte bir misli daha o zulmedenlerin olsaydı, kıyamet gününde azabın fenalığından (kurtulmak için) elbette bunları fedâ ederlerdi. Halbuki (o gün) onlar için, Allah tarafından, hiç hesaba katmadıkları şeyler ortaya çıkmıştır.”(Zümer 47-48)

De ki: Size, (yaptıkları) işler bakımından en çok ziyana uğrayanları bildirelim mi? (Bunlar;) iyi işler yaptıklarını sandıkları halde, dünya hayatında çabaları boşa giden kimselerdir.(Kehf 103-104)

“İblis: Senin mutlak kudretine andolsun ki, onlardan ihlâsa erdirilmiş kulların bir yana, hepsini mutlaka azdıracağım, dedi.”(Sad 82-83)

Bu bakımdan kul bu incelikleri çok sıkı bir şekilde kontrol etmelidir. Aksi takdirde bilmediği halde şeytanın izleyicileri arasına katılır.

Es-Susî: “İhlâs, kişinin ihlâsını görmemesidir; zira ihlâsını gören kimsenin ihlâsı ihlâsa muhtaçtır” demiştir.

Ayrıca “İhlâs, murâkabenin devamından ve dolayısıyla bütün hazları unutmaktan ibarettir!” denilmiştir.

Hz. Peygamber (sav), kendisine ihlâs'ı soran kimseye şöyle cevap vermiştir:

“Rabbim Allah'tır (cc) demen ve sonra da emrolunduğun gibi dosdoğru olmandır.”( Müslim, İmân 62. Ayrıca bk. Tirmizî, Zühd 61; İbni Mâce, Fiten 12.)

Hz. Peygamber şunu kastetmiştir: Nefsinin hevâsına da nefsine de ibadet etme! Ancak rabbine ibadet et ve ibadetinde dosdoğru ol. Emrolunduğun gibi hareket et!

11. ŞÂİBELİ AMELİN HÜKMÜ VE ONUNLA SEVABA MÜSTEHAK OLMA

Sadece Allah için olmayıp kendisine riya veya nefsin istekleri karışmış olan amel hakkında sevabı mı gerektireceği, cezayı mı veyahut da hiçbir şey gerektirip gerektirmeyeceği hususlarında ihtilâf edilmiştir.

Bu bakımdan kendisiyle kesinlikle riya kastedilen amel, kişinin aleyhindedir ve azap sebebidir. Sadece Allah için yapılan amel ise, sevap sebebidir. Ancak karışık amel hakkında ihtilaf vardır. Gelen haberlerin zâhiri, karışık amelde sevap olmadığına delâlet eder. Fakat bu hususta haberler birbirleriyle çelişmekten geri kalmamaktadır. Bu meselede bizim anladığımız hüküm ilmin hakikatini Allah bilir şöyledir. Şahısta, ibadete teşvik eden kuvvetin çeşidine ve miktarına bakılır: Eğer dinî teşvikçi, nefsî teşvikçiye denk ise, ikisi boğuşur ve sonuçta ikisi birden düşer. Bu takdirde amel kişinin ne aleyhinde, ne de lehinde olur. Eğer riyadan gelen teşvikçi daha galib ve kuvvetli ise, böyle bir amel faydalı değildir. Aksine zarar vericidir ve sahibini cezaya götürür. Aksine ceza sadece riya için olan amelin cezasından daha hafiftir; çünkü sadece riya için olan amelde Allah'a mânen yaklaşma ruhu hiç yoktur.

Eğer yaklaşma maksadı diğer teşvikçiye nisbeten daha galib ise, kişi, dinî teşvikçinin kuvvetinin galib olduğu nisbette sevap kazanır. Bu da şu ayetten dolayıdır:

“Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür..  Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür.” (Zilzal 7-8)

“Allah’a ve ahiret gününe iman edip de Allah’ın kendilerine verdiğinden (O’nun yolunda) harcasalardı ne olurdu sanki! Allah onların durumunu hakkıyle bilmektedir.” (Nisa 39)

Madem ki durum budur, o halde hayrı zayi etmez. Hayır, riya'dan fazla ise, riya kadarını yakar, fazlası kalır. Eğer hayır, riyadan az ise, o hayır kastından ötürü bozuk niyetin cezasından birşey eksilir.

Allah'a mânen yaklaşmak için amel ederse, bu sıfat kuvvet bulmuş demektir. Bunların biri helâk edici, öbürüsü kurtarıcıdır. Eğer birinin takviyesi diğeri kadar olursa, ikisi mukavemet ederler ve hararetten zarar gören bir kimse gibi olur. Bu kimse kendisine zarar verenle, fayda vereni aynı oranda aldığında sanki hiç birini almamış gibi olur. Eğer bunlardan biri galip ise, mutlaka bir tesir bırakır. Yiyeceğin, içeceğin ilâcın zerresinin bile tesirsiz olmadığı gibi.

Bunlar nasıl Allah'ın ilahî kanunu gereğince bedene tesir ediyorsa, aynen onun gibi hayır ve şerrin zerresi de zayi olmaz. Kalbin nurlandırılmasında veya karartılmasında, Allah'a yaklaştırılması veya uzaklaştırılmasında tesir etmekten uzak değildir. Bu bakımdan kişi, kendisini uzaklaştıran amelle beraber yaklaştıran bir amel işlediğinde tekrar bulunduğu yere döner. Bu ne onun lehinde, ne de onun aleyhinde olmaz. Eğer yaptığı fiil iki karış yaklaştırıcı fiillerden ise, diğer fiil de bir karışlık fazilete sahip olur.

Ebu Zer (ra.) rivayet edilen bir hadisi şerifte Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:

“Nerede olursan ol Allah’a  karşı gelmekten sakın.Bir kötülüğün arkasından hemen iyilik yap ki onu yok etsin.Bir de insanlara güzel ahlakla davran.”(Timizi, Birr: 55; Müsned, 5:153,158,169)

Allah Teala’da (cc) şöyle buyurmaktadır:

“Kim Rabbine kavuşmayı arzu ediyorsa sâlih amel işlesin ve rabbine (yaptığı) ibadette hiç kimseyi ortak etmesin!”(Kehf 110)

Şöyle demek mümkündür: 'Şehidlik mertebesi ancak savaşta ihlâslı olmakla elde edilir'.
Fakat şöyle demek uzak bir hükümdür: 'Kimin dinî duyguları kendisini sadece savaşa iteleyici bir şekilde ise iki kâfir gruptan biri zengin, biri fakirse, zengin grupla hem i'lâ-i kelimetullah, hem de ganimet için savaşırsa, hiçbir sevabı yoktur(!)'

Durumun böyle olmasından Allah'a sığınırız. Çünkü bu, dinde bir zorluktur, müslümanların arasına ümitsizlik sokmaktır. Zira bu tür katışıklıkların benzerlerinden insan çok az kurtulabilir. Bu bakımdan bunlar ancak sevabın eksilmesine tesir eder. Sevab işlemekte ise bunların tesiri yoktur. Evet! İnsan bu hususta büyük bir tehlike ile karşı karşıyadır; zira insan çoğu kez kendisini iteleyen gücün mânen Allah'a yaklaşmak olduğunu zanneder. Oysa onun kalbine galebe çalan, nefsin isteğidir. Bu ise gayet gizli bir durumdur. Bu bakımdan ecir ancak ihlâs ile hâsıl olur. İhlâs ise ne kadar ihtiyat ederse etsin amellerde çok zor elde edilir. En uygunu devamlı çalıştıktan sonra amellerinin red veya kabul olunması hususunda mütereddit olmaktır. İbadetinde bir âfetin olmasından, günahının sevabından daha fazla bulunmasından korkmalıdır. İşte basiret sahibi olup da korkanlar böyle idiler. Her basiret sahibi de böyle olmalıdır.

Bununla beraber âfet ve riyanın korkusundan ötürü ameli terketmek uygun değildir. Şeytanın çırpındığı ve varmak istediği en son hedef budur, zira maksat ihlâsın elden kaçırılmamasıdır. Ne zaman kişi ameli terk ederse, hem ameli, hem de ihlâsı elden kaçırmış olur.

12.SIDKIN HAKİKATİ, FAZİLETİ  VE MERTEBELERİ  

İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: 'Dört haslet vardır ki bunlar kimde bulunursa o kâr etmiştir:

1. Sıdk (doğruluk)

2. Hayâ (utanmak)

3. Güzel ahlâk

4. Şükür

Sıdkı biraz daha dar kapsamlı olarak “bir konu hakkında gerçeğe uygun bilgi vermek”, yalanı ise “bir konu hakkında gerçeğin aksini söylemek” şeklinde tanımlayan Mâverdî doğru söylemenin de yalan söylemenin de bazı sebeplerinin bulunduğunu, ancak doğruluğun sebeplerinin temelli, yalancılığın sebeplerinin ise ârızî olduğunu belirtir. Çünkü doğruluk aklın ve dinin gereğidir; buna karşılık akıl ve din yalancılığı reddeder. Nitekim doğru bilgiler yaygınlık kazanıp tevâtür derecesine ulaşabilirken asılsız bilgiler böyle bir itibara lâyık görülmemektedir. Mâverdî doğruluğu gerekli kılan sebepleri akıl, din, ahlâk (mürüvvet) ve insanlardaki doğrulukla tanınma arzusu olarak sıralar. Akıl, bilhassa bir fayda sağlamayan ve bir zararı önlemeyen yalanın kötülüğüne hükmeder. Aklın doğru bulmadığı bir tutumu din de onaylamaz, aksine din aklın hükmünü pekiştirir, aklın pratikte faydalı bulduğu yalanı da sakıncalı görür. Ayrıca ahlâk çirkin tutumları reddettiği gibi söylenen bir sözün yalan olduğunun ortaya çıkması ve sonuçta kişinin itibarını zedelemesi de insanlarda doğrulukla tanınma arzusu meydana getirir (Edebü’d-dünyâ ve’d-dîn, s. 254-255). Mâverdî, bazı durumlarda sıdkın yalanla aynı derecede kötü ve çirkin, hatta yalandan daha zararlı olabileceğini de belirterek bunları gıybet, nemîme ve siâye (bozgunculuk çıkarmak için insanlar arasında söz taşıma) şeklinde sıralar (a.g.e., s. 257-260). (http://www.islamansiklopedisi.info/ Sıdk maddesi)


Sıdk kelimesi altı mânâda kullanılır: Sözde sıdk, niyette sıdk, azimde sıdk, azmi îfa etmekte sıdk, amelde sıdk, din makamlarının tahkikinde sıdk... Bütün bunlarda sıdk (doğruluk) ile sıfatlanan bir kimse Sıddîk'tır. Çünkü sıddîk demek, sıdkta (doğrulukta) ileri giden demektir.

 

a. Dilin Sıdk'ı

Söylenen her sözün -dinî ve toplumsal bir zarara yol açmadıkça- gerçeği yansıtması, verilen her sözün yerine getirilmesi ahlâkî bir ödevdir. Hadislerde sadece karı-koca arasındaki geçimsizliği gidermek, savaşta düşmana üstün gelmek ve insanlar arasında barışı sağlamak niyetiyle yalan söylenebileceği bildirilmiştir (Müsned, VI, 459, 461; Ebû Dâvûd, “Edeb”, 50; Tirmizî, “Birr”, 26). (http://www.islamansiklopedisi.info/ Sıdk maddesi)

Nitekim Gazali bu konuda aşağıdaki şu açıklamayı yapar:

“İlk sıdk, dilin sıdkıdır. Kul sadece doğru ile konuşmalıdır. Bu ise sıdkın çeşitlerinden en meşhuru ve en belirginidir.

Ancak bazı hallerde yalana ihtiyaç hissedilir ve maslahat onu iktiza eder. Zâlimlerden sakındırmak için, savaşta da maslahat için yalana ihtiyaç duyulabilir. Öyleyse böyle konuştuğunda doğru olur. Her ne kadar konuşması muhatabına hakîkatin hilafını anlatsa bile; zira sıdk, zatı için istenilmemiştir. Hakka delâlet etmesi ve hakka çağırması için istenilmiştir. Bu bakımdan sıdkın sûretine değil, mânâsına bakılır.

Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: “İki kişinin arasını bulmak için yalan söyleyen, yalancı değildir!” (Buhari-Müslim)

b. Niyet'in ve İrade'nin Sıdk'ı

Bir kimsenin sözünde doğru olması yanında iç dünyasında da dürüst olması, hakikati ifade etme niyet ve isteği taşıması gerekir. Hz. Peygamber’in, “Allah sizin bedenlerinize (şekillerinize) ve mallarınıza değil kalplerinize ve amellerinize bakar” (Müslim, “Birr”, 33, 34); “Ödemek niyetinde olmadığı halde borçlanan kimse hırsızdır” (İbn Mâce, “Śadaķât”, 10, 11) anlamındaki hadisleri bunu ifade etmektedir. Gazâlî’ye göre bir kimsenin amacı gerçek, niyeti doğru olur, iradesi hayra yönelirse böyle biri sâdık veya sıddîk diye nitelenir. Ahlâkî bakımdan önemli olan sözün kelimeleri değil bunların arkasındaki niyet ve iradedir. Buna göre bir kimse diliyle, “Allah’a yöneldim; ben Allah’ın kuluyum; Allahım! Yalnız sana kulluk ederim” derken kalbi Allah’tan başka şeylerle meşgul olursa onun bu söyledikleri yalandan ibarettir. Gerçek kul varlığını nefsine değil mevlâsına adayandır, bu da sıddîkların derecesidir. (http://www.islamansiklopedisi.info/ Sıdk maddesi)

Gazali’nin bu ve diğer sıdk türleriyle ilgili daha geniş açıklaması şöyledir:

“İkinci sıdk, niyet ve irade'dir ki bu da ihlâs 'a dönüşür ve şu demektir: Kişinin hareket ve hareketsizliğinde Allah'tan başka iteleyici bir kuvvetin olmamasıdır. Eğer ona nefsin isteğinden birşey katılırsa, niyetin sıdkı bozulur. Bu takdirde bu niyetin sahibine yalancı demek caiz olur. Nitekim İhlâsın fazileti bahsinde üç kişi hakkındaki hadîste bu ifade edilmişti.

Âlim bir kişiye 'Öğrendiğinle ne gibi bir amel yaptın?' diye sorulduğunda 'Şöyle yaptım!' dedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ "Sen yalan söyledin! Sen 'filan adam âlimdir' denilsin istedin" dedi.

Dikkat edilirse, Allah Teâlâ onu yalanlayıp 'Sen işlemedin' demedi. Ona 'Sen irade ve niyetinde yalan söyledin' dedi. Sıdk (doğruluk) kasıttaki tevhid'in sıhhati demektir.

 “Münafıklar sana geldiklerinde: Şahitlik ederiz ki sen Allah’ın Peygamberisin, derler. Allah da bilir ki sen elbette, O’nun Peygamberisin. Allah, münafıkların kesinlikle yalancı olduklarını bilmektedir.” (Münâfikûn 1)

Münafıklar Hz. Peygamber'e 'Muhakkak sen Allah'ın Rasûlüsün' dediler. Bu hüküm doğrudur. Fâkat Allah Teâlâ onları, sözleri bakımından değil, kalplerinde bulunan niyet bakımından yalandı. Diliyle söylediğinde değil. Bu bakımdan sıdk mânâlarından biri niyetin hâlis olmasıdır. Bu bakımdan her doğrunun elbette muhlis olması gerekir.”

c. Azm'in Sıdk'ı

Üçüncü sıdk, azmin sıdkıdır. Muhakkak ki insan bazen azmi, amele takdim eder ve içinden şöyle der: 'Eğer Allah bana bir mal verirse hepsini veya bir kısmını O'nun yolunda sadaka veririm veya Allah yolunda bir düşmanla karşı karşıya gelirsem, perva etmeden, ölsem dahi onunla mücadele ederim. Eğer Allah bana bir yöneticilik verirse, adaletle hareket eder, bir insana meyletmek ve zulüm yapmakla Allah'a isyan etmem!

 Bu, Hz. Ömer'in (r.a) dediği gibidir: 'Eğer huzura getirilip boynum vurulsa, bu durum bence içinde Ebubekir'in bulunduğu bir cemaata baş olmamdan daha sevimlidir'.

Hz. Ömer, Hz. Ebubekir varken emîr olmamayı kendi nefsinde kesin azmi, doğru muhabbet olarak buldu. Bu azmini verdiği misalle tekid edip güçlendirdi.

Kısacası bu durum insanın iyi ve doğru olduğuna inandığı bir işi yapmaya dürüstlükle karar vermesini ifade eder.

 

 

d. Azim'de Vefa

Bir konuda verilmiş olan doğru kararı sürdürmeyi ifade eder. Karar verme ve kararında durmadaki dürüstlük, özellikle kötü alışkanlıklardan tövbe edip bir daha bunlara dönmeme hususunda büyük önem taşır.

Gazali sıdkın bu derecesi ile ilgili sahabe-i kiramdan örnek de vererek şu açıklamayı yapar:

“Dördüncü sıdk, azme vefa göstermektir. Nefis, bazen derhal azim ile cömertlik yapar; zirâ va'd ve azimde bir zorluk yoktur. Oradaki yük hafiftir. Bu bakımdan hakikatler tahakkuk edip, imkân husule gelip şehvetler harekete geçtikçe azimet inhilal eder. Şehvetler galebe çalar. Azmi îfa etmek güçleşir. Bu ise buradaki doğruluğa ters düşer.

Hz. Enes'ten şöyle rivayet ediliyor: Amcası Enes b. Nadr (r.a) Bedir savaşına katılmamıştı. Bu durum ona gayet ağır gelmiş ve şöyle demişti: 'Rasûlullah'ın ilk savaşında hazır bulunmadım, eğer Allah, Hz. Peygamber'le beraber bana bir savaş nasip ederse ne yapacağımı görecektir'. İkinci sene amcam Enes b. Nadr Uhud savaşına katıldı. Uhud'a giderken Sa'd b. Muaz (r.a) ile karşılaştı. Sa'd ona şöyle sordu:

- Ey Ebu Amr! Nereye gidiyorsun?

- Cennet kokusuna! Ben cennet kokusunu Uhud'un eteğinde hissediyorum!

Böylece Enes öldürülünceye kadar savaştı. Onun cesedinde seksen küsür yara sayıldı. O yaraların kimisi ok yarasıydı, kimisi kılıç, kimisi de mızrak yarasıydı.

Kızkardeşi, Nadr'ın kızı Rabia (r.a) 'Kardeşimi ancak elbisesinden tanıdım!' demiştir. Bunun üzerine şu ayet nazil oldu:

Müminler içinde Allah’a verdikleri sözde duran nice erler var. İşte onlardan kimi, sözünü yerine getirip o yolda canını vermiştir; kimi de (şehitliği) beklemektedir. Onlar hiçbir şekilde (sözlerini) değiştirmemişlerdir. (Ahzab 23)  (  Buhari 4783)

Bir başka ayeti kerimede de Allah (cc) şöyle buyurmaktadır:

“Onlardan kimi de, eğer Allah lütuf ve kereminden bize verirse, mutlaka sadaka vereceğiz ve elbette biz sâlihlerden olacağız! diye Allah’a and içti.  Fakat Allah lütfundan onlara (zenginlik) verince, onda cimrilik edip (Allah’ın emrinden) yüz çevirerek sözlerinden döndüler. Nihayet, Allah’a verdikleri sözden döndüklerinden ve yalan söylediklerinden dolayı Allah, kendisiyle karşılaşacakları güne kadar onların kalbine nifak (iki yüzlülük) soktu.”(Tevbe 75-77)

Görüldüğü gibi Allah Teâlâ bu ayette azmi, ahid (söz); ona muhalefeti yalan ve bu konuda sözü yerine getirmeyi de sıdk olarak nitelendirmiştir. Bu sıdk, üçüncü sıdktan daha kuvvetlidir; zira nefis bazen azimle cömertlik yapar. Sonra kendisine zor geldiğinden dolayı yerine getirmesi gerektiği anda vazgeçer. Varlık ve sebeplerin husulü anında arzusundan cayar.”

 

e. Amelin Sıdkı  

Beşinci sıdk, amellerdeki sıdktır! Kişinin, zâhirî (dış) hareketlerinin, bâtınında (içinde) bulunmayan bir şeye delâlet etmemesi için var kuvvetiyle çalışmasıdır. Yoksa amelleri terk etmesi demek değildir. Fakat bu ancak bâtının zâhirle doğrulanmasıyla olur: Bu ise, daha önce söylediğimiz riyanın terkine muhaliftir; zira riyakâr kimse riyaya kasteden kimsedir. Nice kimse vardır ki gösteriş gayesi olmaksızın, namazında huşû ile durmaktadır; ama kalbi namazdan gafildir. Dışarıdan bakan kimse onun Allah'ın huzurunda durduğunu zanneder. Oysa o bâtını ile çarşıda, şehvetlerinin herhangi birinin huzurunda durmaktadır. İşte bunlar, hal lisanıyla bâtının yalancılığını izah ederler. Oysa böyle bir kimse amellerinde sıdktan sorumludur. Aynı şekilde kişi, bazen sükûn ve vekar içerisinde yürür. Oysa içi böyle değildir. Her ne kadar halka iltifat etmez, onlara amelini göstermek istemez ise de bu kimse amelinde sâdık değildir. Kişi bu hastalıktan, ancak içiyle dışının bir olmasıyla kurtulabilir. Şöyle ki: İçi, dışı gibi veya ondan daha hayırlı olmalıdır.

Nitekim bu durumun önemine binaen Rasulullah (sav)’dan şöyle rivayet edilmiştir: “Ey Allahım! İç âlemimi dış âlemimden daha hayırlı kıl. Dış âlemimi salih kıl!” (Tirmizi, Deavat 126)

f. Dinî Mertebelerde Sıdk

Altıncı sıdk ki bu derecelerin en yücesidir korku, ümit, ta'zîm, zühd, rıza, tevekkül, sevgi ve benzerlerindeki sıdk gibi din makamlarıyla ilgili sıdktır.

“İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Asıl iyilik, o kimsenin yaptığıdır ki, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanır. (Allah’ın rızasını gözeterek) yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere ve kölelere sevdiği maldan harcar, namaz kılar, zekât verir. Antlaşma yaptığı zaman sözlerini yerine getirir. Sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreder. İşte doğru olanlar, bu vasıfları taşıyanlardır. Müttakîler ancak onlardır! (Bakara 177)

Ebu Zer'e iman sorulduğunda bu ayeti okumuştur. Kendisine 'Biz senden imanı sorduk?' denildiğinde de 'Kendisine imanı sorduğumda Hz. Peygamber de bu ayeti okudu!' karşılığını vermiştir.

Burada, korku için bir misal verelim: Allah'a ve son güne iman eden hiçbir bir kul yoktur ki Allah'tan korkmasın ve kendisine korku (korkan) ismi verilmesin! Fakat bu korku sâdık bir korku değildir; yani hakîkat derecesine varmamıştır. Çünkü görmez misin ki sultandan veya yolculuk sırasında haydutlardan korktuğunda beti benzi nasıl uçar! Azaları nasıl tir tir titrer. Yaşantısı nasıl alt üst olur. Yemesi, uyuması nasıl düzensizleşir! Aklı fikri, aile efradı ve çocukları kendisinden yararlanamayacak şekilde nasıl darmadağın olur. Öyle ki vatanından kaçar. Alıştığı şeyler kendisine yabancı gelir; rahatı, yorgunluk ve meşakkate dönüşür. Çeşitli tehlikelerle karşı karşıya kalır. Bütün bunlar tehlikeyi sezme korkusundan ileri gelir. Sonra bu kişi ateşten korktuğunu iddia eder. Oysa, herhangi bir günah işlediğinde kendisinde bunlardan hiçbiri görülmez.

13. SONUÇ

- “Allah Teâlâ sizin bedenlerinize ve yüzlerinize değil, kalblerinize bakar” hadisini idrak edip amellerin kemiyetinden çok kalbimizdeki başlangıç noktasına önem vermeyi şiar edinmeliyiz.

- Niyet etkisi bakımından üç ana grupta toplanabilir:

a) Yasaklanmış fiiller (Maâsî). Bunların hükmü niyetle değişmez. Meselâ başkasının gönlünü almak için birisini çekiştirmek, başkasının malından fakire yedirmek, haram malla okul, mescid vb. hayır yollarına harcama yapmak böyledir. Bunlar niyet iyi de olsa zulüm ve mâsiyet olmaktan çıkmaz.

b) Yapılması emir veya tavsiye edilmiş fiiller (Taat). Bunlar gerek aslının geçerliliği gerekse faziletinin katlanması bakımından niyetlerle ilişkilidir. Aslın geçerliliğinden maksat kendisiyle sırf Allah’a kulluğa niyet edilmiş olmasıdır, eğer riyâ niyeti taşıyorsa mâsiyet olur. Faziletinin katlanmasıyla kastedilen ise tek bir taatle birçok hayra niyet edilerek her bir niyet için sevap kazanılabilmesidir. Zira her bir niyet bir hasenedir (iyi amel). Meselâ mescidde oturma bir taattir ve bununla Allah’a kulluğun özel mekânı olan mâbedi ziyaret, kötü davranışlardan uzak duracağı bir zaman geçirmek, Allah için yeni dostlar kazanmak, yanlış hareketi olanlara doğrusunu göstermek gibi birçok iyi şeye niyet edilebilir.

c) Serbest bırakılmış fiiller (Mubâhât). Bunlar sırf mubah kılındığı için işlenirse sevabı veya cezası olmaz; kötü niyetle yapılırsa mâsiyete dönüşür ve cezayı gerektirir, iyi niyetle yapılırsa bundan dolayı ecir alınır.

-Kulun yapmış olduğu ibadetinin ihlas derecesi ne kadar fazla ise kalbi üzerindeki olumlu etkisi de o kadar fazladır. İhlasına Allah’ın(cc) rızası dışında karıştırdığı şeylerin miktarı arttıkça amelin üzerindeki etkisi ve amelden elde edeceği fazilet de o oranda azalır. Hatta dini teşvikçi, nefsani teşvikçiden daha az olduğunda günahkar durumuna düşer.

-Sıdk sözün hem objektif gerçeğe hem de sözü söyleyenin zihnindeki bilgiye uygunluğudur. Bir kimsenin sözü -aslında gerçeği ifade etse bile- o kişi kendi zihninde yalan söylediğini düşünüyor ve kalbinde söylediğini kabule dair bir iman bulunmuyorsa bu söz yalan (kezib, kizb) sayılır.

- Söylenen her sözün -dinî ve toplumsal bir zarara yol açmadıkça- gerçeği yansıtması, verilen her sözün yerine getirilmesi her Müslümanın her zaman sahip olması gereken şiarı ve ahlâkî bir görevidir. Fakat hadislerde sadece karı-koca arasındaki geçimsizliği gidermek, savaşta düşmana üstün gelmek ve insanlar arasında barışı sağlamak niyetiyle yalan söylenebileceği bildirilmiştir. Her ne kadar konuşması muhatabına hakîkatin hilafını anlatsa bile; zira sıdk, zatı için istenilmemiştir. Hakka delâlet etmesi ve hakka çağırması için istenilmiştir. Bu bakımdan sıdkın sûretine değil, mânâsına bakılır.

-Her zaman, her yerde ve herkese kişinin sahip olduğu bilgiyi olduğu gibi aktarması her zaman sıdk olarak kabul görmez. Zira doğru söz (sıdk) bazı durumlarda yalanla aynı derecede kötü ve çirkin, hatta yalandan daha zararlı olabilir. Bunlardan bazıları gıybet, nemîme ve siâye (bozgunculuk çıkarmak için insanlar arasında söz taşıma) gibi bazı kötülenmiş ahlak örnekleridir.

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Dersler