11. NİYET İHLAS SIDK
1.GİRİŞ
Kalp ameli olarak değerlendirilen niyet,
ihlas ve sıdk kavramları, bir bütünün üç parçası ve azalar tarafından icra
edilen tüm amellerin başlangıç noktası olması nedeniyle her birinin en iyi
şekilde kavranması ve uygulanması büyük önem arz etmektedir. Çünkü amellerimizin
kalbimize ve halimize tesirini sağlayacak gerçek değerine ulaşması ve bu
vesileyle amellerimizin bizi kötülüklerden uzaklaştırıp iyiliklere sevk etmeye
katkı sağlamasının yolu da budur.
Gazali derki:
“Kalp sahipleri, iman basireti ve
Kur'ân nûruyla anlamışlardır ki saadete kavuşmak ancak ilim ve ibadetle
mümkündür. Niyetsiz amel, boşuna yorulma demektir. İhlâssız niyetse riya
sayılır; riya da münafıklığın dengi olup isyan ile eşittir. Sıdk ve tahkik
olmaksızın ihlâs hebâ olur!”
Niyetin hakîkatini bilmeyenin niyeti nasıl
doğru olabilir? İhlâsın hakîkatini bilmediği halde niyetini tashih ettiğini
(düzelttiğini) zanneden kişinin niyeti nasıl hâlis olabilir veya sıdkın
(doğruluğun) mânâsını bilmeyen bir muhlis, nasıl olur da nefsinden sıdk
bekleyebilir?
Allah'a ibadet etmek isteyen her kula
düşen ilk vazife, önce niyeti öğrenmektir ki marifeti elde edebilsin. Sonra
kurtuluş vesilesi olan ihlâs ve sıdkın hakîkatini anladığında onu (niyeti) amel
ile doğrulasın. Bu bakımdan kalb âlemini tanımak için üç kavramı çok iyi anlamamız
gerekmektedir: Bunlar niyet, ihlas ve sıdk kavramlarıdır.
2.
KAVRAM TAHLİLİ
Niyet: Kesinlik kazanmış ve bir fiilin işlenmesine yönelmiş irade
anlamında fıkıh terimi.
Sözlükte “yönelmek, ciddiyet ve
kararlılık göstermek” gibi anlamlara gelen niyyet (niyet) kelimesinin sözlük
anlamı esas alınarak yapılan değişik tanımları arasında “kalbin hemen veya
sonucu itibariyle maksada uygun bulduğu, yani bir yararı sağlayacağına yahut
bir zararı savacağına hükmettiği fiile yönelmesi” şeklindeki tarif daha çok
yaygınlık kazanmıştır. Genellikle Beyzâvî’ye nisbet edilmekle birlikte
Gazzâlî’nin eserinde yer alması (İhyâ’, IV, 365) bu tanımın daha öncesine ait
olduğunu göstermektedir. Dinî bir terim olarak niyet için yapılan tanımlar
arasında genellikle benimseneni yine Beyzâvî’ye izâfe edilen, “Allah’ın
rızâsını kazanma arzusuyla ve O’nun hükmüne tâbi olmak üzere fiile yönelen
irade” şeklindeki tariftir. Bunu “işlenmesinin hemen öncesinde bir şeyi yapma
iradesi” tarzında tanımlayanlar da vardır. Karâfî, niyeti “fiilin kendisine yön
veren değil onu ihtimalli olduğu yönlerden birine yönelten irade” şeklinde
tanımlar. Aynı müellif iradenin türlerini (nevi) oluşturan on kavramı (azim,
hem, niyet, şehvet, kast, ihtiyar, kazâ, kader, inâyet, meşîet) inceleyip
aralarında ne tür bir ilişki olduğunu açıkladıktan sonra niyetin diğerlerinden
farklılık taşıdığını, ancak neredeyse eş anlamlı olduklarını söylemeye imkân
verecek derecede yakın oldukları için irade, azim, kast ve inâyetin de “niyet”
anlamında kullanıldığını söyler.
Kur’ân-ı Kerîm’de niyet kelimesi ve
-“çekirdek” anlamındaki nevâ (el-En‘âm 6/95) dışında- aynı kökten gelen
kelimeler yer almaz. Hadislerde ise niyet ve türevlerine sıkça rastlanmaktadır (Wensinck,
el-Mu’cem, “nvy” md.). İslâm âlimleri niyetle amel arasında ruh-beden misali
bir ilişki bulunduğunu, niyetin kulluğun sırrı, amelin özü, ruhu ve direği
olduğunu belirterek amellerin Allah katında değerli veya değersiz sayılması
hususunda olduğu gibi dünyevî sonuçlarını belirlerken yapılacak
değerlendirmeler bakımından da niyetin büyük önem taşıdığını vurgulamıştır.
İhlas: Kulun bütün davranışları ve sözlerinde sadece Allah’ın
rızâsını gözetmesi anlamında ahlâk ve tasavvuf terimi.
Sözlükte “arınmak, saflaşmak, kurtulmak” mânasındaki hulûs / halâs kökünden
türetilmiş olup “bir şeyi, içine karışmış ve değerini düşürmüş olan başka
şeylerden temizleyip arındırmak, saflaştırmak” anlamına gelen ihlâs kelimesi,
terim olarak “ibadet ve iyilikleri riyadan ve çıkar kaygılarından arındırıp
sadece Allah için yapmak” demektir. İslâmî literatürde ihlâs daha geniş olarak
şirk ve riyadan, bâtıl inançlardan, kötü duygulardan, çıkar hesaplarından ve
genel mânada gösteriş arzusundan kalbi temizlemeyi, her türlü hayırlı faaliyete
iyi niyetle yönelmeyi ve her durumda yalnızca Allah’ın rızâsını gözetmeyi ifade
eder (Râgıb el-İsfahânî, Müfredât, “ħlś” md.; Lisânü’l-‘Arab, “ħlś” md;
Gazzâlî, IV, 379-380).
Sıdk:
Niyette dürüstlük, söz ve davranışların doğru ve gerçeğe uygun olması anlamında
bir ahlâk terimi.
Eski sözlüklerde “vâkıaya uygun hüküm ifade eden söz, yalanın karşıtı” diye
tanımlanan sıdk kelimesi (Cevherî, I, 580; Lisânü’l-‘Arab, “śdķ” md.;
Tâcü’l-‘arûs, “śdķ” md.; et-Ta’rîfât, “śıdķ” md.) âyet ve hadislerle diğer
İslâmî kaynaklarda “hakikati konuşmak, gerçeğe uygun bilgi vermek, dürüst ve
güvenilir olmak, vaadine sadâkat göstermek” anlamında masdar; “hakikati ifade
eden, gerçeğe uygun olan söz, doğruluk, dürüstlük, güvenilirlik” anlamında isim
olarak kullanılır. Bir şeyin objektif gerçekliği hak, bunun aslına uygun
biçimde anlatılması sıdk kavramıyla ifade edilir. Hak doğrunun nesnel yanı,
sıdk ise sözün nesnel doğruya uygunluğudur. Sıdk ayrıca “sözün hem objektif
gerçeğe hem de sözü söyleyenin zihnindeki bilgiye uygunluğu” şeklinde
tanımlanır. Buna göre bir kimsenin sözü -aslında gerçeği ifade etse bile- o
kişi kendi zihninde yalan söylediğini düşünüyorsa bu söz yalan (kezib, kizb)
sayılır. Böyle bir durumda sözün bir yönden doğru, bir yönden yalan olabileceği
de belirtilir. Meselâ bir inkârcının, “Muhammed Allah’ın elçisidir” şeklindeki
sözü içindeki inancı ifade etmemesi yönünden yalan, Hz. Muhammed’in Allah’ın
resulü olduğu gerçeğine uygun düşmesi bakımından doğrudur. Nitekim Kur’ân-ı
Kerîm (el-Münâfikūn 63/1) münafıkların Hz. Peygamber’e gelerek, “Şahitlik
ederiz ki sen gerçekten Allah’ın elçisisin” şeklindeki sözlerini, “Allah da
biliyor ki sen O’nun elçisisin” sözleriyle söyleneni doğrulamış, “Ancak Allah
da münafıkların yalancı olduğuna şahitlik eder” ifadesiyle gerçekte buna
inanmadıkları için münafıkların yalancılığını bildirmiştir.
Sıdk kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de
bazıları mecazi anlamda olmak üzere on beş yerde geçer. Ayrıca üç âyette “doğru
sözlü” anlamında sâdık, elli kadar âyette bunun çoğul şekilleri (sâdikun,
sâdikın, sâdikat), altmış kadar âyette aynı kökten çeşitli fiil ve isimler yer
almaktadır (M. F. Abdülbâkî, el-Mu’cem, “sdķ” md.).
Hadislerde hem sıdk kelimesi hem de
çeşitli türevleri geçmektedir. Bazı hadis mecmualarında sıdk konusuna özel
bablar ayrılmıştır (meselâ bk. Müsned, V, 14, 20; Buhârî, “Edeb”, 69; Tirmizî,
“Birr”, 46; Dârimî, “Büyû’”, 8). Hz. Peygamber’in şu öğüdü, hadis kaynaklarının
yanında sıdk konusuna yer veren hemen bütün ahlâk ve tasavvuf kitaplarında
kaydedilmiştir: “Size doğruluğu öğütlerim; çünkü doğruluk iyiliğe, iyilik de
cennete götürür. Doğruluğu şiar edinen kimse Allah katında sıddîk diye yazılır.
Yalan söylemekten sizi menederim; çünkü yalan söylemek günaha, günah da
cehenneme götürür. Kişi yalan söyleye söyleye nihayet Allah katında kezzâb diye
yazılır” (Müsned, I, 3, 5, 7, 8, 9, 11; Buhârî, “Edeb”, 69; Müslim, “Birr”,
103-105).
(http://www.islamansiklopedisi.info/ Niyet ihlas ve sıdk maddeleri)
3. KONUYLA İLGİLİ AYETLER
Niyetle ilgili ayetler
“Rablerinin
rızasını dileyerek sabah akşam O'na dua edenleri (fakirleri onlarla bir arada
bulunmak istemeyen müşriklerin arzularına uyarak yanından) kovma!”(En'âm/52)
Ayette bahsi
geçen dileme'den gaye niyet'tir.
“Her kim bu çarçabuk geçen dünyayı
dilerse ona, yani dilediğimiz kimseye dilediğimiz kadarını dünyada hemen verir,
sonra da onu, kınanmış ve kovulmuş olarak gireceği cehenneme sokarız. Kim de
ahireti diler ve bir mümin olarak ona yaraşır bir çaba ile çalışırsa, işte
bunların çalışmaları makbuldür.”(İsra 18-19)
“Onların ne
etleri ne de kanları Allah’a ulaşır; fakat O’na sadece sizin takvânız ulaşır.
Sizi hidayete erdirdiğinden dolayı Allah’ı büyük tanıyasınız diye O, bu
hayvanları böylece sizin istifadenize verdi. (Ey Muhammed!) Güzel davrananları
müjdele!”( Hac 37)
İhlasla ilgili ayetler
“Halbuki onlara ancak, dini yalnız O'na
has kılarak ve hanifler olarak Allah'a kulluk etmeleri, namaz kılmaları ve
zekât vermeleri emrolunmuştu. Sağlam din de budur.”(Beyyine 5) (“Hanîf”
eğriliğe sapmaksızın doğru yoldan giden demektir)
“Dikkat et, hâlis din yalnız
Allah'ındır.”(Zümer 3)
“Ancak tevbe edip hallerini
düzeltenler, Allah'a sımsıkı sarılıp dinlerini (ibadetlerini) yalnız onun için
yapanlar başkadır. İşte bunlar (gerçekte) müminlerle beraberdirler ve Allah
müminlere yakında büyük mükâfat verecektir.”(Nisa 146)
“Artık her kim Rabbine kavuşmayı
umuyorsa, iyi iş(salih amel) yapsın ve Rabbine ibadette hiçbir şeyi ortak
koşmasın.” (Kehf 110)
Bu son ayet-i celîle Allah için
işlediği amelinden dolayı övülmeyi seven kimse hakkında nâzil olmuştur.
Sıdkla ilgili ayetler
Müminler içinde Allah'a
verdikleri sözde duran nice erler var. İşte onlardan kimi, sözünü yerine
getirip o yolda canını vermiştir; kimi de (şehitliği) beklemektedir. Onlar
hiçbir şekilde (sözlerini) değiştirmemişlerdir.”(Ahzab 23)
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve
doğrularla beraber olun.” ( Tevbe 119)
“Müminler ancak Allah’a ve Resûlüne
iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve
canlarıyla savaşanlardır. İşte doğrular ancak onlardır.” (Hucurat 15)
4. KONUYLA İLGİLİ HADİSLER
Niyet ve ihlasla ilgili hadisler
Mü’minlerin
emîri Ebû Hafs Ömer ibni Hattâb radıyallahu anh, Resûlullah sallallahu aleyhi
ve sellem’i şöyle buyururken dinledim, dedi:
“Yapılan işler niyetlere göre değerlenir. Herkes yaptığı
işin karşılığını niyetine göre alır. Kimin niyeti Allah’a ve Resûlü’ne varmak,
onlara hicret etmekse, eline geçecek sevap da Allah’a ve Resûlü’ne hicret
sevabıdır. Kim de elde edeceği bir dünyalığa veya evleneceği bir kadına
kavuşmak için yola çıkmışsa, onun hicreti de hicret ettiği şeye göre
değerlenir.” (Buhârî, Bed’ü’l-vahy 1, Îmân 41, Nikâh 5, Menâkıbu’l-ensâr 45,
İtk 6, Eymân 23, Hiyel 1; Müslim, İmâret 155. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Talâk 11;
Tirmizî, Fezâilü’l-cihâd 16; Nesâî, Tahâret 60; Talâk 24, Eymân 19; İbni Mâce,
Zühd 26 )
Sıdkla ilgili hadisler
Abdullah İbni Mes’ud radıyallahu
anh’den rivâyet edildiğine göre Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Şüphesiz ki sözde ve işde doğruluk hayra ve üstün iyiliğe yöneltir. İyilik de
cennete iletir. Kişi doğru söyleye söyleye Allah katında sıddîk (doğrucu) diye
kaydedilir. Yalancılık, yoldan çıkmaya (fücûr) sürükler. Fücûr da cehenneme
götürür. Kişi yalancılığı meslek edinince Allah katında çok yalancı (kezzâb)
diye yazılır.” Buhâri, Edeb 69; Müslim, Birr 103-105. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd,
Edeb 80; Tirmizi, Birr 46; İbni Mâce, Mukaddime 7; Duâ 5
Ebû Sâbit, Ebû Saîd ve Ebû Velîd
künyeleriyle tanınan ve Bedir mücâhidlerinden olan Sehl İbni Huneyf radıyallahu
anh’den rivayet edildiğine göre Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Bütün kalbiyle(bi sıdkın) şehid olmayı isteyen kişiyi Allah, yatağında ölse
bile, şehidler mertebesine ulaştırır.” (Müslim, İmâre 157. Ayrıca bk. İbni
Mâce, Cihâd 15)
Ebû Muhammed Hasan İbni Ali İbni Ebû
Tâlib radıyallahu anhümâ şöyle dedi: Ben Resûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem’den: “Şüpheliyi bırak, şüphe vermeyene bak. Zira gönül, (sözde ve işde)
doğrudan huzur, yalandan kuşku duyar” buyurduğunu belledim. (Tirmizî, Kıyâmet
60)
5.
ASHAB'IN VE ÂLİMLERİN SÖZLERİ
Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir:
'Amellerin en üstünü, Allah'ın farzlarını edâ etmek, haramından sakınmak ve
Allah katında niyetin doğruluğudur'.
Sâlim b. Abdullah, Ömer b. Abdülâziz'e
şunları yazdı: 'Bil ki Allah'ın yardımı kulun niyeti nisbetindedir. Bu bakımdan
kimin niyeti tam ise, Allah'ın ona yapacağı yardımı tamdır. Kimin niyeti de
eksikse ona yapılacak yardım da o nisbette eksilir'.
Süfyan es-Sevrî şöyle demiştir: “Sizin
ameli öğrendiğiniz gibi selef de amel için niyeti öğreniyorlardı.”
‘’Andolsun ki içinizden cihad edenlerle
sabredenleri belirleyinceye ve haberlerinizi açıklayıncaya kadar sizi imtihan
edeceğiz.’’(Muhammed 31)
Fudayl b. İyaz bu ayeti okuduğunda ağlamış;
sonra tekrar okuyarak şöyle demiştir: “(Ey rabbim)! Eğer sen imtihan edersen,
yırtıp (gizli hallerimizi ortaya çıkarıp) bizleri rezil edersin.”
Hasan Basrî şöyle demiştir: “Cennetlikler
cennette, cehennemlikler de cehennemde, ancak niyetlerinden dolayı ebedî
kalırlar!
Bilâl b. Sa'd şöyle demiştir: “Kul
mü'min olduğunu söylediğinde Allah Teâlâ ameline bakmadan onu sözüyle başbaşa
bırakmaz. Amel ettiğinde ise takvâsına bakmadan onu ameliyle başbaşa bırakmaz.
Takvâ sahibi olduğunda da neye niyet ettiğine bakmadan onu bırakmaz. Eğer
niyeti doğru ise, diğer hareketleri haydi haydi doğrudur.”
6. NİYETİN FAZİLETİ
Ebû Hüreyre Abdurrahman İbni Sahr
radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem şöyle buyurdu: - “Allah Teâlâ sizin bedenlerinize ve yüzlerinize değil,
kalblerinize bakar.” (Müslim, Birr 33. Ayrıca bk. İbni Mâce, Zühd 9)
Allah Teâlâ kalplere, niyet'in yeri
olmasından dolayı bakar.
Ebû
Yezîd Ma`n İbni Yezîd İbni Ahnes radıyallahu anhüm -Ma`n de, babası Yezîd de,
dedesi Ahnes de sahâbîdir- şöyle dedi: Babam Yezîd sadaka vermek üzere yanına
birkaç dinar aldı ve onları Mescid-i Nebevî de oturan birinin yanına koydu. Ben
Mescid’e uğrayarak paraları aldım ve babama götürdüm. Babam: - Vallâhi ben
onları sen alasın diye bırakmamıştım deyince, Resûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem’in yanına giderek durumu arzettim. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle
buyurdu: - “Yezîd! Sen niyet ettiğin sadaka sevabını kazandın. Ma`n! Aldığın
para da senindir.”( Buhârî, Zekât 15. Ayrıca bk. Dârîmî, Zekât 14; Ahmed İbni
Hanbel, Müsned, III, 470)
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “İnsanlar
dört sınıftır:
a) Allah'ın, kendisine ilim ve mal
verdiği kişidir ki ilmiyle malında tasarruf eder!
b) Onun bu halini görüp de 'Eğer Allah
buna verdiğinin benzerini bana verirse, ben de onun yaptığı gibi yaparım' diyen
kimse.
Bu iki kişi sevapta eşittirler.
c) Allah'ın, kendisine mal verip de
ilim vermediği kişidir ki cehaletinden ötürü malını har vurup harman savurur.
d) Üçüncünün halini görüp de 'Eğer Allah buna verdiğinin benzerini bana verseydi
onun yaptığı gibi yapardım! diyen kimse.
Bu ikisi de günahta eşittirler.” (İbn
Mâce)
Enes radıyallahu anh şöyle dedi: Peygamber
sallallahu aleyhi ve sellem ile Tebük Gazvesi’nden döndüğümüz sırada şöyle
buyurdu: “Medine’de bizden geride kalan öyle kimseler vardır ki, bir dağ
yoluna, bir vâdiye girdiğimizde onlar da bizimle yürüyormuş gibi sevap
kazanırlar. Çünkü onları birtakım mâzeretleri alıkoymuştur.”( Buhârî,Megâzî 81,
Cihâd 35. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Cihad 19; İbni Mâce, Cihâd 6)
“Ümmetimin şehidlerinin çoğu,
yataklarında ölenlerdir. Düşmanla çarpışırken öldürülen niceleri vardır ki
onların niyetini Allah daha iyi bilir”.(İmam Ahmed)
Allah Teâlâ'nın, niyetinden ötürü
kişiyi başka bir kişinin iyi veya kötü amellerine nasıl ortak kıldığına dikkat
ediniz!
Hz. Ömer (r.a) Hz. Peygamber'in şöyle
buyurduğunu rivayet eder:
“Savaşanlar, ancak niyetler üzerinde
savaşırlar. İki ordu, karşı karşıya geldiğinde, melekler yere inerek insanları,
yazarlar: 'Filan adam dünya için, falan adamsa gayretkeşliğinden
(hamiyyetinden) dolayı dövüşüyor. Filan adam da asabiyet (ırkçılık) için
dövüşüyor'.
Sakın (rastgele) 'Filan adam Allah
yolunda öldürüldü!' demeyiniz! Zira Allah yolunda çarpışan kimse, (ancak)
Allah'ın kelimesi (dini) en yüce olsun diye çarpışan kimsedir.” (İbn Mübârek)
Câbir'den rivayet edildiğine göre: Hz.
Peygamber şöyle buyurmuştur: “Her kul, hangi niyet üzerinde ölürse o niyet
üzere haşrolunur. “(Müslim)
Ahmed b. Ebî Bekre'nin rivayet ettiği
bir hadîste Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
“İki müslüman kılıçlarıyla karşı
karşıya geldiklerinde hem öldüren, hem de öldürülen cehennemdedir.
- Ey Allah'ın Rasûlü! Öldüreni anladık, fakat öldürülenin suçu nedir?
- Çünkü öldürülen de karşısındakini öldürmeye
niyet etmişti!” (Buhârî, Îmân 22, Diyât 2, Fiten 10; Müslim, Kasâme 33, Fiten
14, 15. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Fiten 5; Nesâî,Tahrîm 29, Kasâme 7; İbni Mâce,
Fiten 11 )
Ebü’l-Abbâs Abdullah İbni Abbâs İbni
Abdülmuttalib radıyallahu anhümâ’dan nakledildiğine göre, Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem bir hadiste şöyle buyurdu:
“Allah Teâlâ iyilik ve kötülükleri
takdir edip yazdıktan sonra bunların iyi ve kötü oluşunu şöyle açıkladı:
Kim bir iyilik yapmak ister de yapamazsa,
Cenâb-ı Hak bunu yapılmış mükemmel bir iyilik olarak kaydeder. Şayet bir kimse
iyilik yapmak ister sonra da onu yaparsa, Cenâb-ı Hak o iyiliği on mislinden
başlayıp yedi yüz misliyle, hatta kat kat fazlasıyla yazar. Kim bir kötülük
yapmak ister de vazgeçerse, Cenâb-ı Hak bunu mükemmel bir iyilik olarak
kaydeder. Şayet insan bir kötülük yapmak ister sonra da onu yaparsa, Cenâb-ı
Hak o fenalığı sadece bir günah olarak yazar.” (Buhârî, Rikâk 31; Müslim, Îmân
207, 259. Ayrıca bk. Buhârî, Tevhîd 35; Tirmizî, Tefsîru sûre (6),10 )
7.
NİYETİN HAKÎKATİ
Niyet, irade ve kasd aynı mânâya gelen
ibareler olup kalbin bir hali ve sıfatıdır. Niyet, iki şey arasındadır: İlim ve
amel. İlim bunun öncüsüdür; zira ilim, onun aslı ve şartıdır. Amel ise, ona
tâbidir, zira onun dalı ve meyvesidir. Kişinin marifeti, gördüğü şeyin nefsine
uygun olduğu hususunda kesinleştiği ve kendisinde bunu yapma mecburiyeti
hissettiği ve kendisini onu yapmaktan alıkoyacak karşı bir kuvvet de
bulunmadığı takdirde irade harekete geçer ve o şeye karşı meyil oluşur. İrade
harekete geçtiğinde kudret de azaları harekete geçirmek için faaliyete geçer.
Bu bakımdan kudret iradenin hizmetindedir; irade ise inanç ve marifetin hükmüne
tabidir.
Bu bakımdan ilk hareket ettirici,
hedefin bizzat kendisi olup bu da iteleyici kuvvettir. İteleyici gaye, niyet
edilen maksadın ta kendisidir. Harekete geçmeyi kabul etmekse kasd ve niyettir.
Kudretin; azaların hareketiyle iradenin hizmetine koşması amelin ta kendisidir.
Yırtıcı bir hayvanın hücumuna mâruz
kalan bir insan o hayvanı her gördükçe yerinden fırlar. Bu insanı ürküten şey,
yırtıcı hayvandan kaçma isteğinden başka bir şey değildir. Bu insan yırtıcı
hayvanı görmüş ve onun zararlı olduğunu anlamıştır. Bu yüzden nefsi kaçmaya
teşebbüs edip rağbet göstermiştir. Bu teşebbüs gereğince kudreti harekete
geçmiştir. Bu kişinin niyeti yırtıcı hayvandan kaçmaktır; zira ayağa kalkmakta
başka bir gayesi yoktur. İşte bu niyet hâlise adını alır. Bu niyet gereği
yapılan amele de, iteleyici hedefe nisbetle ihlâs denir. Mânâsı başkasının müşâreketinin
(ortaklığının) karışmasından arınmış
demektir.
“Müminin niyeti amelinden üstündür.” (Taberânî,
VI, 185)
Bu hadisin (hadisin rivayetiyle ilgili
değerlendirme için bk. Aclûnî, II, 430) nasıl anlaşılması gerektiği hakkında
değişik görüşler ortaya konmuş olmakla birlikte bunun kalp temizliğinin yeterli
sayıldığı, dolayısıyla niyet sağlam oldukça bedenî anlamda ibadete gerek
kalmayacağı şeklinde yorumlanamayacağına dikkat çekilmiştir. Gazzâlî, bu hadis
için yapılan ve kendisinin de katıldığı bazı açıklamaları aktardıktan sonra
asıl kastedilen anlamın şu olduğunu belirtir: Niyet de amel de Allah’ın kuldan
istedikleri (taat) arasındadır ve her ikisinin hedeflenen amaca katkısı ve
etkisi vardır; fakat niyetin etkisi amelinkinden fazladır. Bir başka anlatımla
niyet de amel de müminin Allah’a kulluğunun icaplarındandır ve bunların ikisi
de kulun seçimini gerektiren işlerdir; ancak niyet amele göre daha önemlidir
(İĥyâ’, IV, 366-367; hadisin başka bir yorumu ve fiile dönüşmemiş kötü niyetin
hükmü hakkında bk. Şemseddin el-Kirmânî, I, 21-22). Bu arada bazı âlimler,
niyetin önemine dikkat çekmek için müminin cennette ve kâfirin cehennemde kalma
süresinin niçin amellerine yani dünya hayatında yaşadığı süreye denk olmayıp
orada ebedî olarak kalma ile ödüllendirildiği veya cezalandırıldığı sorusunu
gündeme getirirler ve bu durumu itaat ve inkâr yönündeki niyet ve kararlılığın
devamlı olmasıyla açıklarlar (http://www.islamansiklopedisi.info/ Niyet maddesi)
Nitekim İhya’da Hasan Basrî’den şöyle bir söz
aktarılır: “Cennetlikler cennette, cehennemlikler de cehennemde, ancak niyetlerinden
dolayı ebedî kalırlar!”
Çünkü kalbi halis olanın koşullar
müsait olduğunda kavli ve fiili de halis olur. Hasta olan ,fakir olan ,güçsüz
olan birisinin salih amelini imkanları ölçüsünde gerçekleştirebilmesini bu
duruma örnek verebiliriz. Halis niyetiyle insan fiili amelini gerçekleştiremese
de kalbindeki imanı ,amele olan özlemini ve eylem dinamizmini diri tutar. Nitekim
Allah (cc) “Müminler içinde Allah'a verdikleri sözde duran nice erler
var. İşte onlardan kimi, sözünü yerine getirip o yolda canını vermiştir; kimi
de (şehitliği) beklemektedir. Onlar hiçbir şekilde (sözlerini)
değiştirmemişlerdir.” (Ahzab 23) buyurmaktadır.
Niyet'in
amele tercih edilmesinini ve ondan hayırlı kabul edilmesinin sebebine gelince,
bunu ancak dinin maksad ve yolunu, bu yolun maksada varıştaki tesirinin son
hududunu bilen; eserlerin bir kısmını diğerleriyle mukayese edip maksuda
nisbetle en kuvvetlisini öğrenmek için çabalayan anlar. Meselâ 'Ekmek meyveden
daha hayırlıdır' diyen kimse, bu sözüyle şunu kastetmiştir: 'Ekmek, gıdalanma
maksuduna nisbetle meyveden daha hayırlıdır!' Bu mânâyı ise, ancak gıdanın bir
maksadı olduğu ve bunun da sıhhat ve hayatın idamesi olup gıdaların sıhhat ve
hayatı devam ettirmede değişik tesirlerin olduğunu öğrenen; her birinin
tesirini bilen ve bir kısmını diğerleriyle mukayese eden kimse anlar! İbadetler
de kaplerin gıdasıdır. Azalar ile kalp arasında bir bağ vardır. Bu yüzden
bunlar birbirlerinden etkilenir. Bu bakımdan bir aza yaralandığında kalp bundan
acı duyar. Kalbin eleminden de bütün azalar etkilenir. Kalp, arkasından gidilen
bir esastır; emir ve çobandır. Azalarsa hizmetçiler, halklar ve sürüler
mesabesindedir. Bu bakımdan azalar sıfatlarının kalpte perçinleşmesinden dolayı
onun hizmetçisidirler. Öyleyse hedef kalptir. Azalarsa bu hedefe götürücü
vasıtalardır. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
“Vücutta bir organ (kalp) vardır ki o
düzgün olduğunda vücudun diğer azaları da düzgün olur.” Müslim, Buhârî, (Nu'man
b. Beşir'den)
“Onların ne etleri ne de kanları
Allah’a ulaşır; fakat O’na sadece sizin takvânız ulaşır.”(Hacc 37)
Takvâ
kalbin sıfatıdır. Öyle ise bu bakımdan kalp amellerinin genel olarak azaların
hareketlerinden daha üstün olduğu şüphesizdir. Sonra niyetin de kalbin
amellerinin hepsinden üstün olması gerekir; çünkü niyet, kalbin hayra meyledip
irade etmesi demektir.
Bütün ibadetlerin tesir ve etkilerinin
anlaşılması gerekir; zira ibadetlerden maksad, kalbin hallerini; azaların
değil, sadece kalbin sıfatlarını daha iyileriyle değiştirmektir.
Bu bakımdan alnın yere konulmasında,
alın ile toprağın bir araya getirilmesinde başka bir gayenin bulunduğu
zannedilmemelidir. Bilakis âdeten böyle yapmak kalpte tevazu sıfatını
perçinleştirir; zira kalbinde tevazu hisseden bir kimse, azalarını da bu tevazu
ile süslerse, tevazu, o kişide gittikçe kuvvet bulur; kalbinde bir yetime karşı
şefkat hisseden kimse onun başını sıvazladığı ve onu öptüğü zaman kalbindeki rikkat
(merhamet hissi) daha da kuvvet kazanır. İşte bundan niyetsiz amelin asla fayda
vermeyeceği ortaya çıkar; zira yetimin başını kalben gafil olduğu halde veya
bir elbiseyi sıvazlar gibi sıvazlayan kimsenin azalarında, kalbindeki rikkati
perçinleştirecek hiçbir tesir uyanmaz.
Hedefe nisbetle varlığı ile yokluğu bir
olan şeye bâtıl adı verilir. Bu bakımdan 'Niyetsiz ibadet bâtıldır' denilir.
Bunun mânâsı 'gafil olduğu halde yaparsa' demektir. Ancak gösteriş için veya
Allah'tan başkasının tâzîmi amacıyla yapılan amelin varlığı ile yokluğu bir
olmaz. Bilakis bunun varlığı daha zararlıdır; çünkü onunla, kuvvetlendirilmesi istenen sıfat takviye edilmemiş; aksine
sökülmesi istenen sıfat kuvvetlendirilmiştir ki bu da dünyaya meyletmekten
sayılan riya sıfatıdır.
Kalbin niyeti, hayra meyletmesi;
hevâsından ve dünya sevgisinden vazgeçmesi demektir. Bu ise, iyiliklerin en son
noktasıdır. Ancak amel ile tamamlanması onu kuvvetlendirir. Bu bakımdan
kurbandan maksad, eti ile kanı değildir. Bilakis kalbin dünya sevgisinden
vazgeçmesi, Allah'ın cemâlini tercih ederek O'nun yolunda dünyayı feda etmesi
demektir.
8.
NİYET İLE İLGİLİ AMELLERİN TAFSİLÂTI
Niyet, günahı günahlıktan çıkaramaz. Bu
bakımdan cahil kimselerin 'Ameller ancak niyetlere göredir' hadîs-i şerifinden
bunun aksini anlaması doğru değildir.
Bu durumda Hz. Peygamber'in 'Ameller
niyetlere göredir' hadîs-i şerîfi, bahsi geçen üç kısımdan, ancak taatlere ve
mübahlara tahsis olunur. Günahlara tahsis olunmaz; zira taat, niyet ile
masiyete dönüşür. Mübah bir şey de niyet ile masiyete ve taate dönüşür. Masiyetler
niyetle, hiçbir zaman taata dönüşmez.
Taatlerde
niyetin durumu
Taatlerin sıhhatinin kat kat olması,
esasında niyete bağlıdır. Faziletlerinin kat kat olması da niyetlerle
irtibatlıdır. Asl'a gelince bu taatlerde, sadece Allah'a ibadete niyet
etmektir. Eğer kişi riyaya niyet ederse taati masiyet olur.
Faziletin kat kat olmasına gelince, bu
da 'güzel niyetlerin' çokluğuna bağlıdır; zira kişi, bir tek taat'te birçok
güzel şeye (hayra) niyet edebilir. Böylece her bir niyete karşılık kişiye bir
sevap yazılır; zira onların hepsi güzeldir. Her hasene (sevap) de on misline
kadar artar. Nitekim bu hususta haber vârid olmuştur. Buna örnek olarak
mescidde oturmayı gösterebiliriz. Mescidde oturmak taattir. Kişinin bununla birçok
hayra niyet edip muttakîlerin amellerinin faziletlilerini işlemek sûretiyle
Allah'ın dergâhına yaklaştırılanların derecesine ulaşmak istemesi ve şu hayırlara ulaşması mümkündür:
1. Caminin 'Allah'ın beyti' (manevî
evi), oraya girenin de 'Allah'ın ziyaretçisi' olduğunu bilmesidir. 2. Kişinin,
kıldığı namazdan sonraki ikinci namazı beklemesidir. 3. Kulak, göz ve diğer
azaları hareket ve tereddütlerden sakındırmak suretiyle ibadet etmektir; 4. Kişinin,
himmetlerini (isteklerini) Allah'a yöneltmesi devamlı olarak ahireti düşünmesidir.
5. Her şeyden vazgeçip yalnızca Allah'ın zikrine veya zikrini dinlemeye veya
O'nu düşünmeye yönelmesidir. 6. Mescidde bulunduğu müddetce orada ibadetine
kusur edenlerin kusurlarını düzeltmeyi niyyet etmektir. 7. Allah yolunda kardeş
olan birinden istifade etmektir; zira bu da bir ganimet ve ahiret zâhiresidir. 8.
Allah'tan utanarak, Allah'ın evinde O'nun yasaklarını çiğnemekten çekinerek
günahları terketmektir.
Mübahlarda
niyetin durumu
Mübahların her birinde bir veya birçok
şeye niyet edilebilir. Böylece mübahlar, bu niyetler vasıtasıyla Allah'a
yaklaştırıcı amellerin güzellerinden olur ve kişi bu niyetler sayesinde yüksek
dereceler elde eder. Bundan gafil olanın zararı ise çok büyüktür. Böyle bir
kimse, gaflet ve unutkanlıktan dolayı, bu mübahları, tıpkı başıboş hayvanlar
gibi işler. Oysa kul, kalbine gelenlerin, attığı adımların ve geçirdiği
zamanların hiçbirini hakir görmemelidir; zira bütün bunlar, kıyamet gününde
'Bunu niçin yaptın?' diye kuldan sorulacaktır. Bu, içerisine kerahet karışmamış
mübah hakkındadır.
Örneğin güzel koku kullanmak mübahtır.
Fakat orada niyet lâzımdır.
Soru: Güzel koku ile neye niyet edilebilir?
Oysa o, nefsin bu dünyadaki nasiplerinden biridir. Allah için nasıl
kullanılanabilir?
Cevap: Mesela gerek cum'a gününde, gerekse de diğer günlerde
güzel koku sürünen kimse, bununla, dünyanın nimetlerinden faydalanmak veya
arkadaşlarının kendisine imrenmeleri için malının çokluğu ile böbürlenmek veya
halkın kalbinde yer ederek güzel koku ile anılmak ve yahut yabancı kadınların
hoşuna gitmek ya da riyakârlık yapmak istemiş olabilir. Bu iş daha
sayılamayacak kadar çok şey için yapılabilir. Bütün bunlar koku sürünmeyi
günaha çevirirler.
Koku sürünmekteki güzel niyetlerse şunlardır:
Kişi onunla Hz. Peygamber'in cum'a günündeki sünnetine uymak ve yine onunla
camii tâzim etmek ve Allah'ın evine saygı göstermek ister. Oraya Allah'ı mânen
ziyaret etmek maksadıyla, ancak güzel kokular sürünmek suretiyle girmeyi uygun
bulmuştur. Ya da mescid komşularının, sürünmüş olduğu güzel kokularla ferahlık
duymalarını ister. Bazıları da bu işi, kendisiyle beraber camiye gelenlere
eziyet vermemek; ya da 'Etrafa kötü kokular saçıyor' diyen gıybetçilerin yüzüne
bu kapıyı kapamak için yapar. Aksi takdirde bu kişiler, gıybetten dolayı
günahkâr olurlar.
Selefin âriflerinden biri şöyle
demiştir: 'Herşeyde; hatta yememde içmemde, uyumamda ve tuvalete girmemde bile
bir niyetimin olmasını istiyorum'.
Bütün bunlarla Allah'a mânen yaklaşmak
mümkündür; zira vücudun varlığı devam ettirmesine kalbin mutmain olup huzur
bulması da vücudun mühim vazifelerindendir sebep olan herşey din hususunda
yardımcıdır. Bu bakımdan yemekten gayesi, ibadetler için güçlü olmak; cinsî
münasebetten gayesi de dinini korumak, ailesinin kalbini hoş tutmak,
kendisinden sonra Allah'a ibadet edecek salih bir evlat kazanmak ve onunla Hz.
Peygamber'in ümmetini çoğaltmak olan kimse, yemesiyle ve cinsî münasebetiyle de
Allah'a itaat etmiş olur.Nefsin bu dünyadaki nasiplerinin en büyüğü, yemek ve
cinsî münasebettir.
Bunlarla hayrı kastetmek, kalbinde
ahiret düşüncesi daha galib olan kimse için yasak değildir. Kişinin, yemek ve
cinsî münasebetteki niyetini güzelleştirmesi gerekir. Kişi malı zayi olduğunda
'Allah için sadaka olsun' demelidir. Gıybetinin yapıldığını duyduğunda,
gıybetçilerinin, kendi günahını yükleneceklerini düşünerek kalbini hoş tutmalı;
onların hayırlarının, kendi defterine geçeceğinden dolayı da sevinmelidir.
Cevap vermemekte buna niyet etmelidir.
Mağrurlardan değilsen şimdiden nefsinin
hallerini araştır! İnceden inceye hesaba çekilmezden önce, nefsini inceden
inceye hesaba çek, onun hallerini kontrol et! Düşünmeden ne dur ve ne de
harekete geç! Niçin hareket ettiğini tesbit etmeden, maksadının ne olduğunu
bilmeden harekete geçme! Dünyadan neyi elde edeceğini, ahirette elinden ne
kaçıracağını, dünyayı ahirete neden dolayı tercih ettiğini düşünmeden hareket
etme! Seni teşvik eden şeyin dinden başkası olmadığını bildiğinde azmini yerine
getir; kalbine geleni yap. Aksi takdirde yapmaktan sakın. Sonra sakındığında da
kalbini kontrol et; zira fiili terketmek de bir fiildir. Dolayısıyla bunun da
doğru bir niyeti olmalıdır. Bu fiile gizli bir hevâ sebep olmamalıdır. İşlerin
dış görünüşleri, hayırların meşhurları seni aldatmamalıdır. Var kuvvetinle
derinlikleri ve sırları kavramaya çalış! Mağrur kimselerin atmosferinden ancak
bu şekilde çıkabilirsin.
9.
NİYET KULUN İHTİYARINA DAHİL DEĞİLDİR!
İsa b. Kesir şöyle anlatıyor: “Bir gün
Meymun b. Mihran'la birlikte yürüyorduk. Kapısına geldiğimizde ben ayrıldım.
Oğlu kendisine 'İsa'yı akşam yemeğine dâvet etmeyecek misin?' dedi. Meymun da
'Kalbimde böyle bir niyetim oluşmadı' karşılığını verdi.”
Selef niyetsiz hiçbir amel işlemek
istemezdi. Çünkü onlar niyetin, amelin ruhu olduğunu ve doğru bir niyet
olmaksızın amelin riya ve zorlama olacağını biliyorlardı.
Böyle bir amelin, Allah'a mânen
yaklaşmaya değil buğzuna sebep olduğunu biliyorlardı. Yine biliyorlardı ki
niyet, kişinin diliyle niyet ettim demesi değildir; aksine Allah'tan gelen manevî
fetihler yerine geçen kalbî bir harekettir. Bu bakımdan bazı zamanlar
kolaylaşır; bazı zamanlar da çok zorlaşır! Evet! Kimin kalbinde din emri daha
galipse çoğu zaman hayırlara niyet etmesi onun için kolaylaşır; zira böyle bir
kimsenin kalbi her türlü hayrın esasına meyledicidir.
Kalbinde bir mübah hakkında niyet
bulunup da fazilet hakkında bir niyet bulunmayan kimsenin mübahı işlemesi daha
evlâdır. Bu durumda fazilet mübaha intikal eder. Fazilet işlendiği takdirde bu
kendisi için bir eksiklik olur; çünkü ameller niyetlere bağlıdır. Bu tıpkı
affetmek gibidir; zira zulüm hususunda affetmek, zâlimden intikam almaktan daha
üstündür, ancak kalpte çoğu kez, af hususunda değil, intikam alma hususunda bir
niyet bulunur. Dolayısıyla intikam almak daha üstün olur. Yeme içmesinde ve
uyumasında nefsini rahata kavuşturup yapacağı ibadetler için kuvvet kazanmaya
niyet eden kimsenin durumu da böyledir. Oysa o her iki halde de kalbinde oruç
ve namaza karşı bir niyet duymamaktadır. Öyle ise, bu durumda yemek ve uyumak kendisi
için daha üstündür. Uzun süre devam ettiğinden dolayı ibadetten usanan,
ibadetteki canlılığı dumura uğrayıp isteği zayıflayan kimse, bir saat oynamak
ve konuşmak ile canlılığını yeniden kazanacağını bilirse, oynamak ve konuşmak,
onun için (nafile) namaz kılmaktan daha üstündür.
Ebu Derdâ şöyle demiştir: “Ben nefsimi
bir çeşit oyunla dinlendiririm ki bu meşguliyet hakka yardımcı olsun”.
Hz. Ali şöyle demiştir: “Kalplerinizi
ara sıra dinlendiriniz; zira kalpler, usandıklarında körleşirler”. (Nehc'ul-Belâğa)
10.
İHLASIN HAKİKATİ VE FAZİLETİ
Allah Teâlâ, kendisinden başkasının da
karıştırıldığı ameller hakkında şöyle buyurmuştur:
“Onların yaptıkları her bir (iyi) işi ele alırız, onu saçılmış zerreler haline
getiririz (değersiz kılarız)”. (Furkan 23)
Mus'ab b. Sa'd şöyle der: 'Babam
kendisini Hz. Peygamber'in sahabiîlerinin bazılarından üstün görüyordu. Bunu
farkeden Hz. Peygamber şöyle buyurdu:”Allah Teâlâ bu ümmeti ancak zayıflarından
ve onların dua, ihlâs ve namazlarından dolayı muzaffer kılmıştır ”. (Nesâî )
Ebu Hureyre’den (ra) rivayet edildiğine
göre Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
“Kıyamet gününde aleyhinde ilk
hükmedilen insanlar şunlardır: Birincisi şehit edilen kimsedir. O Allah’ın
huzuruna getirilir. Allah kendisine olan nimetlerini anlatır. O’da bunları
itiraf eder. Yüce Allah; “-Öyleyse bu nimetlerime karşın ne yaptın?” diye
sorar.
Adam: “-Ya Rabbi! Senin uğrunda şehit
oldum” der.
Allah şöyle buyurur: “-Yalan söyledin!
Sen yalnızca cesur denilsin diye savaştın. Sana da (cesur) denildi.”
Onun hakkında emir verilir ve ateşe
atılıncaya kadar yüzüstü sürüklenir.
İkincisi ilim öğrenen, başkalarına
öğreten, ayrıca Kur’an-ı Kerim okuyan adamdır.
O Allah’ın huzuruna getirilir. Allah
kendisine olan nimetlerini anlatır. O’da bunları itiraf eder. Yüce Allah;
“-Öyleyse bu nimetlerime karşın ne yaptın?” diye sorar.
Adam: “-İlim tahsil ettim. İlmi
başkalarına öğrettim ve senin uğrunda Kur’an okudum” der.
Allah şöyle buyurur: “-Yalan söyledin!
Sen yalnızca alim denilmesi için ilim elde ettin, kari denilmesi için Kur’an
okudun. Sana da bunlar denildi.”
Onun hakkında emir verilir ve ateşe
atılıncaya kadar yüzüstü sürüklenir.
Üçüncüsü Cenab-ı Hakkın kendisine mal
verdiği adamdır. O da getirilir. Allah kendisine olan nimetlerini anlatır. O’da
bunları itiraf eder. Yüce Allah; “-Öyleyse bu nimetlerime karşın ne yaptın?”
diye sorar.
Adam: “-Malımın tamamını yalnızca Senin
yolunda harcadım” der.
Allah şöyle buyurur: “-Yalan söyledin!
Sen yalnızca cömert denilmesi için malını infak ettin. Sana da bu denildi.”
Onun hakkında emir verilir ve ateşe
atılıncaya kadar yüzüstü sürüklenir. (Müslim, İmare 152)
“Kimler dünya hayatını ve onun süsünü
isterse onlara amellerin(in karşılığını) tam olarak veririz ve onlar orada
hiçbir eksikliğe uğratılmazlar.” (Hûd 15)
“De ki, gönlünüzdeki duyguları
saklasanız da, açıklasanız da Allah hepsini bilir.”(Âl-i İmrân 29)
Muhammed b. Saîd el-Mervezî şöyle
demiştir: “Fiillerin tamamı iki esasa dayanır: O'ndan senin için gelen fiil ve
senin, O'nun için yapmış olduğun fiil. Bu bakımdan eğer O'nun yaptığına razı
olur, O'nun için yaptığında da ihlâslı olursan, dünya ve ahirette mesûd ve
muzaffer olursun”.
Her şeye kendisinden başka şeylerin
karışması mümkündür. Bu bakımdan içerisine, kendisinden başka hiçbir şeyin
karışmamış olduğu şey'e hâlis adı verilir. Tasfiye ve durultma işini yapan
fiile de ihlâs adı verilir.
“Kuşkusuz sizin için hayvanlarda da
büyük bir ibret vardır. Zira size, onların karınlarındaki fışkı ile kan
arasından (gelen), içenlerin boğazından kolayca geçen hâlis bir süt içiriyoruz.”(Nahl
66)
Sütün hâlisliği, ancak içerisinde kan
ve pislik karışmamış ve bir de süte karışması mümkün olan her şeyden arınmış
olmasıdır.İhlâs'ın zıddı İşrak (karıştırmak)tır. Bu bakımdan muhlis olmayan
kimse müşriktir. İhlâs ile zıddı olan şirk kalbe inerler. Bu bakımdan bunların
merkezi kalptir. Bu da ancak kasd ve niyetlerdedir. Bu bakımdan kişiyi,
durulmaya teşvik eden fiile ihlâs denir.
Tabiî ki bu da niyet edilene nisbetle böyledir. Öyleyse gayesi katıksız riya
olduğu halde sadaka veren kimse (gayesine hiç-bir şey karıştırmamış olması
bakımından) muhlis olduğu gibi, gayesi sadece Allah'a mânen yaklaşmak olan
kimse de muhlistir. Bunların her ikisine de muhlis denilmekle birlikte, ihlas
isminin, yalnızca Allah'a mânen yaklaşma amacına hiçbir şey karıştırmayan
kimseye verilmesi âdet olmuştur. Nitekim ilhad da meyletmekten ibarettir. Fakat
haktan bâtıla meyledenlere verilmesi âdet olmuştur.
Biz şu anda Allah'a mânen yaklaşma
amacıyla gayrete gelen kimse hakkında konuşuyoruz(değerlendirmede bulunuyoruz).
Fakat onu teşvik eden şeye başka bir teşvikçi daha karışmıştır ki bu da riyâdan
veya nefsin diğer paylarındandır. Kişinin, bedenin fayda görmesinin yanısıra
mânen Allah'a yaklaşmak kasdıyla oruç tutması, hem mânen Allah'a yaklaşmak, hem
de kötü ahlâkından kurtulmak için bir akrabasına yardım etmesi, sıhhatinin ve
moralinin düzelmesi için veya bir düşmanından kaçmak veya memleketinde başına
gelen bir beladan ya da hanımından, çocuğundan veya işinden kurtulmak amacıyla umre
veya hacca gitmesi de bunun gibidir. İşte bu kimse birkaç gün de olsa bunlardan
kurtulup rahat etmek istemiştir. Kişinin harp oyunlarını ve dolayısıyla
askerlerin tâlim ve kumandasını öğrenmek için gazaya çıkması veya aile efradını
ve malını korumak ya da kendisine kolayca mal kazanma yollarını gösterecek ilmi
öğrenmek amacıyla geceleyin uyumayıp namaz kılması veya yaşadığı toplum
içerisinde bir yer edinmek, susmanın üzüntüsünden kurtulup konuşmadan zevk
almak için ders ve vaaz vermesi veya bu işi âlimlerin, sofuların ve diğer insanların
hürmetini kazanmak, âlimlere, sofulara hizmet etmek ya da dünyada arkadaş
sahibi olmak için yapması da böyledir.
Kişinin temizlenmek ya da serinlemek
için abdest alması veya güzel kokmak için gusletmesi veya hafızasının
kuvvetiyle tanınmak için hadîs rivayet etmesi, kuran hıfzetmesi veya otel
kirasından kurtulmak için mescidi nebide veya kabe-i şerifde itikafa girmesi veya yemek pişirme zahmetinden
kurtulmak ya da yemek için harcayacağı zamanlarda başka işlerle uğraşmak için
oruç tutması veya dilencinin ısrarlarından korunmak için sadaka vermesi veya
hastalığında ziyaretine gelmeleri için hasta ziyaretine gitmesi veya kendi
cenazesini teşyî etsinler diye cenazeleri teşyî etmesi veya bunlardan birini
hayırla anılmak için ya da kendisine salihlik ve vakar gözüyle bakılsın diye
yapması da bu türdendir.
Mânen Allah'a yaklaşma teşvikçisine,
yukarıda saydıklarımızdan herhangi birini yapacağı amelin kendisine kolay
gelmesi için karıştıran kimsenin ameli ihlâs hududlarından çıkmıştır. Yalnızca
Allah'ın rızası için olmaktan da çıkmıştır. Onun ameline şirk karışmıştır.
Allah Teâlâ bir hadîs-i kudsî'de şöyle
buyurmuştur:
“Ben ortaklık bakımından,ortakların en
zenginiyim! (Ortaklık kabul etmem).” (Müslim Kitabu’z – Zühd 2985)
İnsan dünyadaki nasiplerine ve şehvetlerine
çok düşkündür. Fiillerinin ve ibadetlerinin çok azı dünyada acelece verilen
istek ve paylardan kurtulabilir. Bunun içindir ki 'Hayatında bir lâhza da olsa
Allah'ın rızasını ihlâsla isteyebilen kişi kurtulmuştur' denilir. İhlâsın çok
nadir oluşundan; kalbin, yukarıda bahsi geçen şeylerden temizlenmesinin
zorluğundan dolayı böyle denilmiştir. Hâlis kimseye Allah'a yaklaşma talebinden
başka teşvik eden yoktur.
İhlâs ancak ameli az veya çok bütün
karışanlardan kurtarmaktır ki amelde Allah'a yaklaşma maksadından başka bir
maksad kalmasın; kendisinde bu teşvikçiden başkası bulunmasın. Bu durum da
ancak Allah'ı seven, O'nun aşkıyla âdeta kendisinden geçen, himmetini tamamen
ahiret işlerine sarfeden kimse için düşünülebilir. Bu bakımdan bu kimse yemeğe
yemek olduğundan dolayı iştah duymaz. Bilakis Allah'ın ibadetine yardımcı
olması, onu takviye etmesi için iştah duyar. Açlığın şerrinden korunmak ister
ki yemeğe muhtaç olmasın, kalbinde zarurî miktardan fazla pay kalmasın! Zaruret
miktarı onun için kâfidir. Çünkü bu, dininin zaruretidir. Bu bakımdan onun
Allah'tan başka bir maksadı yoktur. Böyle bir şahıs, yeme içmesinde ve def-i
hacetinde bile hâlis amel; bütün hareket ve sekenâtında doğru niyet sahibi
olur. Mesela uykudan sonra daha kuvvetli bir şekilde ibadet edebilmek için
uyuduğunda, uykusu ibadet olur. Bu uykuda kendisi için muhlislerin derecesi
vardır.
Nasıl ki kendisine Allah ve ahiret
sevgisi galebe çalan kimsenin normal hareketleri, maksadının sıfatını alıyor ve
ihlâs oluyorsa, tıpkı bunun gibi, nefsine dünya, yücelik, başkanlık; kısacası
Allah'tan başkası galip gelenin de bütün hareketleri maksadın sıfatıyla
boyanır.
“Allah'ın (verdiği) rengiyle boyandık.
Allah'tan daha güzel rengi kim verebilir? Biz ancak O'na kulluk ederiz
(deyin).” (Bakara 138)
İnsanın oruç, namaz ve diğer taatlar
gibi ibadetleri sağlam kalmaz. Bu ibadetlerin sağlam kalması pek nadirdir. Bu
bakımdan ihlâsa, ancak nefsin paylarını kırmak, dünyaya olan tamahını kesmek,
kalbe galebe çalacak derecede yalnızca âhiretle ilgili amellere yönelmekle
ulaşılır.
“Eğer yerde ne varsa hepsi ve onunla
birlikte bir misli daha o zulmedenlerin olsaydı, kıyamet gününde azabın
fenalığından (kurtulmak için) elbette bunları fedâ ederlerdi. Halbuki (o gün)
onlar için, Allah tarafından, hiç hesaba katmadıkları şeyler ortaya çıkmıştır.
Eğer yerde ne varsa hepsi ve onunla birlikte bir misli daha o zulmedenlerin
olsaydı, kıyamet gününde azabın fenalığından (kurtulmak için) elbette bunları
fedâ ederlerdi. Halbuki (o gün) onlar için, Allah tarafından, hiç hesaba
katmadıkları şeyler ortaya çıkmıştır.”(Zümer 47-48)
De ki: Size, (yaptıkları) işler
bakımından en çok ziyana uğrayanları bildirelim mi? (Bunlar;) iyi işler
yaptıklarını sandıkları halde, dünya hayatında çabaları boşa giden
kimselerdir.(Kehf 103-104)
“İblis: Senin mutlak kudretine andolsun
ki, onlardan ihlâsa erdirilmiş kulların bir yana, hepsini mutlaka azdıracağım,
dedi.”(Sad 82-83)
Bu bakımdan kul bu incelikleri çok sıkı
bir şekilde kontrol etmelidir. Aksi takdirde bilmediği halde şeytanın
izleyicileri arasına katılır.
Es-Susî: “İhlâs, kişinin ihlâsını
görmemesidir; zira ihlâsını gören kimsenin ihlâsı ihlâsa muhtaçtır” demiştir.
Ayrıca “İhlâs, murâkabenin devamından
ve dolayısıyla bütün hazları unutmaktan ibarettir!” denilmiştir.
Hz. Peygamber (sav), kendisine ihlâs'ı
soran kimseye şöyle cevap vermiştir:
“Rabbim Allah'tır (cc) demen ve sonra
da emrolunduğun gibi dosdoğru olmandır.”( Müslim, İmân 62. Ayrıca bk. Tirmizî,
Zühd 61; İbni Mâce, Fiten 12.)
Hz. Peygamber şunu kastetmiştir: Nefsinin
hevâsına da nefsine de ibadet etme! Ancak rabbine ibadet et ve ibadetinde
dosdoğru ol. Emrolunduğun gibi hareket et!
11.
ŞÂİBELİ AMELİN HÜKMÜ VE ONUNLA SEVABA MÜSTEHAK OLMA
Sadece Allah için olmayıp kendisine
riya veya nefsin istekleri karışmış olan amel hakkında sevabı mı gerektireceği,
cezayı mı veyahut da hiçbir şey gerektirip gerektirmeyeceği hususlarında
ihtilâf edilmiştir.
Bu bakımdan kendisiyle kesinlikle riya
kastedilen amel, kişinin aleyhindedir ve azap sebebidir. Sadece Allah için
yapılan amel ise, sevap sebebidir. Ancak karışık amel hakkında ihtilaf vardır.
Gelen haberlerin zâhiri, karışık amelde sevap olmadığına delâlet eder. Fakat bu
hususta haberler birbirleriyle çelişmekten geri kalmamaktadır. Bu meselede
bizim anladığımız hüküm ilmin hakikatini Allah bilir şöyledir. Şahısta, ibadete
teşvik eden kuvvetin çeşidine ve miktarına bakılır: Eğer dinî teşvikçi, nefsî
teşvikçiye denk ise, ikisi boğuşur ve sonuçta ikisi birden düşer. Bu takdirde amel
kişinin ne aleyhinde, ne de lehinde olur. Eğer riyadan gelen teşvikçi daha
galib ve kuvvetli ise, böyle bir amel faydalı değildir. Aksine zarar vericidir
ve sahibini cezaya götürür. Aksine ceza sadece riya için olan amelin cezasından
daha hafiftir; çünkü sadece riya için olan amelde Allah'a mânen yaklaşma ruhu
hiç yoktur.
Eğer yaklaşma maksadı diğer teşvikçiye
nisbeten daha galib ise, kişi, dinî teşvikçinin kuvvetinin galib olduğu
nisbette sevap kazanır. Bu da şu ayetten dolayıdır:
“Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu
görür.. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür.”
(Zilzal 7-8)
“Allah’a ve ahiret gününe iman edip de
Allah’ın kendilerine verdiğinden (O’nun yolunda) harcasalardı ne olurdu sanki!
Allah onların durumunu hakkıyle bilmektedir.” (Nisa 39)
Madem ki durum budur, o halde hayrı
zayi etmez. Hayır, riya'dan fazla ise, riya kadarını yakar, fazlası kalır. Eğer
hayır, riyadan az ise, o hayır kastından ötürü bozuk niyetin cezasından birşey
eksilir.
Allah'a mânen yaklaşmak için amel
ederse, bu sıfat kuvvet bulmuş demektir. Bunların biri helâk edici, öbürüsü
kurtarıcıdır. Eğer birinin takviyesi diğeri kadar olursa, ikisi mukavemet
ederler ve hararetten zarar gören bir kimse gibi olur. Bu kimse kendisine zarar
verenle, fayda vereni aynı oranda aldığında sanki hiç birini almamış gibi olur.
Eğer bunlardan biri galip ise, mutlaka bir tesir bırakır. Yiyeceğin, içeceğin
ilâcın zerresinin bile tesirsiz olmadığı gibi.
Bunlar nasıl Allah'ın ilahî kanunu
gereğince bedene tesir ediyorsa, aynen onun gibi hayır ve şerrin zerresi de
zayi olmaz. Kalbin nurlandırılmasında veya karartılmasında, Allah'a
yaklaştırılması veya uzaklaştırılmasında tesir etmekten uzak değildir. Bu
bakımdan kişi, kendisini uzaklaştıran amelle beraber yaklaştıran bir amel
işlediğinde tekrar bulunduğu yere döner. Bu ne onun lehinde, ne de onun
aleyhinde olmaz. Eğer yaptığı fiil iki karış yaklaştırıcı fiillerden ise, diğer
fiil de bir karışlık fazilete sahip olur.
Ebu Zer (ra.) rivayet edilen bir hadisi
şerifte Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:
“Nerede olursan ol Allah’a karşı gelmekten sakın.Bir kötülüğün
arkasından hemen iyilik yap ki onu yok etsin.Bir de insanlara güzel ahlakla
davran.”(Timizi, Birr: 55; Müsned, 5:153,158,169)
Allah Teala’da (cc) şöyle
buyurmaktadır:
“Kim Rabbine kavuşmayı arzu ediyorsa
sâlih amel işlesin ve rabbine (yaptığı) ibadette hiç kimseyi ortak etmesin!”(Kehf
110)
Şöyle demek mümkündür: 'Şehidlik
mertebesi ancak savaşta ihlâslı olmakla elde edilir'.
Fakat şöyle demek uzak bir hükümdür: 'Kimin dinî duyguları kendisini sadece
savaşa iteleyici bir şekilde ise iki kâfir gruptan biri zengin, biri fakirse,
zengin grupla hem i'lâ-i kelimetullah, hem de ganimet için savaşırsa, hiçbir
sevabı yoktur(!)'
Durumun böyle olmasından Allah'a
sığınırız. Çünkü bu, dinde bir zorluktur, müslümanların arasına ümitsizlik
sokmaktır. Zira bu tür katışıklıkların benzerlerinden insan çok az
kurtulabilir. Bu bakımdan bunlar ancak sevabın eksilmesine tesir eder. Sevab
işlemekte ise bunların tesiri yoktur. Evet! İnsan bu hususta büyük bir tehlike
ile karşı karşıyadır; zira insan çoğu kez kendisini iteleyen gücün mânen
Allah'a yaklaşmak olduğunu zanneder. Oysa onun kalbine galebe çalan, nefsin
isteğidir. Bu ise gayet gizli bir durumdur. Bu bakımdan ecir ancak ihlâs ile
hâsıl olur. İhlâs ise ne kadar ihtiyat ederse etsin amellerde çok zor elde
edilir. En uygunu devamlı çalıştıktan sonra amellerinin red veya kabul olunması
hususunda mütereddit olmaktır. İbadetinde bir âfetin olmasından, günahının
sevabından daha fazla bulunmasından korkmalıdır. İşte basiret sahibi olup da
korkanlar böyle idiler. Her basiret sahibi de böyle olmalıdır.
Bununla beraber âfet ve riyanın
korkusundan ötürü ameli terketmek uygun değildir. Şeytanın çırpındığı ve varmak
istediği en son hedef budur, zira maksat ihlâsın elden kaçırılmamasıdır. Ne
zaman kişi ameli terk ederse, hem ameli, hem de ihlâsı elden kaçırmış olur.
12.SIDKIN
HAKİKATİ, FAZİLETİ VE MERTEBELERİ
İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: 'Dört
haslet vardır ki bunlar kimde bulunursa o kâr etmiştir:
1. Sıdk (doğruluk)
2. Hayâ (utanmak)
3. Güzel ahlâk
4. Şükür
Sıdkı biraz daha dar kapsamlı olarak
“bir konu hakkında gerçeğe uygun bilgi vermek”, yalanı ise “bir konu hakkında
gerçeğin aksini söylemek” şeklinde tanımlayan Mâverdî doğru söylemenin de yalan
söylemenin de bazı sebeplerinin bulunduğunu, ancak doğruluğun sebeplerinin
temelli, yalancılığın sebeplerinin ise ârızî olduğunu belirtir. Çünkü doğruluk
aklın ve dinin gereğidir; buna karşılık akıl ve din yalancılığı reddeder.
Nitekim doğru bilgiler yaygınlık kazanıp tevâtür derecesine ulaşabilirken
asılsız bilgiler böyle bir itibara lâyık görülmemektedir. Mâverdî doğruluğu
gerekli kılan sebepleri akıl, din, ahlâk (mürüvvet) ve insanlardaki doğrulukla
tanınma arzusu olarak sıralar. Akıl, bilhassa bir fayda sağlamayan ve bir
zararı önlemeyen yalanın kötülüğüne hükmeder. Aklın doğru bulmadığı bir tutumu
din de onaylamaz, aksine din aklın hükmünü pekiştirir, aklın pratikte faydalı
bulduğu yalanı da sakıncalı görür. Ayrıca ahlâk çirkin tutumları reddettiği
gibi söylenen bir sözün yalan olduğunun ortaya çıkması ve sonuçta kişinin
itibarını zedelemesi de insanlarda doğrulukla tanınma arzusu meydana getirir
(Edebü’d-dünyâ ve’d-dîn, s. 254-255). Mâverdî, bazı durumlarda sıdkın yalanla
aynı derecede kötü ve çirkin, hatta yalandan daha zararlı olabileceğini de
belirterek bunları gıybet, nemîme ve siâye (bozgunculuk çıkarmak için insanlar
arasında söz taşıma) şeklinde sıralar (a.g.e., s. 257-260). (http://www.islamansiklopedisi.info/ Sıdk maddesi)
Sıdk kelimesi altı mânâda kullanılır: Sözde sıdk, niyette sıdk, azimde sıdk,
azmi îfa etmekte sıdk, amelde sıdk, din makamlarının tahkikinde sıdk... Bütün
bunlarda sıdk (doğruluk) ile sıfatlanan bir kimse Sıddîk'tır. Çünkü sıddîk demek,
sıdkta (doğrulukta) ileri giden demektir.
a.
Dilin Sıdk'ı
Söylenen her sözün -dinî ve toplumsal
bir zarara yol açmadıkça- gerçeği yansıtması, verilen her sözün yerine
getirilmesi ahlâkî bir ödevdir. Hadislerde sadece karı-koca arasındaki
geçimsizliği gidermek, savaşta düşmana üstün gelmek ve insanlar arasında barışı
sağlamak niyetiyle yalan söylenebileceği bildirilmiştir (Müsned, VI, 459, 461;
Ebû Dâvûd, “Edeb”, 50; Tirmizî, “Birr”, 26). (http://www.islamansiklopedisi.info/ Sıdk maddesi)
Nitekim
Gazali bu konuda aşağıdaki şu açıklamayı yapar:
“İlk sıdk, dilin sıdkıdır. Kul sadece
doğru ile konuşmalıdır. Bu ise sıdkın çeşitlerinden en meşhuru ve en
belirginidir.
Ancak bazı hallerde yalana ihtiyaç
hissedilir ve maslahat onu iktiza eder. Zâlimlerden sakındırmak için, savaşta
da maslahat için yalana ihtiyaç duyulabilir. Öyleyse böyle konuştuğunda doğru
olur. Her ne kadar konuşması muhatabına hakîkatin hilafını anlatsa bile; zira
sıdk, zatı için istenilmemiştir. Hakka delâlet etmesi ve hakka çağırması için
istenilmiştir. Bu bakımdan sıdkın sûretine değil, mânâsına bakılır.
Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle
buyurmuştur: “İki kişinin arasını bulmak için yalan söyleyen, yalancı değildir!”
(Buhari-Müslim)
b.
Niyet'in ve İrade'nin Sıdk'ı
Bir kimsenin sözünde doğru olması
yanında iç dünyasında da dürüst olması, hakikati ifade etme niyet ve isteği
taşıması gerekir. Hz. Peygamber’in, “Allah sizin bedenlerinize (şekillerinize)
ve mallarınıza değil kalplerinize ve amellerinize bakar” (Müslim, “Birr”, 33,
34); “Ödemek niyetinde olmadığı halde borçlanan kimse hırsızdır” (İbn Mâce,
“Śadaķât”, 10, 11) anlamındaki hadisleri bunu ifade etmektedir. Gazâlî’ye göre
bir kimsenin amacı gerçek, niyeti doğru olur, iradesi hayra yönelirse böyle
biri sâdık veya sıddîk diye nitelenir. Ahlâkî bakımdan önemli olan sözün
kelimeleri değil bunların arkasındaki niyet ve iradedir. Buna göre bir kimse
diliyle, “Allah’a yöneldim; ben Allah’ın kuluyum; Allahım! Yalnız sana kulluk
ederim” derken kalbi Allah’tan başka şeylerle meşgul olursa onun bu
söyledikleri yalandan ibarettir. Gerçek kul varlığını nefsine değil mevlâsına
adayandır, bu da sıddîkların derecesidir. (http://www.islamansiklopedisi.info/ Sıdk maddesi)
Gazali’nin bu ve diğer sıdk türleriyle
ilgili daha geniş açıklaması şöyledir:
“İkinci sıdk, niyet ve irade'dir ki bu
da ihlâs 'a dönüşür ve şu demektir: Kişinin hareket ve hareketsizliğinde
Allah'tan başka iteleyici bir kuvvetin olmamasıdır. Eğer ona nefsin isteğinden
birşey katılırsa, niyetin sıdkı bozulur. Bu takdirde bu niyetin sahibine
yalancı demek caiz olur. Nitekim İhlâsın fazileti bahsinde üç kişi hakkındaki
hadîste bu ifade edilmişti.
Âlim bir kişiye 'Öğrendiğinle ne gibi
bir amel yaptın?' diye sorulduğunda 'Şöyle yaptım!' dedi. Bunun üzerine Allah
Teâlâ "Sen yalan söyledin! Sen 'filan adam âlimdir' denilsin istedin"
dedi.
Dikkat edilirse, Allah Teâlâ onu
yalanlayıp 'Sen işlemedin' demedi. Ona 'Sen irade ve niyetinde yalan söyledin'
dedi. Sıdk (doğruluk) kasıttaki tevhid'in sıhhati demektir.
“Münafıklar
sana geldiklerinde: Şahitlik ederiz ki sen Allah’ın Peygamberisin, derler.
Allah da bilir ki sen elbette, O’nun Peygamberisin. Allah, münafıkların
kesinlikle yalancı olduklarını bilmektedir.” (Münâfikûn 1)
Münafıklar Hz. Peygamber'e 'Muhakkak
sen Allah'ın Rasûlüsün' dediler. Bu hüküm doğrudur. Fâkat Allah Teâlâ onları,
sözleri bakımından değil, kalplerinde bulunan niyet bakımından yalandı. Diliyle
söylediğinde değil. Bu bakımdan sıdk mânâlarından biri niyetin hâlis olmasıdır.
Bu bakımdan her doğrunun elbette muhlis olması gerekir.”
c.
Azm'in Sıdk'ı
Üçüncü sıdk, azmin sıdkıdır. Muhakkak
ki insan bazen azmi, amele takdim eder ve içinden şöyle der: 'Eğer Allah bana
bir mal verirse hepsini veya bir kısmını O'nun yolunda sadaka veririm veya
Allah yolunda bir düşmanla karşı karşıya gelirsem, perva etmeden, ölsem dahi
onunla mücadele ederim. Eğer Allah bana bir yöneticilik verirse, adaletle
hareket eder, bir insana meyletmek ve zulüm yapmakla Allah'a isyan etmem!
Bu,
Hz. Ömer'in (r.a) dediği gibidir: 'Eğer huzura getirilip boynum vurulsa, bu
durum bence içinde Ebubekir'in bulunduğu bir cemaata baş olmamdan daha sevimlidir'.
Hz. Ömer, Hz. Ebubekir varken emîr
olmamayı kendi nefsinde kesin azmi, doğru muhabbet olarak buldu. Bu azmini
verdiği misalle tekid edip güçlendirdi.
Kısacası bu durum insanın iyi ve doğru
olduğuna inandığı bir işi yapmaya dürüstlükle karar vermesini ifade eder.
d.
Azim'de Vefa
Bir konuda verilmiş olan doğru kararı
sürdürmeyi ifade eder. Karar verme ve kararında durmadaki dürüstlük, özellikle
kötü alışkanlıklardan tövbe edip bir daha bunlara dönmeme hususunda büyük önem
taşır.
Gazali sıdkın bu derecesi ile ilgili
sahabe-i kiramdan örnek de vererek şu açıklamayı yapar:
“Dördüncü sıdk, azme vefa göstermektir.
Nefis, bazen derhal azim ile cömertlik yapar; zirâ va'd ve azimde bir zorluk
yoktur. Oradaki yük hafiftir. Bu bakımdan hakikatler tahakkuk edip, imkân
husule gelip şehvetler harekete geçtikçe azimet inhilal eder. Şehvetler galebe
çalar. Azmi îfa etmek güçleşir. Bu ise buradaki doğruluğa ters düşer.
Hz. Enes'ten şöyle rivayet ediliyor:
Amcası Enes b. Nadr (r.a) Bedir savaşına katılmamıştı. Bu durum ona gayet ağır
gelmiş ve şöyle demişti: 'Rasûlullah'ın ilk savaşında hazır bulunmadım, eğer
Allah, Hz. Peygamber'le beraber bana bir savaş nasip ederse ne yapacağımı
görecektir'. İkinci sene amcam Enes b. Nadr Uhud savaşına katıldı. Uhud'a
giderken Sa'd b. Muaz (r.a) ile karşılaştı. Sa'd ona şöyle sordu:
- Ey Ebu Amr! Nereye gidiyorsun?
- Cennet kokusuna! Ben cennet kokusunu
Uhud'un eteğinde hissediyorum!
Böylece Enes öldürülünceye kadar
savaştı. Onun cesedinde seksen küsür yara sayıldı. O yaraların kimisi ok
yarasıydı, kimisi kılıç, kimisi de mızrak yarasıydı.
Kızkardeşi, Nadr'ın kızı Rabia (r.a)
'Kardeşimi ancak elbisesinden tanıdım!' demiştir. Bunun üzerine şu ayet nazil
oldu:
Müminler içinde Allah’a verdikleri
sözde duran nice erler var. İşte onlardan kimi, sözünü yerine getirip o yolda canını
vermiştir; kimi de (şehitliği) beklemektedir. Onlar hiçbir şekilde (sözlerini)
değiştirmemişlerdir. (Ahzab 23) ( Buhari 4783)
Bir başka ayeti kerimede de Allah (cc)
şöyle buyurmaktadır:
“Onlardan kimi de, eğer Allah lütuf ve
kereminden bize verirse, mutlaka sadaka vereceğiz ve elbette biz sâlihlerden
olacağız! diye Allah’a and içti. Fakat Allah lütfundan onlara (zenginlik)
verince, onda cimrilik edip (Allah’ın emrinden) yüz çevirerek sözlerinden
döndüler. Nihayet, Allah’a verdikleri sözden döndüklerinden ve yalan
söylediklerinden dolayı Allah, kendisiyle karşılaşacakları güne kadar onların
kalbine nifak (iki yüzlülük) soktu.”(Tevbe 75-77)
Görüldüğü gibi Allah Teâlâ bu ayette
azmi, ahid (söz); ona muhalefeti yalan ve bu konuda sözü yerine getirmeyi de
sıdk olarak nitelendirmiştir. Bu sıdk, üçüncü sıdktan daha kuvvetlidir; zira
nefis bazen azimle cömertlik yapar. Sonra kendisine zor geldiğinden dolayı
yerine getirmesi gerektiği anda vazgeçer. Varlık ve sebeplerin husulü anında
arzusundan cayar.”
e.
Amelin Sıdkı
Beşinci sıdk, amellerdeki sıdktır!
Kişinin, zâhirî (dış) hareketlerinin, bâtınında (içinde) bulunmayan bir şeye
delâlet etmemesi için var kuvvetiyle çalışmasıdır. Yoksa amelleri terk etmesi
demek değildir. Fakat bu ancak bâtının zâhirle doğrulanmasıyla olur: Bu ise,
daha önce söylediğimiz riyanın terkine muhaliftir; zira riyakâr kimse riyaya
kasteden kimsedir. Nice kimse vardır ki gösteriş gayesi olmaksızın, namazında
huşû ile durmaktadır; ama kalbi namazdan gafildir. Dışarıdan bakan kimse onun
Allah'ın huzurunda durduğunu zanneder. Oysa o bâtını ile çarşıda, şehvetlerinin
herhangi birinin huzurunda durmaktadır. İşte bunlar, hal lisanıyla bâtının
yalancılığını izah ederler. Oysa böyle bir kimse amellerinde sıdktan
sorumludur. Aynı şekilde kişi, bazen sükûn ve vekar içerisinde yürür. Oysa içi
böyle değildir. Her ne kadar halka iltifat etmez, onlara amelini göstermek
istemez ise de bu kimse amelinde sâdık değildir. Kişi bu hastalıktan, ancak
içiyle dışının bir olmasıyla kurtulabilir. Şöyle ki: İçi, dışı gibi veya ondan
daha hayırlı olmalıdır.
Nitekim bu durumun önemine binaen
Rasulullah (sav)’dan şöyle rivayet edilmiştir: “Ey Allahım! İç âlemimi dış
âlemimden daha hayırlı kıl. Dış âlemimi salih kıl!” (Tirmizi, Deavat 126)
f.
Dinî Mertebelerde Sıdk
Altıncı sıdk ki bu derecelerin en
yücesidir korku, ümit, ta'zîm, zühd, rıza, tevekkül, sevgi ve benzerlerindeki
sıdk gibi din makamlarıyla ilgili sıdktır.
“İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı
tarafına çevirmeniz değildir. Asıl iyilik, o kimsenin yaptığıdır ki, Allah’a,
ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanır. (Allah’ın rızasını
gözeterek) yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere ve
kölelere sevdiği maldan harcar, namaz kılar, zekât verir. Antlaşma yaptığı
zaman sözlerini yerine getirir. Sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında
sabreder. İşte doğru olanlar, bu vasıfları taşıyanlardır. Müttakîler ancak
onlardır! (Bakara 177)
Ebu Zer'e iman sorulduğunda bu ayeti
okumuştur. Kendisine 'Biz senden imanı sorduk?' denildiğinde de 'Kendisine
imanı sorduğumda Hz. Peygamber de bu ayeti okudu!' karşılığını vermiştir.
Burada, korku için bir misal verelim:
Allah'a ve son güne iman eden hiçbir bir kul yoktur ki Allah'tan korkmasın ve
kendisine korku (korkan) ismi verilmesin! Fakat bu korku sâdık bir korku
değildir; yani hakîkat derecesine varmamıştır. Çünkü görmez misin ki sultandan
veya yolculuk sırasında haydutlardan korktuğunda beti benzi nasıl uçar! Azaları
nasıl tir tir titrer. Yaşantısı nasıl alt üst olur. Yemesi, uyuması nasıl
düzensizleşir! Aklı fikri, aile efradı ve çocukları kendisinden
yararlanamayacak şekilde nasıl darmadağın olur. Öyle ki vatanından kaçar.
Alıştığı şeyler kendisine yabancı gelir; rahatı, yorgunluk ve meşakkate
dönüşür. Çeşitli tehlikelerle karşı karşıya kalır. Bütün bunlar tehlikeyi sezme
korkusundan ileri gelir. Sonra bu kişi ateşten korktuğunu iddia eder. Oysa,
herhangi bir günah işlediğinde kendisinde bunlardan hiçbiri görülmez.
13. SONUÇ
- “Allah Teâlâ sizin bedenlerinize ve yüzlerinize değil, kalblerinize
bakar” hadisini idrak edip amellerin kemiyetinden çok kalbimizdeki başlangıç
noktasına önem vermeyi şiar edinmeliyiz.
- Niyet
etkisi bakımından üç ana grupta toplanabilir:
a)
Yasaklanmış fiiller (Maâsî). Bunların hükmü niyetle değişmez. Meselâ başkasının
gönlünü almak için birisini çekiştirmek, başkasının malından fakire yedirmek,
haram malla okul, mescid vb. hayır yollarına harcama yapmak böyledir. Bunlar
niyet iyi de olsa zulüm ve mâsiyet olmaktan çıkmaz.
b) Yapılması
emir veya tavsiye edilmiş fiiller (Taat). Bunlar gerek aslının geçerliliği
gerekse faziletinin katlanması bakımından niyetlerle ilişkilidir. Aslın
geçerliliğinden maksat kendisiyle sırf Allah’a kulluğa niyet edilmiş olmasıdır,
eğer riyâ niyeti taşıyorsa mâsiyet olur. Faziletinin katlanmasıyla kastedilen
ise tek bir taatle birçok hayra niyet edilerek her bir niyet için sevap
kazanılabilmesidir. Zira her bir niyet bir hasenedir (iyi amel). Meselâ
mescidde oturma bir taattir ve bununla Allah’a kulluğun özel mekânı olan mâbedi
ziyaret, kötü davranışlardan uzak duracağı bir zaman geçirmek, Allah için yeni
dostlar kazanmak, yanlış hareketi olanlara doğrusunu göstermek gibi birçok iyi
şeye niyet edilebilir.
c) Serbest
bırakılmış fiiller (Mubâhât). Bunlar sırf mubah kılındığı için işlenirse sevabı
veya cezası olmaz; kötü niyetle yapılırsa mâsiyete dönüşür ve cezayı
gerektirir, iyi niyetle yapılırsa bundan dolayı ecir alınır.
-Kulun yapmış olduğu ibadetinin ihlas
derecesi ne kadar fazla ise kalbi üzerindeki olumlu etkisi de o kadar fazladır.
İhlasına Allah’ın(cc) rızası dışında karıştırdığı şeylerin miktarı arttıkça
amelin üzerindeki etkisi ve amelden elde edeceği fazilet de o oranda azalır. Hatta
dini teşvikçi, nefsani teşvikçiden daha az olduğunda günahkar durumuna düşer.
-Sıdk sözün hem objektif gerçeğe hem de
sözü söyleyenin zihnindeki bilgiye uygunluğudur. Bir kimsenin sözü -aslında
gerçeği ifade etse bile- o kişi kendi zihninde yalan söylediğini düşünüyor ve
kalbinde söylediğini kabule dair bir iman bulunmuyorsa bu söz yalan (kezib,
kizb) sayılır.
- Söylenen her sözün -dinî ve toplumsal
bir zarara yol açmadıkça- gerçeği yansıtması, verilen her sözün yerine
getirilmesi her Müslümanın her zaman sahip olması gereken şiarı ve ahlâkî bir
görevidir. Fakat hadislerde sadece karı-koca arasındaki geçimsizliği gidermek,
savaşta düşmana üstün gelmek ve insanlar arasında barışı sağlamak niyetiyle
yalan söylenebileceği bildirilmiştir. Her ne kadar konuşması muhatabına
hakîkatin hilafını anlatsa bile; zira sıdk, zatı için istenilmemiştir. Hakka
delâlet etmesi ve hakka çağırması için istenilmiştir. Bu bakımdan sıdkın
sûretine değil, mânâsına bakılır.
-Her zaman, her yerde ve herkese
kişinin sahip olduğu bilgiyi olduğu gibi aktarması her zaman sıdk olarak kabul
görmez. Zira doğru söz (sıdk) bazı durumlarda yalanla aynı derecede kötü ve
çirkin, hatta yalandan daha zararlı olabilir. Bunlardan bazıları gıybet, nemîme
ve siâye (bozgunculuk çıkarmak için insanlar arasında söz taşıma) gibi bazı
kötülenmiş ahlak örnekleridir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder