21. ZİKİR VE TEFEKKÜR

 

                                                      21. ZİKİR VE TEFEKKÜR

1.GİRİŞ

Günümüz dünyasında insan aklını ve basiretini örten dünyevileşme ve kalbinin gaflete sürüklenmesine sebep olan manevi hastalıklar, dünyaya geliş gayesini ona unutturabilmekte, Allah’ın (cc) varlığını, birliğini, kudretini gösteren olaylara ve ayetlere karşı aklını ve kalbini duyarsız kılmaktadır. İnsanın yaşaması için nefes alıp vermesi ve sağlıklı beslenmesi ne kadar elzemse, bir süre sonra kendisini geri dönüşü olmayacak şekilde dalalete sevk edecek olan bu akli ve kalbi duyarsızlıktan korunması için zikir ve tefekkür amellerini de düzenli ve sürekli olarak gerçekleştirmesi elzemdir. Bu nedenle zikir ve tefekkür; bir mü’ minin hayatında daima yer alması gereken, kulluk bilincinin her daim diri kalmasına ve kuvvet bulmasına yardımcı olan, kulun Rabbiyle olan bağını arttıran, iki cihanda kurtuluşuna ve saadetine vesile olan önemli salih amellerdendir. Bu amel için namaz ve oruç gibi muayyen bir zamanın hasredilmemiş olması, esas itibariyle bütün ibadetlerin özünü teşkil eden bu büyük amelin insanlar tarafından ihmaline ve insanların Rabbi ile olan bağının zayıflamasına vesile olmaktadır. Bu nedenle bu dersimizde bu amelin, bilinçli ve düzenli bir şekilde edasının insan hayatını her yönüyle kuşatan olumlu etkisini, ihmalinin ise insanın kalbinde açacağı ve amelî anlamda tüm organlarına sirayet edecek tahribat ve kayıpları aktarmaya çalışacağız.

2.KAVRAM TAHLİLİ

Zikir (zikr): Sözlükte “bir şeyi anmak, hatırlamak” anlamındaki kelime (çoğulu zükûr, ezkâr olup) dinî literatürde “Allah’ı anmak ve unutmamak suretiyle gafletten ve nisyandan kurtuluş” anlamında kullanılır.

Zikir dil veya kalp ya da her ikisiyle beraber yapılır; bu ise ya unutulan bir şeyi hatırlama ya da hatırda olanı muhafaza etme şeklinde olur (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “zikr” md.). Kur’an’da türevleriyle birlikte birçok âyette geçen zikir Allah’ı dille hamd, tesbih ve tekbir şekliyle övmek; nimetlerini anmak, bunları kalple hissetmek ve tefekkür etmek; kulluğun gereklerini akıl, beden ve mal ile yerine getirmek; namaz kılmak, dua ve istiğfarda bulunmak, kevnî âyetler üzerinde düşünmek şeklindeki mânalarının yanı sıra Kur’an, önceki kutsal kitaplar, levh-i mahfûz, vahiy, ilim, haber, beyan, ikaz, nasihat, şeref, ayıp ve unutmanın zıddı gibi anlamlarda da kullanılmıştır.

Tefekkür: Bir şey hakkında iyice düşünmek, bir işin sonucunu hesaplamak anlamında terim.

Arapça’da düşünmeyi ifade eden kelimelerin başında nazar, tefekkür, tedebbür, i‘tibâr ve taakkul (akl) gelmektedir. Asıl anlamı “gözle bakmak” olan nazar, “kalp gözüyle bakmak, düşünmek” mânasında kullanıldığı gibi “bir şey hakkında tefekküre dalmak, nazarî araştırmalarda bulunmak” anlamına da gelir. Fikr kökünden türeyen tefekkür de aynı anlamdadır (Lisânü’l-ʿArab, “nzr”, “fkr” md.leri). Buna göre nazar ve tefekkür “bir işin âkıbeti konusunda düşünmek”, tedebbür ise “bir işin sonucunu başından hesap etmek” anlamına gelir. Aynı kökten gelen tedbir, tedebbürün sonucu olarak “gereken önlemi almak” demektir. İ‘tibârın da tedebbürle hemen hemen aynı mânayı ifade ettiği anlaşılmaktadır. Düşünme, tedebbürde olduğu gibi geleceğe değil de geçmişe yönelikse tezekkür adını alır ve “hatırlama, anma” anlamına gelir. Zikir ve tezekkür sözlükte aynı anlamdadır ve “hem lisan ile anma hem de kalp ile hatırlama, akıldan geçirme” demektir (a.g.e., “dbr”, “ʿabr”, “zkr” md.leri). “Akletmek” mânasındaki akl masdarı “teorik ve pratik meseleler üzerinde düşünmek” anlamında kullanılmaktadır. Buna göre akıllı kişi, tutarlı bir şekilde düşünen ve tutkulara karşı kendisini kontrol edebilen kimsedir. Ma‘kul ise “akılla kavranan şey” demektir. İsim olarak akıl kalp ile aynı anlama gelir ve insanı, düşünemeyen canlılardan farklı kılan temyiz gücünü ifade eder. Bir şeyi akletmek onu anlamaktır. Bir kimsenin akleden bir kalbi olduğundan söz edilirse bundan onun anlayışının yerinde olduğu sonucu çıkar. Dil bilginleri akıl ile kalbi (fuâd) özdeş saymışlar ve kalp kelimesinin geçtiği deyimlerde bu kelimeyi akıl olarak anlamakta tereddüt etmemişlerdir (a.g.e., “ʿakl”, “klb” md.leri). Düşünmeyle ilgili anlamlar taşıdığı için teemmül ve re’y kelimelerini de bu terimler grubuna katmak gerekir. Teemmül, “bir nesne hakkındaki düşünceyi zihinde yoğunlaştırma” demektir. Re’y (veya rü’yet) ise tıpkı nazar gibi hem gözle hem de kalple (akılla) bakıp görmek anlamına gelir. İnsanda bu gözlemler sonucunda oluşan fikrî kanaate de (itikad) re’y denir (a.g.e., “eml”, “reʾy” md.leri).( https://islamansiklopedisi.org.tr/zikir ve tefekkür maddeleri)

3.KONUYLA İLGİLİ AYETLER

“Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah’ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler (ve şöyle derler:) Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru!”(Âl-i İmrân 191)

“Bunlar, iman edenler ve gönülleri Allah’ın zikriyle sükûnete erenlerdir. Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.”(Râ’d 28)

“(Resûlüm!) Sana vahyedilen Kitab’ı oku ve namazı kıl. Muhakkak ki, namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah’ı anmak elbette (ibadetlerin) en büyüğüdür. Allah yaptıklarınızı bilir.”(Ankebut 45)

“Allah’ı çok zikreden erkekler ve zikreden kadınlar var ya; işte Allah, bunlar için bir mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır.”(Ahzab 35)

 “Ey inananlar! Allah’ı çokça zikredin. Ve O’nu sabah akşam tesbih edin.” (Ahzab 40-41)

“Sabah akşam demeden, kendi içinden, korkarak ve yalvararak, alçak sesle Rabbini an ve gafillerden olma.”(A’raf 205)

4.KONUYLA İLGİLİ HADİSLER

Ebû Mûsâ el–Eş’arî’den (ra) rivayet edildiğine göre Peygamber (sav) şöyle buyurdu: “Rabbini zikredenle etmeyenin farkı, diriyle ölünün farkı gibidir.” (Buhârî, Deavât, 66)

Resûl-i Ekrem (sav) : “İçinde Allah’ın zikredildiği ev ile zikredilmediği ev, diri ile ölüye benzer” buyurmuştur. (Müslim, Müsâfirîn, 211)

Ebû Hüreyre’den (ra) rivayet edildiğine göre Resûlullah şöyle buyurmuştur: “Allah Teâlâ buyurdu ki: “Kulum beni nasıl bilirse ben öyleyim. Beni andığında onunla beraberim. O, beni kendi başına anarsa ben de onu kendim anarım. Beni bir topluluk içinde anarsa, ben onu daha hayırlı bir topluluk içinde anarım.” (Buhârî, Tevhîd, 15; Müslim, Zikir, 2)

Ebû Saîd el-Hudrî (ra) ve Ebû Hüreyre’nin (ra) beraber işittikleri bir hadiste ise Hz. Peygamber, “Allah’ı zikir için oturanları, melekler kuşatır, onları rahmet kaplar, üzerlerine mânevî bir huzur (sekînet) iner ve Allah, yanındaki (melek)lere onlardan bahseder.”  buyurmuştur. (Müslim, Zikir, 39)

 Rasululullah (sav) :“Yedi sınıf insan vardır ki Allah Teala onları, kendi gölgesinden başka hiçbir gölgenin bulunmadığı bir günde (kıyamet gününde) kendi gölgesinde gölgelendirir. Bunlardan biri de tek başına kaldığı zamanlarda Allah’ı anan ve O’nun korkusundan gözleri yaşaran kimsedir.” buyurmuştur.  (Buhârî, “Ezan”, 36; “Zekât”, 16; “Rikak”, 24; Müslim, “Zekât”, 30; Tirmizî, “Zühd”, 53)

Ebû Hüreyre’nin (ra) naklettiğine göre, Rasululullah (sav):

“–Müferridûn öne geçti, buyurdu. Ashâb:

 –Ey Allah’ın Resûlü, müferridûn kimlerdir, diye sordular.

–Allah’ı çok zikreden erkek ve kadınlardır” buyurdu. (Müslim, Zikir, 4)

 

Abdullah b. Büsr (ra) naklediyor. Bir gün bir adam:

– “Ey Allah’ın Resûlü, İslâm’ın ibadet ve yükümlülükleri bana çok geldi. Bana bir şey söyle de ona sımsıkı yapışayım!”, dedi. Resûl-i Ekrem:

–Dilinden Allah’ın zikri eksik olmasın, buyurdu.” (Tirmizî, Deavât, 4) Bu hadisin farklı tariklarında yer aldığına göre, yeni Müslüman oldukları anlaşılan iki bedevi Medine’ye gelmişler ve Hz. Peygamber’e farz ve nafile ibadetleri tam olarak yerine getirmekte zorlandıklarını söylemişlerdi. Hz. Peygamber de onlara ibadet iştiyaklarını artıracak bir tavsiyede bulunmuş ve devamlı Allah’ı (cc) zikretmelerini söylemiştir. Sürekli Allah’ı (cc) zikreden birinin bir müddet sonra kendini namaz, oruç ve diğer ibadetlerden alıkoyamayacağı açıktır.

 

5.ZİKİRİN HAKİKATİ VE FAZİLETİ

Zikir, sürekli Allah’ı (cc) hatırında tutmak ve devamlı Yüce Yaratanın gözetiminde olduğunun bilincinde olmaktır. Zikir, Allah’ı (cc) anmak üzere yapılması veya söylenmesi tavsiye edilen, hamd, dua, tesbih ve ibadet gibi söz ve fiillerdir. Zikir, Allah’ın (cc) varlığının, birliğinin ve sonsuz kudretinin delili olan pek çok konuyu düşünmek, tefekkür etmektir.

 

Allah’ı (cc) zikretmek, inanan kalbin gıdası, derdinin şifası ve kurtuluş vesilesidir. Allah’ın (cc) en güzel isimlerini zikretmek, O’nun ismini, azametinin farkına vararak tekrar tekrar dillendirmek, gönüle ve zihne yerleştirmektir. Zikir, Mümin kalplerin neşesi, ıstıraplı gönüllerin huzur kaynağıdır; “Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Râ’d 28)  âyetinde buyrulduğu gibi, mânevî huzura açılan kapının anahtarıdır.

 

O yüce kelimeleri söylemek, benliğinin derinliklerinde hissederek Rabbi zikretmek bütün ibadetlerin özü ve aslıdır. Zaten İslâm’ın direği ve müminin mi’racı namazdan maksat da Allah’ı (cc) zikirdir, O’nu hatırlamak, O’nu anmaktır. Muhakkak ki ben, yalnızca ben Allah’ım. Benden başka ilâh yoktur. Bana kulluk et; beni anmak için namaz kıl.” (Ta-Ha 14)  “(Resûlüm!) Sana vahyedilen Kitab’ı oku ve namazı kıl. Muhakkak ki, namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah’ı anmak elbette (ibadetlerin) en büyüğüdür. Allah yaptıklarınızı bilir.”(Ankebut 45) âyetleri de bunun açık göstergeleridir.

 

Sabah akşam Allah’ı (cc) zikrediyor olmak için sadece Allah’ı (cc) zihinde tutmak ve dil ile zikir cümlelerini tekrarlamak yeterli değildir. Hz. Peygamber’in(sav), “Allah’a itaat eden Allah’ı zikretmiş olur.” (Beyhakî, Şuabü’l-îmân, I, 452.) hadisinden hareketle Kur’an ve sünnete uygun bir hayat sürmedikçe, dinin vecibelerini yerine getirip, yasaklarından kaçınarak Rabbin ismini gönle nakşetmedikçe zikir kemale ermez. Hasan Basri (ra) şöyle buyurmuştur: “Zikir iki kısımdır; 1 – Allah ‘ı (cc) kendinle onun arasında (gizlice) zikretmendir. Böyle bir zikir ne kadar güzel ve ecir bakımından da ne kadar büyüktür. 2 – Bundan daha büyüğü ise Allah’ı(cc) haram kıldıklarının yanında anarak bunları yapmamandır.”

 

Yüce Allah’ı (cc) tesbih Allah’ı (cc), yüceliğine yakışmayan kusur ve noksanlıklardan, insanların ilâhlar/tanrılar hakkında düşündükleri eksik sıfatlardan hem söz ile hem de gönülden tenzih etmek, uzak tutmaktır. İşte bu anlamda göklerdeki ve yerdeki her şey, eşsiz güç ve kudret sahibi olan Allah’ı (cc) tesbih eder ve O’nun şanını yüceltir. İnanan insan da Rabbini tesbih ederek bu zincirin bir halkası olur.

Ashâbına zikir ifadelerini öğreterek onlar için cennetin yolunu kolaylaştıran Rahmet Elçisi, eşi Hz. Âişe’nin (rah.) de belirttiği üzere, “Allah’ı (cc) sürekli zikrederdi.”(Müslim, Hayız, 117) Günlük hayatta zikir için her fırsatı değerlendirir, elbisesini giyerken, devesine binerken, bir yokuş inişinde veya çıkışında, yatağına yatarken ve uykudan kalkarken, tuvalet ihtiyacını gidermeden önce ve giderdikten sonra, evden dışarıya adım atarken,  kısacası her durumda dua eder, Allah’ı (cc) anardı. Zikir, gün boyunca onun (sav) dilinde, gönlünde ve zihninde idi. Sadece Rabbin rızasını gözeten Müslüman, bütün benliğiyle yapar zikri. İbadetlerin özü ve amacı olan bu en büyük ibadeti yaparken de, Peygamberini takip eder ve onu örnek alır. Çünkü o, Allah’a (cc) ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar için en güzel örnektir. Bu nedenle zikir, Rahmet Elçisi’nin ashâbına öğrettiği gibi yapılmalı ve zikrederken Allah Resûlü’nün hayatında görülmeyen, dolayısıyla bid’at sayılacak tavır ve yaklaşımlar sergilenmemelidir.

Bizi en güzel şekilde yaratıp başta akıl olmak üzere her türlü nimet ile donatan Rabbimizi zikretmemek yani O’nu unutmak ise nankörlüktür, en masum ifadeyle gaflettir. Yüce Rabbimiz bir âyette, “ Ey iman edenler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah’ı anmaktan alıkoymasın. Kim bunu yaparsa işte onlar ziyana uğrayanlardır.” (Münâfikûn 9)  diye seslenerek dünya meşguliyetlerinin aldatıcı rolüne işaret etmiştir. Ayrıca şeytanın, insanı Allah’ı (cc) anmaktan alıkoymak istediği ve Allah’ı (cc) az zikretmenin münafıkların bir özelliği olduğu konusunda Kur’an uyarılarda bulunmuştur.

İnsanın olgun bir mümin olup ahlâken güzelleşebilmesi daima Allah’ı (cc) anmasına ve O’nun kendisini her yerde ve her zaman gördüğü şuuru ile yaşayabilmesine bağlıdır. Kalbi Allah’ın (cc) zikriyle dolu müminin sevgisi göklerde ve yerdeki tüm gönüllere yerleşir. Allah (cc) zikreden kulunu kendisi sevdiği gibi, bütün yarattıklarına da sevdirir ve kendine dost edinir. Kul, dudağını kımıldatıp Yüce Yaratan’ı her andığında, O, kuluyla beraber olur. Bu bir kudsî hadiste şöyle ifade edilir: “Yüce Allah buyuruyor ki: Kulum beni nasıl düşünüyorsa ben öyleyim. O beni anarken ben onunla beraberim. O beni kendi başına anarsa, ben de onu kendim anarım. O beni bir topluluk içinde anarsa, ben onu daha hayırlı bir topluluk içinde anarım. O bana bir karış yaklaşırsa ben ona bir arşın yaklaşırım. O bana bir arşın yaklaşırsa ben ona bir kulaç yaklaşırım. O bana yürüyerek gelirse ben ona koşarak giderim.” ( Müslim, Zikir, 2)

Her hâl ve şartta Allah’ı (cc) zikretmekle sorumlu olan mümini Allah’ın (cc) zikrinden alıkoyacak hiçbir sebep olamaz, olmamalıdır. Çünkü zikirsiz bir hayat inanan bir insan için ölümdür, hayatın anlamını yitirmesi demektir. Yine onun belirttiğine göre, “Rabbini zikreden kimse ile zikretmeyen kimsenin misali, diri ile ölünün misali gibidir.” ( Buhârî, Deavât, 66)  Mümin, rahatlık, bolluk, sıhhat ve afiyet zamanlarında olduğu gibi, sıkıntı, hastalık, musibet ve felâket zamanlarında da Rabbini anmalı, O’ndan yardım istemeli ve gaflete düşüp O’nu unutmamalıdır.

Zikir ruhun gıdasıdır; derdin devası, gönlün şifasıdır. Kalpleri doyuran, ruhları yatıştıran, gönülleri coşturan bir ibadettir. Zikir, kula farkındalık, uyanıklık ve şuur kazandırır; onu gafletten, vesveseden ve kuruntudan korur. İnsan zikir sayesinde takvaya erer; yoksulluktan kanaat zenginliğine, yalnızlıktan ebedî dostluğa mazhar olur. Allah’ın (cc) rahmetini, bağışlamasını, rızasını ve muhabbetini kazanmak istiyorsa eğer, bir kul için zikir hayatının vazgeçilmez parçası olmalıdır. (Hadislerle İslâm Cilt 2 Sayfa 83-89)

Ebû Hüreyre’den (ra) rivayet edildiğine göre Resûlullah şöyle buyurmuştur: Allah Teâlâ’nın, yollarda dolaşıp Allah’ı zikredenleri arayan melekleri vardır. Onlar Aziz ve Celil olan Allah’ı zikreden bir topluluk bulunca birbirlerine, “Gelin, aradıklarınız buradadır!” diye seslenirler ve melekler Allah’ı zikredenleri, dünya semasına kadar kanatlarıyla çevrelerler. Allah Teâlâ, onların hâllerini meleklerden daha iyi bildiği hâlde, meleklere:

–Kullarım ne diyorlar, diye sorar. Melekler:

–Seni tesbih ediyorlar, tekbir getirerek sana hamdü sena ediyorlar ve seni yüceltiyorlar.

–Bu kullarım beni gördüler mi (ki böyle tesbih edip, tekbir getiriyorlar?)

–Hayır, vallahi seni görmediler.

–Peki, beni görseler ne yaparlar?

–Onlar seni görseler, sana daha çok kulluk ederler, seni daha çok yüceltirler ve daha çok tesbih ederlerdi.

–Benden ne diliyorlar?

–Cenneti istiyorlar.

–Onlar cenneti gördüler mi?

–Hayır, yâ Rab, vallahi onlar asla cenneti görmediler.

–Ya cenneti görselerdi ne yaparlardı?

–Cenneti görmüş olsalardı, cennete karşı arzu ve hevesleri daha çok olur, cenneti daha fazla isterlerdi. –Onlar nelerden Allah’a sığınıyorlar?

–Cehennemden Allah’a sığınıyorlar.

–Cehennemi gördüler mi?

–Hayır, vallahi onu görmediler.

–Ya cehennemi görselerdi ne yaparlardı?

–Eğer cehennemi görselerdi, ondan daha çok kaçarlar, daha fazla korkarlardı. (Bunun üzerine) Allah Teâlâ şöyle buyurur:

–(Ey melekler), siz de şahit olun ki ben onları bağışladım. Meleklerden biri der ki:

–Filanca onlardan değil, sadece bir ihtiyacı için gelmişti. Yüce Allah:

–(Zikir meclislerinde) oturanlar öyle kimselerdir ki, onlarla birlikte bulunanlar da kötü olmaz. (Buhârî, Deavât, 66, Müslim, Zikir, 25)  

 

Ebû Hüreyre ve Ebû Saîd el-Hudrî’nin (ra) naklettiğine göre, Resûlullah şöyle buyurmuştur: “Bir topluluk Allah’ı zikretmek için bir araya gelirse melekler onları kuşatır, rahmet onları sarar ve üzerlerine sekînet (huzur) iner. Allah yanındakilere (meleklere) onlardan övgüyle söz eder.” (Müslim, Zikir, 39)

 

6.ÇEŞİTLİ ZİKİR TÜRLERİNİN FAZİLETİ

LÂ İLÂHE İLLALLAH'IN FAZİLETİ

Câbir’in (ra) işittiğine göre Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Zikrin en faziletlisi “Lâ ilâhe illallâh” demektir.”( Tirmizî, Deavât, 9)

Ebû Hüreyre’den (ra) nakledildiğine göre, Resûlullah şöyle buyurmuştur: Her kim günde yüz defa “Lâ ilâhe illallâhu vahdehû lâ şerîke leh, lehü’l-mülkü ve lehü’l-hamdü ve hüve alâ külli şey’in kadîr (Allah’tan (cc) başka ilah yoktur, sadece tek bir Allah vardır. O’nun ortağı yoktur. Mülk O’nundur. Hamd O’na mahsustur. O her şeye kadirdir.)” zikrini tekrar ederse, bu, o kimse için on köle azat etmenin sevabına denk olur ve ona yüz iyilik yazılır, ondan yüz kötülük silinir ve o kimse için o gün akşama kadar, şeytanın şerrine karşı bir sığınak olur. Ve hiçbir kimse onun bu zikri okumasından daha faziletli bir şey yapamaz. Ancak birisi bu zikrin daha fazlasını söylerse o başka. Ve yine buyurdu ki: Her kim günde yüz defa “Sübhânallâhi ve bihamdih (Allah’ı noksan sıfatlardan tenzih eder, O’na hamd ederim.)” derse –denizin köpükleri kadar çok olsa bile– hataları bağışlanır. (Buhârî, Bed’ü’l-halk, 11; Müslim, Zikir, 28)

Tirmizî ’de de İbn Ömer’den naklen Hz. Peygamber (sav)’in çarşıya girince yukarıdaki zikri söyleyip, ona “Yuhyî ve yümît ve hüve hayyun lâ yemût, bi-yedihi’l-hayr ve hüve ’alâ külli şey’in kadîr (Hayatı O verir, ölümü de O verir. Kendisi hayattâr, ölümsüzdür, hayırlar O’nun elindedir, O her şeye kâdirdir)” kısmını ilâve edene Allah’ın bir milyon sevap yazıp, bir milyon da günahını affedeceğini ve mertebesini bir milyon derece yücelteceğini bildirdiğini nakleder. Bir rivayette de, “onun için cennette bir evin bina edileceği” ilâvesi vardır. (Tirmizî, De‘avât, 36; İbn Mâce, Ticârât, 40; Dârimî, Sünen, c. 2, s. 379)

Enes (r.a)’dan neklediliyor: Resûlullah (sav) buyurdu ki: “Allah Teâlâ buyurdu ki: ‘İzzetime, celâlime, kibriyâma ve azametime yemin olsun, oradan (cehennemden) Lâ ilâhe illallah diyenleri mutlaka çıkaracağım.” (Buhârî, Tevhîd, 36; Müslim, Îmân,84) 

 İtbân b. Mâlik (ra) Hz. Peygamber (sav)’in şöyle buyurduğunu naklederler: “Allah; ‘Lâ ilâhe illallah’ diyen ve böyle demekle Allah’ın rızasını amaçlayan kişiyi cehenneme haram kılmıştır.” (Buhârî, Salât, 46; Müslim, Mesâcid, 48)

Ebû Mûsâ el-Eş’arî (ra) anlatıyor: Resûlullah bana: Sana cennet hazinelerinden birini söyleyeyim mi, dedi. Ben “Evet yâ Resûlallah!”, dedim. “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh. (Kuvvet ve kudret, ancak Allah’ın yardımı iledir.)” sözüdür, buyurdu. (Buhârî, Megâzî, 39, Buhârî, Deavât, 50; Müslim, Zikir, 44)

“İyiliğin karşılığı iyilikten başka bir şey midir?” (Rahman 60) ayetinin tefsirinde şöyle denilmiştir: “Dünyadaki iyilik lâ ilâhe illallahtır. Ahirette verilecek olan iyilik ise cennettir.”

TESBİH, HAMD VE DİĞER ZİKİRLERİN FAZİLETİ

Ebû Hüreyre’den (ra) nakledildiğine göre, Resûlullah (sav): “Bir kimse her namazın arkasında, otuz üç defa “Sübhânallâh”, otuz üç defa “Elhamdülillâh”, otuz üç defa “Allahü ekber” der ve “Lâ ilâhe illallâhu vahdehû lâ şerîke leh, lehü’l-mülkü ve lehü’l-hamdü ve hüve alâ külli şey’in kadîr (Allah’tan (cc) başka ilah yoktur, O’nun ortağı da yoktur, mülk O’nundur. Hamd O’na mahsustur. O, her şeye kadirdir.)” diyerek (bu tesbihatı) yüze tamamlarsa – denizin köpükleri kadar çok olsa bile – hataları bağışlanır.” buyurdu. (Müslim, Mesâcid, 146)

Ebû Hüreyre’den (ra) aktarılan bir başka  rivayete göre Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “İki cümle vardır ki, dilde hafif, mizanda ağır, Rahman olan Allah’a ise sevimlidir: Sübhânallâhi ve bihamdihî, sübhânallâhil-azîm. (Allah’ı noksan sıfatlardan tenzih eder, O’na hamd ederim. Yüce Allah’ı tesbih ederim.)” (Buhârî, Eymân, 19; Müslim, Zikir, 31)

Yine Ebû Hüreyre’den (ra) nakledildiğine göre, Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Sübhânallâhi velhamdü lillâhi velâ ilâhe illallâhu vallâhu ekber. (Allah’ı noksan sıfatlardan tenzih ederim, O’na hamd ederim, Allah’tan (cc) başka hiçbir ilah yoktur ve Allah en büyüktür.) demem, bana üzerine güneş doğan her şeyden daha sevimlidir.” (Müslim, Zikir, 32)

Ebû Zer (ra) anlatıyor: Resûlullah bana şöyle buyurmuştur: “Allah katında sözlerin en sevimlisini sana haber vereyim mi? Allah’ın en sevdiği söz ‘Sübhânallâhi ve bihamdih (Allah’ı noksan sıfatlardan tenzih eder, O’na hamd ederim.)’ cümlesidir.” (Müslim, Zikir, 85)

Ebû Mâlik el-Eş’arî’den (ra) rivayet edildiğine göre Resûlullah şöyle buyurmuştur: Temizlik, imanın yarısıdır. “Elhamdülillâh (Hamd Allah’a mahsustur.)” (demenin sevabı), amel terazisini doldurur. “Sübhânallâhi vel-hamdülillâh (Allah’ı noksan sıfatlardan tenzih ederim, O’na hamd ederim.)” sözleri(nin sevabı ise) yerle gök arasını doldurur. (Müslim, Tahâret, 1)

Sa’d b. Ebû Vakkâs’ın (ra) şöyle dediği nakledilmiştir: (Bir gün) Resûlullah’ın yanında bulunuyorduk. Peygamber:

–Sizden biri, her gün bin sevap kazanamaz mı, buyurdu. Orada oturanlardan biri:

–Ey Allah’ın Resûlü, (insan) bin sevabı nasıl kazanır, diye sordu. Resûl-i Ekrem:

–Yüz kere “Sübhânallâh” der, ona bin sevap yazılır veya ondan bin günah silinir, buyurdu. (Müslim, Zikir, 37)

Ebû Zer’den (ra), nakledildiğine göre Resûlullah şöyle buyurmuştur: Her ekleminiz için bir sadaka vermeniz (uygun olur). Her tesbih (sübhânallâh) sadakadır. Her tahmid (elhamdülillâh) sadakadır. Her tehlil (lâ ilâhe illallâh) sadakadır. Her tekbir (Allahü ekber) sadakadır. İyiliği emretmek sadakadır. Kötülükten sakındırmak sadakadır. Kişinin kuşluk vaktinde kılacağı iki rekât namaz ise, bunların hepsinin yerini tutar. (Müslim, Müsâfirîn, 84)

Ebû Hüreyre’den nakledildiğine göre bir gün fakir muhacirler, Resûlullah’a gelip dediler ki:

“ –(Ey Allah’ın Resûlü), servet sahipleri, yüksek dereceleri, ebedi nimetleri kazanıp götürdüler. Onlar, bizim kıldığımız gibi namaz kılıyorlar, bizim tuttuğumuz gibi oruç tutuyorlar, üstelik onların çokça malları da var. O sayede hac ve umre yapıyor, Allah yolunda savaşıyor, sadaka veriyorlar. Bunun üzerine Resûlullah(sav) :

– Size, öncekilere yetişip, sonrakileri de geçeceğiniz, sizin yaptıklarınızı yapmadıkça kimsenin sizden daha üstün olamayacağı bir şey öğreteyim mi? buyurdu.

–Evet, ey Allah’ın Resûlü, dediler. Peygamber Efendimiz:

–Her namaz arkasında, otuz üçer defa tesbih, tahmid ve tekbir getirin, buyurdu. Hadisi, Ebû Hüreyre’den rivayet eden Ebû Salih şöyle diyor: Tesbih, tahmid ve tekbirin nasıl getirileceği sorulduğunda, Resûlullah :

–Sübhânallâh, elhamdülillâh, Allahü ekber, dersiniz. Bunların da her biri, otuz üçer defa olmalıdır, buyurdu. Müslim’in rivayetinde şu kısım eklenmiştir: Aradan bir müddet geçtikten sonra fakir muhacirler, tekrar Resûl-i Ekrem’e gelip:

–(Ey Allah’ın Resûlü), zengin kardeşlerimiz bizim yaptıklarımızı duymuşlar ve bizim yaptıklarımızı onlar da yapıyorlar, dediler. Bunun üzerine Resûlullah Efendimiz:

–(Artık) bu, Allah’ın bir vergisidir ve onu dilediğine verir” buyurdu. (Buhârî, Ezân, 155; Müslim, Mesâcid, 142)

 

İmam Gazali zikir ile ilgili olarak şöyle der:

Allah'ın Kitabı'nı okumak hâriç, dille yapılan hiçbir ibadet yoktur ki, Allah'ın zikrinden ve ihtiyaçların hâlis dualarla O'na arzedilmesinden daha faziletli olsun. Eğer 'Dile bu kadar hafif ve zahmeti bu kadar az olan Allah'ın zikri neden o kadar meşakkatli ve zahmetli olan diğer ibadetlerden daha üstün ve faydalıdır?' diye soracak olursan şöyle cevap veririz:

Faydalı ve tesirli olan zikir, ancak huzur-u kalple ve daimî olarak yapılan zikirdir. Gafil bir kalple yapılan zikir ise, sadece lisan ile yapıldığı için pek büyük menfaatler sağlamaz. Bu keyfiyeti teyit eden nice haberler vardır. Kısa bir müddet huzur-u kalple zikir yapıp kalan zamanlarında Allah’tan (cc) gafil olarak dünya ile meşgul olunması menfaati az hareketlerdendir. En faydalısı devamlı olarak Allah’tan (cc) gafil kalmaksızın kalp huzurunu temin etmektir veya hiç olmazsa vaktin çoğunu bu şekilde geçirmektir. İşte böyle bir zikir, ibadetlerden üstündür ve böyle bir zikirle diğer ibadetler de şereflenirler. Zaten amelî ibadetlerin semeresi ve gayesi böyle bir zikirdir.

Zikrin evveli ve ahiri vardır. Evveli, Allah (cc) ile ünsiyet ve muhabbeti gerektirir. Sonu ise, yine ünsiyet ve muhabbet gerektirmekte ve bu ünsiyet ve muhabbetten sudur etmektedir. Zikirden gaye de bu ünsiyet ve muhabbeti elde etmektir. Talip, işin başında kalbini ve lisanını vesveselerden zoraki olarak çevirip Allah'ın (cc) zikrine yöneltir. Eğer bu zikri devamlı bir şekilde yapmaya muvaffak olursa sonunda onunla ünsiyet kazanır ve va'd edilenin sevgisi kalbine yerleşir. Bu keyfiyet sana uzak ve garip görünmesin, çünkü sıradan işlerde de kaide şudur ki; hazır bulunmayan bir kimseyi, yanında devamlı olarak anmak suretiyle hazırda bulunan bir kişinin kalbine yerleştirmek mümkündür. Böylece kişi, huzurunda sık sık yâd edilen kimseyi sevmeye başlar. Hatta bazen vasıflarını çok işittiğinden ve yanında fazlasıyla yâd edilmesinden ona âşık bile olur. Böylece ilk önce zoraki olarak ve çokça yâd etmekle âşık olan kimse sonunda o maşuku çokça yâd etmek durumunda kalır; öyle ki onu yâd etmeksizin duramaz olur.

Zira herhangi bir şeyi seven kimse onu çokça yâd etmeye başlar. Tekellüf de olsa bir şeyi çokça yâd eden kimse sonunda onu sevmeye başlar. İşte böylece zikrin evveli tekellüf ve zorluktur. Bu hal yâd edilenin sevgisinin ve ünsiyetinin yâd edenin kalbinde yerleşmesine kadar devam eder. Sonra yâd eden kalbine yerleşmiş olan şeyi veya kimseyi yâd etmekten kendisini alamaz. Bu bakımdan bu sefer icap ettiren icap olunan, meyve de meyve veren olur.

Bu girişlerden sonra (bilmelisin ki) Allah'ın (cc) zikriyle ünsiyet kazanan kimse başkalarının zikrinden ayrılır. Başkalarından maksat ölümü anında insanoğlundan ayrılan şeylerdir. Kabirde insanoğluyla beraber ne ehli, ne malı, ne çocuğu ve ne de makam ve rütbesi kalır. Onunla beraber ancak Allah'ın (cc) zikri kalır. Eğer hayattayken bu zikir ile ünsiyet kazanmışsa kabirde ondan faydalanır. O anda dünyada iken kendisini Allah'ın (cc)  zikrinden alıkoyan her şeyin sonu gelir ve böylece zikir ile baş başa kalır. Bu zikirde lezzetin her çeşidini bulur; zira dünya hayatında zarurî ihtiyaçlar kendisini ister istemez Allah'ın (cc)  zikrinden alıkoymuştur. Ölümden sonra ise, böyle bir şey söz konusu değildir.

Kabirlerde haşrolunduktan sonra zikirden mülâkat mertebesine yükselir ve böylece göğüslerdeki hakikat açığa çıkar. Sakın 'Ölümünden sonra insanın yanında Allah'ın (cc) zikri kalmaz' diye inkâra kalkışma ve 'İnsan yok oldu bu bakımdan Allah'ın (cc) zikri nasıl olur da onunla kalır?' deme. Zira insanoğlu, ölümle, yanında zikir kalmayacak şekilde yok olmaz. Aksine onun yokluğu dünya ve mülk ile şehadet âlemindendir. Melekût âleminden ise yok olmuş değildir; bilakis o âlemde vardır.

Nitekim Hz. Peygamber şu hadis-i şerifleriyle bu hususa işaret etmiştir: “Kabir, ya ateş (cehennem) çukurlarından bir çukur veya cennet bahçelerinden bir bahçedir.” (Tirmizî, Kıyamet, 26)

Bedir'de öldürülen müşrikler hakkında varit olan şu hadis-i şerif de aynı şekilde, bir işarettir:

Ya filân! Ya filân! Rabbinizin size va'd ettiğini hak olarak buldunuz mu? Ben rabbimin bana va'd ettiğini hak olarak buldum.

Resulullah'ın (sav) bu konuşmasını dinleyen Hz. Ömer (ra) sorar: "Ey Allah'ın Resulü! Ölüler nasıl duyup, sana nasıl cevap verebilirler ki?' Bunun üzerine Resûlullah şöyle buyurur: 'Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, onlar benim konuşmamı sizden daha iyi duyarlar. Fakat cevap vermeye muktedir değillerdir'. (Müslim, Cennet, 76,77)

Şu hâl ve bu kelimelerle işaret olunan durum, Allah’ın (cc) zikrine münâfi ve zıt düşmemektedir.

Nitekim Allah (cc)  şöyle buyurmaktadır:“Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilakis onlar diridirler, Rableri katında rızıklanmaktadırlar Allah’ın lütfundan verdiği nimetle sevinçlidirler. Arkalarından kendilerine ulaşamayan kimselere de hiç bir korku olmayacağını ve üzülmeyeceklerini müjdelemek isterler. (Âl-i İmrân 169-170)

Allah’ın (cc) zikri ilâhîsinin şerefi için şehadet mertebesi bu kadar yüceldi. Zira hedef hâtime ve sonuçtur. Hâtime ve sonuçtan gayemiz dünyaya veda edip kalbin Allah ile müstağrak olduğu hâlde onun huzuruna varmak ve ondan başka her şeyden bütün ilgileri kesmektir.

Nitekim Abdullah b. Amr el-Ensârî Uhud savaşında şehid düştüğü zaman Hz. Peygamber (sav), oğlu Câbir'e şöyle demiştir:

- Ey Câbir! Sana müjde vereyim mi?

- Evet! Allah sana hayırlı müjdeyi versin yâ Resûlullah, ver.

- Allah Teâlâ senin babanı diriltti ve huzurunda oturttu. Onunla Allah arasında herhangi bir perde olmaksızın Allah Teâlâ kendisine şöyle buyurdu: 'Dilediğini benden iste ey kulum! Sana her istediğini vereyim. O da bu hitap karşısında Allah Teâlâ'dan şöyle niyazda bulundu: 'Yâ rab! Senden isteğim beni dünyaya göndermendir ki, senin ve resûlünün uğrunda ikinci bir defa şehid olayım', Allah Teâlâ şöyle buyurdu: "Daha önce hükmüm 'ölümden sonra insanlar dünyaya gönderilmeyecektir' şeklinde karara bağlanmıştır"( İbn Hişâm. Sîre, II, 119; Ahmed, Müsned, XXIII, 163, no:14881 )

Bu hakikatlerden sonra Allah yolunda ölmek, böyle bir hâl üzere hayatın neticelenmesine sebeptir. Zira kişi eğer bu şekilde ölmeyip bir müddet daha yaşasaydı belki dünya şehvetleri kendisine dönüp kalbini kaplayan Allah zikrine galebe çalabilirdi! İşte bu sırra binaen ehl-i mârifetin son andan korkuları oldukça büyüktür. Zira kalp, her ne kadar Allah’ın (cc)  zikrine yapışırsa da dönek olduğu için dünya şehvetlerine yeniden iltifat etmekten uzak değildir ve kendisinde herhangi bir gevşeme baş gösterebilir.

Bu bakımdan kişinin bu hâl sonunda kalbinde dünya işi belirir ve dünya işi kendisine galip gelirse ve aynı hâl içinde dünyadan irtihâl ederse, bu istilânın tesirinde kalması yakın bir ihtimal olur. Bu bakımdan böyle bir durumda ölümden sonra inleyecek ve ikinci bir defa dünyaya dönüp bu durumunu düzeltmek için temennide bulunacaktır. Bu ikinci defa dünyaya dönüş arzusu ise ahiretteki nasibinin azlığından neşet etmektedir. Zira kişi neyin üzerinde yaşıyorsa onun üzerinde ölmekte ve neyin üzerine ölüyorsa onun üzerine de haşrolunmaktadır. Bu bakımdan bu tehlikeden en uzak hâl neticenin şehitlikle sonuçlanmasıdır. Bu da şehidin dünyayı elde etmek veya 'kahramandı' desinler veya buna benzer fâsid niyetlerde bulunmamak kastına bağlıdır.

Bizi son nefesimizde hâl ve kâl bakımından Lâ ilâhe illâllah ehlinden eylemesini Allah’tan (cc) dileriz. Bizi zâhir ve bâtında bu mübarek sözü söyleyenlerden kılmasını rahmetinden niyaz ederiz ve biz de bu hâlin dünyaya vedâ edinceye kadar devam edip dünyaya iştiyak gözüyle iltifat etmemeyi, aksine dünyadan kaçınıp Allah Teâlâ'nın mülâkatına lâyık bulunanlardan eylemesini Allah'tan (cc) talep ederiz. Çünkü Allah (cc) ile mülâkatı seven bir kimsenin mülâkatını Allah da (cc) sever. Kim Allah'ın (cc) huzuruna varmaktan hoşlanmazsa, Allah da (cc) onun kendisine gelmesinden hoşlanmaz. İşte bütün bunlar zikir manalarına işaretlerdir.

7. TEFEKKÜRÜN FAZİLETİ

Allah (cc), aziz kitabının birçok yerinde tefekkürü emretmiş ve tefekkür edenleri övmüştür.

“Onlar ayakta iken otururken ve yatarken (daima) Allah'ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında düşünürler ve şöyle derler: 'Ey rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın!” (Âl-i İmrân 191)

İbn Abbas şöyle demiştir: Bir grup, Allah'ın zatı hakkında tefekküre daldılar. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav) şöyle dedi:”Allah'ın mahlukları hakkında düşünün. O'nun zatı hakkında düşünmeyiniz. Çünkü sizler Allah Teâlâ'yı gereği gibi takdir edemezsin.” (Ebu Nuaym el-İsfehanî, Tergîb ve Terhîb)

Atâ'dan şöyle rivayet ediliyor: "Bir gün ben ve Ubeyd. b. Umeyr, Hz. Âişe'nin yanına gittik. Aramızda gerilmiş perde olduğu halde bizimle konuşarak şöyle dedi: 'Ey Ubeyd! Neden bizim ziyaretimize gelmiyorsun?' Ubeyd 'Ziyaretinizden beni meneden, Hz.Peygamberin şu hadîs-i şerîfidir: “Aralıklı ziyaret yap ki sevgin artsın!”

Bu esnada İbn Umeyr “Ey Âişe! Hz. Peygamber'den görmüş olduğun en garip şeyi bize haber verir misin?” dedi. Hz. Âişe bu suâl karşısında ağladı ve şöyle dedi: “Hz. Peygamberin her şeyi garipti. Bir gece bana teni tenime dokununcaya kadar yaklaştı, sonra şöyle dedi: 'Beni bırak! Allah'a kulluk yapayım!' Bunun üzerine su kırbasına varıp abdest aldı. Sonra durup namaz kıldı. Elbisesi ıslanıncaya kadar ağladı. Sonra secdeye varıp yeri ıslatıncaya kadar ağladı. Sonra yanı üzerine uzandı. Tâ ki Bilâl gelip sabah ezanını okudu ve 'Allah senin geçmiş ve gelecek kusurlarını affettiği halde seni ağlatan nedir?' deyinceye kadar bu durumda kaldı. Sonra Bilâl'e şöyle hitap etti: 'Rahmet olasıca, ey Bilâl! Beni ağlamaktan meneden nedir? Allah Teâlâ bu gece bana şu ayeti indirdi:“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün gidip gelişinde elbette sağduyu sahipleri için ibretler vardır.”(Âl-i İmrân 190)Sonra şöyle dedi: 'Azap o kimseye olsun ki bu ayeti okur, fakat mânâsını düşünmez!'(El-İhsan fi takrib-i sahih-i ibn Hibban, cilt 2, sayfa 386, hadis no 620)  

Hasan Basrî'den şöyle rivayet ediliyor: 'Tefekkür, sana sevap ve günahlarını gösteren bir aynadır'.

Süfyan b. Uyeyne çoğu kez şu şiiri okurdu: 'Kişinin tefekkürü oldu mu her şeyde onun için ibret vardır'.

8. TEFEKKÜRÜN HAKÎKATİ

Tezkîr'in (hatırlatmanın) faydası, kalpte yerleşip silinmemesi için marifetleri tekrar etmektir. Tefekkürün faydası, mevcut olmayan bir marifeti celbedip ilmi çoğaltmaktır. İşte tezekkür ile tefekkür arasındaki yegane fark budur!

Bu tefekkür insanı çirkinlerden güzellere, rağbet ve harislikten zâhidlik ve kanaate sevk eden tefekkürdür. Bu öyle bir tefekkürdür ki insana müşahede ve takva kazandırır.

 “(Resûlüm!) Biz onu böylece Arapça bir Kur’an olarak indirdik ve onda ikazları tekrar tekrar açıkladık. Umulur ki onlar (bu sayede günahtan) korunurlar; yahut da o (Kur’an) kendileri için bir ibret ortaya koyar.(Taha 113 )”

Eğer fikirle halin değişme keyfiyetini anlamak istersen, onun misali, zikrettiğimiz ahiret işidir. Bu bakımdan ahiret işi hakkında düşünmek, bize ahiretin seçilmesinin daha evlâ olduğunu öğretir. Bu marifet, kalpte yerleşti mi kalpler ahirete yönelmek ve dünya hakkında zâhidlik yapmak hususunda değişirler. İşte haldeki değişmeden bunu kastediyoruz; zira kalbin hali, bu marifetten önce dünyayı sevmek, ona meyletmek ile ahiretten kaçmak ve onu az istemek idi! Bu marifet ile kalbin hali değişti. İradesi ve isteği tersine döndü. Sonra iradenin değişmesi, dünyayı atmak hususunda azaların amellerinin değişmesini, ahiret amellerine yönelmeyi meyve olarak verir. Öyle ise, tefekkürün meyvesi ilim ve hallerdir. İlmin sonu yoktur.

9.TEFEKKÜRÜN YOLLARI

Tefekkür, bazen dinle ilgili bir şey hakkında, bazen de dinin haricinde bir şey hakkında cereyan eder. Oysa bizim gayemiz, dinle ilgili olan şeydir. Öyle ise diğer kısmı zikretmeyeceğiz! Dinle ilgili olan iki kısımdır.

BİRİNCİ KISIM

İyiyi, kötüden ayırmak için kişinin kendi nefsini, sıfatlarını ve fiillerini düşünmesidir. Bunlardan bazıları aşağıda açıklanmıştır.

Günahlar

İnsan her günün sabahında yedi azasını ve bütün bedenini, bir günah mı işliyor veya dün mü bir günah işlemiştir veya bir günah mı işleyecektir diye sıkı bir şekilde teftiş etmelidir ki işlediği günahı terk etsin, geçmiş günahları telafi etsin, işleyebileceği günahlara karşı da önlem alsın!

Bu bakımdan dili hakkında şöyle demelidir: 'Dil gıybet, yalan, nefsi tezkiye etmek, başkasıyla alay etmek, cedel yapmak, mizah yapmak, malayaniye dalmak ve daha başka mekruhlara düşmek tehlikesiyle karşı karşıyadır'. Bu bakımdan önce bunların Allah katında çirkin olduklarını kalbine yerleştirmelidir. Bu hususta Kur'an ve Sünnet’in şiddetli tehditleri hakkında düşünmelidir. Sonra dilin bu afetlerine nasıl mâruz kaldığını düşünmelidir. Sonra nasıl korunacağı hakkında düşünmeli ve bunun, uzlete çekilmek ve tek başına yaşamakla veyahut muttakî ve salih bir kul ile oturmakla- ki Allah'ın (cc) hoşuna gitmeyen bir şeyi konuştuğunda o muttakî insan onu ikaz eder- tamam olacağını bilmelidir.

Kulağı hakkında düşünmelidir. Onunla gıybete, yalana, fuzulî konuşmaya, lehv ve bid'ata kulak verdiğini, bunu da ancak başkalarından dinlediğini düşünmelidir.

 Midesi hakkında düşünmelidir. Acaba sırf yemek içmekle mi veya helâlinden fazla yemekle mi Allah'a (cc) isyan ettiğini düşünmelidir. Zira helâlinden de olsa fazla yemek Allah (cc)  katında mekruh ve Allah'ın (cc) düşmanı olan şeytanın elinde silah olan şehveti takviye eder.

Haram veya şüpheli şeyler yemek suretiyle Allah'a (cc) isyan etmesine gelince, bu hususta yemeğini, elbisesini, meskenini, kazancını ve kazancının ne olduğunu ve nereden geldiğini tetkik edecektir. Helâlin yolu ve giriş noktaları hakkında tefekkür etmelidir. Sonra helâlden kazanma çaresinin yolu hakkında, haramdan sakınma hakkında düşünmelidir. Nefsine bütün ibadetlerin haram yemekle boşa gittiklerini, helâl yemenin bütün ibadetlerin temeli olduğunu öğretmeli ve parası içinde bir dirhem haram bulunan bir elbiseyle kılınan bir namazı Allah’ın (cc)  kabul etmeyeceğini hatırlatmalıdır.

Gözü hakkında ve gözüyle işlediği günahlar ve bu günahların kalbinde meydana getirdiği olumsuz izler hakkında düşünmelidir.

İbadetler

İkinci grup ibadetlerdir. Kişi, önce, farz ibadetlerine bakıp onları nasıl edâ edeceğini, onları eksiklikten nasıl koruyacağını veya eksikliğini nafilelerle nasıl telafi edeceğini düşünmelidir?

Sonra teker teker azalarına yönelmeli, Allah'ın (cc) sevdiklerinden dolayı onlarla ilgili fiiller hakkında düşünmelidir. Mesela şöyle demelidir: 'Göz, göklerin ve yerlerin melekûtuna ibret nazarıyla bakmak için yaratılmıştır. Allah'ın (cc) taatinde kullanmak, Allah'ın (cc) Kitabı'na ve Hz. Peygamber'in (sav) sünnetine bakmak için yaratılmıştır. Ben ise, gözü Kur'an ve Sünnet'in mütalaasıyla meşgul etmeye muktedirim. O halde neden bunu yapmıyorum?

Kulak hakkında da şöyle demelidir: 'Ben, Allah (cc) aşkıyla yanıp tutuşan bir kimsenin sözlerini, hikmet veya ilim dinleyebilirim. Kur'an veya zikir dinleyebilirim. O halde kulağı muattal bırakmak suretiyle Allah'ın (cc) kulaktaki nimetini neden inkâra kalkışıyorum?'

Dil hakkında da şöyle demelidir: 'Benim öğretmeye, nasihat etmeye, salih kimselerin kalbine kendimi sevdirmeye, fakirlerin halini sormaya, mü’min kardeşimin kalbini güzel bir söz ile sevindirmeye ve Allah'a (cc) yakınlaşmaya kudretim vardır. Her güzel söz muhakkak sadakadır'.

Malı hakkında da şöyle demelidir: 'Ben falan malımı sadaka vermeye muktedirim. Ona ihtiyacım da yoktur. Ne zaman ona muhtaç olursam Allah (cc) onun gibisini bana verir. Eğer şimdilik muhtaç isem ben bu mala muhtaç olduğumdan daha fazla, arkadaşımı nefsime tercih etmenin sevabına muhtacım!'

İşte böylece bütün âzalarını, beden ve malını vel hasılı Allah'a (cc) itaat etme imkânı sağlayan tüm varlıklarını tedkik etmelidir. Tefekkür ile bu azalarla yapılması mümkün olan ibadetlerin yönlerini öğrenir.

Helâk Edici Sıfatlar

Bu sıfatlar şehvet, öfke, cimrilik, böbürlenmek, kendini beğenmek, riya, hased, su-i zan, gaflet, gurur ve diğer kötü sıfatların istila etmesidir. Kalbinde bu sıfatları araştırmalıdır. Eğer kalbinin bunlardan uzak olduğunu zannederse, nasıl imtihan olacağı hususunda düşünmelidir. Alâmetlerle buna delil getirmeli; zira nefis, daima, hayrı va'd eder ve vadine muhalif hareket eder. Ne zaman ki nefis gururdan uzak ve tevazu içinde olduğunu iddia ederse, çarşıda bir yük odun sırtlamak suretiyle nefsini denemesi gerekir. Nitekim geçmiş zevat, nefislerini böylece denemişlerdir. Nefis hilm iddia ederse, başkasından gelen öfkeye maruz bıraktırmak suretiyle öfkesini zapt edip etmemesi hususunda nefsini denemelidir. Diğer sıfatlarda da durum böyledir. Bu tefekkür kişinin çirkin sıfatla muttasıf bulunup bulunmaması hususunda bir tefekkürdür. Bunun birtakım alâmetleri vardır.

Mühlikat bölümünde o alâmetleri belirttik. Alâmetler bunun varlığına delâlet ettiklerinde o sıfatı kendisine göre çirkinleştiren sebepleri düşünüp araştırdığında o sıfatların kaynağının cehalet, gaflet ve kalbin kötülüğü olduğunu anlar. Nefsinde amelini beğenme gördüğünde düşünüp şöyle demelidir: 'Benim amelim ancak bedenim, âzam, kuvvet ve irademle meydana gelmiştir. Oysa bütün bunlar benden olmadıkları gibi elimde de değildirler. Ancak Allah'ın yaratışı ve bana olan fazlıdır. Allah’tır (cc) beni ve uzuvlarımı yaratan! Kuvvetimi, irademi halk eden! Allah’tır (cc) kudretiyle uzvumu harekete geçiren! Kudret ve iradem de böyledir. O halde ben, nasıl amelime veya nefsime güvenir, beğenirim? Oysa nefsimi nefsimle payidar edemem'.

Bu bakımdan kişi nefsinde kibirlenme hissettiğinde, nefsinde bulunan ahmaklık nedeniyle nefse şöyle demelidir: 'Neden sen kendi nefsini daha büyük görürsün? Oysa büyük Allah (cc) katında büyük olandır. Bu da ancak ölümden sonra belli olur. Hâl-i hazırda nice kâfir vardır ki küfürden çıkmak suretiyle Allah'a (cc) yaklaşmış olduğu halde ölür. Nice müslüman vardır ki kötü sondan dolayı, ölüm anında hali bozulduğundan şakî olarak ölür!' Bu bakımdan kişi, kibrin helâk edici olduğunu ve kibrin temelinin ahmaklık olduğunu bildiğinde, onu izale etmenin ilâcı hakkında düşünür ve mütevâzi kimselerin fiillerini yapmak suretiyle kibrini tedavi eder.

Nefsinde yemeğe karşı istek ve oburluk görünce düşünüp şöyle demelidir: 'Bu, hayvanların sıfatıdır. Eğer yemek ve cinsî ilişki bir kemâl olsaydı, muhakkak ilim ve kudret gibi haşa Allah'ın (cc)  ve meleklerin sıfatlarından olurdu'. Hayvanlar bununla sıfatlanmazdı. Ne zaman oburluk onda galip olursa hayvanlara daha fazla benzer ve mukarreb meleklerden de daha uzak olur. Böylece öfke hususunda da nefsi aleyhinde tesbitlerde bulunur.

Kurtarıcı Sıfatlar

Bu grup tevbe etmek, günahlara pişmanlık duymak, belaya sabretmek, nimetlere karşı şükretmek, korku, ümit, dünyada zâhid olmak, ibadetlerde doğruluk ve ihlas, Allah'a (cc)  muhabbet ve tâzim, fiillerine rıza göstermek, O'na karşı iştiyaklı olmak, huşû, tevazu gibi sıfatlardır. Kul, her gün kalbini kontrol edip düşünmelidir. Acaba Allah'a (cc)  yaklaştırıcı olan bu sıfatlara kendisini muhtaç eden nedir? Bu sıfatlardan birine muhtaç olduğunda bunların ancak bir kısım ilimlerin meyvesi olan birtakım haller olduğunu bilmelidir. İlimler tefekkürün meyveleridir.

Nefsi için tevbe ve pişmanlık göstermek istediğinde önce günahlarını kontrol etmeli, onlar hakkında düşünmelidir. Onları bir araya getirip kalbinde büyütmelidir. Sonra günahlar hususunda şeriatta vârid olan tehdit ve vaîdler hakkında düşünmelidir. Eğer pişman olmazsa Allah'ın (cc) kahrına maruz kalacağını bilmeli ki pişmanlık hâli meydana gelsin!

Kalbinde şükür halinin meydana gelmesini istediğinde Allah'ın (cc)  celâl, cemâl, azamet ve kibriyası hakkında düşünmelidir. Bunun hakkında düşünmek de ancak hikmetinin acaipliklerine, sanatının garipliklerine bakmakla olur.

Kalbinde korku halinin meydana gelmesini istediğinde önce zâhir ve bâtın günahlarına bakmalıdır. Sonra ölüm ve ölümün zahmetlerine, sonra ölümden sonraki Münker ve Nekir'in sualini, kabrin azabını, yılan, akrep ve böcekleri düşünmelidir! Sonra Sûr'un üfürülüşü anında kalk sesinin dehşeti hakkında, sonra bütün insanların bir arazide toplandıklarında mahşerin dehşeti hakkında! Sonra hesaptaki münakaşa, iğneden daha ince olan şeylerdeki hesap hakkında, sonra sırat köprüsü, köprünün incelik ve keskinliği hakkında düşünmelidir. Sonra defteri soldan verilip ateş ehlinden olmasının nezdindeki tehlikesi hakkında veya defteri sağdan verilip sonu gelmeyen eve indirilmesinin nezdindeki sevinci hakkında düşünmelidir. Sonra kıyamet dehşetlerini; cehennem tabakalarını, tokmaklarını, azaplarını, zincirlerini, bukağılarını, zakkumu ve irinin azabının çeşitliliğini, kendisini sevk ve idare eden zebanilerin çirkin suretlerini düşünmelidir. Sonra insanların derileri kavruldukça başka bir deri ile değiştirildikleri, onlar cehennemden her çıkmak istedikçe oraya iade olunduklarını, onlar cehennemi uzak bir mekânda gördüklerinde cehennemin öfke ve kükremesini işittiklerini düşünmelidir. Böylece Kur'an'da açıklanan cehennemle ilgili her noktayı düşünmelidir.

Kişi ümit halini celp etmek istediğinde cennete, nimetlerine, ağaç ve nehirlerine, hûri ve vildanlarına, ebedî nimet ve daimî mülküne bakmalıdır!

İşte sevimli halleri celp etmeyi veya çirkin sıfatlardan uzaklaşmayı meyve veren ilimlerin elde edilmesinde kullanılan tefekkürün yolu böyledir.

Tefekkürün bütün noktalarını zikretmek isteyen için tefekkür ederek Kur'an okumaktan daha faydalı bir şey yoktur. Çünkü Kur'an bütün makam ve durumların toplayıcısıdır. Kur'an'ı her kul okumalı, hakkında düşünmeye muhtaç olduğu bir ayeti yüz defa olsa bile tekrar tekrar okumalıdır.

Bu bakımdan bir ayeti düşünerek okumak, düşünmeden okunan bir hatimden daha hayırlıdır. Bu bakımdan kişi bir ayette düşünmek için bütün bir gece dahi olsa duraklamalıdır; zira Kur'an'ın her kelimesi altında hesaba gelmeyecek kadar sırlar mevcuttur. Kişi ancak ince tefekkür ve dürüst muameleden sonra kalbin temizliği ile o sırlara muttali olabilir.

 Hz. Peygamberin haberlerini mütalaa etmek de böyledir. Çünkü Hz. Peygamber'e (sav) câmi (derleyici) kelimeler verilmiştir. Hz. Peygamber'in (sav) sözlerinden her biri hikmet denizlerinden bir parçadır. Eğer âlim kişi, hakkıyla o sözleri düşünürse, hayatı boyunca o sözler hakkındaki tefekkürünün sonu gelmez.

Ayet ve hadîslerin müfredatını şerh etmek oldukça uzun sürer. Ebu Hureyre’den (ra) rivayet edilen Hz. Peygamber'in (sav) şu sözüne dikkat et!

“Rûh'ul-Kuds kalbime şöyle ilham etti: 'Sevdiğini, sevebildiğin kadar sev! Muhakkak ondan ayrılacaksın! İstediğin kadar yaşa! Muhakkak öleceksin. Dilediğini yap! Muhakkak sen onunla cezalanacaksın!” (Hâkim, Müstedrek,  sayfa veya hadis no 5/463)

Muhakkak ki Hz. Peygamber'in (sav) bu hadîsi geçmiş ve geleceklerin hikmetlerini toplayan bir sözdür. Düşünenler için hayatı boyunca bu kelimeler kâfidir; zira düşünenler bunların mânâlarına vâkıf olup kalplerine hâkim olursa onların bütün hallerini kapsar. Bu tefekkür, onlar ile dünyaya iltifat etmenin arasına girer. İşte muamele ilimlerinde Allah katında sevimli midir veya sevimsiz midir diye kulun kendi sıfatları hakkında düşünmesinin yolu budur.

Kul ile rabbi arasındaki muamelede tefekkürün sahasını bildiğinde nefsinden ve Allah’tan (cc) uzaklaştıran sıfatlarından ve Allah'a yaklaştıran hallerinden gafil olmaması için bunu her sabah ve akşam kendine âdet edinmelidir.

Her müslüman için bir defterin olması uygundur ki o defterde helâk edici ve kurtarıcı sıfatların tamamını, günah ve taatlerin tümünü tesbit etsin! Her gün nefsini o sıfatlara arzetmelidir.

Helâk edicilerden on tanesine bakması kendisine kâfidir; zira bu on taneden sâlim kalırsa bunların haricindekilerden de sâlim kalır. Onlar da şunlardır: Cimrilik, kibir, ucub, riyâ, hased, çokça öfkelenmek, yemeğe karşı oburluk, cinsî münasebete karşı oburluk, mal sevgisi ve mertebe sevgisi!

Kurtarıcı sıfatlardan da on tanesi kâfi gelir. Onlar da şunlardır: Günahlardan pişman olmak, belaya karşı sabırlı olmak, kaza ve kadere razı olmak, nimetlere şükretmek, Allah’tan (cc) korkmak ile rahmetini ummayı eşit tutmak,  güzel ahlâk ve amellerde ihlâs sahibi olmak, dünya hakkında zâhidlik, Allah'a sevgi ve huşû göstermektir.

Kişi ne zaman çirkinliklerin birinden korunursa, defterinde onun üzerini çizmeli, onun hakkında düşünmeyi bırakmalı, ondan kurtardığından dolayı Allah'a (cc) şükretmeli ve bunun ancak Allah’ın(cc) tevfîk ve yardımı ile tamam olduğunu bilmelidir. Eğer Allah (cc) onu nefsine havale etseydi rezaletlerin en azını bile nefsinden silmeye gücü yetmezdi. Sonra geri kalan dokuz sıfata yönelmelidir. İşte böylece hepsinin üzerini çizinceye kadar devam etmelidir. Nefsinden, kurtarıcı sıfatlarla muttasıf olmayı talep etmeli, nefis, tevbe ve pişmanlık gibi kurtarıcı sıfatların biriyle muttasıf olduğunda onun üzerine çizgi çekip gerisiyle meşgul olmalıdır.

Salihlerden sayılan insanların çoğuna gelince! Onlar da şüphelileri yemek, gıybet, nemime, mücadele, nefsi övmek, düşmanların düşmanlığındaki ve dostların dostluğundaki ifrat, emr-i bi'l-maruf ve nehy-i an'il-münker'i terketmek hususunda halka yağcılık yapmak gibi zâhiri günahlarını defterlerine yazmalıdır. Çünkü nefsini salih kimselerden sayanların çoğu, azalarında bu günahlardan kurtulamazlar. Azalar günahlardan temizlenmeyince, kalbin imar ve temizlenmesiyle meşgul olmak mümkün değildir.

Bizim gibilerinin tefekkürü ise hesap gününe olan imanını takviye eden nedenler hakkında olmalıdır; zira eğer selefi sâlihîn bizi görseydiler 'Şu kişiler hesap gününe iman etmemişlerdir!' derlerdi.

Bu bakımdan bizim amellerimiz cennet ve cehenneme iman eden bir kimsenin amelleri değildir; zira bir şeyden korkan bir kimse ondan kaçar. Bir şeyi ümit eden bir kimse onu arar. Oysa biz ateşten kaçmanın, şüphelileri ve haramı terketmekle, günahlardan sakınmakla olacağını biliyoruz. Buna rağmen biz bu hususlara dalmış bulunuyoruz ve cennetin talebinin, nafile ibadetleri yapmak ile olduğunu da biliyoruz. Oysa biz farz ibadetler hakkında bile kusurluyuz. Bu bakımdan ilmin meyvesinden bizim elimize ancak dünyaya karşı olan hırs ve dünyaya dalmakta örnek olmak hâsıl oldu. 'Eğer dünyaya karşı hırs göstermek kötü olsaydı, âlimler bunu yapmaya daha lâyık idiler ve bizden daha fazla bundan sakınırlardı' diyorlar.

Keşke biz, avam tabakası gibi olsaydık! Öldüğümüzde bizimle beraber günahlarımız da ölmüş olsaydı. Eğer düşünürsek maruz kaldığımız fitne ne kadar büyüktür! Bu bakımdan bizi ıslah etmesini ve bizim vasıtamızla halkı ıslah etmesini, bizi öldürmeden önce tevbe etmeye muvaffak etmesini Allah’tan (cc) diliyoruz. Çünkü Allah (cc) bizim hâlimizi bilen Kerîm ve bize nimet verendir.

İKİNCİ KISIM

Allah'ın (cc) Celâli, Azameti ve Kibriyası Hakkında Tefekkür

Bu tefekkürde iki makam vardır:

Birinci Makam

Allah'ın (cc) zatı hakkındaki tefekkürdür.  Bu hayret, dehşet ve aklın ızdırabını doğurur. Bu bakımdan durum bu oldukça en doğrusu Allah'ın (cc) zatı ve sıfatları hakkındaki tefekküre dalmamaktır; zira akılların çoğu buna tahammül edemez.

İbn Abbas(ra) şöyle demiştir: Bir grup, Allah'ın (cc) zatı hakkında tefekkür'e daldılar. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav) şöyle dedi: “Allah'ın mahlukları hakkında düşünün. O'nun zatı hakkında düşünmeyiniz. Çünkü sizler Allah Teâlâ'yı gereği gibi takdir edemezsin.” (Ebu Nuaym el-İsfehanî, Tergîb ve Terhîb)

İkinci Makam

Allah'ın (cc) fiillerine, kaderine, sanatının acaipliklerine, yaratılış hakkındaki işinin garipliklerine bakmaktır. Çünkü bunlar Allah'ın celâline, kibriyasına, kudsiyet ve yüceliğine, ilim ve hikmetinin kemâline, meşiyet ve kudretinin nâfiz oluşuna delâlet eder. Bu bakımdan şahıs, Allah'ın (cc) sıfatlarına, o sıfatların eserlerinden bakmalıdır. O halde, O'nun sıfatlarına doğrudan doğruya bakmaya gücümüz yetmez. Tıpkı güneşin ışığında yere bakmaya gücümüz yetip, bu bakış sayesinde güneş ışığının ay ve diğer yıldızların ışığına nisbeten daha büyük olduğuna istidlal ettiğimiz gibi... Çünkü yere yansıyan ışık, güneş ışığının eserlerindendir. Eserlere bakmak, az da olsa müessire delâlet eder. Her ne kadar müessirin bizzat kendisine bakmanın yerine geçmese de!

Dünyadaki mevcudâtın hepsi, Allah'ın (cc) kudretinin eserlerinden bir eserdir. Zatının nûrlarından bir nûrdur. İşte bu, İbn Abbas’ın (ra) Hz. Peygamberden (sav) rivayet ettiği yukarıda da verilen şu hadîsi-i şerifin sırrıdır: “Allah'ın  (cc) mahlûku hakkında düşünün! O'nun zatı hakkında düşünmeyin!”

Allah'ın (cc) Mahlukâtı Hakkında Tefekkür

Varlıkta Allah’tan (cc) başka her ne varsa o Allah'ın (cc) fiili ve mahlûkudur.

Onları saymak mümkün değildir. Çünkü bunları yazmak için eğer deniz mürekkep olsa bile onların binde biri bitmeden deniz biter. Fakat biz başkasına misal gibi olsun diye bunun bir kısmına işaret edeceğiz.

Varlıkların bir kısmı vardır ki aslı bilinmediği için onun hakkında düşünmek imkânına sahip değilizdir. Varlıklardan niceleri vardır ki biz onları bilemeyiz. Nitekim Allah (cc) şöyle buyurmuştur:

“Allah şu anda bilemeyeceğiniz daha nice (nakil vasıtaları) yaratır.” (Nahl 8)

“Yerin bitirdiklerinden, insanların kendilerinden ve henüz mahiyetini bilmedikleri şeylerden bütün çiftleri yaratan Allah’ı tesbih ve takdis ederim.” (Yasin 36)

Aslı bilinen fakat tafsilatı bilinmeyen diğer bir kısım vardır. Bu ikinci kısım da gözümüzle idrâk ettiğimiz ve gözümüzle idrâk etmediğimiz kısımlara ayrılır:

Gözümüzle idrâk etmediğimiz şeyler melekler, cinler, şeytanlar, arş, kürsî ve benzerleridir. Bunlar hakkında tefekkür mecâli pek yoktur. Bu bakımdan zihinlere en yakın olan ve gözle idrak edilen şeylerdir. Onlar yedi kat gök, yer ve bu ikisinin arasında bulunanlardır. Bütün bunlar tefekkürün merkezidirler. Bu bakımdan göklerde ve yerde cemadât, bitkiler, hayvan, felek ve yıldızlardan bir zerre kendi başına kıpırdamaz. Ancak Allah'ın (cc) izniyle kıpırdayabilir. Onun kıpırdatılmasında sayısız hikmet vardır. Bütün bunlar Allah'ın (cc) vahdâniyetine şahid, O'nun celâl ve kibriyasına delâlet eden ayetlerdir. Kur'an-ı Hâkim, bu ayetlerle insanları düşünmeye teşvik etmiştir.

Allah (cc), Kur'an'ın başından sonuna kadar birçok ayette 'O'nun ayetlerindendir' tabirini kullanmıştır. Bu bakımdan biz bir kısım ayetlerin (alâmetlerin) hakkındaki tefekkürü zikredelim:

Allah'ın (cc)  ayetlerinden biri, meniden yaratılmış olan insandır. Allah (cc)  senin necis bir damla meniden yaratıldığını zikrederek şöyle buyurmuştur: “Andolsun biz insanı, çamurdan (süzülüp çıkarılmış) bir özden yarattık. Sonra onu sağlam bir karargâhta nutfe haline getirdik. Sonra nutfeyi alaka (aşılanmış yumurta) yaptık. Peşinden, alakayı, bir parçacık et haline soktuk; bu bir parçacık eti kemiklere (iskelete) çevirdik; bu kemikleri etle kapladık. Sonra onu başka bir yaratışla insan haline getirdik. Yapıp-yaratanların en güzeli olan Allah pek yücedir.” (Mü'minûn 12-14)

Doktor insan vücuduna sadece tedavi yolunu öğrenmek için bakar. Basiret sahipleri ise yaratanının ve suret vereninin celâl ve azametine istidlal etmek için bakar. Öyleyse iki bakış arasında derin bir fark vardır.

Sakın sanma ki göklerin bir zerresi dahi hikmetten ve birçok maharetlerden boş olarak yaratılmıştır. Aksine o, yaratılış bakımından daha kuvvetli, sanat yönünden daha ince, insan bedeninden daha fazla acaipleri derleyicidir. Hatta yeryüzündeki bütün şeyler göklerin acaipliklerine nisbet edilirse pek küçük kalır.

“Yaratılışça siz mi daha çetinsiniz, yoksa gök mü? Onu Allah bina etti. Tavanını yükseltti, onu bir düzene koydu. Gecesini kararttı, kuşluğunu çıkardı.” (Nâziat 27-29)

Şimdilik meni'nin tahliline dönelim! Önce onun halini, sonra vardığı durumu düşün ve düşün ki cinler ve insanlar bir araya gelip bir damla meniye kulak veya göz veya akıl veya kudret, ilim veya ruh vermeye veya o damlanın içindeki kemik veya damar veya asab veya deri veya tüy yaratmaya çalışsalar, acaba buna güçleri yeter mi? Hatta onun künhünü, hakîkatini, Allah’ın (cc) onu nasıl yarattığını çözmeye çalışsalar, bunu çözmekten bile aciz kalırlar! Bu bakımdan senin durumuna hayret etmemek mümkün değildir. Zira eğer ressamın insan suretine yaklaşacak derecede maharet gösterip yaptığı resme bakarsan, nakkaşın sanatına maharet ve el çabukluğuna, zekasına hayret edersin. Kalbinde onun kıymeti büyüdükçe büyür. Bununla beraber o suretin sadece mürekkep, kalem, el, duvar, kudret, ilim ve irade ile tamam olduğunu bilirsin. Oysa bunların hiçbiri nakkaşın fiili ve yarattığı değildir. Bunların her biri başkasının yarattığıdır. Nakkaşın yaptığı mürekkep ile duvarı özel bir tertip üzerinde bir araya getirmektir.

Allah'ın (cc)  lütûf ve keremine, sonra kudret ve hikmetine dikkatle bak ki rabbanî huzurun acaiplikleri seni hayrete ve dehşete düşürsün! O kimsenin durumuna hayret etmek gerekir ki güzel bir hattı (yazıyı) veya güzel bir nakışı bir duvar üzerinde gördüğünde, onu güzel kabul eder. Bütün himmetini nakkaş (nakışçı) ve hattat hakkında düşünmeye sarf eder: 'Acaba bunu nasıl nakşetmiş, nasıl yazmış, nasıl güç yetirmiş' diye düşünür. Durmadan nefsinde onu büyütür ve 'O ne kadar da zeki imiş! Sanatı ne kadar da mükemmel, kudreti ne kadar da güzel imiş' der. Sonra nefsinde ve nefsinin dışında olan acaipliklere bakar da yaratanın azametini takdir etmekten gafil kalır! Rabbinin azameti onu dehşete, celâl ve hikmeti onu hayrete düşürmez!

Oysa, bedenin acaipliklerini tamamen saymak mümkün değildir. Bu bakımdan beden, tefekkür için en basit sahadır. Yaratanın azametine en bariz şahittir. Oysa sen bundan gafil, miden ve tenasül uzvunla meşgulsün. Nefsinden ancak acıkıp yemeyi, doyup uyumayı, iştahın çekip cinsî münasebette bulunmayı, öfkelenip öldürmeyi biliyorsun. Oysa hayvanların hepsi bu işlerde seninle ortaktır. İnsanı hayvanlardan ayıran özelliği, ancak göklerin ve yerin melekûtuna bakmak, kainatın ve nefislerin acayipliklerini mütalaa etmek suretiyle elde edilen ilâhî marifettir; zira bu marifetle kul mukarreb meleklerin zümresine (cemaatine) dahil olur. Peygamberler ve Sıddıkların cemaatinde Allah'ın (cc) huzuruna yakın olduğu halde haşr olunur. Bu derece, hayvanlar ve hayvanlar gibi şehvetlerine uyan insan için söz konusu değildir; zira bu insan hayvanlardan çok daha şerirdir. Çünkü hayvanın buna gücü yetmez. İnsana gelince, Allah (cc)  ona bu gücü vermiştir. Sonra o gücünü çalışmaz hale getirip o hususta Allah'ın nimetini inkâr etmiştir. Bu bakımdan o nankörler hayvanlar gibidir. Hatta hayvanlardan daha fazla şaşkındır.

Nefsin hakkında düşünme yolunu öğrendiğinde; yer hakkında, sonra ırmak, deniz, dağ ve madenler hakkında düşün! Sonra oradan göklerin melekûtuna yüksel!

Yere gelince, Allah'ın (cc)  ayetlerinden biri de yeri yaygı ve beşik olarak yaratması, orada geniş yollar ve geçitler yapması, üzerinde yürümek için onu yumuşak bir vaziyette ve dağlarda yeri sallantıdan koruyucu kazıklar olarak, insanların her tarafına ulaşamayacakları şekilde etrafını geniş yaratmasıdır. Ömürleri uzun olsa ve devamlı seyahat etseler bile yine de her tarafına ulaşamazlar.

“O size yeri boyun eğer kıldı. Haydi, onun omuzlarında (dağlarında, tepelerinde) yürüyün ve Allah’ın rızkından yiyin. Dönüş ancak O’nadır.” (Mülk 15)

 

“O (Rabb) ki yeri sizin için bir döşek, göğü de bir bina yaptı. Gökten su indirdi, onunla size rızık olarak çeşitli ürünler çıkardı. Öyleyse siz de, bile bile, Allah’a eşler koşmayın.” (Bakara 22)

Yer ölüyken ona dikkatle bak! Onun üzerine su indirildiğinde canlanır, gelişir ve yeşerir. Acayip bitkiler bitirir. Çeşitli hayvanlar ondan çıkar. Sonra yerin etraflarını kocaman dağlarla nasıl sağlamlaştırdığına dikkat et! Suları dağların altında nasıl depo etti? Pınarları fışkırtıp yeryüzünde ırmakları nasıl akıttı? Kupkuru taştan ve bulanık topraktan ince, tatlı ve tertemiz suyu nasıl çıkardı? O su ile her şeyi nasıl meydana getirdi? Onunla ağaç ve bitkilerin çeşitlerini sayılmayacak kadar çok meyveleri nasıl çıkardı? Bu meyvelerin hepsi değişik şekilli, değişik renkli, değişik tad, sıfat ve kokuludurlar. Bazıları yemek hususunda diğerinden üstündür. Oysa hepsi bir su ile sulanmakta, bir yerden çıkmaktadır.

Canlı cansız hiçbir şey yoktur ki şu saymış olduğumuz hikmetlerden onda bir veya birkaç tane bulunmasın. Bu bakımdan Allah (cc) hiçbir şeyi boşuna yaratmamış ve her yarattığını ciddi olarak yaratmıştır. Her şeyi gerektiği gibi hak olarak gereken vecih üzerine, celâline, kerem ve lütfuna uygun düştüğü şekilde yaratmıştır.

“Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları, oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık. Onları sadece gerçek bir sebeple yarattık. Fakat onların çoğu bilmiyorlar” (Duhan 38-39)

Sonra gemilerin acayipliklerine dikkat et! Allah onları su üzerinde nasıl tutmuş, insanlara gemilerle yolculuğa nasıl müyesser kılmıştır? Yüklerini başka yerlere götürmek için gemileri onlara nasıl müsahhar kılmış, sonra gemileri yürütmek için rüzgârları nasıl salıvermiş, sonra gemicilere rüzgârların esinti istikametlerini, vakitlerini ve varacakları noktaları nasıl bildirmiştir? Kısacası; Allah’ın (cc) denizdeki sanatının acayiplikleri birkaç cilt kitaba sığmaz.

Bütün bundan daha acayip olan şey, su damlasının keyfiyetidir. Su, ince, lâtif, akıcı, ıslatıcı ve parçaları birbirine bitişik bir cisimdir. Sanki bir şeydir. Terkibi ince, sanki bitişik değilmiş gibi parçalanmayı gayet süratle kabul eder. Tasarrufa müsahhar kılınmış, ayrılma ve bitişmeye kabiliyetlidir. Yeryüzünde bulunan hayvan, bitki ve her şeyin hayatı ona bağlıdır. Eğer kul, su içmeye muhtaç olur da ondan menedilirse, eğer yeryüzünün bütün hazineleri malı olsa, suyu elde etmek için, tereddütsüz feda eder. Sonra insan suyu içtiğinde dışarı çıkarmaktan menedilirse yine yeryüzünün bütün hazinelerini ve bütün dünya mülkünü sarf etmekte tereddüt etmez. Âdemoğluna hayret etmek gerek! Nasıl dinar, dirhem ve cevherleri gözünde büyütür de Allah’ın (cc) bir yudum sudaki nimetinden gafil kalır! Oysa o bir yudum suyun içilmesine veya dışarı atılmasına muhtaç olduğunda bütün dünyayı o yolda verir! Sular; nehirler, kuyular ve denizlerin acayiplikleri hakkında derin derin düşün! Bu hususlarda tefekkür için geniş bir alan ve imkân vardır.

Bütün bunlar belirgin deliller ve birbirini takviye eden burhanlar, hâl diliyle konuşup kendilerini yoktan var edenin celâlini izah eden, kendileri hakkındaki kemâl-i hikmetini belirten hüccetlerdir. Bu hüccetler basiret sahiplerini nağmeleriyle çağırarak her akıl sahibine şöyle haykırmaktadır: 'Beni görmez misin? Suretimi, terkibimi, sıfatımı, faydalarımı, hallerimin değişikliğini, faydalarımın çokluğunu görmez misin? Benim kendiliğimden böyle olduğumu veya cinsimden olan birinin beni yarattığını mı zannediyorsun? Üç harften yazılı bir kelimeye bakıp bu kelimenin âlim, kudretli, iradeli ve konuşkan bir insanın sanatı olduğuna inanmaktan utanmıyor musun?' Sonra yeryüzünün sahifeleri üzerinde ilâhî hatların yazılmış acayipliklerine bakar ki bu acayiplikler, zatı ve hareketi gözlerle görülmeyen ve yazı yeriyle birleşmesi bulunmayan ilâhî kalemle yazılmıştır. Kalp o hatların yaratıcısının celâlinden ayrılır.

Oysa nutfenin içinde ve dışında nakşeden birini göremezsin. Rahme gireni veya rahimden çıkanı müşahede etmezsin! Bundan ne annenin, ne babanın, ne meni damlasının ve ne de anne rahminin haberi vardır. Acaba bu nakkaş, kalem ile hayret verici bir sureti çizen ressamdan daha hayret verici değil midir?! Eğer bu acaipliklere hayret etmiyorsan ve bu sureti veren, bu nakışın nakkaşı ve bu takdirin sahibi olan zatın nakış ve sanatına hiçbir nakış ve sanatın müsavi olmadığı gibi kendisinin de benzeri olmadığını, hiçbir nakkaş ve suret vericinin ona eşit ve müsavi bulunmadığını, iki fail arasındaki fark ve uzaklığın, iki fiilin arasındaki uzaklık oranında olduğunu anlayıp hayret etmiyorsan, hiç olmazsa hayret etmediğine hayret et! Çünkü buna rağmen hayret etmeyişin, her hayret verici şeyden daha hayret vericidir; zira bu açıklığa rağmen basiretini körelten, bu izaha rağmen seni bunları ayırmaktan menedenin durumuna hayret etmen gerekir. Bu bakımdan hidayet eden ve saptıran, delâlete ve inkâra götüren, şakî ve saîd yapan, dostlarının basiretlerini açıp âlemin bütün zerre ve parçalarında kendisini müşahede etmeye muvaffak kılan, düşmanlarının kalplerini köreltip izzet ve yüceliği ile onlardan cemâlini perdeleyen Allah (cc) ortaktan münezzehtir. Yaratmak, emir, minnet etmek, lütûfta bulunmak, kahretmek O'na mahsustur. O'nun hükmünü geriye çeviren olmadığı gibi, kaza ve kaderini geciktiren de yoktur.

Bütün bunlar Kâdir ve Cebbâr olan Allah'ın (cc)  fazlı, Kâhir ve Yaratan'ın kahrıdır. Yaratılmışlardan hiçbirinin burada dahli yoktur. Aksine O'nun mahlûkuna O'nun celâl ve azameti altında baş eğip zillet göstermekten başka bir şey düşmez. İnkârcı körler ise bunun keyfiyetini bilmemekten ve sebep ile illetini zikretmekten dolayı zanlarının oklarını atmaktan başka bir şey yapamazlar. Cahil, bu bilginin sadece kendisine ait olduğunu zanneder ve bu bilgiyle sevinir. Oysa eğer kendisine 'Tabiatın mânâsı nedir? Tabiatı yaratan kimdir? Suyun tabiatını ağır olarak yaratan kimdir? Ağacın diplerine dökülen suyu ağır olmasına rağmen inceltip oradan en üst dallara çıkartan kimdir? Su nasıl önce alta sızdı, sonra damarların boşluklarından, yavaş yavaş, üste yükseldi?' diye sorsak ne diyecek?

O'nun (büyük kudretinin) ayetlerinden biri de göklerin, yerin ve göklerde bulunan yıldızların melekûtudur. İzzet ve Ceberrût'un acayipliklerini görmen için melekûta dikkatle bak! Zannetme ki melekûta bakışının mânâsı gözünü oraya uzatman ve dolayısıyla göğün maviliğini, yıldızların ışık ve ayrılığını görmendir. Çünkü hayvanlar da bu bakışta seninle ortaktır. Eğer böyle bir bakış kastedilseydi Allah (cc) şu sözü ile Hz. İbrahim'i(as) övmezdi: “Böylece biz, kesin iman edenlerden olması için İbrahim’e göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk.” (En'âm 75)

Kur'an, göz ile idrâk edilen şeyleri Mülk ve Şehadet tâbiriyle ifade ediyor. Gözün görmediği şeyleri ise Gayb ve Melekût'la ifade ediyor. Allah (cc)  gayb ve şehadetin âlimidir. Mülk ve melekûtun cebbârıdır. Hiç kimse O'nun ilminden, dileğinden başka bir şeyi ihâta edemez. O, gaybın âlimidir. Razı olduğu peygamberden başka hiç kimseyi gaybına muttali kılmaz. (Bunlar Kur'an'ın hükümleridir).

Ey akıllı insan! Tefekkürünü melekûtta gezdir. Böylece göklerin kapısının senin için açılması ümit edilir.

Eğer bunu yapmazsan melekût ve mülkün sahibinin celâline bakmaktan alınan zevkten gafil olursun. O halde senin ve aklının misâli, padişaha ait bir köşkte kendi küçücük evinde yaşayan karıncanın misâli gibidir ki karınca padişahın, yüksek duvarlı, temelleri kuvvetli, ve güzel eşyalarla donatılmış köşkünün birinde yapmış olduğu hücresinden çıkar. Yuvasından çıkıp arkadaşına rastladığında eğer konuşmaya gücü yetiyorsa yuvasından, gıdasından ve gıdasını nasıl depo ettiğinden başka bir şeyden konuşmaz. İçinde bulunduğu köşkün ve o köşkte bulunan padişahın haline gelince, o karınca bundan uzak ve bu hususta düşünmekten pek ırak bulunur. Zaten karınca nefsine, gıdasına ve yuvasına bakmayı bırakıp başka şeyleri düşünmeye güç yetiremez. Nasıl ki karınca, içinde bulunduğu köşkten, o köşkün taban ve tavanından, duvarlarından ve odalarından gafil ise, o köşkte duranlardan da gafildir. Öyleyse sen de Allah'ın (cc) beytinden, göklerin sakinleri olan meleklerinden gafilsin. Senin göklerden bildiğin, ancak karıncanın evinin tavanından bildiği kadardır. Gök meleklerinden, ancak karıncanın senden ve evinin sakinlerinden bildiğini bilmektesin! Evet! Karıncanın seni, köşkünü ve o köşkteki sanatkârın sanatındaki garâibi bilme imkânı yoktur. Sen ise melekût âleminde tefekküren cevelân etmeye ve acayibini bilmeye güç yetirir ve halkın gafil kaldığı noktalara dalabilirsin. Bu bakımdan biz bu tarz incelemeden konuşma dizginini çekelim. Çünkü bu, sonu gelmez bir meydandır. Eğer biz, uzun ömürler boyunca, bunu saymaya devam etsek, Allah’ın (cc) bir lütuf olarak bize vermiş olduklarının izahına gücümüz yetmez.

Bizim bütün bildiğimiz, âlimler ile velilerin bildiğine nispeten az ve kıymetsizdir. Onların da bildikleri peygamberlerin (sav) bildiğine nispeten az ve kıymetsizdir. Peygamberlerin de bildiğinin tamamı Hz. Peygamber'in (sav) bildiğine nispeten azdır. Sonra meleklerin, cinlerin ve insanların bütün ilimleri, Allah'ın (cc) ilmine izafe edildiğinde ona ilim adını vermeye bile müstahak değildir. Hatta ona dehşet, hayret, kusur ve acizlik demek daha uygun olur. Bu bakımdan kullarına bildiklerini öğreten Allah (cc), sonra hepsine hitap ederek şöyle buyurmuştur: “Size ancak az bir bilgi verilmiştir.” ( İsrâ 85)

“O’nun bildirdiklerinin dışında insanlar O’nun ilminden hiçbir şeyi tam olarak bilemezler.”(Bakara 255)

İşte bunlar, Allah'ın (cc) mahlûku hakkında düşünenlerin tefekkürünün cereyan ettiği cümlelerin düğümlerinin mânâsıdır. Bunların içinde Allah'ın (cc) zatı hakkında tefekkür yoktur. Fakat şüphesiz ki mahlûk hakkındaki tefekkürden yaratıcının marifeti, azameti, celâl ve kudreti öğretilir. Allah'ın (cc) sanatının acaipliğinin marifetini ne kadar fazla elde edersen, O'nun celâl ve azameti hakkındaki marifetin daha fazla tamamlanır. İşte böylece Allah'ın (cc) mahlûku, tasnif ve telifi hakkında düşün! Varlıkta her ne var ise, hepsi Allah'ın (cc) mahlûkundan ve tasnifindendir. Bunlar hakkında düşünmenin sonu gelmez. Ancak her kul için bunlardan rızık olunduğu kadarı vardır.

10. SONUÇ

-Zikir ve tefekkür; bir müminin hayatında daima yer alması gereken, kulluk bilincinin her daim diri kalmasına ve kuvvet bulmasına yardımcı olan, kulun Rabbiyle olan bağını arttıran, iki cihanda kurtuluşuna ve saadetine vesile olan önemli salih amellerdendir. Bu nedenle Resûlullah (sav): “Rabbini zikredenle etmeyenin farkı, diriyle ölünün farkı gibidir.” buyurarak zikrin müminin kalbine hayat veren yönüne dikkat çekmiştir.

- Faydalı ve tesirli olan zikir, ancak huzur-u kalple ve daimî olarak yapılan zikirdir. Zaten amelî ibadetlerin semeresi ve gayesi böyle bir zikirdir. Diğer bir ifadeyle zikir bütün ibadetlerin özünü teşkil eder. Gafil bir kalple yapılan zikir ise, sadece lisan ile yapıldığı için pek büyük menfaatler sağlamaz.

- Zikir için namaz ve oruç gibi muayyen bir zamanın hasredilmemiş olması, böylesine büyük bir öneme ve fazilete sahip bir amelin günlük hayatımızda ihmaline neden olmamalı, her gün az da olsa zikir için zaman ayrılmalıdır.

- Peygamber efendimiz (sav) bir hadisi şeriflerinde şöyle demektedir: “Allah'ın mahlûkları hakkında düşünün. O'nun zatı hakkında düşünmeyiniz. Çünkü sizler Allah Teâlâ'yı gereği gibi takdir edemezsin.” Bu nedenle Allah'ın (cc) zatı ve sıfatları hakkındaki tefekküre dalmak doğru değildir, zira akılların çoğu buna tahammül edemez ve muktedir olamaz. Allah'ın (cc) sıfatlarına, o sıfatların eserlerinden bakmalıdır. O'nun sıfatlarına doğrudan doğruya bakmaya gücümüz yetmez. Tıpkı güneşin ışığında yere bakmaya gücümüz yetip, bu bakış sayesinde güneş ışığının ay ve diğer yıldızların ışığına nisbeten daha büyük olduğuna istidlal ettiğimiz gibi... Çünkü yere yansıyan ışık, güneş ışığının eserlerindendir. Eserlere bakmak, az da olsa müessire delâlet eder. Her ne kadar müessirin bizzat kendisine bakmanın yerine geçmese de!

- Mahlûk hakkındaki tefekkürden yaratıcının marifeti, azameti, celâl ve kudreti öğretilir. Allah'ın (cc) sanatının acaipliğinin bilgisini ne kadar fazla elde edersen, O'nun celâl ve azameti hakkındaki marifetin daha fazla tamamlanır.

-Tefekkür, mümine sevap ve günahlarını gösteren bir aynadır. Bu nedenle mümin kendisini bu iki sonuçtan birine götüren kurtarıcı ve helak edici sıfatlarını sürekli olarak tefekkür süzgecinden geçirmelidir.

- Tefekkürün bütün noktalarını zikretmek isteyen için tefekkür ederek Kur'an okumaktan daha faydalı bir şey yoktur. Çünkü Kur'an bütün makam ve durumların toplayıcısıdır.

11.ÖDEV

-Günlük meşgalelerden uzaklaşıp odaklanabileceğiniz bir zaman ve mekanda aşağıdaki zikirlere zaman ayırınız:

- “Lâ ilâhe illallâh” 10 defa.

-“Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh. (Kuvvet ve kudret, ancak Allah’ın yardımı iledir.)” 10 defa.

-“Lâ ilâhe illallâhu vahdehû lâ şerîke leh, lehü’l-mülkü ve lehü’l-hamdü ve hüve alâ külli şey’in kadîr (Allah’tan (cc) başka ilah yoktur, sadece tek bir Allah vardır. O’nun ortağı yoktur. Mülk O’nundur. Hamd O’na mahsustur. O her şeye kadirdir.)” 10 defa.

- “Sübhânallâhi ve bihamdihî Sübhânallâhil azim”10 defa.

- “Sübhânallâhi velhamdü lillâhi velâ ilâhe illallâhu vallâhu ekber. (Allah’ı noksan sıfatlardan tenzih ederim, O’na hamd ederim, Allah’tan (cc) başka hiçbir ilah yoktur ve Allah en büyüktür.) 10 defa.

-Namazlarından sonra tesbihatı ihmal etmeyiniz.

-Her sabah mümkünse sesin ve de kimsenin olmadığı bir mekânda Allah’ın (cc) azametini, kudretini, fillerini, yeryüzündeki ayetlerini bunlardan birini veya birkaçını tamamen ona odaklanarak en az beş dakika tefekkür ediniz.

- Her akşam mümkünse sesin ve de kimsenin olmadığı bir mekânda Allah’ın (cc) azametini, kudretini ve celalini düşünerek işlediğiniz amellerinizi en az beş dakika tefekkür ediniz.

12. VİDEO

Allahü Ekber -Senai Demirci ustadan müthiş bir yorum-

https://www.youtube.com/watch?v=JXGyNWmqsAI

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Dersler