22. KUR’AN ÂDÂBI

 

22. KUR’AN ÂDÂBI

1. GİRİŞ

 “Ey insanlar! Şüphesiz size Rabbinizden kesin bir delil geldi ve size apaçık bir nur indirdik. Allah'a iman edip O’na sımsıkı sarılanlara gelince, Allah onları kendinden bir rahmet ve lütuf (deryası) içine daldıracak ve onları kendine doğru (giden) bir yola götürecektir.” (Nisâ 174-175)

Kur’an-ı Kerim biz Müslümanlar için hayat kitabıdır. İslam bilgi kaynaklarında en üst seviyede yer alan Kur’an bu yönüyle hayatın gidişatına en çok etki etmesi gereken veya eden kaynaktır. Asrı saadet ve sonrasında yaşanan bin beş yüz yıla yakın zaman içinde Müslümanlar eliyle ortaya çıkan ne kadar toplumsal, bireysel, ilmi, sanatsal, edebi, fikri, mimari, idari, siyasi, hukuki, sosyal, ailevi ve tarihi iyi şey varsa bunlar Kur’an kaynaklı iyiliklerdir. Müslümanlar Kur’an’la kurdukları sağlıklı bağ sayesinde istikamet sahibi olmuşlar, Kur’an’dan uzaklaştıkları ölçüde de hak yoldan sapmışlardır.

Dünya ve ahiret saadetimizin kaynağı Kur’an’dan en iyi şekilde istifade etmemize yardımcı olacak maddi ve manevi adabları bu konu içinde ele alacağız.

2. KAVRAM TAHLİLİ

Kur’ân kelimesinin türediği kök konusunda farklı görüşler vardır. Râgıb el-İsfahânî, İbn Atıyye el-Endelüsî gibi birçok âlim ise kelimenin “okumak” (kıraat, tilâvet) mânasına gelen “kara’e” fiilinden isim olduğunu söyler. İslâm vahyinin “ikra’” (oku) buyruğu ile başlaması, Kur’an’da “kara’e” kökünün “okuma” anlamında on yedi yerde kullanılması ve Kur’an’ın çok okunması tavsiye edilen bir kitap olması gibi sebepler dikkate alındığında Kur’ân isminin “okumak” anlamına gelen “kara’e” fiilinden türediğini kabul etmek daha doğru görünmektedir.

Kur’an’ın terim anlamıyla ilgili olarak çeşitli tanımlamalar yapılmış, bunlar büyük ölçüde bir araya getirilerek şöyle bir tarife ulaşılmıştır: “Kur’an, Allah tarafından Cebrâil vasıtasıyla mahiyeti bilinmeyen bir şekilde son peygamber Hz. Muhammed’e indirilen, mushaflarda yazılan, tevâtürle nakledilen, okunmasıyla ibadet edilen, Fâtiha sûresiyle başlayıp Nâs sûresiyle biten, başkalarının benzerini getirmekten âciz kaldığı Arapça mûciz bir kelâmdır.” Bu tarife göre Hz. Peygamber’e indirilmeyen kitap ve sayfalara, Kur’an’ın tercümesine veya Kur’an’ın mânalarının Arapça olarak başka kelimelerle ifade edilmiş şekline, Hz. Osman’ın mushaflarının hattına uymayan kıraatlere ve kutsî hadislere Kur’an denilemez (Şevkânî, s. 62).

Mâverdî, Kur’ân-ı Kerîm’de Allah’ın kendi kitabını “el-kur’ân, el-furkān, el-kitâb, ez-zikir” isimleriyle adlandırdığını söyler. Muhammed Tâhir b. Âşûr’a göre ise Kur’an’ın en meşhur isimleri şunlardır: Kur’ân, tenzîl, kitâb, furkān, zikr, vahy, kelâmullah. (https://islamansiklopedisi.org.tr/kuran)

3. KUR’ÂN’DA KUR’ÂN’LA İLGİLİ AYETLER

Allah tarafından indirilmiştir

“Bu Kitap izzet ve hikmet sahibi Allah katından indirilmiştir.” (Zümer 1)

Cebrail vasıtasıyla vahyolunmuştur

 “De ki: Onu, Mukaddes Rûh (Cebrail), iman edenlere sebat vermek, müslümanları doğru yola iletmek ve onlara müjde vermek için, Rabbin katından hak olarak indirdi.” (Nahl 102)

Arapça olarak indirilmiştir

“(Bu,) bilen bir kavim için, âyetleri Arapça okunarak açıklanmış bir kitaptır.”  (Fussilet 3)

 İnsanlara bir öğüt ve uyarıdır

“İşte bu (Kur'an), kendisiyle uyarılsınlar, Allah'ın ancak bir tek ilah olduğunu bilsinler ve akıl sahipleri iyice düşünüp öğüt alsınlar diye insanlara (gönderilmiş) bir bildiridir.” (İbrahim 52)

“Biz, Kur'an'ı sana, güçlük çekesin diye değil, ancak Allah'tan korkanlara bir öğüt olsun diye indirdik.” (Taha 2-3)

Benzeri kesin olarak yazılamaz

“De ki: Andolsun, bu Kur'an'ın bir benzerini ortaya koymak üzere insü cin bir araya gelseler, birbirlerine destek de olsalar, onun benzerini ortaya getiremezler.” (İsra 88)

Allah'ın koruması altındadır

“Kur'an'ı kesinlikle biz indirdik; elbette onu yine biz koruyacağız.” (Hicr 9)

Açık ve anlaşılırdır

“(Resûlüm!) Biz Kur'an'ı, sadece, onunla Allah'tan sakınanları müjdeleyesin ve şiddetle karşı çıkan bir topluluğu uyarasın diye senin dilinle (indirilip okutarak) kolaylaştırdık.” (Meryem 97)

Allah'ın nurudur

“Ey insanlar! Şüphesiz size Rabbinizden kesin bir delil geldi ve size apaçık bir nur indirdik.” (Nisa 174)

İman edenler için şifa, hidayet ve rahmettir

“Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, gönüllerdekine bir şifa, müminler için bir hidayet ve rahmet gelmiştir.” (Yunus 57)

Sözlerin en güzelidir

“Allah sözün en güzelini, birbiriyle uyumlu ve bıkılmadan tekrar tekrar okunan bir kitap olarak indirdi. Rablerinden korkanların, bu Kitab'ın etkisinden tüyleri ürperir, derken hem bedenleri ve hem de gönülleri Allah'ın zikrine ısınıp yumuşar. İşte bu Kitap, Allah'ın, dilediğini kendisiyle doğru yola ilettiği hidayet rehberidir. Allah kimi de saptırırsa artık ona yol gösteren olmaz.” (Zümer 23)

4. KUR’ÂN’LA İLGİLİ HADİSLER

Ebu Umame (ra)’den şöyle rivayet edilmiştir: “Kur’an okuyunuz. Çünkü o kıyamet günü, okuyanlarına şefaatçi olarak gelir”. (Müslim, Kitabu’s-Salat, 804)

Osman b. Affan (ra)’dan rivayet edilmiştir: “En hayırlınız Kur’an’ı öğrenen ve öğretendir”. (Buhari, Kitabu Fezaili’l-Kur’an; Ebu Davud 1452 ve Tirmizi 2909)

Ebu Hureyre (ra)’den şöyle rivayet edilmiştir: “Bir topluluk Allah’ın mescidlerinden birinde Allah’ın Kitabını tilavet edip aralarında ders yapmak / ders almak üzere toplanırsa, onlara sekinet iner, Rahmet onları kaplar. Melekler onları kuşatır. Allah (cc) o kimseleri katında bulunanlara zikreder”. (Müslim, Kitab’uz-Zikir ve’d-Dua 2699)

Cabir (ra) ‘dan Rasulullah (sav)’ın şöyle yaptığı rivayet edilmiştir: “Uhud şehitlerini ikişer ikişer defnetmişti. Defnederken Resul-i Ekrem, ‘Hangisi daha fazla Kur’an’dan ezber biliyor?’ diye sorar, fazla bileni lahde kıble tarafına geçirirdi”. (Buhari, Kitabu’l Cenaiz, Kitabu’l Megazi; Ebu Davud; Tirmizi; Nesei ve İbn Mace)

Ebu Malik el-Haris b. Asım el-Eşari (ra)’den şöyle rivayet edilmiştir:  “Kur’an, senin lehinde veya aleyhinde açık bir delildir” (Müslim, Kitabu’t-Tahare, 223; Ahmed b. Hanbel; Tirmizi 35128 ve İbn Mace)

Abdullah b. Mes’ud (ra)’dan rivayet edildiğine göre Nebi (sav) şöyle buyurdu: “Muhakkak ki bu Kur’an, Allah Teala’nın ziyafetidir, o halde gücünüz yettiğince O’nun ikramını kabul ediniz. Muhakkak ki bu Kur’an, Allah Teala’nın sapasağlam ipi, apaçık nur, (maddi manevi her türlü hastalığa) şifadır. O’na tutunan için bir korunma, O’na tabi olan için bir kurtuluştur. (O haktan başka bir yola) meyletmez ki ayıplansın, eğrilmez ki doğrultulsun. O’nun hikmetleri tükenmez, çok tekrar edilmekle de eksilmez. Kur’an’ı okuyunuz! Zira Allah Teala, okuduğunuz her bir harfe karşılık size on sevap verir. Hakikaten ben, “Elif-Lam-Mim” bir harftir demiyorum. Lakin Elif bir harftir, Lam bir harftir, Mim de bir harftir.” (Müstedrek, Fedailu’l Kur’an, 1/555; Heysemi, Mecmeu’z-Zevaid, 11600; Taberani 8646)

5. KUR’ÂN’A ÂDÂBIYLA EĞİLMEK

Âdâb, ‘edebler’ demektir. Yada âdâb herkesin ortak olarak sahiplenebileceği güzellikte bir hayâ bütünü anlamına gelir. Zahiriyle bâtınıyla (görüneni ve görünmeyeniyle), evveliyle âhiriyle (öncesi ve sonrasıyla) bizlerdeki bir takım tutum ve davranışları kendine göre ayarlayacak ve düzenleyecek nitelikte bir ahlâk anlayışıdır âdâb.

Bunu Kur’ân için uygulamamızı, Kur’ân’a âdâbıyla eğilmemizi zorunlu kılan en büyük etken, Müslümanların, O’nun başka hiçbir kitaba benzer ve eş tutulmayan bir yanının olduğunu çok iyi bilmesinden kaynaklanıyor. Hepimizce mâlumdur ki; Kur’ân’ı bir şiir kitabı, bir hikâye yahut roman kitabı gibi ele almadığımız gibi büyük bir filozofun sözüne veya bilgin bir zâtın vaazına denk tutmaya da kalkışamayız. Dolayısıyla Rabbimizden bize yol gösterici olarak inen Kur’ân’ı farklı bir konuma oturtmak ve O’na diğerlerine göstermediğimiz bir hassaslıkla ve titizlikte yanaşmamız gerekmektedir.

Hem bizler bu edepler neticesindedir ki; bir müsteşrikin (özelde İslâm olmak üzere doğu dinleriyle mesleği gereği uğraşan batılı araştırmacıların) Kur’ân’ı okuyup incelemesinden, bir akademisyenin dünyevî kaygılarla dolu entelektüel düzeydeki anlama çabalarından, bel’amların (din ve vahiy bilgisi olan ancak dünyevî menfaatler uğruna onu satan hâkim görünüşlü münafıkların) çıkar üzerine kurulu süslü ve şaşaalı ilgilerinden çok çok öte, sırf temiz bir niyetle Kur’ân’ı ele almamız, onu öğrenmemiz, nihâyet onunla yol bulmamız gerekmektedir.

“Biz, Kur'an'dan öyle bir şey indiriyoruz ki o, müminler için şifa ve rahmettir; zalimlerin ise yalnızca ziyanını artırır.” (İsrâ 82)

“Herhangi bir sûre indirildiği zaman onlardan bir kısmı der ki: «Bu sizin hanginizin imanını artırdı?» İman edenlere gelince (bu sûre) onların imanlarını artırır ve onlar sevinirler. Kalplerinde hastalık olanlara gelince, onların da inkârlarını büsbütün artırır ve onlar artık kâfir olarak ölürler.” (Tevbe 124-125)

A. KUR’ÂN’A BAŞLARKEN

a. Tafdil ve Tercih: Kur’ân’ı diğer tüm sözlü ve yazılı kayıtlardan efdal (üstün ve faydalı) tutmak ve günlük hayatın bütün işleri ve koşuşturması içerisinde öncelikli bilmektir. Diğer bir ifadeyle; Kur’ân için düzenli bir vakit ayırmamız gerekmektedir. O’nun kıymetini en başta idrak etmek ve ortaya koymak gerekiyor.

Her birimiz edebiyata, tarihe, felsefeye veya diğer bilim ve sanat dallarına ilgi duyabiliriz. Hatta gereksiz konuşmalar, gülmeler, eğlenmeler de doldurmuş olabilir hayatımızı. Belki bütün bunlar hoşumuza gider de, meşguliyetimiz onlara yönelir. Sinema, tiyatro, müzik, internet, sosyal medya vs. hayatımızdan ciddî zaman çalar. Ancak onların hiçbiri, elimizde tuttuğumuz şu başucu -hatta baş tâcı- kelâmın zamanla yerine geçebilecek, ona göstereceğimiz ilgiye, duyarlılığa erişecek bir konumda olamaz; olmamalıdır da!

Rasûl-ü Ekrem (sav) Allah’ın (cc) şöyle buyurduğunu söylüyor bizlere: “Her kim Kur’ân meşguliyetiyle Benden istemekten geri kalırsa, Ben ona, (Kur’ân okumayıp) isteyenlere verdiğimden fazlasını veririm.” (Tirmizî, Sevabu’l-Kur’ân, 25) Hem Kur’ân, kendi âyetleri içersinde istemeye ve isteneceklere dair her şeyi barındırıyor: Zikir, dua, tevbe, istiğfar, yakarış, havf ve recâ (korku ve ümit) gibi.

Bu yöneliş sayesinde Kur’ân, senden ilgi görecek, onu hem dünyevî ihtiraslara, hem nefsin heva ve hevesine (şahsî hırs ve isteklerine), hem de şeytanın kışkırttığı bütün oyalayıcı şeylere rağmen önceleyeceksin, dahası onu amellerin en önde gelenleri safına geçireceksin.

Örneğin; bir akşam vakti televizyon  veya internetle boşa zaman harcamak yerine odana kapanıp Kur’ân’ı tercih edecek yahut içinde boğulup gittiğin o kitapların arasından bir ara kendini koparıp huzur ve sükûn bulmak için Kur’ân’a yöneleceksin. Belki herkes dış dünyada eğlenirken sen Kur’ân’la coşacak, gönlünü onunla dolduracak, onu öncelemenin manevî rahatlığını ve asıl huzuru yaşayacaksın.

Sendeki bu istek bazen tatlı uykuna bile mal olabilecek; geceni Kur’ân ile geçirecek, gün doğumunu Kur’ân’la süsleyeceksin; böylece bir başka güzel olacak hayatın.

Israrla vurgulamak isteriz ki; Rabbin kelâmını yaşantımızda yeniden inşâ etmek, onu önce ve daima -tabiri caizse- gönlümüzdeki birinci kompartımana ya da kral dairesine yerleştirmek durumundayız.

“Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, gönüllerdekine bir şifa, müminler için bir hidayet ve rahmet gelmiştir.   De ki: Ancak Allah’ın lütfu ve rahmetiyle, işte bunlarla sevinsinler. Bu, onların (dünya malı olarak) topladıklarından daha hayırlıdır.” (Yunus  57-58)

“Onlar, ne ticaret ne de alış-verişin kendilerini Allah'ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamadığı insanlardır. Onlar, kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar.” (Nûr  37)

b. Talep ve Tehevvüs: Kur’ân’a güzel bir niyetle talip olmak, O’na ciddi bir meyil göstermek ve Kur’ân için sürekli bir heves taşımak, O’nu okumada, anlamada gönülden bir arzu duymak.

Bunun için kalbimizin tamamını O’na ayırmalıyız ki adeta kan damarlarımız sırf bu istekle atar hale gelsin. Bunu zihnimizde bir misalle şöyle canlandırabiliriz: Günün birinde, sahip olduğun ne var ne yok, tüm mal ve mülkünü sırtlanıp uzun bir yolculuğa çıkmışsın. Sonra çok geçmeden, yüklendiğin her şeyi bir anda kaybediyor ve seni kimselerin tanımadığı, senin de kimseleri tanımadığın koca bir şehirde ortada kalıyorsun. İşte böylesi bir durumdayken tüm duygularının yoğunlaştığı nokta hangisidir? Müthiş bir arzu ile kaybettiklerini istemek. Aynı şekilde, bugün Kur’ân için de duygumuz ve özlemimiz bu şekilde olmalı. Kur’ân ki, hayat yolcusu herkes için her türlü yitiğini karşılayacak bir zenginlikte, ona yardımcı ve rehber olacak yeterli bir vasıfta bulunuyor.

Ne yazık biz Müslümanların arasında -çoğu kere tanık olduğumuz üzere- durum hiç de yukarıda anlattığımız gibi değil: Bazı kere günlerce hatta haftalarca süren bir Kur’ân’la ilişkisizlik hali içerisinde -ancak zayıf ruhlu adamlara yaraşır bir tavırla- O’ndan soğuk duranları görüyor ve doğrusu bunu bir türlü hazmedemiyoruz. Hiç anlayamıyoruz; nasıl olur da âlemlerin Rabbine teslim olmuş bir kimse, O’nun pek değerli bir sözünü, konuşmasını öyle basit sebeplerle bir kenara bırakabilir, kendi derdi ya da yoğunluğunu -bazen de can sıkkınlığını- bahane ederek O’ndan uzak durabilir?

Mesela; düşününüz ki önünüze serilmiş, şöyle ağzınıza layık bir yemek sofrası duruyor. Neredeyse mönüde yok yok: Etler, sütler, yağlılar, tatlılar, tuzlular, hamur işleri, içecekler vs. Hem de en iyisi, en kalitelisinden. Üstelik açsınız da, karnınız midenize yapışmış. Ama gel gör ki, sizi epeydir bekleyen bu sofraya karşı içinizden hiçbir istek ve arzu oluşmuyor. Ya ona uzaktan bakıyor ya da sırtınızı dönüp uzanıyorsunuz.

Bu durum nasıl tuhaf olmaz Allah aşkına?! Sofrayla kastedilen Kur’ân olduğuna göre, bir insan kaç zaman, kaç gün dayanabilir buna? Bu durumdaki kimselere sormak gerek: “Sizi tatmin edecek, içinizi doyuracak, daha hayırlı bir uğraşı mı buldunuz Kur’ân’dan başka?!” Yoksa Kur’ân’ı bir beşer sözü, filancanın konuşmasıyla mı karıştırıyoruz?! Hayır; gerçeği hepimiz biliyoruz ama içselleştiremiyor, tam idrak edemiyoruz anlaşılan. Kur’ân’a olan muhtaçlığımızı ve O’na olan isteğimizi, hevesimizi yeniden gözden geçirmeli, bunu edep edinmeliyiz.

“Bu (Kur'an), bütün insanlığa bir açıklamadır; takvâ sahipleri için de bir hidayet ve bir öğüttür. Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer inanmışsanız, üstün gelecek olan sizsiniz.” (Âl-i İmrân  138- 139)

“Andolsun biz Kur'an'ı öğüt alınsın diye kolaylaştırdık. (Ondan) öğüt alan yok mu?” (Kamer  17, 22, 32, 40)

c. Tahsis: Kur’ân’daki her mesajın ve her sözün bizzat kendine söylenmiş olduğunu bilmek, onu kendin için kişiselleştirmek, özelleştirmek.

Kur’ân’ı tanımada -dolayısıyla, anlamada- tahsisin (kendine has kılmanın) önemi büyüktür. Kur’ân için öncelikle dikkat etmemiz gereken hususlardan biri de O’nun başka varlıklara (dağa, tepeye, cinlere ya da meleklere), inkâra şartlanmış olan her inatçı zorbaya yahut mecnûna (deliye), ölüye veya salt geçmiş dönem (Önceki peygamberler dönemi) insanına değil, bizâtihî bize, yani sana, bana, eskiye, yeniye, kısaca her birimize ayrı ayrı konuştuğunu bilmek, muhatap olarak tüm zamanların ve tüm medeniyetlerin insanına hitap ettiğini görmek, bunun şuurunda olmaktır.

Tabiîn döneminin meşhurlarından Muhammed İbn Ka’b el-Kurzî (108/726) der ki: “Kur’ân’a yetişen kimse ile Allah sanki konuşuyor gibidir.” Nitekim sen Allah’a dua ederken nasıl seni dinliyor ise aynı şekilde Kur’ân’ı okurken de sen Allah’ı dinliyorsun demektir. Böylece Kur’ân’ı muhatap alan, okuyan birisi, aslında Kur’ân’ın da kendisini muhatap aldığı ve buna göre hitap ettiği birisidir.

İmam Gazzâlî (505/1111) bu kimse için şöyle der: “(O) emir, nehiy (emredilenler ve yasaklananlarla ilgili Kur’ân) âyetlerini okuduğu zaman, yine aynı şeyi anlamak, yani müjdelenen ve korkutulanın bizzat kendisi olduğuna inanmak, geçmiş insanlara ve peygamberlere ait kıssaları okuduğu zaman, maksadın, kıssa ile halkı oyalamak olmayıp ondan ibret almak olduğunu bilmek ve ondan icap eden (gerekli olan) dersi almaktır.” (İhyau Ulumuddin, I, 807)

Buna inanmıyorsak, zaten Kur’ân’ın da bize söyleyecek çok fazla bir sözü kalmıyor. Bir kısım âyetleri sadece üzerinden yüz yıl, bin yıl geçti diye tanımayan bir zihniyetin ürünü olan; “Kur’ân’ın hüküm (her türlü emir ve yükümlülük) bildiren âyetlerinin, Hz. Peygamber ‘in o devirde yaşayan vahşi Arap ırkını ıslah için gönderildiği ve biz çağdaş uygarlık düzeyindeki (!) insanlara bir şeyler sunamayacağı” düşüncesi bu sebeple katiyen kabul edilemez, gerçek dışı bir saptırmadır!

Kur’ân’ın, Allah’ın korumasını bizzat kendi üzerine aldığı ve ne önünden, ne de arkasından gelen hiçbir bâtılın ve yanlışın (eksiltmenin veya ilâvenin) kendisine ulaşamayacağı bir kitâp olduğunun idrâk edilmesi, okuyan tarafından da onun evrensel çağrıda bulunan bir kitap okuduğunun bilinmesi, görülmesi gerekir.

“Âlemlere uyarıcı olsun diye kulu Muhammed'e Furkan'ı indiren, göklerin ve yerin hükümranlığı kendisine ait olan, hiç çocuk edinmeyen, mülkünde ortağı bulunmayan, her şeyi yaratıp ona bir nizam veren ve mukadderatını tayin eden Allah, yüceler yücesidir.” (Furkân  1-2.)

“Eğer biz bu Kur'an'ı bir dağa indirseydik, muhakkak ki onu, Allah korkusundan baş eğerek, parça parça olmuş görürdün. Bu misalleri insanlara düşünsünler diye veriyoruz.” (Haşr  21)

ç. Tezekkî ve Tasaffî: Kur’ân’a başlamadan evvel manen kötülüklerden temizlenmiş olmak ve Kur’ân’ın sayfalarını saf bir niyetle çevirmek, O’nu duru bir zihinle okumak.

Böylece her türlü ön yargılı bakış açılarından, kalbi marazlı yaklaşımlardan ve Kur’ân’ı önünde bir kalkan, bir zırh gibi kullanmanın doğuracağı yanlışlıklardan kurtulmuş olacağız. Zira bizim Kur’ân için meraklandığımız konular “acaba ne diyor?”, “vereceği öğütler neler?”, “bizi nereye sevk ediyor?” şeklindeki sualler etrafında şekillenirken; sakat düşünceli her kimsenin takınacağı tavır ise, “Kur’ân’ı kendime nasıl mal edebilirim?”, “nasıl evirip çevirebilir de kendime delil yapabilirim” şeklinde bir art niyet ve amel olacaktır.

Ebû Mûsâ’dan (ra) rivâyet edilir ki; Rasûlullah (sav) bir defasında şöyle buyurmuştur: “Kur’ân okuyan mü’minin misali portakal gibidir; kokusu güzel, tadı hoştur. Kur’ân okuyan fâcirin (âsi günahkârın) misali ise reyhan otu gibidir; kokusu güzel, fakat tadı acıdır.” (Buharî, Fedailu’l-Kur’ân, 17; Müslîm, Müsafirin, 243; Ebû Dâvûd, Edeb, 19; Tirmizî, Edeb, 79; Nesaî, İman, 32; İbn Mâce, Mukaddime, 16)

Kur’ân okuyanlar arasındaki böylesi bir ayrımın oluşmasına neden olan şey, okuyanların bizzat kendileridir: Onlar ya rahmeti ya da azâbı çağıran ameller işlemektedirler. Hz. Ömer’in şu sözü de buna işaret eder: “Şüphesiz Allah bu Kitapla bir kısım kavimleri yüceltir, diğer bir kısım kavimleri ise alçaltır.” (Müslîm, Salatu’l-Müsafirin, 269; İbn Mâce, Mukaddime, 16; Darimî, Fezailu’l-Kur’ân, 9)

Allah, ancak imana yatkın olup dosdoğru bir iz sürenleri dalâletten hidâyete (sapkın yollardan düzlüğe) çıkaracağını vaat ediyor (bkl. İmam Taberî, Muhtasar Tefsiri, I, 17) ve bu yüzden, bizleri her türlü kirden, habis duygu ve düşüncelerden arındırarak ve çıkarcı tüm yaklaşımlardan sakındırarak, O’na olduğu gibi sahip çıkmamızı istiyor. Aksi halde sonumuz sapkın bir toplulukla birlikte anılmak olur.

“Elif. Lâm. Mîm. O kitap (Kur'an); onda asla şüphe yoktur. O, müttakîler (sakınanlar ve arınmak isteyenler) için bir yol göstericidir… İşte onlar, Rablerinden gelen bir hidayet üzeredirler ve kurtuluşa erenler de ancak onlardır.” (Bakara 1-2, 5)

“(Resûlüm)! Şüphesiz biz bu Kitab'ı sana, insanlar için hak olarak indirdik. Artık kim doğru yolu seçerse kendi lehinedir; kim de saparsa ancak kendi aleyhine sapmış olur. Sen onların üzerinde vekil değilsin.” (Zümer 41)

d. Taharet: Kur’ân’ı elimize almadan evvel maddî ve hades denilen arızî pisliklerden arınmış olmak; Mushaf’a temiz bir şekilde dokunmak, onu maddî-manevî temizlenmiş olarak ele almak.

Manevî temizliğin yanında maddi temizliğin de zikredilmesi gerekiyor. Zira Kur’ân’a tâzim ve hürmet etmenin bir işareti de O’na abdestli ve gusüllü bir şekilde yanaşmaktır. Nitekim fukaha (İslâm hukukçuları) arasında -zaruret, meşakkat ve âciliyet durumları istisna- Mushaf’a abdestsiz yaklaşılamayacağı hususunda ittifak vardır. (bkl. Sabunî, Ahkâm Tefsiri, II, 415-416; Vehbe Zuhaylî, İslâm Fıkhı Ansiklopedisi, I, 215-216)

Nitekim Kur’ân’da meleklerden kinaye edilerek mü’min kullar üzerine de bir takım sorumluluk düşeceği ifade edilmiştir. Kitabın manevî değerine, diğer kitaplardan farkına, Allah katında ve melekler nezdindeki ayrıcalığına dikkat çekilerek sanki şöyle denilmiştir: “Sizler dahi böyle temizlenenlerden olun, nasıl melekler tarafından hürmet gösteriliyorsa tüm iman edenler öylece hürmet göstersinler bu Kur’ân’a.”

Dolayısıyla -ibadet maksadıyla olsun olmasın- Kur’ân okumayı âdet haline getiren her kimsenin abdestli olması üzerine bir vecibedir. Ezberlenilen sûrelerin terennümünde, (pc. veya tv.den) Kur’ân dinlemede ise abdestsiz olmak mümkün ve caizdir. Dua ve zikir anlamı taşıyan âyet-i kerîmeler ve sûreler de her zaman okunabilir. (Bkl. Zerkeşî, el-Burhan fî Ulumu’l-Kur’ân, I, 459)

Hz. Ali’den (ra) gelen bir rivâyette Allah Rasûlü (sav) anlatılırken; “Cünüplükten başka hiçbir şey, O’nu Kur’ân okumaktan alıkoymazdı” deniliyor. (Ahmed İbn Hanbel, Müsned, I, 83; Nesaî, Taharet, 170; Tirmizî, Taharet, 111; Ebû Dâvûd, Taharet, 1999; İbn Mâce, Taharet, 105) Benzeri bir nakil de Said İbn Cübeyr’den rivâyet edilir: “Cünüp ve hayızlı kimseler tam âyet okuyamazlar.” (Darimî, Vudû’, 103) Bütün bunlar göz önünde tutularak, hayat kitabımızdan kopmamanın güzel örnekleri sunulabilir.

İnsan feyzinden ve bereketinden faydalanmayı umduğu bir Kitap için, nasıl olur da yüzüne, başına, ellerine ve ayaklarına su vurmayı kendine çok görebilir? “Kur’ân okumayı merasime bağlamak” diyerek hadiseyi küçümseyebilir?

Taharetin bizim için önemi, başka hiçbir kitaba göstermediğimiz bir saygıyı O’na göstermemizden kaynaklanıyor. Çünkü biz başka hiçbir kitaba, O’nun gibi bakmıyor, O’nun gibi elimize almıyor, O’nun gibi kollayıp itina etmiyoruz. Taharet gönlümüze bu duyguyu da yerleştiriyor.

Tahareti; Kur’ân’a eğilmede, O’na olan saygımızı sembolik olarak göstermede ve biraz sonra Allah ile konuşmaya -ya da O’nu dinlemeye- başlamada ve kendimizi bu yönde hazırlamada zarurî bir edep olarak görmek lazımdır.

“Şüphesiz bu, korunmuş bir kitapta bulunan değerli bir Kur'an'dır. Ona ancak temizlenenler dokunabilir.” (Vakıa 77-79)

“Allah da çok temizlenenleri sever.” (Tevbe 108)

e. Ta’avvüz ve Tevekkül: Kur’ân için önce sözle ve içten gelerek Allah’a sığınmak ve Kur’ân’ı anlayıp amel etmede yalnızca ve daima Allah’a güvenmek.

Bu her mü’minin üzerine düşen bir yükümlülük olmalıdır. Kur’ân’ı elimize aldığımızda, eğer Allah’tan (cc) bizleri rahmetine ve hidâyetine kavuşturmasını diliyorsak, kovulmuş ve yerilmiş şeytandan, onun dostlarından ve yardımcısı olan her şeyden Allah’a sığınmamız gerektiğini de bilmeliyiz. Yoksa okumamıza bir nevi o iblisi de ortak edecek yahut kendimizi nefsimizin ayartmasına kaptıracağız; buna dayalı olarak da Kur’ân’ı anlayışımızda çarpıklık doğabilecektir.

Öyleyse şu iki şeyi birden ardı ardına dillendirmeliyiz:

1.      Euzû billahi mineş-şeytanir-racîm. Yani: Lanetlenmiş şeytanın şerrinden (saçacağı kötülüklerden), dinim hususunda bana herhangi bir zarar vermesinden veya beni Rabbime bağlayan hak ve gerçekten geri çevirmesinden Allah’a sığınırım.

2.      Bismiilahir-rahmanir-rahîm. Yani: Allah’ın adını zikrederek, her şeyden önce O’nu anarak, bütün işlerimde O Yüce Zat’tan yardım ve medet isteyerek işe başlarım. (Taberî, Muhtasar Tefsiri, I, 5-6)

 “İşte bu (Kur'an), bizim indirdiğimiz mübarek bir kitaptır. Buna uyun ve Allah'tan korkun ki size merhamet edilsin.” (En’am  155)

“Kur'an okuduğun zaman o kovulmuş şeytandan Allah'a sığın! Gerçek şu ki: İman edip de yalnız Rablerine tevekkül edenler üzerinde onun (şeytanın) bir hakimiyeti yoktur. Onun hakimiyeti, ancak onu dost edinenlere ve onu Allah'a ortak koşanlaradır.” (Nahl  98-100)

f. Ta’zim ve Takdis: Kur’ân’a sahibinden ötürü üstün bir saygı hissetmek ve Kur’ân’ı yine sahibinden dolayı kutsal saymak, O’nu hak ettiği ölçülerde yüceltmek.

Muhakkak bu Kitap, başlı başına mukaddes bir değere sahip olan, Müslümanlarca el üstünde tutulan, tazim ve takdisde bulunulan biricik kitaptır. Ne var ki, çağımızda bu inancın pratik uygulamasında bir takım küçümsemelere, Kur’ân’ı her tarafa çeken ve her konuya alet kılan alaya almalara tanık oluyoruz. Öyleyse Kur’ân’a yakışacak bir izzetle O’na olan itibarı yeniden kazandırmak gerekiyor.

Öyle ki selef âlimleri arasında, Kur’ân’ı beşer sözü yerine kullanmak dahi gâyet çirkin, kerih bulunmuştur. Mesela; falanca biri, tam saatinde buluşma noktasına geldiğinde ona; “Vaktinde geldin ey Musa” âyetini okumak gibi. Yahut; “tencereyi Kul huvallahu ahad ile pişir” denmesi gibi. Çünkü burada âyetleri hatırlatmak ve yüceltmek maksadı değil, günlük konuşmaya katarak adeta alaya almak söz konusudur. (Bkl. Ali el-Kârî, Fıkh-u Ekber Şerhi, Hisar Yay. s. 443-445; Vehbe Zuhaylî, İslâm Fıkhı Ansiklopedisi, II, 213)

İmam Gazzâlî der ki; “Kur’ân okumaya başlayan kimse, en evvel bunun bir beşer kelamı olmadığını düşünerek mütekellimi [sözü söyleyeni] olan Allah-u Teâlâ’nın azametini [büyüklüğünü] gönlünde hatırlaması ve onun kelamını okumanın ehemmiyetini [önemini] anlayarak okuması lazımdır.  İşte bu gibi tazimden [büyüklüğünü bilmekten] dolayıdır ki Ebû Cehil’in oğlu İkrime (ra), Kur’ân’ı açıp okuyacağı sırada; ‘Bu Rabbimin kelamıdır, bu Rabbimin kelamıdır’, diyerek düşüp bayılırdı. Şüphesiz kelama tazim, mütekellime tazimdir. Kişi mütekellimin sıfatını, ef’alini [işlerini] ve celâlini [ululuğunu] düşünmeden azametini anlayamaz.” (İmam Gazzâlî, İhyau Ulumuddin, I, 797)

Evet, Kur’ân Rabbimizin kelâmı, yani O’nun konuşması ve O’nun sözüdür. Düşünün ki, Allah-u Teâlâ beşer gücünün asla ölçmeye gücünün yetmeyeceği büyüklükteki bu kainatın yegâne yaratanı ve yegâne hâkimi. Birbirinden sürekli uzaklaşan (milyar çarpı milyar) yıldız ve gezegene birer yörünge tayin eden tek hükümdar. O ki, bitkiler, hayvanlar ve biz insanları yüzlerce bin yıl önce halk etti (yarattı) ve halen halk ediyor. Her bir canlıya rızkını hesaplayıp veriyor, böylece hayat zinciri muazzam bir dengeyle devam ediyor. Yer üstünde ve yer altında tüm işlerin kudretini ve takdirini (kaderini) O elinde bulunduruyor. Bu ve benzerî düşüncelerle Kur’ân’ı elimize aldığımızda, bir başlangıç olması açısından bu şekilde O’nun kutsiyetini layıkıyla anlamış olacağız.

İbn Abbas’ın (ra) öğrencilerinden Mücahid (104/722) der ki: “Sen Kur’ân okurken ola ki esnersen, esnemen gidinceye kadar Kur’ân’ı tazim için okumayı kes!” (Kurtubî, Tefsir, I, 23) Çünkü sana yakışan her hak sahibine hakkını verecek şekilde bir muamelede bulunmandır; Kur’ân’ın hakkı da O’nu yüceltmendir.

“Hayır! Şüphesiz bunlar (âyetler), değerli ve güvenilir kâtiplerin elleriyle (yazılıp) tertemiz kılınmış, yüce makamlara kaldırılmış mukaddes sahifelerde (yazılı) bir öğüttür; dileyen ondan (Kur'an'dan) öğüt alır.” (Abese  11-16)

“İşte bu (Kur'an), bizim indirdiğimiz mübarek bir kitaptır.” (En’am  155)

Buraya kadar ele aldığımız yedi ana başlıkla ve kısa değiniler ile Kur’ân’a teşvik ve bu konuda ölçü getirmeyi amaçlamıştık. Bu konuya nokta koyarken Kitabı karşısına alıp da okumaya başlayacak olan her kişinin öncelikle tabi olması lazım gelen edepleri son olarak kısaca şöyle netleştirebiliriz:

1.      Kur’ân’ı başka hiçbir kitaba kıyas tanımayacak kadar üstün tutmalı, dahası hayatın içinden ayrıcalık tanıyacak kadar O’nu öncelemeli,

2.      Ciddî olarak ve içtenlikle O’na istekli olmalı,

3.      O’nun şahsını muhatap alarak çağlar üstü bir beyanla konuştuğunu bilmeli,

4.      Üzerinde biriktirdiğimiz tüm ön yargılardan mümkün mertebede geri durmalı ve O’nda görmek istediğimizi değil de sadece olanı görmeli,

5.      İç ve dış temizliğimize dikkat etmeli,

6.      Sürekli Allah’a sığınıp O’ndan yardımını esirgememesini gönülden temenni etmeli,

7.      Kur’ân’a hak ettiği konumda saygıda bulunmalı ve O’nu özel yapanı bilerek ve bu bilginin şuurunu taşıyarak okumalıyız.

Kur’ân’ı okumaya başlamadan evvel O’na takınacağımız tavırlar kadar, O’nu okuyacağımız mekânı belirleme de mühim sayılabilir. Günümüzün Kur’ân okuyucuları rahle başına geçip diz üstü kapaklanmanın yanı sıra masa üstünde bilgisayar karşısında dahi âyet okumanın ve dinlemenin imkânına kavuşmuştur. Edeb ve terbiye çerçevesinde olduğu sürece bunun herhangi bir mahzuru (sakıncası) yoktur. Bir kimse Kur’ân’ı arkasına yaslanarak da okuyabilir, yatağına uzanarak da. Rasûlullah (sav): “Ben divanımda yan üstü yatarken (dahi) Kur’ân okurum.” diyor. Bu hadisi Feryabî rivâyet ediyor. Buharî ve Müslîm ise Hz. Âişe’den şu hadisi rivâyet etmişlerdir: “Hz. Peygamber ben hayızlı iken kucağıma yaslanır, sonra Kur’ân okurdu.” (Aktaran: Vehbe Zuhaylî, İslâm Fıkhı Ansiklopedisi, II, 209) Ayrıca Kur’ân’ı dinlerken yüzünü önüne eğip gözlerini kapattığı da naklediliyor.

Eskilerin âdetinde geçtiği kadarıyla mümkün mertebede kıyamda yahut otururken kıbleye dönük durmak, bağdaş kurmaksızın ve bacak bacak üstüne atmaksızın, başını eğerek, yastık, duvar gibi şeylere yaslanmadan Kur’ân tilâvet etmek (okumak) ve yahut dinlemek yine edepten sayılmıştır. Bunun böyle kabul bulmasının en temel sebebi Kur’ân’a karşı –sanki- bir kibir (büyüklük) içerisinde olmamak, O’na karşı sıradan bir muamelede bulunmayı engellemek amaçlıdır.

Bizler en azından, Kur’ân ile az sonra gireceğimiz diyaloga bedenimiz kadar ruhumuzu da hazır bulundurmalı, bunun için tedbir almayı kıymete değer bir davranış olarak görmeliyiz. Hem bilmeliyiz ki, bu müstehabdır ve zorlayıcı değildir. Güzelliğe güzellik katıcıdır.

Şimdi herhangi birimiz huşusunu (sevgi ve korkusunu bir arada tuttuğu o yoğunlaşma ve dikkat anını) zedelemeyecek derecede, Kur’ân’ı gerek cami ve mescitlerde, gerekse kendi odasında, okulunda, işyerinde, hatta seyahat halinde iken, gece veya gündüz -bilhassa vaktin değerli kılındığı gün doğumundan sonra ve gün batımından önce- okumalı, anlamaya çalışmalı, oradaki öğütlerle yeniden hayat bulmalı, dahası amele dökmelidir. Aşırı derecedeki külfetlere, zorlamalara girmeden edeb ölçülerini korumalı, bid’atlerden kaçınmalı ve nihâyet Kur’ân’ın hukukuna tastamam riâyet etmelidir.

B. KİTABULLAH’I OKURKEN  

a. Tilâvet: Kur’ân’ı kaidelerine uygun, düzgün ve yeri geldiğinde vurgulu bir biçimde, içten okumak.

Kıraat; sözü düzenli bir biçimde birbirine bağlamak, gizli veya açıktan, bakarak veya ezberden okumak demektir. Ancak “Tilâvet” bundan daha öte bir anlam taşır. Gerçek tilâvet (güzel okuyuş) sahibi, okuduğu şey ile aslında neyi kastettiğini ve neyin murad olunduğunu, okuduğu şeyden gerekli hangi hisseyi çıkaracağını gâyet iyi bilen ve bunu da usulüne-erkânına uyarak okuyuş sırasında dinleyenlere aktarabilen kimsedir.

Arap dilinde her bir harfin kendine özgü (ağızdan) bir çıkış yeri mevcuttur. Bu durumun dikkate alınarak metnin okunması, Kur’ân’ın zahîrî (dıştan görünür, duyulur) edeplerinden sayılır ve doğrusu oldukça da itibar bulur. Ancak Gazzâlî’nin de üstünde önemle durduğu gibi; her kim Kur’ân okurken tüm gayretini bu mahâric-i hurûfa (harfin mahreçten gelişine) sarfeder de, “iyi bir telaffuz (diksiyon) ile O’nu okumaya bakayım yeter” şeklinde bir vehme düşerse, o kimsenin Allah kelamının manasını kavramaktan büsbütün uzaklaşacağı da bir gerçektir. Çünkü böyle yapmakla, dikkatler anlamdan ziyade lafızlara kayacak, zihnin bütün işi bu noktaya harcanmış olacaktır. (Bkl. Gazzâli, İhyau Ulumuddin, I, 804)

Şüphesiz kelime ve cümleler üzerinde yapılması lazım gelen vurgular, durak tayinleri, sesin tonaj ve şiddetini ayarlama uygun şekilde yapılırsa, bu sayede Kur’ân’ı monoton ve tek düze bir okumadan sıyırmış, O’nu daha canlı, âyetlerin ruhuna daha yaraşır bir tarzla okumuş oluruz.

Misal olarak; “Ey iman edenler!” hitabıyla başlayan Tahrim Sûresinin 8. ve 9. âyetlerine bakalım. Bu âyet-i kerîmelerde şöyle buyruluyor:

“Ey iman edenler! Samimi bir tevbe ile Allah'a dönün. Umulur ki Rabbiniz sizin kötülüklerinizi örter. Peygamberi ve Onunla birlikte iman edenleri utandırmayacağı günde Allah sizi, içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokar. Ey Peygamber! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran. Onların varacağı yer cehennemdir. O gidilecek yer ne de kötüdür!”

Bu âyetleri okurken, önce cesaretlendiren, ümit veren, kapı açan, okşayıcı bir üslup. Peşinden yavaş bir tempoyla ikrarcı (kabullenici) bir okuma, akabinde tebessüm gösterdiğimiz (çünkü müjdeleniyoruz), sevinç içerikli bir okuma ve sonraki âyet dizesiyle kaşların bir anda çatıldığı, sert -ve belki ürperti dolu- bir okuma şekli. Sonu da üzüntülü bir vurguyla olursa dinleyenleri elbette mana derinliklerine doğru sürükleyici olacaktır.

Elbette burada yapmacık bir hal takınmayı değil, doğal ve gâyet içten gelmesi gereken bir “okumanın” varlığından -beden diline kadar olan bir yansımasından- bahsediyoruz. Bir başka ifade ile bizim maksadımız; ses tellerinin titremesinden tutun da boğazımızın yutkunmasına ve halet-i ruhimiyemize varıncaya kadar ayetlere uygun hale bürünmektir.

Hadis rivâyetlerinde Rasûlullah’ın (sav) tilâvetiyle ilgili olarak; onun bazen sesini gizleyerek, bazense sesini yükselterek okuduğuna, bazen de önce sessiz okuduğu âyeti sonra sesli tekrar ederek okuduğu ve yeri geldiğinde kelimelerin bazısını uzattığına şahit oluyoruz. (İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Muhtasarı, Hadis No: 910-914)

“Allah sözün en güzelini, birbiriyle uyumlu ve bıkılmadan tekrar tekrar okunan bir kitap olarak indirdi. Rablerinden korkanların, bu Kitab'ın etkisinden tüyleri ürperir, derken hem bedenleri ve hem de gönülleri Allah'ın zikrine ısınıp yumuşar. İşte bu Kitap, Allah'ın, dilediğini kendisiyle doğru yola ilettiği hidayet rehberidir. Allah kimi de saptırırsa artık ona yol gösteren olmaz.” (Zümer 23)

“Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler (den bazısı) onu, hakkını gözeterek okurlar. Çünkü onlar, ona iman ederler. Ama her kim onu inkâr ederse, işte gerçekten zarara uğrayanlar onlardır.” (Bakara 121)

b. Teganni: Kur’ân okurken sesimizi mümkün mertebede güzelleştirmek, O’nu belli bir ahenk içerisinde okumak.

Tegannîden amaç; Kur’ân’ı bir müzik parçasıymışçasına okuma, mırıldanma değil de, yalnız ve yalnız O’nda saklı o ‘muciz’ yanı öne çıkarabilme amaçlı, gönle hoş gelen bir okumadır. (Bkl. İsmail Karaçam, En Büyük Mucize, Yeni Şafak Matbaa, 2005, s. 172-174) Zira böylesi bir okuyuş, bizleri yeni duygulara yöneltir; asıl mananın içine çeker ve dinleyeni adeta büyüler. Nitekim Rasûlullah’ın (sav) şöyle buyurduğunu işitiyoruz: “Kur’ân’ı seslerinizle ziynetlendirin. Çünkü güzel ses, Kur’ân’ın güzelliğini arttırır.” (Darimî, Fezailu’l-Kur’ân, 34; Hakim, Müstedrek, I, 575. Hadisin ilk yarısı için: Buharî, Tevhid, 52; Ebû Dâvûd, Salat, 355; İbn Mâce, İkamet, 176)

Bu hadis-i şerife Seyyid Kutub güzel bir örnek anlatır:

Atlas Okyanusunu aşarak New York’a doğru gemiyle yaptığı bir yolculuk, Cuma gününe rast gelir. Onunla birlikte birkaç Müslüman güvertede toplanıp namaz için hazırlıklara koyulmuştur. Etraftakiler olanları izler tabii. Hutbe ve namaz eda edildikten sonra, bir kadın Seyyid Kutub’un yanına gözü yaşlı olarak gelir. Kendisinin komünist rejimin hâkim olduğu Yugoslavya’dan kaçtığını ve şimdi burada -namaz boyunca- dinlediklerinin gerçekten kendisini etkilediğini söyler ve konuşmaya devam eder: “Dilinizden bir tek harf bile anlamıyorum, fakat başka hiçbir dilde bulamadığım müzikal bir ahenge sahip olduğunu görüyorum. Bu arada hatibin konuşmasında bazı bölümler vardı ki, sesler arasında uyum daha belirgindi. Bu bölümler ruhumda apayrı bir etki bırakıyordu.” Bu bölümler Seyyid Kutub’un hutbede okuduğu Kur’ân âyetleriydi. (S. Kutup, Fizali’l-Kur’ân, Dünya Yay. III, 157-158)

İşte; Nebî-i Ekrem’in Kur’ân’ın güzelliğini ortaya çıkaracak böyle tatlı ve yumuşak bir kıraati (okumayı) teşvik etmesinden ve kendisinde dahi dinleyenleri cezbeden bir kıraatin yerleşmiş olmasından anlaşılıyor ki; bu edep, bize Allah Rasûlü’nden (sav) miras kalmış açık bir hazine, aynı zamanda ihmal edilemeyecek bir yükümlülüktür. Efendimizin şu buyruğu bu konuda en meşhur ve manayı net vurgulayanlardandır: “Kur’ân’ı tegannî ile okumayan bizden değildir.” (Buharî, Tevhid, 32, 44; Ebû Dâvûd, Vitr, 20; Darimî, Salat, 171)

Bundan başka Rasulullah’ın (sav) güzel sesle okuyan sahabesini övdüğü ile ilgili başka rivâyetler de mevcuttur. İbnü’l-Esir (ö. 606/1209) tegannîden muradın; kıratın, makamlı ve dokunaklı yapılması olduğunu şerh düşer. Diğer hadis imamları da buna yakın bir görüşle; “Kur’ân’ı sanatlı veya ezgili okumak” olarak ifadelendirirler. İmam Nevevî (ö. 676/1277) şöyle demiştir: “Âlimler, Kur’ân’ı okurken sesi güzelleştirmeyi uygun görme konusunda icma ederler (hem fikirdirler); yeter ki bunu yaparlarken yersiz uzatmalarla normal kıraat hududu (okuma kaideleri) aşılmamış, çiğnenmemiş olsun.” (İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Muhtasarı, Hadis No: 418)

Rivâyetleri inceleyen biri rahatlıkla görecektir ki; Kur’ân kıraati ancak şu şekillerde kesin olarak yasaklanmıştır:

1.      Türkü ve şarkılardaki gibi, sesi zorlamalı ve gösterişli bir biçimde okumak,

2.      Sesteki nağme ile insanları meşgul edecek ve gerçek anlamını düşünmekten alıkoyacak bir şekilde okumak,

3.      Ücretli okumak. Yani, okuma karşılığı belli bir ücret almak…

Günümüz âlimlerinden müfessir Sâbûnî’nin de dediği gibi, ne yazık bugün bir takım hafız ve mevlithanların Kur’ân’ı bu şekillerde okudukları bilinmekte, mana ve onunla amelden uzaklaşılmaktadır. (Sâbunî, Ahkâm Tefsiri, Şamil Yay. II, 502-505) Oysa tegannî ile okumanın bizi sevk edeceği yön, Kur’ân’ı daha iyi anlamamıza yardımcı olacak kıraat olmalıdır. Bu işin neredeyse tamamı, kendimizin göstereceğimiz çaba ve beceriye dayalıdır. Belki bunun için basamak basamak bazı adımlar atmalı, orijinal (Arapça) okuyuşumuzu şöyle baştan aşağı gözden geçirmeli, onu daha da güzelleştirmeye çalışmalıyız.

Tam bu noktada hatırlatmak istediğimiz bir şey var: Bir kimse, Kur’ân’ı heceleyerek, zorlanarak da olsa okuduğunda -çektiği zorluğa rağmen okumaya devam ettiği için- Rasûlullah Efendimiz (sav) onun iki kat ecir (mükâfat) alacağını müjdeliyor. (Buharî, Tevhid, 52; Müslîm, Müsafirun, 244; Ebû Dâvûd, Vitr, 14; Tirmizî, Sevabu’l-Kur’ân, 13; İbn Mâce, Edeb, 52)

Kur’ân’ın o kulaklardan süzülüp de ruhlara nüfuz eden latif ve zarif nağmesini tatmaya, gönüllerimizin onunla coşmasına şüphesiz hepimizin ihtiyacı var. Ancak şöyle de demek istemiyoruz: Çok alakasız -başka başka şeylerin anlatıldığı- bir yerde, manayı dikkate almadan kendimizden geçip, huşu adına asıl yapılması gerekenleri ihmal edelim. Tefsir’de hüccet saylan İmam Kurtubî (ö. 671/1272) der ki: “Farzları, ahkâmı ihtiva eden Kur’ân lafızlarını okuduğu halde manasını anlamayan Kur’ân hafızı ne kadar fenadır! Manasını anlamadığı şeyle nasıl amel eder?” (Kurtubî, Tefsir, I, 18)

Eğer içimizden biri, ister CD, ister tv/ekran, ister bir cami hocası veya bir arkadaştan Kur’ân dinlediğinde, duyduğu huşu kadar, duyduğunu anlayabilmesi de mühimdir. Onun için belki yanında Türkçe bir meâl bulundurması daha uygun olur.

“Kendilerine Kitap geldiğinde onu inkâr edenler (şüphesiz bunun sonucuna katlanacaklardır). Halbuki o, eşsiz bir kitaptır. Ona önünden de ardından da bâtıl gelemez. O, hikmet sahibi, çok övülen Allah'tan indirilmiştir.” (Fussilet 41-42)

“Kur'an okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki size merhamet edilsin.” (A’raf 204)

c. Teessür: Kur’ân’ın manevî havasına karşı gönüllerin etkilenmesi, duruma göre sorumluluk duygusunun, haşyetin (korkuyla ürpermenin) yahut hayretin galebe çalması.

Böylesi bir okuyuş, muhakkak ki, kişinin başka hiçbir metinde bulamayacağı, sıradan hiçbir kitapta rastlamayacağı bir takım uyarı ve müjdelemeleri, hatırlatma ve yönlendirmeleri görmüş olmasından, bilfiil muhatabı olduğuna inanmasından kaynaklanacaktır.

Kur’ân-ı Azim’i eline alıp talim (öğrenim) yapmaya başladığında, artık farkında olmalısın ki; konuşan senin dengin biri değil; ne ebeveynin, ne de bir amirin / öğretmenindir. Düşünceye sığmayacak kadar rütbeli. O Zât-ı Teâlâ hemen karşında bir şeyler buyuruyor. İşte bu bilincin, nefis üzerinde derin bir etki oluşturması en doğru olandır. Sen de böyle bir bilinçle gerçek anlamda kıraatten müteessir olabilir, O’nunla kalbin en doğru şekli bulabilir.

İmam Gazzâlî der ki: “Kur’ân’dan müteessir olmak demek, okunan âyetlerin manasına göre okuyucunun hal alması demektir. Mesela vaîd [iyiliğe yöneltmek maksadıyla azabı hatırlatıcı], korkutucu veya şarta bağlı mağfiret [bağışlama] âyetlerini okuduğu zaman, azabından ve bu şartı yerine getiremeyeceğinden korkarak -adeta helak oluyor [içi parçalanıyor]muş gibi- bir tavır takınmali; ferahlık ve [karşılıksız] mağfiret vâdeden âyetleri okuduğu zaman, sevincinden uçacakmış gibi olmalı; Allah’ın sıfatları ve Esma-i Hüsnâ’sı anıldığı zaman Azamet-i İlâhiye [ilahî büyüklük ve aşkınlık] karşısında tazim [yakışır bir saygı] ile eğilmelidir.” (Gazzâlî, İhyau Ulumiddin, I, 810-811)

Örneklerle bunu daha da zenginleştirebiliriz:

“De ki: Ben, Rabbim'e isyan edersem gerçekten büyük bir günün (kıyametin) azabından korkarım.” (En’âm 15) âyetini okuduğumuz halde, eğer tüylerimiz ürpermiyor, korku içimizi sarmıyorsa, burada Kur’ân’ı (anlamaya yönelik) bir düşünmeyle değil, sanki hikâye yollu bir metin okur gibi okuduğumuz söylenecektir. En azından bir eksiklik olduğunu kendimize itiraf etmeli ve kendimizi düzeltmeye çalışmalıyız.

“Rabbimiz! Ancak sana dayandık, sana yöneldik. Dönüş de ancak sanadır.” (Mümtehine 4) âyet-i kerimesiyle karşılaştığımızda ise, eğer kalplerimiz ve bedenlerimiz Allah’a tevekkül etmemiş, O’na teslimiyetle yönelmiş değil de başka başka hallerde ise, bu belki Kur’ân’dan tek nasibimizin ‘yalnızca dilimizi hareket ettirmek’ olmasındandır. Bu da kuşkusuz, edepten yoksun, asıldan uzak bir amelin nişanesi (işareti)’dir.

Tabiîn dönemi âlimlerinin sultanı sayılan Hasan el-Basrî’nin (rh.a) şu sözü teessürü ne güzel ifade etmektedir : “Kur’ân’a inanarak okuyanların duygu hassasiyeti artar, [boş ve anlamsız sayılan] sevinci azalır; ağlaması artar, gülmesi azalır; [sâlih amellere yönelik] meşgalesi artar, tembellik ve refah yaşama hırsı azalır.”  (Gazzâlî, İhyau Ulumiddin, I, 810)

Bu konu üzerinde ciddî olarak düşünecek olursak, sözü geçen şuur ve edebin bizlere kazandıracağı şeylerin kıymetini daha iyi anlayacak, daha iyi değerlendirebileceğiz. Özellikle, pratiğini içimizde artık fazla yaşatmadığımız bir mesele üzerinde durmak istiyoruz: Göz pınarlarının ıslanması!

Rasûlullah (sav) bir hadisinde ashabına tavsiye için şöyle buyurmuştur: “Kur’ân’ı okuyun ve ağlayın. Eğer ağlayamıyorsanız, hüzne bürünün, ağlar gibi yapın.” (Abdullah İbn Mübarek, Zühd, I, 85; Abdurrezzak, Musannef, VII, 92; Ali el-Muttakî el-Hindî, Kenzu’l-Ummâl, I, 609)

Bir başka hadiste de; “Muhakkak bu Kur’ân hüzünle inmiştir; öyleyse O’nu okuduğunuz zaman hüzünleniniz.” (İbn Mâce, İkame, 176; Ebû Ya’la, Müsned, II, 50; Beyhakî, Sünen, X, 231)

Günümüzde bu nasihat bizler için neler ifade ediyor dersiniz? İster sahabelerden olsun, ister tabiînden ve diğerlerinden Kur’ân okuyup da sabahlara değin O’nun huşûsunu üzerinden atamayanlar ile ilgili, bir takım âyetlerle kendinden geçip bayılanları anlatan hadiseleri anlamakta zorlanır hale geldik. Bakınız tabiîn döneminin güzidelerinden Temim ed-Dârî (rh.a) “Kötü ameller işleyenler zannederler mi ki onları iyi amel işleyenler gibi yapacağız.” âyetini; Said İbn Cübeyr (rh.a) ise “Ey günahkârlar! Bugün siz bir tarafa ayrılın!” âyetini okurlarken sabahlamışlardır.

Ne yazık ki bu örnekler, kulaklarımıza masalsı birer haber gibi gelmeye başladı. Bazen, “Vay be, ne adamlarmış!” diyor, kendimizi mümkün mertebe bu duygulardan, o gün yaşananlardan uzak tutuyor, ihtiyacımız yokmuş gibi davranıyoruz! Öyle zannediyoruz ki, ne denli muhtaç olduğumuzu kendimize itiraf etmekten çekiniyoruz. Rabbimizin âyetleriyle içimizin temizlenmesine, gönlümüzün kirini akıtmaya, kıyamet gününe karşı olan endişemizi göstermemize, günahlarımızın bağışlanmasına ve nihâyet, gözlerimizin kenarlarında bekleşen şu damlacıkların akıvermesine, eğer akamıyorsa, akamadığına üzülmemize ne kadar ihtiyaç duyduğumuzu saklıyoruz.

Bizler, teessür ve hassasiyetimize bir ön hazırlık yapmalıyız. Meselâ hüznü çağırmalıyız kalbimize. Hislerimiz doruk noktasındayken tefekkürle kalbimizi ateşlemeli, belki geceleri -bilhassa uykuya yakın zamanlarda- ağlamaya zorlamalıyız gözlerimizi. Çünkü bilmeliyiz ki, nefis, ancak böyle anlarda meşgaleden, kibirden ve şehvetten uzaklaşıyor, onu kışkırtacak dürtüler ölüyor, kayboluyor. Bir damla olsun gözyaşı çok şeyi değiştirebilir hayatımızda.

“Müminler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allah'ın âyetleri okunduğunda imanlarını artıran ve yalnız Rablerine dayanıp güvenen kimselerdir.” (Enfal 2)

“De ki: Siz ona ister inanın, ister inanmayın; şu bir gerçek ki, bundan önce kendilerine ilim verilen kimselere o (Kur'an) okununca, derhal yüz üstü secdeye kapanırlar. Ve derlerdi ki: Rabbimizi tesbih ederiz. Rabbimizin vâdi mutlaka yerine getirilir.” (İsra 107-108)

ç. Tahmid ve Şükür: Kur’ân’ın hatıra getirdiği her bir nimet için Allah’a şükretmek ve Kur’ân’ın hamde çağırdığı her yerde Allah’ı anarak O’na hamd etmek, O’nu tesbih etmek.

Bu edeple dilin harekete geçirilmesi; dudaklardan Yaratan’ı layıkıyla öven, yücelten ve O’na sığınmaya istekli sözcüklerin çıkması amaçlanmaktadır.

Örneğin; “Zira kullarımdan bir zümre: Rabbimiz! Biz iman ettik; öyle ise bizi affet; bize acı! Sen, merhametlilerin en iyisisin, demişlerdi.” (Mü’minun  109) âyetini okur okumaz, Rabb Teala’dan af ve mağfiret dilemek, O’na; “Allah’ım! Benim işlediklerimi affet, gizle ve ört!” diye dua ile yalvarmak; “Allah onların ortak koştuklarından münezzehtir ve yücedir.” (Rûm 40) âyetiyle karşılaşıldığında ise hemen; “Rabbim, ben de buna şahidim ki, Sen onların yaptıklarından tenzihsin (uzaktasın).” deyivermek; “Kendisine ortak koşmaksızın Allah'ın hanifleri (O’nun birliğini tanıyan müminler olun).” (Hacc 31) buyurduğunda yahut “(Allah) Her türlü övgüye lâyıktır. (Lokman 12) dendiğinde, bunları önce dilimizle ikrar edivermek; “Allah'a hamd olsun» de ve tekbir getirerek O’nun şanını yücelt!” (İsrâ 111), “Güneşin doğmasından önce de batmasından önce de Rabbini övgü ile tesbih et; gecenin bir kısım saatleri ile gündüzün etrafında (iki ucunda) da tesbih et ki, hoşnutluğa eresin.” (Tâhâ 130), “Öyle ise siz beni (ibadetle) anın ki ben de sizi anayım.” (Bakara 152) şeklinde okurken her an karşımıza çıkacak bu tür âyetlere bir nevi cevap olarak, önce durup belki tekrar okumak ve kısık bir sesle, “Ey âlemlerin Maliki! Seni tekbir ederim (Allah-u ekber!), Seni tesbih ederim (Subhanallah!) ve Seni tehlil ederim (La ilahe illellah!)” demek hep bu edeptendir. Ebû Hureyre’nin (ra) söylediğine göre; Rasûlullah (sav) da böyle yapardı. (Tirmizî, Tefsir, 3344; Ebû Dâvûd, Salat, 154)

Tin Sûresinin bitiminde “Allah, hükmedenlerin en adil hükmedeni değil midir?!” sözüne karşılık olarak; “Evet, ben buna şahadet edenlerdenim!” demiştir. Kıyamet Sûresinin sonundaki; “Bunları yapan (Allah) ölüleri de diriltmeye kadir değil midir?!” sualine karşılık olarak da: “Rabbimizin izzetine andolsun ki evet!” demiştir. Yine Mürselât Sûresinin sonunda “Artık bundan sonra hangi söze iman edecekler?!” uyarısına cevap olarak; “Allah-u Teala’ya inandık!” diye sesli şahadet getirmiş; ümmetine de bu şekilde yapmalarını emir buyurmuştur. Müfessirlerin belirttiğine göre; âyete bu şekilde cevap vermek sünnettir. (Bkl. İbn Kesir, Tefsir, III, 655)

Öyle zannediyorum ki, Kur’ân okumalarımızın içeriğine duâ ve zikri katmakla, o Kitâb-ı Mübîn bizlere daha bir yakınlaşacak, bizler için daha bir ‘açık ve anlaşılır’ olacaktır. Rahmet âyetinde duraklayıp Yaratan’a şükretmek, secde âyetinde kıraati kesip O’nun için secdeye gitmek, cehennem ateşinden bahsedildiğinde ise oraya atılmaktan sakınıp O’na iltica etmek (sığınmak) ve ibadete çağrıldığımız yerde çağrıya icabet etmek (katılmak), O’nun huzurunda olduğumuzun şuuruyla, bir emrin hemen yerine getirilişidir. Bu da gerçek itaatten başkası değildir.

Öyleyse tahmid ve takdisin değeri, günlük hayatımızda büyük bir önem arz ediyor. Onun için okuduğumuzun, öğrendiğimizin bir an önce uygulamalarımıza girmesi gerektiğini söylersek hiç de ileri gitmiş olmayız herhalde.

“Sen şimdi Rabbini hamd ile tesbih et ve secde edenlerden ol! Ve sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine ibadet et!” (Hicr 98-99)

“İşte budur hakikat hakku’l-yakîn [sabit ve kesin bir inanç]! Haydi, tesbih et Rabbine, azîm ismiyle.” (Vakıa 95-96)

d. Taakkul ve Tefekkür: Kur’ân’da bildirilen ilahî yasalar ve hakikatler üzerinde aklını kullanmak ve Kur’ân’ı, fikir üreterek, incelik ve mana derinliklerine inme azmi ve arzusuyla okumak.

İmam Bedrüddîn Zerkeşî (ö. 794/1392) meşhur el-Burhan fi Ulûmi’l-Kur’ân isimli eserinde; “Dil, Kur’ân’ın lafızlarını okurken, kalb de manasını tefekkürle meşgul olmalı ve her âyetin manası bilinerek okunmalıdır. Manası bilinmeden ve anlaşılmadan âyet terk edilmemelidir.” diyerek, Kur’ân sözleri üzerinde, onun anlamını açığa kavuşturacak bir yönelişle okuyuşun gerekliliğine dikkat çeker. (Zerkeşî, el-Burhan, I, 454)

Elbette Rabbimizin gönderdiği ilahî kelam, “okunan-bilinen bir dilde indirilip muhataplarınca daha iyi anlaşılmayı” (Bkl. Yusuf 12/2; Ra’d 13/37; Şûrâ 42/7; Duhân 44/58) ve “sık sık tekrar edilen âyetleriyle, türlü türlü misal ve benzetmeler sunmasıyla daha kolaylaştırıcı” (Bkl. Hacc 22/24; Zümer 39/23; İsrâ 17/89; İbrahim 14/24-26; Meryem 19/97; Kamer 54/17, 22, 32, 40) olmayı kendine vasıf edinmiş, “apaçık ve gâyet anlaşılan (mübin) bir mesaj ve delil” (Bkl. En’âm 6/157; Enbiya 21/106) olmakla da, O’na herkesin kulak vermesini ve anlaşılmayı istemiştir. Bununla birlikte; gerek sözlü hitapta bulunarak, gerekse tabiatın diliyle ve işarette bulunduklarıyla ‘konuşarak’, asıl murad edilenin (Allah’ın gerçekte ‘ne’ dediğinin) anlaşılmasını arzu etmiştir. Yer yer direkt olarak, bazen dolaylı, bazen de ince bir misal ile okuyanı ‘düşünmeye’ davet etmiştir.

Gelecek için önlem tasarlayarak düşünmek (tedebbür), geçmişten ders ve öğüt çıkararak düşünmek (tezekkür), bir şeyin aslını, özünü kavramaya yönelik düşünmek (tefakkuh), pratik meseleler üzerinde çözüme ulaştıracak şekilde düşünmek (taakkul); dördü de Kur’ân’ı anlamaya yönelik birer metod, birer düşünüş biçimi, birer ‘edep’ türü olarak âyetlerde geçmiştir:

“(Resûlüm!) Sana bu mübarek Kitab'ı, âyetlerini düşünsünler ve aklı olanlar öğüt alsınlar diye indirdik.” (Sad 29) “Hiç tezekkür etmiyor musunuz?” (Nahl 17) “Doğrusu bunda tefekkür eden bir toplum için âyetler vardır.” (Rûm 22) “Onların kalpleri vardır fakat fıkhetmezler.” (A’râf 179) “Halen aklınızı kullanmayacak mısınız?” (En’âm 32)

Yoksa -İslâm âlimlerinin de belirttiği gibi- kendisinde hiçbir bilginin / ilmin olmadığı ve düzgün bir mana taşımayan bir ibadette, düşünceden yoksun bir amelde ne tür bir kazanç olabilir ki? İşte bunun için Kur’ân-ı Kerim’i her okuduğumuzda, zihnimizi yormaktan, aklımızı O’nun dedikleri üzerinde yoğunlaştırmaktan alıkoymamalıyız. Çünkü bu yönde yapacağımız bir ‘fikir tembelliğini’ yahut ‘bilinçsiz bir göz gezdirme işini’ terk etmeyi bizzat Kur’ân bize emrediyor.

Okurken bir bakıyorsunuz, Yaratan’ın, yarattığı canlıların her birine rızkını dağıtışının hayran edici bir ifadesini görüyorsunuz; bir başka yerde, semadaki bulutların nasıl olup da yerdeki ölü bir toprağa hayat verdiğine şâhid oluyorsunuz. Hele de şu kâinatın tasarımı ve dizaynına bakıp da hiçbir kusura rast gelmeyeceğinizi fark ettiğinizde şaşırıyorsunuz, şaşkınlığınız sizi düşünmeye çağırıyor.

Bir seferinde Hz. Âişe’ye (ra) Rasûlullah’ta (sav) gördüğü en hoş hadise soruluyor. O da ağlamaklı olarak diyor ki: “Onun (sav) yaptığı her iş hoştu. Benimle kalacağı bir gece yanıma geldi. Sonra müsaade isteyip, evde bulunan bir su tulumunun başına gitti. Abdest alıp namaz kıldığında sakalları ıslanıncaya kadar ağlıyordu. Secdeye kapandığında yer de ıslandı. Bilal sabaha doğru onu namaza çağırdığında o halen aynı vaziyette idi. ‘Niçin ağlıyorsun yâ Rasûlullah! Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlamadı mı?’ sorusuna cevaben: ‘Yazık sana, Allah bu gece şu âyeti indirdikten sonra artık nasıl ağlamam!’ dedi ve âyeti okudu: “Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde aklıselim sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır.” (Âl-i İmrân 190) Ve sonra: Bu âyetleri okuyup da, gökler ve yerler hakkında düşünmeyenlere yazıklar olsun, dedi.” (Aktaran: İbn Kesir, Tefsir, I, 348; El-İhsan fi takrib-i sahih-i ibn Hibban, cilt 2, sayfa 386, hadis no 620)  

Kur’ân’ı gerçek anlamda fehm etmek (anlamak) O’nu fıkh etmekten (üzerinde durup düşünmek, mana derinliklerine inmekten) geçer. Kur’ân’ın hakkını vermek ise, aklımızın ve gönlümüzün hakkını vermek demektir bir nevi.

“İşte bu insanlara bir bildiridir! Onunla uyarılsınlar, O’nun ancak bir tek ilah olduğunu bilsinler ve akıl sahipleri de iyice öğüt alsınlar diye.” (İbrahim 52)

“Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah'ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler (ve şöyle derler:) Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru!” (Âl-i İmran 191)

e. Tevâzu: Kur’ân’da geçen ikaz ve yönlendirmelere karşı içten bir alçakgönüllülük göstermek, en küçük bir kibre kapılmadan tam bir itaatle boyun eğmek.

Zira o mübarek kitabın okunuşu sırasında yaptığımız gözlem nihayetinde şöyle bir soruyla bizi karşı karşıya bırakıyor: Kur’ân mı bizleri irşad ediyor ve ardınca bir yerlere sürüklüyor; yoksa biz mi yakasından tutmuşçasına Kur’ân’ı bir yerlere sürüklemeye çalışıyoruz? Sahip olan kim? Bakınız Rasulallah (sav) ne diyor: “Bir vakit gelecek ümmetimden birtakım adamlar çıkacaklar, Kur’ân okuyacaklar ama okudukları şey boğazlarından aşağıya geçmeyecek…” (İbn Mâce, Mukaddime, 94) Demek ki Kur’ân’ı okumak dahi öyle basit bir şey değil.

Bu bağlamda her birimizin kendi nefsini ayrı ayrı sorgulaması gerekir. Üstad Mevdûdî, tefsirinde bir vesileyle diyor ki: “Boğazdan aşağısına, kalbe ulaşamayan bir okumanın kişiye -değil küfre karşı koyma gücü vermek- imanında sebat etmesi için yeterli güç bile veremeyeceğine dikkat edilmelidir. Aslında, kişinin düşünce, ahlâk ve davranışlarında hiçbir değişiklik meydana getirmeyen ve onun Kur’ân’ın yasakladığı şeyleri yapmaya devam etmesini engellemeyen bir okuma, gerçek mümin okuyuşu değildir. Böylesi bir okuyuş, kişinin nefis ve ruhunu ıslah edip güçlendirmez, aksine onu Allah ‘a karşı daha küstah, vicdanına karşı daha inatçı yapar ve karakterini tamamen bozar.”

Öyle ki, Kur’ân’ı az da olsa çok da olsa okuyor, biliyor olmamız, bizdeki duygu, inanç ve amelleri değiştirmediği, bizi doğru yola yöneltmediği sürece, ortada bir an önce tedavi edilmesi gereken ciddî bir problem yaşanıyor demektir. Zira Rasûlullah (sav) şöyle buyuruyor: “Okuduğun Kur’ân, seni günahlardan menetmiyor, sakındırmıyorsa sen gerçek anlamda bir Kur’ân okuyucusu değilsin.” (Deylemî, Firdevs, I, 433)

Yine Efendimizin (sav) buyurduğu gibi: “Kur’ân’ın haram kıldığını helal gören bir kimse, gerçek manada O’na inanmamış, belki tuğyanın (azmanın / hakka karşı azıtmanın) eşiğine gelmiştir.” (Tirmizî, Sevabu’l-Kur’ân, 20)

İşte böyle bir duruma düşmekten bizi, ilahî kelama karşı göstereceğimiz tevazu (alçakgönüllülük) dolu bir edepten başkası kurtaramayacaktır. Nefsin -kibir, gurur, uyuşukluk ve miskinlik dahil- her türlü arzusu peşinde dolanarak hayatı doldurursak, kaybedenlerden olacağımız çok açık: “İşte bütün bunlar [dünyevi saplantılar, günahlar ve kibirlenme] kalbin kararmasına ve paslanmasına sebep olurlar. Ayna üzerindeki perdenin göstermeye mani olması gibi, bu gibi isyanlar kalbe perde ve hakikatin tecellisine [açığa çıkmasına] mani olurlar. Bu gibi sebeplerle, ekseri [çoğu] insanlar Kur’ân’ın manasını anlamaktan mahrum kalmışlardır.” (İmam Gazzâlî, İhyau Ulumiddin, I, 805)

Ancak Allah’a karşı sorumluluğunun bilincinde olan bir kimse bu tehlikeden korunabilir. Çünkü onlar, yüce Yaratan’ın inzal ettiği (semadan gönderdiği) kelimelerin hiçbiri hakkında pazarlığa tutuşup, şartlı bir imana bel bağlamış kimseler değillerdir. Onlar, âyetleri kendilerine göre evirip büken; “Hem zaten Kur’ân da benim dediğime geliyor.” şeklinde zikzak çizen, saçmalıkların arkasına sığınan kişilerden değildirler. Onlar, ilahî kaynaklı her türlü telkin ve tavsiyelere, nasihat ve hatırlatmalara kayıtsız-şartsız teslim olmuş kimselerdir. Çünkü onlar, Kur’ân âyetlerinde ne anlatılıyorsa ona teslim olan, kendini kaptıran, tüm duygu ve düşüncelerini, yaşantısını, bütün değer ve ölçülerini O’nda bulan kişilerdir. Ölçüleri nefisleri değildir.

“Onlara âyetlerimiz açık açık okunduğu zaman (öldükten sonra) bize kavuşmayı beklemeyenler: Ya bundan başka bir Kur’an getir veya bunu değiştir! dediler. De ki: Onu kendiliğimden değiştirmem benim için olacak şey değildir. Ben, bana vahyolunandan başkasına uymam. Çünkü Rabbime isyan edersem elbette büyük günün azabından korkarım.” (Yunus 15)

“Sen, sana vahyedilene sımsıkı sarıl. Şüphesiz sen, dosdoğru yoldasın.” (Zuhruf 43)

f. Tertil ve Tertip: Kur’ân’ı aceleyle değil, usulüne göre ağır ağır okumak ve Kur’ân âyetlerini belli bir sırayla, düzenle takip etmek.

Nitekim Ümmü Seleme vâlidemize (ra) sorulan bir soru da göstermektedir ki Rasûlullah’ın (sav) okuma şekli de böyleydi: “O, her âyeti birbirinden ayırırdı. ‘Bismillahîr-rahmanîr-rahîm’ der dururdu, ‘Elhamdülillahi Rabbi’l-âlemin’ der dururdu. Medlerine (harflerdeki çekme ve uzatmalara) riâyet ederdi.” (İbn Hanbel, Müsned, IV, 294, 300; Ebû Dâvûd, Vitr, 20; Nesaî, Miftahu’l-Kur’ân, 13) Böylece O, erken dönemde inen; “Kur’ân’ı tertil üzere oku!” (Müzzemmil  4) âyetinin gereğini yerine getirmiş oluyordu.

O halde, gerek namazda olsun, gerekse namaz dışında Kur’ân’ı tilâvet ederken, “bir an önce sûrenin sonuna ulaşmak” arzusuyla hareket etmemiz, O’nu bir çırpıda, üzerinde hiç durup düşünme payı vermeden okuyor olmamız, bizleri, Nebi-i Ekrem’in sünnetinden ve manayı kavramaktan uzaklaştıracaktır. Eğer bizler, Kur’ân metni için “Burada neyi okuduğumuz, nelerin anlatıldığı ve bununla neyin kastedildiği” şeklindeki sorulara cevap bulmak ve onu anlamak yerine; “Ben okuyup bitireyim de gerisi önemli değil” şeklinde bir kolaycılığa kaçıyorsak; bu tıpkı, dolu bir sürahinin sadece dış görüntüsünden -şekli şemâlinden haberdar olup, içindeki şifâî sudan tek bir yudum bile içmemeye benzeyecektir.

Abdullah İbn Amr’dan (ra) gelen bir rivâyette Rasûlullah (sav) der ki: “Kur’ân’ı üç günden az bir zamanda okuyan (hatmeden) kimse onu anlamamıştır (fıkhetmemiştir).” (Tirmizî, Kur’ân, 13; Ebû Dâvûd, Ramazan, 8-9; Darimî, Salat, 173; İbn Mâce, İkmet, 178) Zira bu kadar kısa sürede O’nu bitiren kişi, cümleleri nefes almadan okuyor olmalıdır! Tamamlanması 23 seneye yayılan bir kitabı, böyle bir celsede ‘okuyuvermek’ hiç de doğru bir davranış sayılamaz.

Kur’ân öyle bir kitaptır ki, ‘hızlı ve çabuk okuma teknikleri’ gibi şeklî üslûplar O’nda abesleşir, manasızlaşır. Böyle şeyleri O’na uygulamayı düşünemeyiz bile. Aksine; Kelâmullah ile aramızda adeta öyle bir ‘diyalog’ olmalıdır ki, söylenilen-dinlenilen kelimeler ve cümleler gâyet açık ve belirgin, tertil (tane tane bir okuma) ve tertip (ölçü ve düzen) üzere olmalıdır. Bu yüzden Kur’ân’ı hangi aralıklarla, ne sıklıkta ve periyotta takip edeceğimiz, nerelerde yavaşlayıp ‘yoğunlaşmaya ve tesir duymaya’ kendimizi bırakacağımız daha da bir önem kazanır.

İslâm bilginlerinin de açıkladığı gibi; Nebî (sav), bıkkınlık vereceği endişesiyle aşırı ibadeti hoş karşılamamıştır. İbadetten yüz çevirmeyi ise tamamen kerih görmüştür. Şüphesiz doğru olan, orta (mutedil) yoldur.

Evet, içimizden sabırsızlar çıkabilir; ‘Kur’ân bilgisi’ bir an önce artsın ister. Kayıp günlerini telafi etme çabasına girebilir. Kimi Kur’ân okumada zamanı hiç gözetmez, kimi düzenli ve sıralı bir okuma prensibine yaklaşmaz, vird edinircesine nizam, tertib ve devamlı bir okuma alışkanlığı edinmez; bunları gerçekleştirmeden kısa yoldan ilahî hidâyet ve rahmet elde etmeyi, hakka ve nura kavuşmayı umar!

Doğruyu bulmak, bu edebi terk etme halinde doğacak zararı önceden görebilmek ve bilhassa Kur’ân’ın peyderpey (belli zaman aralıklarıyla) indirilişindeki hikmeti hakkıyla kavrayabilmek, dolayısıyla tertil ve tertibe riâyet etmek mecburiyetindeyiz.

"İnkâr edenler: Kur'an ona bir defada topluca indirilmeli değil miydi? dediler. Biz onu senin kalbine iyice yerleştirmek için böyle yaptık (parça parça indirdik) ve onu tane tane (ayırarak) okuduk.” (Furkan 32)

“Biz onu, Kur'an olarak, insanlara dura dura okuyasın diye (âyet âyet, sûre sûre) ayırdık; ve onu peyderpey indirdik.” (İsrâ 106)

g. Telezzüz: Kur’ân âyetlerinin gönüllere lezzet veren özelliğinden ve coşku dolu maneviyatından tat almak.

Çünkü kendisinden lezzet duymadığın, zamanla hazzını kaybeden bir şey, değerini yitirecek ve çekiciliğini kaybetmeye başlayacaktır. Oysa Kur’ân’ın, tam bu noktada devreye giren öyle aşkın ve şaşırtıcı bir yanı vardır ki; bunun sayesinde O’ndaki güzellikler asla tükenmiyor, bilakis her defasında artıyor.

İnkârcılar bu Kitap için; ‘büyü’, inananlar gerçeği görüp; ‘mucize’ dediler. Fakat her iki tarafın da hem fikir olduğu bir husus vardı ki, o da, bu Kur’ân’ın insanı hakikaten çaresiz bırakacak denli edebî ve sanatsal bir üstünlüğünün itirafı idi. Merhum Ahmed Hamdi Akseki’nin temas ettiği gibi, o hem îcaz (kısa fakat özlü, gereksiz sözlerden uzak) hem de i’câz (benzerini ortaya dökmede herkesi acze/güçsüzlüğe düşüren) özelliğine sahip. (Ahmed Hamdi Akseki, Asr Sûresi Tefsiri, Birun Yay. s.20) Mekke Döneminin azılı müşriklerinden Velid İbn Muğire’nin dediği gibi, “O’nun öyle bir tatlılığı, öyle bir hoşluğu var ki, sanki sanırsın, yukarısı meyveli, aşağısı bolluk, zemini bol sulu” bir kelam. (Alûsî, Ruhu’l-Meanî, XV, 154)

Bizim bu edepten edineceğimiz sonuçlardan biri de, Kur’ân’ın bu tür öne çıkan taraflarını dikkate alarak, onları görerek, hissederek, gönlümüze yerleştirerek ve O’nu okurken can sıkıntısı duyulmasına katiyen izin vermeyerek, gönül hoşluğuyla, imanımıza iman katarak okumamızdır. Hatta bu melekeyi elde edebilmek için konu hakkında yazılmış eserlere dahi başvurabiliriz. Örneğin bu konuda akla ilk gelenlerden, Seyyid Kutub’un Kur’ân’da Edebî Tasvir ve Fîzılâli’l-Kur’ân adlı tefsir çalışmasını tavsiye edebiliriz.

Gazzâlî şu sözleri çok yerinde söyler: “Kelama tazim [saygı] gösteren, onu okuduğu zaman ondan zevk alır. Onunla cinsiyet eder [ilişkiye girer] ve ondan gafil olmaz. Okuyan anlayabilirse, Kur’ân-ı Kerim baştan sonuna kadar kalbin ünsiyet edeceği [yakınlaşacağı] âyetlerle doludur. Böyle olduğuna göre Kur’ân okurken kalb daha başka şey ile meşgul olur mu? [Hayır!] Kur’ân okuyan, bahçelerde, kırlarda teferrüce [rahatlamak amacıyla gezmeye] çıkmıştır. Böyle zevk, safa yerlerinde dolaşan, başka yerleri düşünmez; zaten son arzusu odur.” (İmam Gazzâlî, İhya, I, 798)

 “Herhangi bir sûre indirildiği zaman onlardan bir kısmı der ki: «Bu sizin hanginizin imanını artırdı?» İman edenlere gelince (bu sûre) onların imanlarını artırır ve onlar sevinirler.” (Tevbe 124)

“Gerçekten size Allah'tan bir nur, apaçık bir kitap geldi. Rızasını arayanı Allah onunla kurtuluş yollarına götürür ve onları iradesiyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır, dosdoğru bir yola iletir.” (Mâide 15-16)

Hatim de âdabın bir parçası olarak sayılabilir aslında. İbn Abbas’tan gelen bir hadiste; Rasûl-ü Ekrem, amellerin en güzelini, ‘yolculuğu bitirince tekrar başlamak’ diye tanımlar. O’na sorarlar: “Bu yolculuk nedir?” diye. O da şöyle der: “Kur’ân; başından sonuna dek okuyup, bitirince yeniden başlamaktır.” (Tirmizî, Kıraat, 4)

Anlatıldığına göre; Mekke kurrâları (Kur’ân okuyucuları) hatimlerini tamamlayınca, ara vermeden Fatiha’yı ve Bakara’nın ilk beş sayfasını da son okumasına katıp öyle bitirirlermiş ki, hatmin kapısının her zaman açık bırakıldığı anlaşılsın. Bu ne kadar güzel bir uygulama.

Engin Noyan’ın bir sözünü buraya almadan edemeyeceğim. Diyor ki: “Mübarek Kur’ân’a gerçek anlamda ve gereği gibi muhatap olma gayretini gösteren kişi, onun mucizevî yapısını çok geçmeden kavrar ve daima -onu yüz defa, bin defa hatmetmiş olsa dahi- asla di’li geçmiş kipinde ‘Ben Kur’ân okudum’ demez; geniş zaman kipini kullanarak ‘Ben Kur’ân okuyorum!’ der. Çünkü o mübarek Kitap başlar ama asla okunmakla bitmez! Her bitiriş samimi Kur’ân okurunu yeniden başlangıca taşır.” (Engin Noyan, Kur’ân Günlüğü, Birun Yay. II, 90)

6. SONUÇ

Gerçek bir Kur’ân okuyucusu gerek okuma süresi boyunca ve gerekse okuduktan hemen sonra yüreğinde bir takım duyguları kabaran; belki bir an ürperen ve heyecanlanan, olmadı hüzne bürünen ve tefekküre dalan biridir. Başta takındığı o rahat tavır ve pozisyonunda şimdi ciddî değişiklikler beklenilen kimsedir.

Sahabînin seçkinlerinden İbn Mes’ud (ra) diyor ki: “Sizler şu Kur’ân’ı şiir okur gibi okumayın! Çürük hurmaları atar gibi (âyetleri) dağıtmayın! Onun incelikleri üzerinde durun ve kalbinizi onunla harekete geçirin!” (İbn Kayyım, Zadu’l-Mead, I, 89) Yani biraz olsun dikkat edin, özen gösterin şu Kur’ân’a; okuduklarınız sizi sizden alıp halinizi değiştirmedikçe nicedir okumanız? Kime ne fayda?

“Hamd olsun Allah'a ki, O, (insanları) kendi tarafından çetin bir azap ile ikaz etmek, iyi iş ve davranışlarda bulunan müminlere, kendileri için, içinde ebedî kalacakları (cennette) güzel bir ecir bulunduğunu müjdelemek ve «Allah evlât edindi» diyenleri de uyarmak için kuluna (Muhammed'e), kendisinde hiçbir (tezat ve) eğrilik bulunmayan dosdoğru Kitab'ı indirdi.” (Kehf 1-4)

Nedir Kur’ân’ı okuyup anlamamıza engel teşkil eden asıl kilit sorun? Kendimizden başkası değil. Kur’ân’ı umursamamamız, O’nu anlama arzumuzun zayıflığı ve gayretsizliğimiz, sığındığımız bahanelerimizdir.

İbn Mes’ûd’dan (ra) rivâyet olundu ki; Rasûlullah (sav) şöyle buyurur: “Kur’ân, şefaati makbul bir şefaatçidir. Bazılarına karşı da doğruluğu tasdik edilmiş bir şikâyetçidir. Her kim onu önüne koyar, O’na uyarsa Kur’ân onu cennete götürür. Her kim de aldırmaz onu arkasına alırsa, onu da cehenneme sevk eder.” (Abdurrezzak, Musannef, 6010, İbn Hibban, Sahîh, I, 167; Deylemî, Firdevs, 4675)

DUA

Ey Allah’ım!

Bu Kur’ân’ı hak ile indirdin, o da hak ile indi.

Ey Allah’ım!

Öyleyse, Kur’ân’a olan rağbetimi (hevesimi) büyük et: O’nu gözüme ve gönlüme nûr, kalbime şifâ et.

Ey Allah’ım!

Kur’ân’la dilimi ziynetlendir (süsle), yüzümü güzelleştir, bedenimi kuvvetlendir, günahlarımı affet, sil.

Ve bana gece-gündüz saatlerinde tâatın üzere O’nu okumayı nasip et.

Bizleri o Nebî-yi Zîşân’la ve O’nun hayırlı yakınlarıyla birlikte haşret. (Amin)

7. ÖDEV

Her gün düzenli bir sayfa metin-meal Kur’an okumak.

8.      VİDEO

Kur'an-ı Kerim'i Anlamak İçin Çok Mu Üşengeçsiniz? [Nouman Ali Khan] [Türkçe Altyazılı]

      https://www.youtube.com/watch?v=vjqqlAV-kCs

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Dersler