1. GİRİŞ
Oruç, insanın gün
içerisinde oruçlu olduğu sürece ibadet halinde olduğu ve bu sayede kulluk
bilincini her zaman diri tutarak Rabbi ile olan bağının daha uzun süre taze
kalmasını sağladığı İslam’ın beş temel esasından biridir. Kulun Rabbi ile
kurduğu bu bağın manevi kuvvetini her an yüreğinde hissetmesi, bu hal üzere gerçekleştirdiği
diğer salih amellerden aldığı manevi haz ve doyumun da daha fazla olmasına
vesile olur.
Orucun bireyin kulluk
bilincinin uzun soluklu bir şekilde diri kalmasını sağlayıcı özelliğinin
yanında, bu kulluk bilincinin gereği olan sorumluluklarını yerine getirmede
ihtiyacı olan sabır ahlakını ona kazandıracak olan bir sabır ve irade eğitimi
olma yönü de vardır.
Oruç bu özellikleri ile
sabırsız, hoşgörüsüz, arzuladığı şeyin hemen olmasını isteyen, olmadığında ise
öfke seline kapılarak kendisine veya çevresine düşünmeden zarar verebilen ya da
fedakarlık gerektiren durumlar karşısında tahammülü zayıf olan insanların
çoğaldığı günümüzde, insanların sabır ahlakını kazanması ve ona bu ahlakı
kazandıracak bir irade eğitiminden geçmesine uygulamalı bir şekilde yardımcı
olur.
Oruç ayrıca bireyin dil
ile ifade etmediği sürece dışarıdan bakıldığında ibadet halinde olduğu
anlaşılmadığı için, kulun ameline riyanın karışma ihtimalinin en zayıf olduğu
ibadetlerden biridir. Bu yönüyle kalbin hallerinden bir hal olan ihlas ile
hemhal olma ve halini yaşayarak hissettiği ihtiyaç sahiplerine karşılığını sadece
Rabbinden bekleyerek yardımda bulunma, yani infak ahlakını kazandırma
özellikleri de bu değerlerin kaybolmaya yüz tuttuğu günümüzde oruç ibadetinin önemini
her geçen gün daha net bir şekilde ortaya koymaktadır.
Bu bölümde Rabbimizden bize
bu hasletleri kazandırmasını temenni ettiğimiz oruç ibadetinin faziletini daha
kapsamlı bir şekilde ele almaya çalışacağız.
2. KAVRAM TAHLİLİ
Oruç kelimesi,
sözlükte “bir şeyden uzak durmak, bir şeye karşı kendini tutmak” anlamına gelen
Arapça savmın (sıyâm) Farsça karşılığı olan rûze kelimesinin
Türkçeleşmiş şeklidir. Savm ve sıyâm ile türevleri Kur’ân-ı Kerîm’de on üç
yerde, hadislerde ise çok sayıda geçmektedir (M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem,
“ṣvm” md.; Wensinck, el-Muʿcem, “ṣvm” md.). Terim olarak oruç, tan
yerinin ağarmasından güneşin batmasına kadar şer‘an belirlenmiş ibadeti yerine
getirmek niyetiyle yeme, içme ve cinsel ilişkiden uzak durmayı ifade eder.
Serahsî’nin “belirli kimselerin belirli zamanda belirli fiillerden belirli bir
amaçla uzak durması” şeklindeki tanımı bu ibadetin kimler açısından sahih sayıldığını
belirtmeyi hedeflemektedir (el-Mebsûṭ, III, 54). Süresi içinde kişinin kendini
oruç yasaklarına karşı tutmasına imsâk denir, bu kelime “oruca
başlama, orucun başlangıç anı” mânasında da kullanılır. Vakti gelince orucu
usulüne göre açmaya, yani orucu sonlandırmaya iftâr adı verilir. (http://www.islamansiklopedisi.org.tr/Oruç)
ORUÇLA İLGİLİ KAVRAMLAR
SAHUR
Gündüz oruç tutabilmek
için sahur yemeğinden istifade edilmesini tavsiye eden Peygamber
Efendimiz (sav), “Bizim
orucumuzla Ehl-i kitabın orucunu ayıran (şey), sahur yemeğidir.” (Müslim,
Sıyâm, 46) diyerek sahur yapmanın oruç ibadetinde müslümanların ayırt edici bir
vasfı olduğunu bildirmiştir. Sahura kalkmayı son derece önemsediğinden, “Sahur yemeği yiyin. Çünkü sahur yemeğinde
bereket vardır.” (Müslim, Sıyâm, 45) buyurarak müslümanlardan bir yudum su ile olsa da mutlaka sahur
yapmalarını istemiştir (İbn Hanbel, III, 44). Resûl-i
Ekrem, sahurun bereketinden sık sık bahsetmiş, sahâbeden Irbâd b. Sâriye’yi
(ra) sahura davet ederken de, “Mübarek
yemeğe gel!” diyerek bu yemeğin hayırlı ve bereketli olduğunu
farklı bir şekilde ifade etmiştir (Ebû Dâvûd, Sıyâm, 16). Ayrıca sahur
yapanlara Allah‘ın (cc) merhamet, meleklerin de hayır dua edeceği müjdesini
vermiştir (İbn Hanbel, III, 44). (Hadislerle İslâm Cilt 2, Sayfa 425-429)
Bazı
hadislerde ifade edildiği gibi (İbn Mâce, “Sıyâm”, 22) sahurun tutulacak oruca
güç yetirebilmek için vücuda besin sağlama amacı taşıdığı açık olmakla birlikte
sahura kalkan müminin asıl hedefi Hz. Peygamber’in sünnetini yerine getirerek
bu vaktin feyiz ve bereketinden yararlanmaya ve neticede Allah’ın (cc)
hoşnutluğunu kazanmaya çalışmak olmalıdır. (http://www.islamansiklopedisi.org.tr/sahur)
İFTAR
İftar vakti, müminler için sevinç ve
huzur vaktidir. Bu vaktin girmesiyle Allah (cc)’ın rızası için açlığa,
susuzluğa, orucun sıhhatine zarar verecek tutum ve davranışlara karşı sabreden,
oruca özel yasaklardan uzak durmayı başaran ihlâslı gönüller için bütün bu
yasaklar kalkar. Bu vakit, Resûlullah’ın (sav), “Şüphesiz her iftar
vaktinde Allah (cc) tarafından (cehennem ateşinden) azat edilenler vardır. Bu
(azat etme işlemi Ramazan"da) her gece olur.” (İbn Mâce, Sıyâm, 2) sözleriyle
ifade ettiği üzere, bağışlanma vaktidir. Yine Hz. Peygamber(sav), “...Müminin iki sevinci vardır: Birisi iftar
vaktinde orucunu açtığı andaki sevinci, diğeri Rabbine kavuştuğu zaman orucunun
(mükâfatından kaynaklanan) sevincidir.” (Müslim, Sıyâm, 163) buyurmuştur.
Visal orucunu yani iki gün peş peşe
iftar etmeden oruç tutmayı yasaklayan (Buhârî, Savm, 48) Allah Resûlü
(sav), iftar vakti gelince, oruç açmada acele edilmesini tavsiye
etmiştir. “İnsanlar vakti girince iftar etmekte acele ettikleri sürece
hayır üzere olurlar.” (Buhârî, Savm, 45) buyurmuş ve Allah’ın (cc) en
sevdiği kullarının iftar yapmada acele edenler olduğunu bildirmiştir (Tirmizî,
Savm, 13). Nitekim bir gün, tâbiînden Ebû Atıyye (ra) ile Mesrûk (ra), müminlerin
annesi Hz. Âişe’nin (rah) yanına gelerek sahâbeden bir kişinin iftar yapmada ve
akşam namazını kılmada acele ettiğini, diğer bir kimsenin ise bunları
geciktirdiğini söylemiş, hangisinin daha doğru olduğunu öğrenmek istemişlerdi.
Hz. Âişe (rah) iftarda ve namazda acele edenin kim olduğunu merak etmiş ve onun
Abdullah b. Mes’ûd (ra) olduğunu öğrendikten sonra şöyle demişti: “Allah Resûlü
de böyle yapardı.” (Müslim, Sıyâm, 49)
Allah Resûlü (sav), “Her
oruçlunun iftarını açtığında reddedilmeyen bir duası vardır.” diyerek müminlere
bu sevinç ve bağışlanma vaktinde dua etmelerini öğütlemiştir. Bu hadisi
Peygamberimizden (sav) nakleden sahâbî Abdullah b. Amr’ın (ra) iftar vaktinde,
“Allah’ım! Senden her şeyi kuşatan rahmetin ile beni bağışlamanı
dilerim.” diyerek dua ettiği bilinmektedir. (İbn Mâce, Sıyâm,
48) Peygamberimiz (sav), Allah (cc) rızasını kazanmak için oruç tutar, O’nun
rızkıyla iftar eder, iftar ederken de ellerini açarak şöyle dua
ederdi:“Allâhümme leke sumtü ve alâ rızkıke eftartü. (Allah"ım! Senin
rızan için oruç tuttum ve senin rızkınla orucumu açtım.)” (Ebû Dâvûd, Sıyâm, 22) (Hadislerle
İslâm Cilt 2 Sayfa 425-429)
İftar duası, oruç tutan kişinin ibadet
bilincini güçlendiren ve Allah (cc) katında özel bir konuma sahip bu ibadeti
yerine getirmenin şükrünü içeren bir anlam taşıdığı gibi iftar sofrasında
bulunanlar bakımından dinî eğitimin de bir parçasını oluşturur. (http://www.islamansiklopedisi.org.tr/İftar)
Peygamber Efendimiz (sav), iftar
edeceği zaman özel yiyecekler aramaz, yemek ayrımı yapmaz, sofrada ne bulursa
onunla iftar ederdi. Onun iftar sofrası, lüks ve israftan uzak, son derece sade
idi. Medine’de Efendimizin (sav) yanında büyüyen Enes b. Mâlik (ra),
Resûlullah’ın (sav) iftarını şöyle anlatmıştır: “Resûlullah (sav) akşam
namazını kılmadan önce birkaç taze hurma ile, eğer yoksa kuru hurma ile iftar
ederdi, o da yoksa birkaç yudum suyla orucunu açardı.” (Ebû Dâvûd, Sıyâm, 21)
Ramazan ayında, diğer
zamanlara göre daha cömert olan Sevgili Peygamberimiz (sav) (Buhârî,
Bed’ü’l-vahy, 1), iftar sofralarını başkalarıyla paylaşmaya büyük önem
vermiş ve : “Her kim bir oruçluya iftar yemeği yedirirse, kendisine onun
sevabı kadar sevap verilir; oruçlunun ecrinden de hiçbir şey eksiltilmez.” (Tirmizî,
“Ṣavm”, 82; İbn Mâce, “Ṣıyâm”, 45) diyerek müslümanları bu güzel ameli
işlemeye teşvik etmiştir. Ayrıca kendisi de iftar davetlerine icabet etmiş,
davet sahiplerine övgüde bulunmuştur. Nitekim Sa’d b. Ubâde’nin (ra) iftar
davetine icabet ettiğinde, iftarda kendisine ikram edilen ekmek ile
zeytinyağını yedikten sonra, genellikle başkalarıyla iftar ederken okuduğu şu
duayı okumuştur: “Eftara ındekümü’s-sâimûn ve ekele taâmekümü’l-ebrâr ve
sallet aleykümü"l-melâiketü. (Yanınızda oruçlular iftar etsin, yemeğinizi
iyiler yesin ve melekler size rahmet dilesin.)” (Ebû Dâvûd, Et’ıme, 54)
Maddî imkâna sahip
olanların iftar davetlerini verirken akrabaların, dostların, komşuların dikkate
alınması güzeldir. Fakat bu daireyi genişleterek, iftar sofralarına ihtiyaç sahibi
insanları buyur etmek Allah’ın (cc) rızasına çok daha uygun bir davranış
olacaktır. İftar davetleri belli bir zümrenin bir araya gelerek lüks
mekânlarda, zengin sofralarda yemek yemelerinin ötesine geçmeli; sofralara
dâhil edilen yetimler, yaşlılar ve muhtaçlarla Halil İbrâhim bereketinin
arandığı salih amellere dönüşmelidir. Öte yandan ihtiyaç sahiplerine kadar
uzanan iftar daveti, İslâm dininin güçlendirmeye çalıştığı kardeşlik ve sosyal
dayanışma ilkesinin bir gereği olduğu gibi oruç ibadetinin kazandırdığı kalp
inceliğinin ve diğerkâmlığın da tabii bir tezahürüdür. (Hadislerle İslâm Cilt 2 Sayfa 425-429)
RAMAZAN
Sözlükte “günün çok sıcak olması,
güneşin kum ve taşları çok ısıtması, kızgın yerde yalınayak yürümekle ayakların
yanması” anlamlarındaki ramad masdarından veya “güneşin güçlü
ısısından çok fazla kızmış yer” mânasındaki ramdâ’ kelimesinden
türeyen Ramazân kamerî yılın Şâbandan sonra, Şevvalden önce gelen
dokuzuncu ayının adıdır. “Yaz sonunda ve güz mevsiminin başlarında yağıp yeryüzünü
tozdan temizleyen yağmur” anlamındaki ramadî kelimesinden ya da
“kılıcı veya ok demirini inceltip keskinleştirmek için iki yalçın taş arasına
koyup dövmek” anlamındaki ramd masdarından türediği de ileri
sürülmüştür. Genellikle “şehr” (ay) kelimesine izâfe edilip şehru
ramazân şeklinde kullanılır.
Medine’ye hicret ile birlikte İslâm
dini, kendi müesseselerini oluşturmaya başlamıştı. Mescid-i Nebevî’nin
yapılmasının ardından hayat, vahyin kılavuzluğunda, “inanç-amel bütünlüğü”
içinde gelişmeye devam ediyordu. Medine’ye geleli daha on sekiz ay olmuştu.
Kısa bir süre önce kıbleyi Mescid-i Aksâ’dan Kâbe’ye çeviren Yüce Allah (cc) bu
sefer hicrî takvimin 8. ayı olan Şâban ayında, Ramazan orucunu farz kılan şu
âyetleri indirdi:
“Ey
inananlar! Oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, sakınasınız diye size
de sayılı günlerde farz kılındı... Ramazan ayı, insanlara yol gösterici,
doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak Kur’an’ın indirildiği
aydır. Öyle ise sizden Ramazan ayını idrak edenler onda oruç tutsun. Kim o anda
hasta veya yolcu olursa (tutamadığı günler sayısınca) başka günlerde kaza
etsin. Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez. Bütün bunlar, sayıyı
tamamlamanız ve size doğru yolu göstermesine karşılık, Allah’ı tazim etmeniz,
şükretmeniz içindir.” (Bakara
183-185)
Bu âyetler, Ramazan
ayının, diğer aylardan ayrıcalıklı olduğunu açıkça ifade etmektedir. Bu nedenle
müslümanlarca sabır, ibadet, rahmet, mağfiret ve bereket ayı olarak kabul
edilen, büyük bir coşku ve heyecanla karşılanan ramazanın başlıca özellikleri
şu şekilde sıralanabilir:
a. Kur’ân-ı Kerîm bu
ayda indirilmeye başlanmış olup âyet ve hadislerde bin aydan daha hayırlı
olduğu bildirilen (el-Kadr 97/3; Nesâî, “Ṣıyâm”, 5) Kadir gecesi de bu ayın içindedir.
Bir âyette Kur’an’ın Ramazan ayında, bir başka âyette mübarek bir gecede, bir
diğerinde Kadir gecesinde inmeye başladığı haber verilmektedir (el-Bakara
2/185; ed-Duhân 44/1-3; el-Kadr 97/1). Kadir gecesi Ramazan içinde mübarek bir
gece olduğundan âyetler arasında bir çelişki yoktur.
b. İslâm’ın beş
şartından biri olan oruç bu ayda tutulur (el-Bakara 2/183-185; Buhârî, “Ṣavm”,
1; Müslim, “Îmân”, 8, 9).
c. Hz. Peygamber’in
inanarak ve sevabını Allah’tan(cc) bekleyerek kılan kişinin geçmiş
günahlarının bağışlanacağını bildirdiği ve kendisi de bizzat kılarak ümmeti
için sünnet olduğunu gösterdiği (Buhârî, “Ṣalâtü’t-terâvîḥ”, 1; Müslim,
“Müsâfirîn”, 173-178) teravih namazı bu aya mahsus ibadetlerdendir.
d. Malî bir ibadet
olan fitrenin (fıtır sadakası) bu ayın sonunda ve bayramdan önce ödenmesi
gerekir. Bu ayda yapılan diğer yardımların da öteki aylara göre daha sevap ve
faziletli olduğuna dair hadisler vardır (Buhârî, “Ṣavm”, 7; Müslim, “Feżâʾil”,
50; Tirmizî, “Zekât”, 28). Bu sebeple, ramazanda ödenmesi gerekli olmamakla
birlikte müslümanlar zekâtlarını bu ayda ödemeyi âdet haline
getirmişlerdir.
e. Bu ayın sonunda
itikâfa girmek sünnettir. Kaynaklar Resûl-i Ekrem’in ramazanın son on gününde
itikâfa girdiğini ve bu âdetini vefatına kadar devam ettirdiğini, onun ardından
hanımlarının da itikâfa girdiğini (Buhârî, “İʿtikâf”, 1; Müslim, “İʿtikâf”,
1-5) haber vermektedir.
f. Kütüb-i Sitte’de
yer alan bazı hadislerde bu ayda umre yapanın hac sevabı alacağı ifade
edilirken (Buhârî, “ʿUmre”, 4; Müslim, “Ḥac”, 221, 222), zayıf olduğu
kaydedilen bazı hadislerde ise diğer ibadet ve amellere de öteki aylara göre
daha çok mükâfat verileceği bildirilmiştir (İbn Huzeyme, eṣ-Ṣaḥîḥ, III,
191-192; Ahmed b. Hüseyin el-Beyhakī, Şuʿabü’l-îmân, V, 224).
g. Kur’an ayı denilen ramazan
ayında çokça Kur’an okuyup tefekkür etmek müstehap kabul edilmiştir. Hz.
Peygamber’in (sav) Cebrâil (as) ile karşılıklı Kur’an okumasına dayanan
mukabele uygulaması da bu aya mahsus geleneklerdendir.
İslâm ile yepyeni
anlamlara kavuşan Ramazan kelimesi, bize mübarek bir zaman dilimini, tam bir
huzur iklimini çağrıştırır. Kamerî aylardan dokuzuncusu olan Ramazan ayı
boyunca müslümanlar, toplum olarak ibadet yoğunluğu ve heyecanı içinde olurlar.
Çünkü Ramazan, ilmin, inancın, ibadetin, ahlâkın, dayanışmanın, kardeşliğin
daha da olgunlaştırılabilmesi için Müslümanlara ikram edilmiş bereketli bir
eğitim mevsimidir. Müslüman bu zaman diliminde Rabbiyle, kardeşleriyle,
nefsiyle ve şeytanla olan ilişkilerini gözden geçirir, gece gündüz tam bir ay
süren yoğun bir eğitim faaliyetinden güçlenerek, arınarak çıkar.
Allah Resûlü (sav), Ramazan
ayına kavuşma arzusunu dualarında açığa vururdu. Enes b. Mâlik’in (ra)
naklettiğine göre, Receb ayı girdiği zaman Peygamber Efendimiz (sav) şöyle dua
ederlerdi: “Allah’ım! Receb ve Şâban aylarını hakkımızda mübarek eyle,
bizi Ramazan ayına ulaştır!” (Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat, IV, 189)
Ayrıca Sevgili
Peygamberimiz (sav), Ramazan öncesinde yaptığı sohbetlerle, ashâbının
zihinlerini ve gönüllerini bu mübarek aya hazırlardı. Nitekim Ramazan ayının bu
niteliklerini şu sözleriyle özetlemişlerdi: “Mübarek Ramazan ayı size geldi. Yüce Allah bu ayda size oruç tutmayı
farz kıldı. Bu ayda sema (cennet) kapıları açılır, cehennem kapıları ise
kapanır ve şeytanların azgınları bağlanır...” (Nesâî, Sıyâm, 5)
“Ramazan
ayının ilk gecesi olunca, şeytanlar ve azgın cinler zincire vurulur, cehennem
kapıları kapatılır ve hiçbiri açılmaz. Cennetin kapıları açılır ve hiçbiri
kapanmaz. Sonra bir (melek) şöyle seslenir: Ey hayır dileyen, ibadet ve kulluğa
gel! Ey şer isteyen günahlarından vazgeç! Allah’ın bu ayda ateşten azat ettiği
nice kimseler vardır ve bu Ramazan boyunca her gece böyledir.” (Tirmizî, Savm,1)
Akabe biatlerinde etkin
görev almış olan Ubâde b. Sâmit (ra), Ramazan ayının yaklaştığı bir günde Resûlullah’ın
(sav) şöyle dediğini nakleder: “Ramazan
ayı size bereketiyle geldi, Allah o ayda sizi zengin kılar, bundan dolayı size
rahmet indirir, hataları yok eder, o ayda duaları kabul eder. Allah Teâlâ sizin
(Ramazan ayındaki ibadet ve hayır konusunda) birbirinizle yarış etmenize bakar
ve meleklerine karşı sizinle övünür. O hâlde iyilik ve hayırdan yana Allah
Teâlâ’ya kendinizi gösterin. Ramazan ayında Allah’ın rahmetinden kendisini
mahrum eden kimse bedbaht kimsedir.” (Heysemî,
Mecmeu’z-zevâid, III, 344)
Ashâbına fıtır sadakası
vermelerini söyleyen Allah Resûlü (sav), bunun, insanlar bayram namazına
çıkmadan önce ödenmesini isterdi. (Buhârî, Zekât, 76)Ayrıca Ramazan ayında
verilen sadakayı daha üstün görürdü. (Tirmizî, Zekât, 28)
Resûlullah (sav), bir
aylık rahmet mevsimini ibadetle, taatle geçirmiş olmanın sevincini ashâbıyla
birlikte bayram ederek kutlardı. O, bayram namazına gitmeden önce gusleder
(Muvatta’, Îdeyn, 1) ve namazgâha giderken değişik bir yol izlerdi (Buhârî, Îdeyn, 24).Bayramı tekbir ve tehlillerle karşılardı (Buhârî,
Îdeyn, 12).
Burada şunu belirtmekte
yarar vardır ki Allah Resûlü (sav) Ramazan ayını sadece ibadetle geçirmiş
değildir. Söz gelimi, İslâmın ilk savaşı olan Bedir Savaşı için, hicretin
ikinci yılı Ramazan ayında hareket edilmiş, Ramazan’ın on yedinci günü düşmanla
savaşılmıştır (Tirmizî, Savm, 20). Hicretin sekizinci yılı Ramazanının on
üçüncü günü ise, Mekke’nin fethi için yola çıkılmıştır. (Abdürrezzâk, Musannef, V, 372). Böylece Hz. Peygamber’in (sav)
hayatındaki en önemli iki sefer, Ramazan ayında yaşanmıştır.
Her ne kadar Ramazan ayı,
Allah (cc) tarafından mübarek kılınmışsa da, onun bereketinden istifade etmek
müslümanın iradesine bırakılmıştır. Değerlendiren için Ramazan bulunmaz bir
hasat mevsimi, maddî ve mânevî bir arınma iklimidir. Ramazan’a yetiştiği hâlde
onun kadrini ve kıymetini bilmeyen biri içinse, kaçırılmış bir fırsat hatta bir
vebal olacaktır. Hem de Rahmet Elçisi’ne (sav) , “Ramazan ayına girdiği hâlde günahlarını affettiremeden bu ayı
tamamlayan kişinin burnu yerde sürünsün!” (Tirmizî, Deavât, 100) dedirtecek
kadar.
Ramazan ayı, ruh ve nefis
için, birey ve toplum için takvadır, korunmadır. Ramazan ayı, kötü
alışkanlıklara son verme, iyiden, güzelden yana yeni sayfalar açma fırsatıdır.
İşte bu bilinç içerisinde dolu dolu yaşanan Ramazan, sonrasında gelen ayların
hatta bütün bir yılın verimli geçirilmesini sağlayacaktır. Allah Resûlü’nün
(sav), “Büyük günahlardan
kaçınıldığı takdirde, beş vakit namaz ile cuma bir sonraki cumaya kadar ve
Ramazandan diğer Ramazana kadar, aralarında işlenen günahların bağışlanmasına
vesiledir.” (Müslim, Tahâret, 16) hadisi,
sadece geçmişte işlenmiş günahların kefareti olarak değil, aynı zamanda Ramazanın
verdiği bilinç ile bir sonraki Ramazana kadar açılmış olan beyaz sayfayı temiz
tutma gayreti olarak anlaşılmalıdır. (Hadislerle İslâm Cilt 2 Sayfa
393-397)
TERAVİH
Ramazan ayına mahsus olmak üzere
yatsıdan sonra kılınan namazdır.
Hz. Âişe (rah), yeğeni Urve’ye
(ra) bu namazı şöyle anlatır: “Resûlullah (sav) bir gece yarısı evinden çıkıp
mescitte namaz kıldı. Bu durumu gören bazı insanlar da ona uyarak beraberinde
namaz kıldılar. Sabah olunca insanlar birbirlerine geceleyin Hz. Peygamber’in
mescitte namaz kıldığını anlattılar. Bu haber yayılınca ertesi gece daha çok
insan toplandı ve Hz. Peygamber ile birlikte namaz kıldılar. Sabah olunca
insanlar bunu yine aralarında konuşup yaydılar. Üçüncü gece mescitte halk iyice
çoğaldı. Resûlullah yine çıkıp namaz kıldı, insanlar da onun namazına uyup
namaz kıldılar. Dördüncü gece mescit, toplanan insanları zor aldı. Fakat
Resûlullah o gece ancak sabah namazını kıldırmak için çıktı. Sabah namazını
kıldırınca cemaate yönelerek şehâdet kelimelerini söyledikten sonra, o gece,
namaza çıkmama gerekçesini şöyle açıkladı: "Sizin mescitte toplanmanızdan habersiz değildim. Fakat bu namazın
üzerinize farz kılınmasından ve onu yerine getirmeye gücünüzün yetmemesinden
endişelendim (ve bu yüzden yanınıza gelmedim)." (Buhârî,
Salâtü’t-terâvîh, 1 )
Çocukluğunu Peygamberimizin yanında
geçiren Enes b. Mâlik (ra) ise şöyle anlatmaktadır: “Resûlullah (sav) Ramazan’da
namaz kılıyordu. Geldim ve arkasına namaza durdum. Bir adam da gelip benim
yanıma namaza durdu. Sonra başka biri geldi ve neticede on kişiye yakın bir
grup olduk. Arkasında bizim olduğumuzu hisseden Resûlullah (sav) namazı kısa
tuttu. Sonra kalkıp evine girerek namazını bizim yanımızda kılmadığı şekilde
uzunca kıldı. Sabah olunca biz, "Ey Allah’ın Resûlü! Gece bizi fark ettin
mi?" dedik. O, "Evet,
zaten benim yaptığıma da bu neden oldu." buyurdu.” (Müslim, Sıyâm, 59). Bu rivayetlerden, Rahmet Elçisinin
(sav), ümmetine zahmet vermemek için teravih namazını düzenli bir şekilde
kıldırmadığı, namaza çok düşkün olan ashâbının devamlılığını görünce farz
olması endişesiyle onlara bu namazı kıldırmaktan vazgeçtiği, Enes (ra)
rivayetinde olduğu üzere, onlara kıldırırken kısa tuttuğu, ancak Kadir gecesi
olma ihtimalini dikkate alarak 23., 25. ve 27. geceleri süreyi gittikçe artırıp
saatler süren uzunlukta namaz kıldırdığı anlaşılmaktadır. Peygamber
Efendimiz’in (sav) Ramazan’da nafile olan gece namazını her gece düzenli olarak
kıldırmamasının, hatta evlerde kılınmasını tavsiye etmesinin ardında yatan
sebep, farz kılınır da, sonra ümmetinin bunu yerine getirmeye gücü yetmez
şeklindeki endişesidir.
Ebû Hüreyre’nin (ra) anlattığına göre
Ramazan’da insanlardan bir kısmı, mescidin bir kenarında namaz kılıyorlardı.
Resûlullah (sav) mescide çıkıp da onları görünce, ne yaptıklarını sordu.
Cevaben, Kur’an’dan fazla ezberi olmayan kimselerin Übey b. Kâ’b’ın (ra)
arkasında toplanıp birlikte namaz kıldıkları söylenince Rahmet Elçisi, “Doğru! Doğru yapmışlar! Ne de güzel
yapmışlar!” buyurdu (Ebû Dâvûd, Şehru Ramazân, 1). Peygamberimizin
Übey b. Kâ’b’ın (ra) bu gayretini tasvip etmesi, aslında onun, bu namazın
cemaatle kılınmasını arzu ettiği şeklinde yorumlanabilir.
Ramazan gecelerinde kılınan bu namaza
“rahatlatmak, dinlendirmek” anlamına gelen “teravih” isminin verilmesi ise daha
sonralara rastlar. Dolayısıyla Peygamberimizin(sav) dilinde bu kullanıma, çok
zayıf bazı rivayetler dışında, rastlanmaz. Hadislerde bu namaz
“kıyâmü"l-leyl” olarak geçer ve bununla, Ramazan gecelerinde kılınan
teravih namazı veya gecenin namaz kılınarak kıyamı, kıvamı, ihyası ve
değerlendirilmesi kastedilir.
Peygamberimizin (sav) yirmi rekât
kıldığına dair bazı rivayetler varsa da, sahih ve sabit olan onun bu namazı
sekiz rekât kıldığıdır. Nitekim Hz. Âişe bunu açıkça ifade etmekte, bu sekiz
rekâtın uzunluğundan ve güzelliğinden övgüyle söz ederek şöyle demektedir:
“Resûlullah Ramazan’da da Ramazan dışındaki gecelerde de on bir rekâttan fazla
namaz kılmazdı. Önce dört rekât kılardı ki o rekâtların güzelliğini ve
uzunluğunu sorma! Sonra dört rekât daha kılardı. Bunların da güzelliğini ve
uzunluğunu sorma! Sonra da üç rekât (vitir namazı) kılardı.”(Buhârî,
Salâtü’t-terâvîh, 1)
Burada dikkat çekilmesi gereken bir
başka husus da, Peygamberimizin(sav) ancak sekiz Ramazan geçirdiğidir. Oruç,
hicretin ikinci senesinde farz kılınmıştır. Aynı senenin Ramazan ayında Bedir
Savaşı gerçekleşmiştir. Hicretin sekizinci yılı Ramazan ayında
da Mekke’nin fethi vuku bulmuştur (Abdürrezzâk, Musannef, V, 372). Bu savaşlar
esnasında büyük bir ihtimal ile Hz. Peygamber(sav) ve ashâbı teravih namazı
kılmaya fırsat bulamamıştır. Dolayısıyla teravih namazının oldukça uzun süre
sekiz rekât olarak kılınması Allah Resûlü’nün (sav) sünneti olup, yirmi rekâta
tamamlanması ise sahâbenin uygun gördüğü üzere asırlarca yaşatılan bir Ramazan
geleneğidir.
Sonuç olarak, teravih namazında asıl
olan, Kur’ân-ı Kerîm’in hatmi ve Ramazan gecelerinin ihyasıdır. Kadir gecesine
rastlama ihtimali yüksek olan bu mübarek geceleri ibadetle değerlendirme
hedeflenmelidir. “İnanarak ve
sevabını Allah’tan umarak Ramazan orucunu tutan kimsenin geçmiş günahları
bağışlanır. İnanarak ve sevabını Allah’tan umarak Kadir gecesini ihya eden
kimsenin de geçmiş günahları bağışlanır.” (Buhârî, Fadlü
leyleti’l-kadr, 1) buyuran Hz. Peygamber (sav) Ramazan gecelerini namaz ile
değerlendirmiştir. Bu nedenle, teravih namazını geçiştirme yerine, mümkün
mertebe bu namaza daha fazla zaman ayırma, ecrinden daha fazla yararlanma
cihetine gidilmelidir. Böylece gündüzünü sıyam (oruç) ile gecelerini de kıyam
(teravih) ile Ramazan dolu dolu geçirilmiş ve bin aydan daha hayırlı olan Kadir
gecesi ihya edilmiş olacaktır.
İmam Buhârî’nin teravih namazı ile
ilgili bir hadis için koymuş olduğu başlık dikkat çekicidir: “Ramazan
gecelerinde kılınan nafile namaz, imandandır.”( Buhârî, Îmân, 27 —bab
başlığı—.) (Hadislerle İslâm Cilt 2
Sayfa 259 – 264)
KADİR GECESİ
Allah’ın (cc) insanlara
peygamberler vasıtasıyla son hitabı ve nihaî mesajı olan Kur’an’ı indirmesi
insanlığın hidayetinde bir dönüm noktası teşkil ettiği için bu olayın gerçekleştiği
bu gece özel bir anlam taşır. Kadir gecesinin önemine işaret eden bir hadiste,
önceki ümmetlerin uzun ömürlü olmaları sebebiyle fazla sevap kazanma imkânına
sahip bulunmalarına karşılık müslümanlara Kadir gecesinin verildiği belirtilir
(el-Muvaṭṭaʾ, “İʿtikâf”, 6). Kadr sûresinde bildirildiğine göre bu gecede
Allah’ın (cc) izniyle melekler ve Cebrâil (as) yeryüzüne iner ve gece boyunca yeryüzüne barış
ve esenlik hâkim olur.
Bu gecenin daha çok Ramazanın
son on veya yedi günündeki tekli gecelerde aranması gerektiğine dair hadisler
(Buhârî, “Fażlü leyleti’l-Ḳadr”, 2-3; Müslim, “Ṣıyâm”, 205-220) gecenin
tesbitiyle ilgili bazı ipuçları vermektedir. Bu hususta sahâbeden gelen
rivayetlerde en çok Ramazan ayının 27. gecesi öne çıkıyorsa da (Müslim, “Ṣalâtü’l-müsâfirîn”,
179-180, “Ṣıyâm”, 220-221; Ebû Dâvûd, “Şehru Ramażân”, 2, 6; Tirmizî, “Ṣavm”,
72) bu rivayetler ihtilâflı olduğundan kesinlik ifade etmemektedir. Kadir
gecesinin kesin olarak belirlenmemesinin hikmeti üzerinde duran âlimler, bu
durumun gecenin feyzinden istifade etmek için daha uygun olduğunu
söylemişlerdir. Zira Kadir gecesinin bildirilmesi halinde müslümanlar sadece o
geceyi ihya etmekle yetinebilirlerdi. Halbuki kısmî belirsizlik sayesinde
müminlerin Kadir gecesi ümidiyle bütün Ramazan gecelerini ibadet şuuru
içerisinde geçirmeleri söz konusudur. Ayrıca Kadir gecesinin bildirilmemesi
yoluyla müslümanların bilerek ona saygısızlık göstermeleri veya tâzimde aşırıya
kaçmaları önlenmiş olur (Zemahşerî, IV, 273; Fahreddin er-Râzî, XXXII, 28-29).
Bir hadiste Resûl-i
Ekrem’in (sav) Kadir gecesinde, “Allahım! Sen affedicisin, affı seversin, beni
de affet!” şeklinde dua edilmesini tavsiye ettiği belirtilir (Tirmizî,
“Daʿavât”, 84; İbn Mâce, “Duʿâʾ”, 5). Bu sebeple müslümanlar, Ramazan ayının
son on gecesini ve özellikle âlimlerin çoğunluğunun işaret ettiği 27. geceyi,
kulluk bilinci içinde ibadet ederek ve geçmişte yaptıkları hataları bir daha
tekrarlamamaya kesin karar vererek geçirmeye özen gösterirler. (http://www.islamansiklopedisi.org.tr/Kadir gecesi)
İ‘TİKÂF
Sözlükte “hapsetmek,
alıkoymak; bir yere yerleşmek, oraya bağlanıp kalmak”
anlamlarındaki akf kökünden türeyen i‘tikâf, bu mânaları yanında
kişinin kendisini sıradan davranışlardan uzak tutmasını, fıkıh terimi olarak da
ibadet amacıyla ve belirli bir şekilde camide kalmasını ifade eder. İ‘tikâfa
giren kimseye mu‘tekif veya âkif denir.
İ‘tikâfın meşruiyeti
Kur’an ve Sünnet ile sabittir. “Mescidlerde i‘tikâfta bulunduğunuz zaman
kadınlara yaklaşmayın” (el-Bakara 2/187) meâlindeki âyetle Hz. Âişe (rah)’ın,
“Resûl-i Ekrem ramazanın son on gününde i‘tikâfa girerdi. O bu âdetine vefatına
kadar devam etmiştir. Sonra onun ardından hanımları i‘tikâfa girmiştir”
(Buhârî, “İʿtikâf”, 1; Müslim, “İʿtikâf”, 5) şeklindeki rivayeti bunun
delillerini teşkil eder. Allah’a (cc) tam bir teslimiyet içerisinde ibadet ve
taatte bulunmak amacıyla zamanının belirli bir kısmını ayırması ve bu esnada
meşrû bile olsa her türlü nefsânî ve şehevî arzulardan uzak durması kişinin
mânen olgunlaşması için önemli vesilelerden biridir. Zorunlu ibadetlerin yanı
sıra nâfile ibadetler de bu konuda önem taşımakta, dinî duygu ve düşüncenin
yoğun bir şekilde yaşandığı, mümkün olduğu ölçüde maddî ilgilerden uzaklaşarak
yüce yaratıcıya yönelinen bir ortam insana derin bir mânevî ufuk ve imkân
sunmaktadır.
İ‘tikâfa giren kimsenin
gücü yettiği kadar namaz kılması, Kur’an okuması, istiğfar etmesi, dua ve
niyazda bulunması, kelime-i tevhid ve tekbir getirmesi, Allah’ın (cc) varlığı,
birliği, kudreti hakkında düşünceye dalması, gereksiz şeyler konuşmaması, başta
Hz. Peygamber’in (sav) hayatına dair kitaplar olmak üzere dinî-ilmî eserler
okuyarak vaktini değerlendirmesi müstehaptır.
İ‘tikâfa özellikle Ramazan ayının son
on gününde girilmesi Kadir gecesini de ihya etme fırsatı vereceği için ayrı bir
önem taşır. Hz. Âişe (rah), “Resûl-i Ekrem ramazanın son on gününde ibadet için
yoğun bir gayret içine girer, gecesini ihya eder ve ibadet için aile fertlerini
uyandırırdı” demiştir (Buhârî, “Fażlu leyleti’l-Ḳadr”, 5; Müslim, “İʿtikâf”,
7).
(http://www.islamansiklopedisi.org.tr/itikaf)
Resûlullah(sav), vefat edinceye kadar
Ramazan ayının son on gününü çoğunlukla itikâf ederek geçirmiş (Buhârî,
İ’tikâf, 1), vefat ettiği yıl ise yirmi gün itikâfta kalmıştı (Buhârî,
İ’tikâf, 17). O sene Hz. Peygamber’i (sav) böyle yapmaya sevk eden sebep,
ya vefat edeceği yıl Kur’an’ı Cebrail’e (as) iki kez arz etmesi ya da yolculuk
nedeniyle önceki yıl yapamadığı itikâfını kaza etmesiydi (İbn Hacer,
Fethu’l-bârî, IV, 285).
Peygamber Efendimiz (sav), girmekten vazgeçtiği itikâfın kazası olarak
Şevval ayında girdiği bir sene hariç, diğer sekiz itikâfını hep Ramazan ayında
ve çoğunu da Ramazan’ın son on gününde gerçekleştirmişti. Ancak ilim adamları,
itikâfın zamanı ve süresi konusunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Buna
göre itikâf, Ramazan’da ve Ramazan dışında olabileceği gibi belirli bir süreye
de tâbi değildir. İtikâf niyetiyle camide birkaç gün veya birkaç saat kalmak
yeterlidir. Çok kısa bir süreyi de itikâf için yeterli gören âlimler
bulunmaktadır. (“İ’tikâf”,
DİA, XXIII, 458)
İlim adamlarının bu geniş yorumu, farklı uygulamalara kapı aralamıştır.
Osmanlı döneminde yapılan ve “Selâtin Camileri” denilen büyük camilerin mimarî
tasarımına bakıldığında, itikâf sünnetinde yatan esprinin gözetilmiş olduğu
dikkat çeker. İlk önce caminin çok geniş tutulan dış avlusu, camiye gelen
cemaatin dış dünya ile ilgisini keser. Ardından şadırvanın bulunduğu ikinci bir
iç avlu, namaza geleni mâbede ve ibadete hazırlar. Abdestini alan Müslüman,
üzerinde Arapça “Neveytü’l-i’tikâfe/İtikâfa niyet ettim” yazılı muşamba kapıdan
camiye girer. Artık dış dünyadan tamamen koptuğu caminin içerisinde belli bir
süre için de olsa itikâf hâli başlar. Gerek ezanı ve cemaatle namazı beklerken,
gerekse namaz sonrası dua ve tesbihat için ayırdığı zamanı itikâf niyeti ve
bilinciyle geçirmeye çalışır. İşinden, meşgalesinden uzak bir şekilde, kısa da
olsa tefekkür etmeye gayret eder. Dünya işlerinin unutturduğu hakikatleri
düşünür, kendisiyle yüzleşir, neredeyse unuttuğu kendini, akıbetini, âhiretini
hatırlar. Dünya hayatının yabancılaştırdığı “kendine” gelir, yeniden dirilir,
"huşû ve huzur içerisinde takvasını artırarak" tekrar döner dünyasına.
Modern hayatta gündüzleri iş güç, geceleri televizyon gibi pek çok
oyalayıcı nedenden dolayı, tefekküre, daha doğrusu kendisine zaman ayıramayan
Müslüman için bulunmaz bir fırsattır itikâf. Son yıllarda kimi çevrelerin,
hayatın yoğun stresine ve sorunlarına karşı, reiki, meditasyon, yoga gibi bazı
uygulamaları yegâne çözüm gibi sunulabilmektedir. Oysa huşû içinde kılınan
namaz ile itikâf içinde geçirilen vakitler, sadece bir zihin boşalması değil,
aynı zamanda imanın kemale erdirilmesi gayreti, nefis muhasebesi, nefis
terbiyesi ve tezkiyesidir aslında. Kişinin nereden geldiğini ve nereye
gittiğini derinlemesine tefekkür ederek hedeflerine daha emin adımlarla
ilerlemesi için tamamen kendine ayırdığı vakitlerdir. Bireyin kendini
hatırlamasıdır, Rabbini hatırlamasıdır, hakikat aynasına bakıp kendine
gelmesidir.
Ve ne yazık ki, bizi rahatlatacak, hayatımızı kolaylaştıracak, dünyamızı
yaşanır kılacak “huşû içinde kılınan namaz” ile “tefekkürle geçirilecek itikâf”
gibi iki önemli alternatif, toplumumuzda unutulmaya yüz tutmuş vaziyettedir.
İşte itikâf, bize bizi, bizi biz yapan değerlerimizi, kendimizi, öz benliğimizi
hatırlatacaktır.
Allah’a (cc) tam bir teslimiyet içerisinde ibadet ve taatte bulunmak
amacıyla zamanının belirli bir kısmını ayırması ve bu esnada meşru bile olsa
her türlü nefsanî ve şehevî arzulardan uzak durması, kişinin mânen olgunlaşması
için önemli vesilelerden biridir. Zorunlu ibadetlerin yanı sıra nafile
ibadetler de bu konuda önem taşımakta, dinî duygu ve düşüncenin yoğun bir
şekilde yaşandığı ve mümkün olduğu ölçüde maddî ilgilerden uzaklaşarak Yüce
Yaratıcı’ya yönelmeyi sağlayan bir ortam insana derin bir mânevî ufuk ve imkân
sunmaktadır (“İ’tikâf”, DİA, XXIII, 458). Nitekim Allah Resûlü, bu imkânı en
güzel şekilde değerlendirerek itikâfa verdiği önemi ümmetine göstermiş ve
itikâfa giren kimsenin kazancını şöyle ifade etmiştir: “O, günahlardan uzak kalır ve kendisine
(hayatın içinde) tüm iyilikleri yapan kimse gibi iyilikler yazılır.” (İbn
Mâce, Sıyâm, 67) (Hadislerle İslâm Cilt 2 Sayfa 435-439)
3. ORUÇLA İLGİLİ AYETLER
“Ey iman edenler! Oruç
sizden önce gelip geçmiş ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı.
Umulur ki korunursunuz.” (Bakara 183)
“Tevbe edenler, ibadet
edenler, hamd edenler, oruç tutanlar, rükû edenler, secde edenler, iyiliği
emredip kötülükten alıkoyanlar ve Allah’ın sınırlarını koruyanlardır. O
müminleri müjdele!” (Tevbe 112)
“Şüphe yok ki müslüman erkeklerle
müslüman kadınlar, mümin erkeklerle mümin kadınlar, itaat eden erkeklerle itaat
eden kadınlar, sadık erkeklerle sadık kadınlar, sabreden erkeklerle sabreden
kadınlar, mütevazi erkeklerle mütevazi kadınlar, sadaka veren erkeklerle sadaka
veren kadınlar, oruç tutan erkeklerle oruç tutan kadınlar, ırzlarını koruyan
erkeklerle ırzlarını koruyan kadınlar, Allah’ı çok zikreden erkeklerle Allah’ı
çok zikreden kadınlar var ya, işte onlar için Allah bir mağfiret ve büyük bir
mükâfat hazırlamıştır.” (Ahzâb Sûresi 35)
4. ORUÇLA İLGİLİ HADİSLER
Ebû Hüreyre’den (ra)
rivayet edildiğine göre Resûlullah (sav) şöyle demiştir: “Aziz ve Celil olan
Allah buyurdu ki: Oruç hariç, Âdemoğlunun her ameli kendisinindir. Oruç ise
benim içindir ve onun mükâfatını ben vereceğim. Oruç, ateşe karşı bir
kalkandır. Sizden biri, oruçlu olduğu günde kötü söz söylemesin, kavga etmesin.
Şayet birisi ona küfreder veya ona sataşırsa “Ben oruçluyum” desin. Bu canı bu
tende tutan Allah’a yemin ederim ki, oruçlunun ağız kokusu Allah nezdinde, misk
kokusundan daha hoştur. Oruçlu için iki sevinç anı vardır. Birisi, iftar ettiği
zaman, diğeri de orucunun sevabıyla Allah’a kavuştuğu andır. (Buhârî, Savm, 9;
Müslim, Sıyâm, 163)
Ebû Saîd el-Hudrî’den (ra)
rivayet edildiğine göre Resûlullah (sav) şöyle demiştir: “Allah, kendisi için bir gün
oruç tutan kimsenin yüzünü, bu oruç sayesinde cehennem ateşinden yetmiş senelik
bir mesafeye uzaklaştırır.” (Müslim, Sıyâm, 167; Buhârî, Cihâd, 36)
Sehl b. Sa’d’dan (ra)
rivayet edildiğine göre Peygamber (sav) şöyle demiştir: “Cennette Reyyân denilen bir
kapı vardır ki, kıyamet gününde oradan ancak (dünyadayken) oruç tutanlar girer.
Onlardan başkası giremez. ‘Oruçlular nerede?’ diye seslenilir. Onlar da kalkıp
kapıdan girerler ve onlardan başkası giremez. Oruçlular girdikten sonra kapı
kapanır ve artık oradan hiç kimse girmez.” (Buhârî, Savm, 4; Müslim, Sıyâm,
166)
5. ORUCUN FAZİLETİ VE ÖNEMİ
Hz. Peygamber (sav), bütün
ibadetler gibi orucun da insan davranışlarını etkileyen, düzenleyen yönlerine
işaret eder: “Oruç bir kalkandır. Oruçlu, saygısızlık yapmasın, ahlâksızca
konuşmasın. Eğer biri kendisiyle dövüşmeye veya sövüşmeye kalkışırsa, iki defa,
"Ben oruçluyum." desin. Bu canı bu tende tutan Allah’a yemin ederim
ki oruçlunun (açlıktan dolayı değişen) ağız kokusu Allah nezdinde, misk
kokusundan daha hoştur. (Allah, oruçlu için şöyle buyurur): "O, yemesini,
içmesini ve cinsel isteklerini benim için terk ediyor. Oruç benim içindir. Onun
mükâfatını ben vereceğim. Bir iyiliğe ise on misli ecir vardır." (Buhârî, Savm, 2 ) buyurmaktadır.
Hz. Peygamber (sav) bu
hadisinde orucu kalkana benzetmektedir. Kalkan, nasıl ki savaşta askerleri
düşmanın ok ve kılıç darbelerine karşı koruyorsa, oruç da sahibini öyle korur.
Üstelik sadece dışarıdan gelecek saldırılara karşı değil kendi nefsinden,
şehevî arzularından, şeytanın vesveselerinden de onu korur. Bu hassasiyetle
oruç tutan kişi dünyada günah ve kötülüklere, âhirette ise cehennem azabına
karşı korunmuş olacaktır. Oruçlu, kalkanı öncelikle kendi elinden ve dilinden
sadır olabilecek yanlış tutum ve davranışlara karşı kullanacaktır.
Oruçluya
yakışan, aç olmasına rağmen, yüzünden tebessümü eksik etmemektedir. Gönül
kırmak, inanan insana, hele oruçlu bir müslümana yakışmaz. Güler yüz ve tatlı
dil, oruç ibadetinin ruhuna verdiği dinginlikle birleşerek insanın ilâhî rahmet
esintisine ulaşmasını sağlar. İnananlar nefislerini körelterek ruhlarına huzur
veren ve gönüllerinde sevgi, merhamet, şefkat duygularını artıran orucun
aydınlığını, yaptıkları hatalarla gölgelemekten sakınırlarsa karşılığını
fazlasıyla göreceklerdir. Oruçlunun ayrıntı sayılabilecek fakat orucunu
güzelleştirecek davranışlarda bulunması, mahzurlu davranışlardan sakınması ona
bambaşka mânevî boyutlar kazandıracaktır.
“Oruçlunun ağız kokusu Allah katında misk
kokusundan daha güzeldir.” buyuran Peygamber Efendimiz (sav), Allah’ın (cc) rızasını elde etmek niyeti ile aç kalmaktan dolayı ağızda
oluşan kötü kokunun bile böylesine güzel bir niyetten kaynaklandığı için Allah
(cc) katında ayrı bir anlam ifade ettiğini belirtmektedir. Kaldı ki oruçlunun
orucunu güzelleştiren hususlardan biri de ağız ve diş temizliğidir.
Nitekim, “Oruçlunun iyi davranışlarından birisi, misvak kullanmasıdır.” (İbn
Mâce, Sıyâm, 17) rivayeti bunu ifade etmektedir.
Oruç,
kişiye ahlâkî güzellikleri kazandırması bakımından da çok önemlidir. Çünkü oruç
insana sabır, takva ve şükretmeyi öğretir. Kişi bir yandan orucum bozulur
endişesi ile nefsinin arzularından sakınırken, öbür yandan da istenilen şekilde
oruç tutabilmek için iyi hasletler sergilemeye çalışır. Tuttuğu her oruçta
nefsine hâkim olma kabiliyetini geliştirir. Bu ayda sabır, müminin bütün
benliğini kaplar. Geçici bir süre uzak kalınan maddî gıdaların yerini mânevî gıdalar
alır. Artık kalp, Allah’ın (cc) adı anıldığında ürpermeye başlar.
Oruç,
bir sabır sınavıdır. İnsan oruçlu iken önünde duran yemeğe elini uzatmaz, kötü
söz söylemez, kem gözle bakmaz, başına gelen her türlü olumsuzluğu olgunlukla
karşılar. Oruçlu olduğu sürece açlığa, susuzluğa ve her türlü günah ve kötülüğe
karşı sabreder. Bundan dolayı da Allah Resûlü (sav), “Oruç, sabrın
yarısıdır.” (İbn Mâce, Sıyâm, 44) buyurur.
Kur’ân-ı
Kerîm’de, “Ey iman edenler! Allah ’a karşı gelmekten sakınmanız için oruç,
sizden öncekilere farz kılındığı gibi, size de farz kılındı.” (Bakara 183) buyrulmuştur. Oruç, insanın kötülüklere karşı oluşturduğu mânevî korunma
hâli olan takvayı, muhkem ve sağlam bir kalkana dönüştürür. Bundan dolayı oruç
yalnız belirli bir zaman yeme ve içmeden el çekmek değil, aynı zamanda her
türlü kötülükten sakınmak için iradenin güçlendirilmesi eğitimidir. Oruç sayesinde
o, ruhunu ve gönlünü takva ile besler. Yine oruçla ilgili âyette yer
alan, “...Umulur ki şükredersiniz.” (Bakara 185) ifadesi de hem oruç konusunda tanınan
birtakım ruhsatlar için şükretmeye hem de belli saatlerde el çekilen nimetlerin
kadrini anladıktan sonra, onları bahşeden Allah’a (cc) karşı tazim ve şükür
görevinin yerine getirilmesinin gereğine işaret etmektedir. İbadetleri yerine
getirmeye gayret eden kişinin Allah’ın (cc) kendisine verdiği sayısız
nimetlerden istifade etmesine karşılık şükretmesi, kulluğunun bir gereğidir.
Çünkü o yaptığı bütün ibadetleri Allah’ın (cc) lütuf ve ihsanı sayesinde
yapılabildiğinin farkındadır. (Hadislerle
İslâm Cilt 2 Sayfa 415-419)
Kâsânî
nimete şükrün şer‘an ve aklen gerekli olduğunu belirtip orucun Allah’a şükür
vesilesi olma yönüne değinirken oruçluya yasaklanan fiillerin insanın
yararlandığı nimetleri en üst düzeyde temsil ettiğine ve sayısı bilinemeyecek
kadar çok olan nimetlerin kadrinin ancak yeterli bir süre, alışılmışın dışında
ve nefse zor gelecek biçimde bunlardan uzak durulmasıyla bilinebileceğine
dikkat çeker (Bedâʾiʿ, II, 75-76, 77). (http://www.islamansiklopedisi.org.tr/Oruç)
Oruç
ve Ramazan ile ilgili hükümleri beyan eden âyetlerin sonunda yer alan, “Umulur ki doğru yolu bulurlar.” (Bakara
186) ifadesinin de oruç tutanların Ramazan boyunca edinilen değerlerle
donanacakları ve doğru yolu bulma çabası içinde olacakları anlamına geldiği
söylenebilir.
Hz.
Peygamber (sav), “Yalanı ve yalana
göre hareket etmeyi terk etmeyenin yemeyi içmeyi bırakmasına Allah’ın ihtiyacı
yoktur!” (Buhârî, Savm, 8) buyurmaktadır. Oruçlunun yalandan, yalancı şahitlikten, iftiradan, dedikodudan, kötü söz ve davranışlardan uzak
durması, orucun en önemli âdâbındandır. Dedikodu, gıybet gibi
fiiller, aslında hiçbir zaman müslümana yakışmaz. Müslüman, dürüsttür, dosdoğrudur. O, gönül kırmaz, küs durmaz. Yüce Allah (cc), gıybet etmeyi , insanın ölü
kardeşinin etini yemesine benzetir.
(Hucurât 12) Gıybet, genel olarak günah olsa da oruçluyken gıybet etmek daha
kötüdür. Zira gıybet, orucun bereket ve sevabını siler. Pek çok âlim gıybetin
orucu bozmayacağını kabul etse de İbn
Hazm gibi bazı âlimler oruçlunun gıybet etmesi hâlinde orucunun
bozulacağını bile söylemişlerdir. (İbn Hazm, Muhallâ, VI, 243)
Kutlu
Nebî’nin (sav), “Oruç tutan nice
kimseler vardır ki oruçtan nasibi sadece aç kalmaktır. Geceyi ibadetle geçiren
nice kimseler vardır ki kıyamdan nasibi sadece uykusuz kalmaktır.” (İbn Mâce, Sıyâm, 21) hadisinde de oruç
ibadetinin şekil şartlarının ötesinde, birtakım derunî özelliklerinin olduğu
vurgulanmaktadır. Kulun kemale erip olgunlaşmasına katkı yapan ibadetler, ahlâktan ayrı düşünülemez.
Hakkıyla kılınan bir namaz insanı nasıl kötülükten alıkoyarsa hakkıyla tutulan
oruç da böyledir. Oruçtan istifade edebilmesi için kişinin sadece midesiyle
değil bütün organlarıyla oruç tutması gerekir. Oruçtan nasibi aç kalmaktan öteye geçmeyen
kimselerin durumuna düşmemek için gözler, kulaklar, eller, ayaklar, kalp ve
ağız, mideyle beraber oruç tutmalıdır. Allah Resûlü’nün (sav) uyarıları oruç
tutarken de rehberimiz olmalıdır.
Oruçludan
yapması beklenen güzelliklerden biri de Kur’an’ın indirildiği bu mübarek ayda
çok Kur’an okumaktır.
Bilindiği gibi Hz. Peygamber (sav), Ramazan gün ve gecelerinde bol bol Kur’an
okurdu. Genç sahâbî İbn Abbâs
(ra), Rahmet Elçisi’nin (sav) Ramazan
ayında Kur’an ile ilişkisini şöyle tasvir etmektedir: “Allah Resûlü
insanların en cömerdi idi. Cömertliğinin zirvesinde
olduğu zaman ise Cibrîl ile
çokça buluştuğu Ramazan ayı idi. Cibrîl Ramazan’ın her gecesinde Peygamber’le
buluşur ve onunla Kur’an’ı karşılıklı okurlardı...” (Buhârî, Bed’ü’l-vahy, 1)(Hadislerle İslâm Cilt
2 Sayfa 415-419)
İsmail Ankarâvî' 'Nisâbü'l
Mevlevî' isimli eserinde orucun kul için manevi katkısının önemine aşağıdaki
ifadelerle değinmektedir:
“Şeriatte oruç, fecrin
zuhurundan güneşin batmasına kadar muayyen bir niyete makrun olarak yemekten,
içmekten ve cima etmekten imsak eylemektir. Hakikatte bütün masivadan
sakınmaktır. Muhakkıklara göre her uzvun hususi bir orucu vardır. Mesela
cesedin orucu; yemekten içmekten, kalbin orucu; hevâ, heves ve günahlardan
çekinmek, ruhun orucu; bütün mükevvenata iltifat etmemek, sırrın orucu; daima
müşahede bahrinde müstağrak olmaktır.
Gösteriş olarak oruç
tutanın iftarı, güneş battıktan sonra; manevi oruç tutanın iftarı ise Allah'a
mülaki olduktan sonradır. Orucun açlığına sabret ve onu tutmakta ısrar ederek
Allah'ın vereceği manevi rızka daima muntazır ol.
Bu namaz, oruç, hac ve
cihad itikadı ispat için şahid göstermektir. Müslümanım demek bir davadır. Her
davanın doğruluğunu ispat için de şahitler, vesikalar lazımdır. İşte namaz
kılmak, oruç tutmak, hacca gitmek ve Allah (cc) için cihad etmek de müslümanlık
davasının birer şahididir.
Oruç hal diliyle der ki,
helalden ittika eden kimsenin harama ittisali ve bulaşması olmaz. Yani helal
olan yemek içmek gibi şeyleri terk edip de oruç tutan kimse haram bir fiili
irtikab edemez.
“Eğer bir kimse amelini
yankesicilik yani mürailikle işlerse onun söz ve fiilinden ibaret olan iki
şahidi, adl-i ilahi mahkemesinde yalancı çıkar ve şehadetleri reddedilir.”
Hazreti Mevlânâ bu beyit ile amellerde ihlasın lüzumunu anlatmak istiyor.
Mesela halka gösteriş olmak üzere oruç tuttuğu halde “Allah rızası için orucum”
diyen mürainin kavl ü fiili birbirine uymadığı için mahkeme-i kübrada yalancı
şahitler gibi merdud olacağını anlatıyor.
Senin nefsin tatlı
şeylerin ve üzüm, yahut hurma suyunun sarhoşu oldukça, ruhunun gayb salkımını
göremeyeceğini bil. Mideni bu saman ve arpa itiyâdından vazgeçir de fesleğen ve
gül yemeye başla. Saman ve arpa yiyen kurban olur. Allah'ın nuru ile gıdalanan
da aynı Kur'an olur. Dünya yemekleri, uhrevî ve ilahi nimetlere nispetle arpa
ve saman gibi kalır. Onları burada yemeyecek olursan, o ilahi nimetlere nail
olursun. Arpa, saman yemek, koyun, sığır gibi hayvanlar derekesine düşmektir.
Onlar ise kurban edilir, yahut eti için kesilir. Halisane tutulan orucun
mükafatı olmak üzere verilecek nur-i ilahi sayesinde de oruçlu Kur'ân'ın aynısı
olur.
Bir iki gün bu dünyadaki
içmeyi bırakacak olursan, ağzını ebediyyet şarabına daldırırsın. Bu yiyintileri
azar azar terk et. Zira bunlar hür bir insanın değil, eşeğin gıdasıdır. Onları
terk et ki asıl olan gıdaya kabiliyet peyda edesin ve nurani lokmalar yiyesin.
O nur taamından bir defacık yiyecek olursan, tandırda pişmiş ekmeğin üstüne
toprak dökersin. Nuru ve kemali artıran lokma, helal kazançtan elde edilendir.
İlim ve hikmet helal
lokmadan doğar, aşk ve rikkat helal lokmadan hasıl olur. Ağza alınan helal
lokmadan ekâbire hizmet ve öbür âleme hicret meyli doğar. Eğer sen ekmek anbarı
olan mideni boş bırakırsan, orasını azim kıymetli incilerle yani maarif-i
ilahiyye ile doldurmuş olursun. Can çocuğunu şeytan sütünden, yani yiyip
içmeden kes, ondan sonra da o canı meleklerle ortak kıl.
6. ORUCUN YARARLARI
1. Her şeyden önce oruç
insana kendisinin varlıklar âlemindeki yeri ve beşer özelliği hakkında gerçekçi
bir değerlendirme yapma imkânı verir. Zaafiyetlerini, acziyetini, bedeninin
zayıflığını ve bunu gidermek için metaya ne kadar ihtiyaç duyduğunu ona
göstererek ancak Allah’ın (cc) mutlak hükümranlığına gösterdiği teslimiyetle
değerli bir varlık sayılabileceği bilincini kazandırır.
2. Kişinin sahip olduğu
ruhî ve bedenî donanımları insana yaraşır bir biçimde dengeli ve verimli
kullanabilmesi için aklın ve ruhun bedene ait süflî arzuların güdümünden kurtarılmasına
diğer ibadet şekillerinden daha büyük bir katkı sağlar. Zira insanın
karşılaştığı maddî ve mânevî sıkıntıların çoğu mideye bağlı isteklerin ve
cinsel arzuların aşırılığını önleyememekten kaynaklanır. Bu isteklerin dengede
tutulabilmesi ve taşkınlık eğilimi gösterdiğinde frenlenebilmesi için nefsinin
sürekli biçimde denetlenmesini sağlayan sabır ve irade eğitimini Allah (cc) ve
Rasulü’nün (sav) koyduğu kurallar çerçevesinde sıkı bir disiplin içinde
yürüterek elde eder.
3. İnsanı sahip olduğu
bedenî ve ruhî potansiyeli kendisine ve başkalarına yararlı işlerde
değerlendirmeye yönlendirir. İnsanın esasen helâl olan fiilleri bile kendi
iradesiyle işlemekten vazgeçebildiği bu ortamda zina, hırsızlık, yalan söyleme,
gıybet etme gibi haram, kötü, kendisine ve başkalarına zarar veren eylemlerden,
kısaca gerek Allah (cc) gerekse kul haklarını ihlâl eden davranışlardan geri
durmasına büyük katkı sağlar.
4. Ramazan ayının da
manevi ikliminin etkisiyle feyizli bir mektep vazifesi gören ve nefis terbiyesi
için riyadan uzak ihlaslı bir kalp hali oluşturan oruç sayesinde insan ruhen
yücelir, yüksek ahlâkî erdemlerle bezenir, yıllık bir muhasebeyle kendisine verilen
ömrü nasıl geçirdiği hakkında dürüst bir değerlendirme yapma fırsatı bulur.
5. Bir yandan sahip olduğu
nimetlerin büyüklüğünü daha iyi idrak ederken öte yandan mahrumiyet içinde
olanların halini düşünüp onları anlama fırsatı bulur ve toplum içinde kendisine
düşen görevlerin farkına varır. Kardeşlik hukukunun ve infak ahlakının önemini
idrak eder.
6. Bütün bir günü aç ve
susuz geçiren kişi iftar vakti yaklaşırken fakir bile olsa sahip olduğu
nimetleri daha iyi fark eder, zengin ise kullanılamayan imkânların gerçekte bir
güç ve övünç kaynağı olmadığını ve neticede kendisinin de her an elindeki
imkânlardan mahrum kalabilecek âciz bir varlık olarak kendisini kıymetli yapan
esas değerin gönülden Rabbine karşı sunduğu teslimiyet ve takva hali olduğunu daha iyi anlar.
7. Mümin tuttuğu her oruçta nefsine hâkim olma kabiliyetini geliştirir. Oruç
sayesinde nefsini kuvvetlendirip şeytanın vesveselerine kapı aralayacak olan
dünya gıdalarının maddi hazzından uzaklaşıp, ruhunu ve gönlünü takva ile
besler. Her geçen gün takvanın oluşturduğu manevi lezzeti ruhunun
derinliklerinde daha çok hisseder ve fani dünyanın geçici ve aldatıcı
güzelliklerine olan bağlılığının azalmasına vesile olur.
8. Oruç kuvvetli bir
sorumluluk bilinci kazandırdığından insanın Allah’a (cc), kendisine, ailesine,
içinde yaşadığı topluma, başka insanlara, çevreye, evrendeki bütün canlı ve
cansızlara karşı sorumlu bir varlık olduğunu kavramasına yardımcı olur. (http://www.islamansiklopedisi.org.tr/Oruç)
9. Oruç nefsinin azgın isteklerine ve şeytanın
zehirli oklarına karşı müslüman için görünmez bir kalkandır. Bu kalkan öncelikli
olarak onu hem şehvetinin hem de öfkesinin kendisinde oluşturacağı zafiyet
hallerinden sadır olacak günah ve hatalardan korur. Diğer yandan oruç,
başkalarının taşkınlıkları ve öfkeli halleri karşısında kişinin sükûnet halini
koruması ve de hilm kalkanını ustaca kullanmasına katkı sağlayarak onu
dışarıdan gelecek şerlerden de korur. Bütün bunların bir neticesi olarak oruç
müslüman için cehennem ateşine karşı bir kalkan olur.
10. Kişinin daimi bir
şekilde Allah’a (cc) karşı sorumluluk ve hesap verme bilincinde olması onu
normal zamanlardan daha fazla kendini dizginlemesine, günah ve hatalardan
kaçınmasına vesile olur. Hakkı verilerek tutulmaya çalışılan oruç kişiyi yalan,
yalancı şahitlik, gıybet, iftira, hile, aldatma, kötü söz ve benzeri davranışlardan
uzak tutarak; iş ve işlemlerinde, söz ve söylemelerinde, ticari ilişkilerinde
dürüst ve dosdoğru olmaya sevk eder. Kişiyi
haram ve kötülüklerden korumayan oruç amacına ulaşmamış demektir. Peygamberimiz
bu hususu öyle dile getirmiştir: “Kim yalan sözü ve yalan ile iş yapmayı bırakmazsa
Allah’ın onun yemesini ve içmesini terk etmesine ihtiyacı yoktur” (Buhârî, “Savm”,
8; Ebû Dâvûd, “Savm”, 25; Tirmizî, “Savm”, 16; İbn Mâce, 21). Ayrıca bir başka hadisi şeriflerinde de:
“Oruç tutan nice kimseler vardır ki oruçtan nasibi
sadece aç kalmaktır. Geceyi ibadetle geçiren nice kimseler vardır ki kıyamdan
nasibi sadece uykusuz kalmaktır.” (İbn Mâce,
Sıyâm, 21) buyurmuşlardır.
(Hadislerle İslam, Cilt 2, Sayfa 416, 417)
11. Orucun ruh ve beden
sağlığı üzerinde pek çok olumlu etkisi de bulunmaktadır. Oruç, bütün bir yıl
boyunca çalışan vücut makinesinin dinlenmeye ve bakıma alınması gibidir. Oruç,
sindirim sistemimiz başta olmak üzere tüm vücudumuzun üzerine binen yükün
hafiflemesine ve bu sayede genel bir bakıma alınmasına katkı sağlar. Bu durum
zekatın malı temizlemesi ve bereketlendirmesi gibi vücudu da birçok
hastalıklardan arındırarak sağlığının korunmasına, hatta daha da artarak
güçlenmesine katkı sağlar. Peygamberimiz(sav): “Her şeyin bir zekâtı vardır. Bedenin zekâtı da oruçtur”
(Münziri, No: 579) buyurmuştur. (Oruç İmihali Prof. Dr. İsmail KARAGÖZ – Doç. Dr. Halil ALTUNTAŞ , sayfa
62)
7. ORUÇ ÇEŞİTLERİ
İslâm’ın beş temelinden
birini teşkil eden ve farz olan ramazan orucu dışında emir veya tavsiye edilmiş
başka oruçlar da vardır. Öte yandan belirli zamanlarda ve durumlarda oruç
tutulması yasaklanmış veya dinen hoş karşılanmamıştır; hükümlerini topluca
göstermek üzere bazı eserlerde orucun kısımları arasında yer verilmesi bunların
gerçek anlamıyla birer oruç çeşidi sayılması anlamında değildir. Emir ve
tavsiye edilen oruçlar zamanının belirli ve peş peşe tutulmasının gerekli olup
olmaması bakımından ayırıma tâbi tutulmuştur:
I. Emredilenler: Ramazan orucunun gerek edası gerekse kazâsı farz
oruçlar grubuna girer. Ramazan orucunu belirli şartlar içinde bozma,
yanlışlıkla veya kazâ ile adam öldürme, yemini bozma, ihramlıyken avlanma veya
vaktinden önce tıraş olma, erkeğin belli bir ifade kullanarak karısından kesin
ayrılık yemini (zıhâr) yapıp bundan pişmanlık duymasına bağlı kefâretlerin ifa
seçenekleri arasında yer alan oruçlar da bu grupta mütalaa edilmiştir. Ramazan
orucunun edası yalnız belli vakitte mümkün olduğundan “muayyen farz”, diğerleri
istenilen mubah günlerde tutulabildiği için “gayr-i muayyen farz” olarak
nitelendirilir.
II. Tavsiye edilenler: Farz ve vâcip olmayan, fakat dinen yapılması
tavsiye edilen oruçların hükmü fıkıh usulü terimiyle menduptur. Bu oruçları iki
ana gruba ayırmak mümkündür.
a) Fazileti ve sevabı hakkında hadis bulunan ve
belirli zamanlarda tutulması tavsiye edilen oruçlar
Muharrem ayının dokuz ve onuncu veya on ve on birinci günlerinde:
Ebû Hüreyre (ra)’den rivayet
edildiğine göre, Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Ramazan ayından sonra en faziletli oruç,
Allah’ın ayı olan Muharrem’de (tutulan oruçtur). Farz namazdan sonra en
faziletli namaz ise gece namazıdır.” (Müslim, Sıyâm, 202)
Zilhicce ayının ilk sekiz gününde ve hacda olmayanlar için dokuzuncu
(arefe) gününde:
Ebû Katâde’den (ra) rivayet edildiğine
göre o, şöyle demiştir: “Resûlullah’a Arefe gününde tutulan orucun faziletinden
soruldu. O da “Geçen sene ile gelecek senenin günahlarına kefâret olur.””
buyurdu. (Müslim, Sıyâm, 197)
Şevval ayının altı gününde:
Ebû Eyyûb’den (ra) rivayet edildiğine göre
Resûlullah : “Ramazan orucunu tutup ardından şevvalden altı gün daha oruç tutan
kimse, bütün sene oruç tutmuş gibidir, buyurdu.” (Müslim, Sıyâm, 204)
Tercihen on üç, on dört ve on beşinci günleri olmak üzere her kamerî
ayın üç gününde:
Ebû Hüreyre (ra) anlatıyor: “Bana
dostum (Resûlullah) (sav) üç şey tavsiye etti: Her ay üç gün oruç tutmak, iki
rekât kuşluk namazı kılmak ve uyumadan önce vitir namazı kılmak.” (Buhârî,
Savm, 60)
Abdullah b. Amr b. el-Âs’tan (ra)
rivayet edildiğine göre Resûlullah(sav) şöyle demiştir: “Her ay üç gün oruç
tutmak, bütün ömrü oruçla geçirmek gibidir.” (Buhârî, Savm, 59; Müslim, Sıyâm,
193, 197)
Her haftanın pazartesi ve perşembe günlerinde:
Ebû Hüreyre’den (ra) rivayet
edildiğine göre Resûlullah (sav) şöyle demiştir: “Pazartesi ve perşembe günü,
amellerin (Allah’a) arz olunduğu günlerdir. Ben de amellerimin oruçlu
bulunduğum sırada arz olunmasını isterim. (Tirmizî, Savm, 44) Müslim’in
rivayetinde “oruç” kısmı yoktur. (Müslim, Birr, 36)
Hz. Âişe’den (ra) rivayet edildiğine
göre o, şöyle demiştir: “Resûlullah, pazartesi ve perşembe günlerinde oruçlu
olmaya çalışırdı.” (Tirmizî, Savm, 44)
Şâban ayında oruç tutmak:
Hz. Âişe’den, “Ben Allah Resûlü’nün
(sav) kesinlikle Şâban ayında tuttuğundan daha fazla oruç tuttuğu bir ay
görmedim. Şâban ayının neredeyse tamamını oruçlu geçirirdi.” rivayeti
nakledilmiştir.( Müslim, Sıyâm, 176)
Ayrıca bir günü oruçlu bir
günü oruçsuz geçirmek (savm-ı Dâvûd) ve haram aylar olarak bilinen Zilkade,
Zilhicce, Muharrem ve Receb aylarında (Hanefîler’e göre tercihen bu ayların
perşembe, cuma ve cumartesi günlerinde) oruç tutmak da bu gruba giren
oruçlardandır.
b) Nâfile oruçlar: Sayılanlar dışında -oruç tutmanın mekruh veya haram
olmadığı günlerde- kişinin kendi isteğiyle oruç tutması tavsiye edilmiş olup
bunlara dar anlamıyla “nâfile oruçlar” denir.
III. Yasaklanan veya dinen hoş karşılanmayanlar: Ramazan bayramının ilk günüyle
kurban bayramının dört gününde oruç tutmak (Buhârî, “Ṣavm”, 67; Ebû Dâvûd, “Ṣavm”,
50), kadınların hayız ve nifas hallerinde oruç tutmaları ve orucun hayatî
tehlikeye yol açacağı durumlarda oruç tutmak dinen yasaklanmış olup cumhura
göre haram, Hanefîler’e göre tahrîmen mekruhtur. Ramazan ayının başladığına
hükmedilemediği halde şâban ayının otuzuncu gününde (yevm-i şek) kişinin mûtat
oruçlarından birini tutmasında dört mezhebe göre sakınca bulunmamakla beraber
ramazan orucu veya başka vâcip bir oruç niyetiyle oruç tutulması Hanefî
mezhebine göre tahrîmen mekruhtur. İki veya daha fazla günü iftar etmeksizin
oruçlu geçirmek (savm-ı visâl) .Yorgun düşme ihtimali bulunan hacıların
zilhiccenin sekiz ve dokuzuncu günlerinde, özellikle Arafat’ta vakfe günü olan
arefe gününde oruç tutmaları da genellikle mekruh sayılmıştır. Yine bazıları
hakkında mezheplerin farklı yaklaşımları bulunmakla birlikte kişinin mûtat oruç
günlerine rast gelmeksizin sadece cuma gününü, yine sadece muharremin onuncu
gününü, cumartesi günü, pazar günü, Nevruz ve Mihrican günü (Mecûsîler’in
ilkbahar ve sonbahar bayramı günleri) gibi başka din mensuplarının kutsal
günlerini oruçlu geçirmek mekruh olarak nitelendirilmiştir. Konuya ilişkin
hadisler sebebiyle evlilik hukukunu olumsuz etkileyecek durumlarda nâfile oruç
tutulması mekruh sayılmıştır (Buhârî, “Ṣavm”, 51, “Nikâḥ”, 84; Müslim, “Zekât”,
84; Tirmizî, “Zühd”, 64). Bunlardan başka bazı fakihler genel prensiplerden
hareketle misafirin ev sahibinden, ücretle çalışanın iş sahibinden izin almadan
ve kararını olumsuz etkileyebileceği durumlarda hâkimin nâfile oruç tutmasının
dinen hoş karşılanan bir davranış olmadığını ifade etmişlerdir. (http://www.islamansiklopedisi.org.tr/Oruç)
İmam Gazali İhya’sında
orucun batıni manalarına ve oruç tutanların hallerine göre orucun dereceleriyle
ilgili şunları ifade etmektedir:
8. ORUCUN SIRLARI VE BÂTINÎ ŞARTLARI
Oruç üç derecedir:
A) Avam’ın orucu
B) Havass’ın orucu
C) Ahass'ul-Havass'ın orucu
Avamın orucu: Bu oruç, mide ve tenâsül
uzvunu şehvetlerden sakındırmaktır. Yani yemek, içmek ve cinsî münasebette
bulunmaktan sakınmaktır.
Havass orucu: Kulak, göz, dil, el,
ayak ve sâir âzaları günahlardan uzak tutmaktan ibarettir.
Ahass'ul-Havass'ın orucu: Kalbi,
dünyevî düşüncelerden tamamen arındırıp Allah'tan (cc) başka her şeyi kalpten
uzaklaştırmaktır. Böyle bir oruç Allah'tan (cc) ve kıyâmet gününden başka bir şeyi
düşünmekle bozulur. Din için düşünmezse dünyayı düşünmek de bu orucu bozar.
Fakat din için istenilen dünya, âhiretin azığı olduğu için dünyalıktan çıkar ve
böylece bu orucun bozulmasına vesile teşkil etmez. Hattâ kalp ehli, akşam
iftarda yiyeceği ve içeceği şeyleri düşünmek suretiyle fikir yürüten kimsenin
hatada olduğunu kaydetmişlerdir. Çünkü bu Allah'ın (cc) fazlına güvensizlik,
Allah (cc) tarafından va'dedilen rızka tam inanmamak demektir. Bu mertebe,
peygamberlerin, sıddîk ve mukarriblerin mertebesidir. Bu mertebenin sözle
anlatılması mümkün değildir. Bunun tahkiki sadece amelî yönden mümkündür. Çünkü
bu, himmetin bütünüyle Allah'a (cc) yöneltilmesi ve Allah'tan (cc) başka her şeyi
bir tarafa itmek demektir. Bu durum şu ayet ile ne güzel ifade edilmiştir.
“ …(Resûlüm) sen
«Allah» de, sonra onları bırak, daldıkları bataklıkta oynayadursunlar!” (En'am 91)
Havass'ın orucu ise, sâlihlerin
orucudur. Bu orucun keyfiyeti, âzaları günahtan korumakla beraber şu altı şeyle
tamam olur.
a. Gözü Korumak
Gözü, çirkin ve istenilmeyen şeylerden
korumak, kalbi meşgul eden ve Allah'ın(cc) zikrinden alıkoyan şeylere
bakmamaktır.
Hz. Peygamber (sav) şöyle
buyurmuştur:“Haram bakış, İblis'in zehirli oklarından bir oktur. Kim Allah'tan
korkarak onu terkederse, Allah Teâlâ o kuluna tadı kalbinde beliren bir iman
ihsan eder.” (Hâkim, Huzeyfe'den sahih bir senedle)
Câbir, Enes'den, o da Rasûlullah'tan
(sav), şu hadîsi rivayet etmektedir: “Beş şey vardır ki, oruçlunun orucunu
bozar: Yalan, gıybet, nemime
(kovuculuk), yalan yere yemin etmek ve şehvetle bakmak.” ( el- Ezdî, Enes'den)
b. Dili Korumak
Dilini hezeyan, yalan, gıybet, nemime,
fahiş konuşma, galiz konuşma, kavga ve riya ile konuşmaktan korumaktır. Ve aynı
zamanda dili sükût etmeye icbâr, Allah'ın (cc) zikri ve Kuran tilâvetiyle
meşgul etmektir. Bu ise, dilin orucudur.
Süfyan-ı Sevrî şöyle der: 'Gıybet,
orucu bozar'. Bu hükmü Bişr b. el-Hâris rivayet etmektedir.
Leys, Mücahid'den "İki haslet
vardır. Onların ikisi de orucu bozar:
Gıybet ve yalan” dediğini rivayet etmektedir.
Hz. Peygamber (sav) de şöyle buyurmuştur:
“Oruç bir kalkandır. Oruçlu,
saygısızlık yapmasın, ahlâksızca konuşmasın. Eğer biri kendisiyle dövüşmeye
veya sövüşmeye kalkışırsa, iki defa, ‘Ben oruçluyum.’ desin.” (Buhârî, Savm, 2)
c. Kulağı Korumak
Kulağı her mekruhu işitmekten
alıkoymak gerekir. Çünkü söylenilmesi haram olan her şeyin işitilmesi de
haramdır. İşte bu sırra binaen Allah Teâlâ, gıybet dinleyen ile haram yiyeni
eşit tutmuştur
“Onlar, yalana çok kulak verirler ve
çok haram yerler.” (Mâide 42)
“Din adamları ve âlimleri onları,
günah olan sözleri söylemekten ve haram yemekten menetselerdi ya! İşledikleri
(fiiller) ne kötüdür!” (Mâide 63)
Bu bakımdan gıybete karşılık sükût
haramdır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Aksi halde siz de onlar gibi
olursunuz» diye hüküm indirdi.” (Nisâ 140)
Bu sırra binaen Hz. Peygamber de şöyle
buyurmaktadır: “Gıybet edenle, onu dinleyen, günahta ortaktırlar.” ( Taberânî,
İbn Ömer'den benzerini sahih bir senetle)
d. Diğer Âzaları Korumak
Diğer âzaları da günahtan alıkoymak
gerekir. Meselâ el ve ayak gibi. Karnını iftar zamanında nefsin istediği
şehvetlerden korumalıdır. Helâl yemekten çekinmek suretiyle oruç tutup, iftar
zamanında haram ile iftar edenin orucu hiçbir fayda temin etmez ve mânâsız
kalır. Böyle bir oruçlunun durumu tıpkı bir köşk binâ edip, bir şehri yıkanın
durumuna benzer. Çünkü helâl yemek ancak fazla yendiği takdirde zarar
vericidir. Onun azı ise, faydalıdır. Bu bakımdan oruç, onu azaltmak için emredilmiş
bir ibadettir. Zararından korkarak ilâçları terk etmek, sonra da zehir almak,
hamakattan başka bir şey değildir. Haram ise, dini yok eden bir zehirdir. Helâl
ise, azı fayda, çoğu zarar veren bir ilâçtır. Oruçtan gaye, helâlı azaltmaktır.
Çünkü Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Oruç tutan nice kimseler vardır ki oruçtan nasibi sadece aç kalmaktır.” (İbn
Mâce, Sıyâm, 21)
Bu hadîsin izahında bazı âlimler,
akşam fazla yemek suretiyle harama giren bir kimsenin kast olunduğunu
söylemişlerdir. Bazıları da, bu öyle bir kimsedir ki, helâl yemekten nefsini
meneder, fakat haram olan gıybette bulunmak suretiyle orucunu bozar. Bazı
âlimler de âzalarını haramdan korumayan bir kimsenin kast olunduğunu
söylemiştir.
e. İftarda Az Yemek
İftar zamanında tıka-basa helâl de
olsa yememek gerekir. Helâl de olsa tıka-basa doldurulan karın, Allah (cc)
nezdinde en fazla buğz edilen kaptır. Oruçlu bir kimse, gündüz yemediklerini
iftar zamanında tıka-basa yerse, acaba Allah'ın(cc) düşmanı olan nefis ve
şeytanı nasıl kahredebilir ve şehvetini nasıl kırabilir? Bazen de kişi, oruçlu
olmadığı takdirde yiyeceklerinin birkaç mislini temin ederek iftarda yer.
Hatta öyle âdet edilmiştir ki,
yemeklerin en nefisleri Ramazan ayı için tedârik edilir ve o ayda, birkaç ayda
yenilmeyecek kadar çeşitli yemekler yenir. Oysa oruçtan gaye, mideyi aç
bırakmak, heva ve şehveti kırmak ve böylece nefsi, takvâya alıştırmaktır. Bu,
orucun başta gelen hedefidir.
Fakat mide sabahtan akşama kadar aç
bırakılır, tam iftar zamanı yemeğe karşı şehvetle isteği kabardığında, ona
lezzetli yemekleri yedirip doyurursa, onun iştahı daha da fazlalaşır ve kuvveti
daha da gelişir. O zaman öyle şehvetler baş gösterir ki, şâyet nefis eski
âdetlerinde bırakılıp oruç vesilesiyle bu kadar çeşitli yemeklerle
beslenmeseydi, daha sakin olacaktı.
İşte bu nedenle orucun ruhu ve özü,
şeytanın elinde şerlere sevk etmek için vesile olan nefsin kuvvetlerini
kırmaktır. Bu ise, ancak iftar zamanında az yemekle hâsıl olabilir. Yani eğer oruçlu
olmasaydı, akşam ne yiyecekse, oruçlu olduğu zaman da sadece onunla
yetinmelidir. Eğer bütün gün, yiyeceklerini toplayarak hepsini üst üste iftar
zamanında yerse, o zaman orucundan herhangi bir fayda temin edemez.
Orucun âdâbından birisi de, açlık, susuzluk
ve zâfiyeti hissetsin diye gündüz uyumamaktır. Böyle yaptığı takdirde kalbi
saflaşır. Her gece (nefsi) biraz daha zayıflatmak suretiyle gece namazlarına
kalkmak imkânına sahip olur. Bu durumda umulur ki, şeytan kalbinden uzaklaşır.
Şeytanın pençesinden kurtulan kalp, gökler âleminde seyretme imkânına sahip
olur. Zaten kadir gecesi, gökler âleminde seyretme imkânına sahip gece
demektir. Nitekim 'Muhakkak biz Kur'an'ı kadir gecesinde inzâl ettik' ayetiyle
bu mânâ kast olunmuştur.
Kalbi ile göğsü arasında bir yemek
torbası meydana getiren kimse, böyle bir şereften mahrumdur. Sadece midesini
yemekten boşaltmak da bu mahcubiyet perdesinin aralanmasına kâfi değildir.
Himmetini de Allah (cc)'tan başka her şeyden boşaltmalıdır. İşte o zaman,
hakikatin tamamını elde etmiş olur. Bu durumun ilk basamağı az yemektir.
f. İftar Sonrasında Korku ile Ümit Arasında Olmak
Oruçlunun iftardan sonra kalbi korku
ve ümit arasında muzdarip olmalıdır. Çünkü orucunun kabul edilip kendisinin
Allah (cc)'a yakın olanlardan veya orucunun kabul edilmeyip Allah'ın (cc)
gazâbına maruz kalanlardan olup olmadığını kestirememektedir. Her ibadetin
sonunda da böyle olmalıdır.
Hasan b. Ebî Hasan b. Hasan el-Basrî,
kahkaha ile gülen bir grubun yanından geçerken onlara şöyle der: 'Ey insanlar!
Allah (cc) Ramazan ayını, kulları için bir yarış sahası olarak yaratmıştır.
Kullar o ayda ibadet hedefine doğru koşuşurlar. Şüphesiz o grup zaferi elde
eder, diğer bir grup ise geri kalıp, mükâfat kazanmaktan mahrum kalır. Hayret
edilecek durum, o gülen ve oynaşan kimselerin durumudur ki, halkın koştuğu
hedefe kavuştukları bir günde, onlar gaflet içerisinde gülüşüp oynaşırlar.
Böyle bir nimetten mahrum kalırlar. Ey gülenler! Şunu iyi bilin. Allah'a (cc)
yemin ederim ki, eğer Allah (cc) perdeyi
aralasaydı, iyilik yapan iyiliğiyle, kötülük yapan da üzüntüsüyle meşgul olur,
böylece gülmek kapısı kapanırdı'.
Ahnef b. Kays'a 'Sen pir-i
fâni bir kimsesin. Oruç seni zayıf düşürmektedir. (Oysa şer'an pir-i fâni olan
kimseler, fidye vermek suretiyle oruç tutmayabilirler) neden oruç tutuyorsun?'
denildiğinde şöyle demiştir: 'Ben, uzun bir sefere hazırlık yapmaktayım. Allah
(cc)'ın azabına sabretmek, ibadetine sabretmekten daha zordur'.
İşte orucun bâtınî
mânâları bunlardır.
Soru: Bir kimse, karnının ve tenâsül
uzvunun şehvetlerini menedip bu mânâlara riayet etmese dahi fakihlerin
fetvâsına göre orucu sahihtir. Bu hükme ne dersiniz?
Cevap: Zâhire göre hüküm veren
fakihler, bâtınî şartlar hakkında ileri sürdüğümüz delillerden zayıf delillere
dayanacak zâhir şartları tesbit etmektedirler. Hele gıybet ve benzeri gibi
mânevî ve bâtınî şartlar karşısında onların delilleri çok zayıf kalır. Fakat
zâhire göre hüküm veren fakihler, ancak dünyaya sarılmış ve gaflete dalmış,
halk ve avam tabakasına kolay gelen tekliflere bakarlar. Onları bunun ötesi pek
ilgilendirmez. Bakışları tamamen âhiret âlemine yönelen âlimlere gelince, onlar
orucun sahih olmasından, Allah (cc) nezdinde kabul edilmesini
kastetmektedirler. Oruçtan; Allah'ın (cc) sâmediyyet ahlâkıyla ahlâklanmayı anlamaktadırlar.
Mümkün olduğu kadar şehvetlerden kaçınıp meleklere uymayı kastediyorlar. Çünkü
melekler şehvetlerden uzaktır. Aklın nûruyla şehvetlerini kırmaya kudretli olan
bir insanın rütbesi, bu ruhtan mahrum olan hayvanın rütbesinden üstündür. Fakat
şehvetlere maruz kaldığından, şehvetlerle mücadele etmek mecburiyetinde
bulunduklarından, rütbeleri meleklerin rütbesinden aşağıdır. Bu bakımdan
şehvete daldıkça esfel-i safilîn'e doğru yuvarlanıp gider. Sonunda hayvanlardan
daha aşağı bir duruma düşer. Şehvetleri kırdıkça a'lâ-i illiyyîn'e (yücelerin
yücesine) yükseliş sonunda meleklerin ufuğuna varır. Melekler ise, mânen
Allah'a (cc) yakın kullardır. Onlara uyan ve onların ahlâkıyla ahlâklanan da
onlar gibi, Allah'a (cc) yakınlaşmaktadır. Çünkü yakın olana (meleklere)
yakınlaşan, hedefe (Allah (cc)'a) da yakınlaşmış demektir. Buradaki yakınlaşma,
mekân bakımından değil, sıfat bakımındandır.
Madem ki, kalp erbabı ve
akıl erbabı nezdinde orucun sır ve hikmeti budur, o halde şehvetlere dalarak
gündüz yenen iki öğün yemeği iftar zamanında bir arada yemekten ve bütün gün
kendisini aç bırakmaktan ne fayda temin edilebilir? Eğer bu hareket, herhangi
bir fayda temin etmiş olsaydı, o zaman Hz. Peygamber (sav)'in 'Nice oruçlular
vardır ki, oruçlarından sadece açlık ve susuzluk elde ederler' sözünün mânâsı
ne olurdu?
Bu sırra binaen ashâbdan
Ebu Derdâ (ra) şöyle buyurur: “Akıllıların uykusu ve iftarı ne güzeldir! Nasıl
olur da akıllılar ahmakların orucuna ve uykusuz kalmalarına hayret ediyorlar?
Takvâ ve yakîn sahibi olan bir kimsenin ibadetinin bir zerresi, mağrurların
dağlar kadar olan ibadetinden daha üstün ve daha makbuldür!”
Bu sırra binaen bir âlim de şöyle
buyurur: “Nice oruçlu vardır ki oruçsuzdur ve nice oruçsuz vardır ki oruçludur.
Oruçsuz oruçlu o kimsedir ki, yer, içer ve fakat âzalarını günahlardan korur.
Oruçlu oruçsuz ise, yemez içmez, fakat âzalarını günahlardan korumaz.”
Orucun mânâ ve sırrını
anlayan bir kimse bilir ki, yemek ve içmekten geri durup diğer günahlarla
yoğrulan bir kimse, tıpkı abdest alırken âzalarını üç defa meshetmek suretiyle
zâhirde âdete uymuştur. Ancak en önemli şey olan yıkamayı terk etmiştir. Bu
bakımdan bu cehaletinden ötürü kıldığı namaz, merdud ve bâtıldır. Yiyip,
âzalarını haramdan koruyan bir kimsenin meselesi de abdest âzalarını birer defa
yıkayıp abdest alan bir kimsenin meselesine benzer. Bu kimse, abdestin şartını
yerine getirdiği için, Allah (cc) indinde namazı makbuldür, her ne kadar
fazileti terk etmişse de...
Yemek ve içmekten sakınıp
azalarını da haramdan koruyan bir kimsenin meselesi ise, abdest âzalarının her
birisini üçer defa yıkamak suretiyle abdest alan kimsenin meselesine benzer. Böyle
bir kimse hem aslı, hem fazileti yerine getirdiğinden kemâlin zirvesine çıkmış
olur.
Hz. Peygamber (sav) şöyle
buyurmaktadır: “Oruç emanettir. Bu bakımdan herhangi biriniz Allah (cc)'ın
kendisine teslim ettiği emaneti korusun ve zâyi etmesin.”( el-Haraitî, Mekârim' ul-Ahlâk, İbn Mesud'dan)
“Allah size, emanetleri
ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi
emrediyor. Allah, bununla size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz ki Allah her
şeyi hakkıyla işiten, hakkıyla görendir.” (Nisa 58) ayetini okuduğunda, Hz.
Peygamber elini kulağına ve gözüne koyarak şöyle buyurmuştur: 'Kulak emanettir,
göz emanettir' Eğer kulak ve göz orucun emanetlerinden ve oruçla korunması
gereken şeylerden olmasaydı, Hz. Peygamber (sav) “Ben oruçluyum desin” (Buhârî, Savm, 2) demezdi.
Yani oruçlu bir kimseye
biri söver ve onunla kavga etmek isterse, oruçlu ona 'Dil, Allah (cc)'ın
bendeki emanetidir. Onu korumakla mükellefim. Sana kötü cevap vermek suretiyle
o emanete nasıl ihanet edebilirim' demelidir.
Bu hakikatlerden sonra
anlaşılmış olmalı ki, her ibadetin zâhiri ve bâtını, kabuğu ve özü vardır. Her
ibadetin kabukları hususunda da dereceleri ve her derecenin de kademeleri
vardır. Bunu bildikten sonra dilersen sadece kabukla yetinir, öze inmezsin,
dilersen akıllıların er meydanına inersin.
9. RASULULLAH’IN (SAV) ORUCU VE RAMAZAN HALİ
Allah Resûlü (sav),
Ramazan ayına kavuşma arzusunu dualarında açığa vururdu. Enes b. Mâlik (ra)’ın
naklettiğine göre, Receb ayı girdiği zaman Peygamber Efendimiz (sav) şöyle dua
ederlerdi: “Allah’ım! Receb ve
Şâban aylarını hakkımızda mübarek eyle, bizi Ramazan ayına ulaştır!” (Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat, IV, 189.)
Ayrıca Sevgili
Peygamberimiz (sav), Ramazan öncesinde yaptığı sohbetlerle, ashâbının
zihinlerini ve gönüllerini bu mübarek aya hazırlardı.
Peygamber Efendimiz (sav) Ramazan
günlerinde bol bol Kur’an okur, hayır ve hasenatta bulunurdu. Hz. Peygamber
(sav) Cebrail’le(as) buluştuğu zamanlarda esen rüzgârdan daha cömert olurdu. (Buhari,
Savm,7.)
Cebrail (as), Ramazan sonuna kadar her gece kendisine gelir ve Hz. Peygamber
(sav) ona Kur’an okuyup dinletirdi. Nitekim hâlen günümüzde yoğun bir
şekilde uygulanan bu ‘karşılıklı okuyuş’, ‘mukabele’ geleneğimizin dayanağını
oluşturur.
Ebû Hüreyre’nin (ra) haber
verdiğine göre, Resûlullah (sav) kesin emir vermeksizin insanları Ramazan
gecelerini ibadetle değerlendirmeye teşvik ederek şöyle derdi: “Kim inanarak ve karşılığını Allah’tan
bekleyerek Ramazan orucunu tutarsa geçmiş günahları bağışlanır.” Ramazan’ın
son on gününe, ayrı bir önem verir, mescid-i saadette itikâfa girer, ibadet ve
taatle meşgul olurdu. Peygamberimizin bu uygulaması, vefat edinceye kadar devam
etmiştir. Her yıl on gün itikâfa girerken, vefat ettiği yılın itikâfı yirmi gün
sürmüş, o yıl Ramazan ayında Cebrail’e (as) Kur’ân-ı Kerîm’i iki defa arz
etmişti.
Ramazanı mübarek kılan en
önemli unsurlardan biri de Kadir gecesidir. Bu geceye çok önem veren Rahmet
Peygamberi, Ramazan ayı içinde gizlenmiş olan Kadir gecesini “...Ramazan ayının son on günü içinde
arayın!” buyururdu (Muvatta’, İ’tikâf, 6). Ramazan ayının son
on günü içindeki tek sayılı gecelerin Kadir gecesi olma ihtimalinden dolayı kendisi
de, aile efradı ile birlikte 23. , 25. ve 27. geceleri uzun süre ibadet ederek
geçirirdi. (Tirmizî, Savm, 81)
Ashâbına fıtır sadakası
vermelerini söyleyen Allah Resûlü (sav), bunun, insanlar bayram namazına
çıkmadan önce ödenmesini isterdi. Ayrıca Ramazan ayında verilen sadakayı
daha üstün görürdü.
Resûlullah (sav), bir
aylık rahmet mevsimini ibadetle, taatle geçirmiş olmanın sevincini ashâbıyla
birlikte bayram ederek kutlardı. O, bayram namazına gitmeden önce
gusleder ve namazgâha giderken değişik bir yol izlerdi. Bayramı tekbir ve
tehlillerle karşılardı.
Burada şunu belirtmekte
yarar vardır ki Allah Resûlü (sav) Ramazan ayını sadece ibadetle geçirmiş
değildir. Söz gelimi, İslâm’ın ilk savaşı olan Bedir Savaşı için, hicretin
ikinci yılı Ramazan ayında hareket edilmiş, Ramazan’ın on yedinci günü düşmanla
savaşılmıştır. Hicretin sekizinci yılı Ramazanın on üçüncü günü ise, Mekke’nin
fethi için yola çıkılmıştır. Böylece Hz. Peygamber’in (sav) hayatındaki en
önemli iki sefer, Ramazan ayında yaşanmıştır. (Hadislerle İslam cilt 2,sayfa
394-396)
Hz. Peygamber’in (sav) uygulamasında
oruç, sadece aç kalmaktan ibaret bir ibadet değildir. Allah Rasulü (sav), orucu
müslümanları kötülüklerden koruyan bir kalkan olarak görürdü. Orucun bedensel
zorluklarına rağmen insanlardan tebessümünü eksik etmez, onların hata ve
kusurlarına karşı onlarda mahcubiyet oluşturmayacak şekilde hatalarını düzeltmeleri
için gereken hoşgörü, sabır ve ilgiyi gösterirdi. Nitekim Allah Rasulü (sav),
“Allah’ın, kötü söz ve davranışları terk etmeyen adamın yemeyi ve içmeyi terk
etmesine ihtiyacı yoktur.” buyurmaktadır. (Buhari, Savm,8)
Hz. Peygamber (sav), Ramazan ayının son on günü içinde bulunan Kadir Gecesi’nde
müslümanların ibadete ve duaya önem vermelerini tavsiye etmiştir. Kendisi de
ramazanın son on gününü yoğun bir şekilde ibadet, tefekkür ve tezekkürle
geçirerek manevi açıdan arınmaya örneklik etmiştir. Rasulullah (sav), ramazan
ayında günlük hayatını aksatmamaya çalışır; oruç günlerinde yapması gereken
işleri varsa onları da yerine getirirdi.
( https://dosya.diyanet.gov.tr/flip/index.php?YIL=2014&TR=17&DERGI=temmuz.pdf&SAYFANO=66)
10. SONUÇ
Ø Oruç mümin için onu hem dünya hem de ahiret
hayatının olumsuzluklarına karşı koruyan bir kalkandır. Üstelik sadece
dışarıdan gelecek saldırılara karşı değil kendi nefsinden, şehevî arzularından,
şeytanın vesveselerinden de onu korur. Bu hassasiyetle oruç tutan kişi dünyada
günah ve kötülüklere, âhirette ise cehennem azabına karşı korunmuş olacaktır.
Oruçlu, kalkanı öncelikle kendi elinden ve dilinden sadır olabilecek yanlış
tutum ve davranışlara karşı kullanacaktır.
Ø Kendisine riya karışma ihtimali zayıf bir
amel olmasından dolayı Allah’ın (cc) özel olarak taltif ettiği ve mükafatlandırdığı
bir ameldir. Bu nedenle müminin Allah’ın (cc) bu kadar çok değer verdiği bir
ibadeti O’na en layık şekilde takdim edebilmesi için elinden gelen gayreti
göstermesi, oruca hasar verecek amellerden gücü yettiğince uzak durması
gerekmektedir.
Ø Oruçtan istifade edebilmesi için kişinin
sadece midesiyle değil bütün organlarıyla oruç tutması gerekir. Oruçtan nasibi
aç kalmaktan öteye geçmeyen kimselerin durumuna düşmemek için gözler, kulaklar,
eller, ayaklar, kalp ve ağız, mideyle beraber oruç tutmalıdır. Allah Resûlü’nün
(sav) uyarıları oruç tutarken de rehberimiz olmalıdır.
Ø -Oruç yalnız belirli bir zaman yeme, içme ve
cinsel münasebette bulunmaktan uzak durmak değil, aynı zamanda her türlü
kötülükten sakınmak için iradenin güçlendirilmesi eğitimidir. Mümin tuttuğu her
oruçta nefsine hâkim olma kabiliyetini geliştirir. Oruç sayesinde o, ruhunu ve
gönlünü takva ile besler.
Ø Oruç insana sabır, takva ve şükretmeyi
öğretir. Kazanılan bu özellikler sayesinde bir yılın ardından kalpte meydana
gelen hasarların onarılması ve dünyevileşen nefsin terbiyesi için oruçlu olarak
geçirilen Ramazan ayı müslüman için Allah (cc) tarafından sonsuz rahmetinin bir
tecellisi olarak lütfedilen yoğunlaştırılmış manevi bir eğitim ve tedavi programıdır.
Ø Oruç kuvvetli bir sorumluluk bilinci
kazandırdığından insanın Allah’a (cc), kendisine, ailesine, içinde yaşadığı
topluma, başka insanlara, çevreye, evrendeki bütün canlı ve cansızlara karşı
sorumlu bir varlık olduğunu kavramasına yardımcı olur. Böylece bireysel gibi
görünen bu ibadetin sosyal yönü ve etkileri doğal bir süreç içinde ve güçlü
biçimde kendini gösterir.
Ø Oruç kişinin sahip olduğu ruhî ve bedenî
donanımları insana yaraşır bir biçimde dengeli ve verimli kullanabilmesi için aklın
ve ruhun bedene ait süflî arzuların güdümünden kurtarılmasını sağlar. Bu sayede
insan, Allah’ın (cc) kendisine sunduğu bu donanımları yine O’nun rızasını
kazanmak için en verimli şekilde kullanma imkanına sahip olacaktır.
11. ÖDEVLER
VE TAVSİYELER
-
“Receb ve Şâban aylarını hakkımızda mübarek
eyle, bizi Ramazan ayına ulaştır!” duasını ezberlemek veya anlamıyla birlikte
okumak.
-
“Allah’ım! Senin rızan için oruç tuttum ve
senin rızkınla orucumu açtım.” duasını ezberlemek veya anlamıyla birlikte
okumak.
-
“Yanınızda
oruçlular iftar etsin, yemeğinizi iyiler yesin ve melekler size rahmet dilesin.” duasını
ezberlemek veya anlamıyla birlikte okumak..
-
“Allahım! Sen
affedicisin, cömertsin. Affetmeyi seversin. Beni de affet.” (Tirmizi, Daavât, 84) duasını
ezberlemek veya anlamıyla birlikte okumak.
-
Ramazan ayına
girmeden önce bu ayın manevi ikliminden en iyi şekilde faydalanmak için Receb ve
Şaban aylarında gücümüz yettiğince hazırlık yapmak, (Zikir yapmak, tefekkür
etmek, nafile namaz kılmak, Kur’an okumak, bazen pazartesi ve perşembe günleri
oruç tutmak, sadaka vermek vb.) nafile ibadetlere ağırlık vermek.
-
Muharrem ayının 9.
ve 10. günlerinde veya 10. ve 11. günlerinde oruç tutmaya çalışmak.
-
Şevval ayında altı
gün oruç tutmaya çalışmak.
-
Ramazan ayında veya
oruçlu iken kazanılan güzel hasletlerin sonrasında da devamına özen göstermek.
12.
VİDEO
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder