26. ORUÇ

 

 

 

1. GİRİŞ

Oruç, insanın gün içerisinde oruçlu olduğu sürece ibadet halinde olduğu ve bu sayede kulluk bilincini her zaman diri tutarak Rabbi ile olan bağının daha uzun süre taze kalmasını sağladığı İslam’ın beş temel esasından biridir. Kulun Rabbi ile kurduğu bu bağın manevi kuvvetini her an yüreğinde hissetmesi, bu hal üzere gerçekleştirdiği diğer salih amellerden aldığı manevi haz ve doyumun da daha fazla olmasına vesile olur.

Orucun bireyin kulluk bilincinin uzun soluklu bir şekilde diri kalmasını sağlayıcı özelliğinin yanında, bu kulluk bilincinin gereği olan sorumluluklarını yerine getirmede ihtiyacı olan sabır ahlakını ona kazandıracak olan bir sabır ve irade eğitimi olma yönü de vardır.

Oruç bu özellikleri ile sabırsız, hoşgörüsüz, arzuladığı şeyin hemen olmasını isteyen, olmadığında ise öfke seline kapılarak kendisine veya çevresine düşünmeden zarar verebilen ya da fedakarlık gerektiren durumlar karşısında tahammülü zayıf olan insanların çoğaldığı günümüzde, insanların sabır ahlakını kazanması ve ona bu ahlakı kazandıracak bir irade eğitiminden geçmesine uygulamalı bir şekilde yardımcı olur.

Oruç ayrıca bireyin dil ile ifade etmediği sürece dışarıdan bakıldığında ibadet halinde olduğu anlaşılmadığı için, kulun ameline riyanın karışma ihtimalinin en zayıf olduğu ibadetlerden biridir. Bu yönüyle kalbin hallerinden bir hal olan ihlas ile hemhal olma ve halini yaşayarak hissettiği ihtiyaç sahiplerine karşılığını sadece Rabbinden bekleyerek yardımda bulunma, yani infak ahlakını kazandırma özellikleri de bu değerlerin kaybolmaya yüz tuttuğu günümüzde oruç ibadetinin önemini her geçen gün daha net bir şekilde ortaya koymaktadır.

Bu bölümde Rabbimizden bize bu hasletleri kazandırmasını temenni ettiğimiz oruç ibadetinin faziletini daha kapsamlı bir şekilde ele almaya çalışacağız.

 2. KAVRAM TAHLİLİ

Oruç kelimesi, sözlükte “bir şeyden uzak durmak, bir şeye karşı kendini tutmak” anlamına gelen Arapça savmın (sıyâm) Farsça karşılığı olan rûze kelimesinin Türkçeleşmiş şeklidir. Savm ve sıyâm ile türevleri Kur’ân-ı Kerîm’de on üç yerde, hadislerde ise çok sayıda geçmektedir (M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “ṣvm” md.; Wensinck, el-Muʿcem, “ṣvm” md.). Terim olarak oruç, tan yerinin ağarmasından güneşin batmasına kadar şer‘an belirlenmiş ibadeti yerine getirmek niyetiyle yeme, içme ve cinsel ilişkiden uzak durmayı ifade eder. Serahsî’nin “belirli kimselerin belirli zamanda belirli fiillerden belirli bir amaçla uzak durması” şeklindeki tanımı bu ibadetin kimler açısından sahih sayıldığını belirtmeyi hedeflemektedir (el-Mebsûṭ, III, 54). Süresi içinde kişinin kendini oruç yasaklarına karşı tutmasına imsâk denir, bu kelime “oruca başlama, orucun başlangıç anı” mânasında da kullanılır. Vakti gelince orucu usulüne göre açmaya, yani orucu sonlandırmaya iftâr adı verilir. (http://www.islamansiklopedisi.org.tr/Oruç)

ORUÇLA İLGİLİ KAVRAMLAR

SAHUR

Gündüz oruç tutabilmek için sahur yemeğinden istifade edilmesini tavsiye eden Peygamber Efendimiz (sav), “Bizim orucumuzla Ehl-i kitabın orucunu ayıran (şey), sahur yemeğidir.” (Müslim, Sıyâm, 46) diyerek sahur yapmanın oruç ibadetinde müslümanların ayırt edici bir vasfı olduğunu bildirmiştir. Sahura kalkmayı son derece önemsediğinden, “Sahur yemeği yiyin. Çünkü sahur yemeğinde bereket vardır.” (Müslim, Sıyâm, 45) buyurarak müslümanlardan bir yudum su ile olsa da mutlaka sahur yapmalarını istemiştir (İbn Hanbel, III, 44). Resûl-i Ekrem, sahurun bereketinden sık sık bahsetmiş, sahâbeden Irbâd b. Sâriye’yi (ra) sahura davet ederken de, “Mübarek yemeğe gel!” diyerek bu yemeğin hayırlı ve bereketli olduğunu farklı bir şekilde ifade etmiştir (Ebû Dâvûd, Sıyâm, 16). Ayrıca sahur yapanlara Allah‘ın (cc) merhamet, meleklerin de hayır dua edeceği müjdesini vermiştir (İbn Hanbel, III, 44).  (Hadislerle İslâm Cilt 2, Sayfa 425-429)

Bazı hadislerde ifade edildiği gibi (İbn Mâce, “Sıyâm”, 22) sahurun tutulacak oruca güç yetirebilmek için vücuda besin sağlama amacı taşıdığı açık olmakla birlikte sahura kalkan müminin asıl hedefi Hz. Peygamber’in sünnetini yerine getirerek bu vaktin feyiz ve bereketinden yararlanmaya ve neticede Allah’ın (cc) hoşnutluğunu kazanmaya çalışmak olmalıdır.  (http://www.islamansiklopedisi.org.tr/sahur)

 

İFTAR

İftar vakti, müminler için sevinç ve huzur vaktidir. Bu vaktin girmesiyle Allah (cc)’ın rızası için açlığa, susuzluğa, orucun sıhhatine zarar verecek tutum ve davranışlara karşı sabreden, oruca özel yasaklardan uzak durmayı başaran ihlâslı gönüller için bütün bu yasaklar kalkar. Bu vakit, Resûlullah’ın (sav), “Şüphesiz her iftar vaktinde Allah (cc) tarafından (cehennem ateşinden) azat edilenler vardır. Bu (azat etme işlemi Ramazan"da) her gece olur.” (İbn Mâce, Sıyâm, 2) sözleriyle ifade ettiği üzere, bağışlanma vaktidir. Yine Hz. Peygamber(sav), “...Müminin iki sevinci vardır: Birisi iftar vaktinde orucunu açtığı andaki sevinci, diğeri Rabbine kavuştuğu zaman orucunun (mükâfatından kaynaklanan) sevincidir.” (Müslim, Sıyâm, 163) buyurmuştur.

 

Visal orucunu yani iki gün peş peşe iftar etmeden oruç tutmayı yasaklayan (Buhârî, Savm, 48) Allah Resûlü (sav), iftar vakti gelince, oruç açmada acele edilmesini tavsiye etmiştir. “İnsanlar vakti girince iftar etmekte acele ettikleri sürece hayır üzere olurlar.” (Buhârî, Savm, 45) buyurmuş ve Allah’ın (cc) en sevdiği kullarının iftar yapmada acele edenler olduğunu bildirmiştir (Tirmizî, Savm, 13).  Nitekim bir gün, tâbiînden Ebû Atıyye (ra) ile Mesrûk (ra), müminlerin annesi Hz. Âişe’nin (rah) yanına gelerek sahâbeden bir kişinin iftar yapmada ve akşam namazını kılmada acele ettiğini, diğer bir kimsenin ise bunları geciktirdiğini söylemiş, hangisinin daha doğru olduğunu öğrenmek istemişlerdi. Hz. Âişe (rah) iftarda ve namazda acele edenin kim olduğunu merak etmiş ve onun Abdullah b. Mes’ûd (ra) olduğunu öğrendikten sonra şöyle demişti: “Allah Resûlü de böyle yapardı.” (Müslim, Sıyâm, 49)

Allah Resûlü (sav), “Her oruçlunun iftarını açtığında reddedilmeyen bir duası vardır.” diyerek müminlere bu sevinç ve bağışlanma vaktinde dua etmelerini öğütlemiştir. Bu hadisi Peygamberimizden (sav) nakleden sahâbî Abdullah b. Amr’ın (ra) iftar vaktinde, “Allah’ım! Senden her şeyi kuşatan rahmetin ile beni bağışlamanı dilerim.” diyerek dua ettiği bilinmektedir. (İbn Mâce, Sıyâm, 48) Peygamberimiz (sav), Allah (cc) rızasını kazanmak için oruç tutar, O’nun rızkıyla iftar eder, iftar ederken de ellerini açarak şöyle dua ederdi:“Allâhümme leke sumtü ve alâ rızkıke eftartü. (Allah"ım! Senin rızan için oruç tuttum ve senin rızkınla orucumu açtım.)” (Ebû Dâvûd, Sıyâm, 22) (Hadislerle İslâm Cilt 2 Sayfa 425-429)

 

İftar duası, oruç tutan kişinin ibadet bilincini güçlendiren ve Allah (cc) katında özel bir konuma sahip bu ibadeti yerine getirmenin şükrünü içeren bir anlam taşıdığı gibi iftar sofrasında bulunanlar bakımından dinî eğitimin de bir parçasını oluşturur. (http://www.islamansiklopedisi.org.tr/İftar)

 

Peygamber Efendimiz (sav), iftar edeceği zaman özel yiyecekler aramaz, yemek ayrımı yapmaz, sofrada ne bulursa onunla iftar ederdi. Onun iftar sofrası, lüks ve israftan uzak, son derece sade idi. Medine’de Efendimizin (sav) yanında büyüyen Enes b. Mâlik (ra), Resûlullah’ın (sav) iftarını şöyle anlatmıştır: “Resûlullah (sav) akşam namazını kılmadan önce birkaç taze hurma ile, eğer yoksa kuru hurma ile iftar ederdi, o da yoksa birkaç yudum suyla orucunu açardı.” (Ebû Dâvûd, Sıyâm, 21)

 

Ramazan ayında, diğer zamanlara göre daha cömert olan Sevgili Peygamberimiz (sav) (Buhârî, Bed’ü’l-vahy, 1), iftar sofralarını başkalarıyla paylaşmaya büyük önem vermiş ve : “Her kim bir oruçluya iftar yemeği yedirirse, kendisine onun sevabı kadar sevap verilir; oruçlunun ecrinden de hiçbir şey eksiltilmez.” (Tirmizî, “Ṣavm”, 82; İbn Mâce, “Ṣıyâm”, 45) diyerek müslümanları bu güzel ameli işlemeye teşvik etmiştir. Ayrıca kendisi de iftar davetlerine icabet etmiş, davet sahiplerine övgüde bulunmuştur. Nitekim Sa’d b. Ubâde’nin (ra) iftar davetine icabet ettiğinde, iftarda kendisine ikram edilen ekmek ile zeytinyağını yedikten sonra, genellikle başkalarıyla iftar ederken okuduğu şu duayı okumuştur: “Eftara ındekümü’s-sâimûn ve ekele taâmekümü’l-ebrâr ve sallet aleykümü"l-melâiketü. (Yanınızda oruçlular iftar etsin, yemeğinizi iyiler yesin ve melekler size rahmet dilesin.)” (Ebû Dâvûd, Et’ıme, 54)

Maddî imkâna sahip olanların iftar davetlerini verirken akrabaların, dostların, komşuların dikkate alınması güzeldir. Fakat bu daireyi genişleterek, iftar sofralarına ihtiyaç sahibi insanları buyur etmek Allah’ın (cc) rızasına çok daha uygun bir davranış olacaktır. İftar davetleri belli bir zümrenin bir araya gelerek lüks mekânlarda, zengin sofralarda yemek yemelerinin ötesine geçmeli; sofralara dâhil edilen yetimler, yaşlılar ve muhtaçlarla Halil İbrâhim bereketinin arandığı salih amellere dönüşmelidir. Öte yandan ihtiyaç sahiplerine kadar uzanan iftar daveti, İslâm dininin güçlendirmeye çalıştığı kardeşlik ve sosyal dayanışma ilkesinin bir gereği olduğu gibi oruç ibadetinin kazandırdığı kalp inceliğinin ve diğerkâmlığın da tabii bir tezahürüdür. (Hadislerle İslâm Cilt 2 Sayfa 425-429)

RAMAZAN

Sözlükte “günün çok sıcak olması, güneşin kum ve taşları çok ısıtması, kızgın yerde yalınayak yürümekle ayakların yanması” anlamlarındaki ramad masdarından veya “güneşin güçlü ısısından çok fazla kızmış yer” mânasındaki ramdâ’ kelimesinden türeyen Ramazân kamerî yılın Şâbandan sonra, Şevvalden önce gelen dokuzuncu ayının adıdır. “Yaz sonunda ve güz mevsiminin başlarında yağıp yeryüzünü tozdan temizleyen yağmur” anlamındaki ramadî kelimesinden ya da “kılıcı veya ok demirini inceltip keskinleştirmek için iki yalçın taş arasına koyup dövmek” anlamındaki ramd masdarından türediği de ileri sürülmüştür. Genellikle “şehr” (ay) kelimesine izâfe edilip şehru ramazân şeklinde kullanılır.

 

Medine’ye hicret ile birlikte İslâm dini, kendi müesseselerini oluşturmaya başlamıştı. Mescid-i Nebevî’nin yapılmasının ardından hayat, vahyin kılavuzluğunda, “inanç-amel bütünlüğü” içinde gelişmeye devam ediyordu. Medine’ye geleli daha on sekiz ay olmuştu. Kısa bir süre önce kıbleyi Mescid-i Aksâ’dan Kâbe’ye çeviren Yüce Allah (cc) bu sefer hicrî takvimin 8. ayı olan Şâban ayında, Ramazan orucunu farz kılan şu âyetleri indirdi:

“Ey inananlar! Oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, sakınasınız diye size de sayılı günlerde farz kılındı... Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak Kur’an’ın indirildiği aydır. Öyle ise sizden Ramazan ayını idrak edenler onda oruç tutsun. Kim o anda hasta veya yolcu olursa (tutamadığı günler sayısınca) başka günlerde kaza etsin. Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez. Bütün bunlar, sayıyı tamamlamanız ve size doğru yolu göstermesine karşılık, Allah’ı tazim etmeniz, şükretmeniz içindir.” (Bakara 183-185)

Bu âyetler, Ramazan ayının, diğer aylardan ayrıcalıklı olduğunu açıkça ifade etmektedir. Bu nedenle müslümanlarca sabır, ibadet, rahmet, mağfiret ve bereket ayı olarak kabul edilen, büyük bir coşku ve heyecanla karşılanan ramazanın başlıca özellikleri şu şekilde sıralanabilir: 

a. Kur’ân-ı Kerîm bu ayda indirilmeye başlanmış olup âyet ve hadislerde bin aydan daha hayırlı olduğu bildirilen (el-Kadr 97/3; Nesâî, “Ṣıyâm”, 5) Kadir gecesi de bu ayın içindedir. Bir âyette Kur’an’ın Ramazan ayında, bir başka âyette mübarek bir gecede, bir diğerinde Kadir gecesinde inmeye başladığı haber verilmektedir (el-Bakara 2/185; ed-Duhân 44/1-3; el-Kadr 97/1). Kadir gecesi Ramazan içinde mübarek bir gece olduğundan âyetler arasında bir çelişki yoktur. 

b. İslâm’ın beş şartından biri olan oruç bu ayda tutulur (el-Bakara 2/183-185; Buhârî, “Ṣavm”, 1; Müslim, “Îmân”, 8, 9). 

c. Hz. Peygamber’in inanarak ve sevabını Allah’tan(cc) bekleyerek kılan kişinin geçmiş günahlarının bağışlanacağını bildirdiği ve kendisi de bizzat kılarak ümmeti için sünnet olduğunu gösterdiği (Buhârî, “Ṣalâtü’t-terâvîḥ”, 1; Müslim, “Müsâfirîn”, 173-178) teravih namazı bu aya mahsus ibadetlerdendir. 

d. Malî bir ibadet olan fitrenin (fıtır sadakası) bu ayın sonunda ve bayramdan önce ödenmesi gerekir. Bu ayda yapılan diğer yardımların da öteki aylara göre daha sevap ve faziletli olduğuna dair hadisler vardır (Buhârî, “Ṣavm”, 7; Müslim, “Feżâʾil”, 50; Tirmizî, “Zekât”, 28). Bu sebeple, ramazanda ödenmesi gerekli olmamakla birlikte müslümanlar zekâtlarını bu ayda ödemeyi âdet haline getirmişlerdir. 

e. Bu ayın sonunda itikâfa girmek sünnettir. Kaynaklar Resûl-i Ekrem’in ramazanın son on gününde itikâfa girdiğini ve bu âdetini vefatına kadar devam ettirdiğini, onun ardından hanımlarının da itikâfa girdiğini (Buhârî, “İʿtikâf”, 1; Müslim, “İʿtikâf”, 1-5) haber vermektedir. 

f. Kütüb-i Sitte’de yer alan bazı hadislerde bu ayda umre yapanın hac sevabı alacağı ifade edilirken (Buhârî, “ʿUmre”, 4; Müslim, “Ḥac”, 221, 222), zayıf olduğu kaydedilen bazı hadislerde ise diğer ibadet ve amellere de öteki aylara göre daha çok mükâfat verileceği bildirilmiştir (İbn Huzeyme, eṣ-Ṣaḥîḥ, III, 191-192; Ahmed b. Hüseyin el-Beyhakī, Şuʿabü’l-îmân, V, 224). 

g. Kur’an ayı denilen ramazan ayında çokça Kur’an okuyup tefekkür etmek müstehap kabul edilmiştir. Hz. Peygamber’in (sav) Cebrâil (as) ile karşılıklı Kur’an okumasına dayanan mukabele uygulaması da bu aya mahsus geleneklerdendir.

İslâm ile yepyeni anlamlara kavuşan Ramazan kelimesi, bize mübarek bir zaman dilimini, tam bir huzur iklimini çağrıştırır. Kamerî aylardan dokuzuncusu olan Ramazan ayı boyunca müslümanlar, toplum olarak ibadet yoğunluğu ve heyecanı içinde olurlar. Çünkü Ramazan, ilmin, inancın, ibadetin, ahlâkın, dayanışmanın, kardeşliğin daha da olgunlaştırılabilmesi için Müslümanlara ikram edilmiş bereketli bir eğitim mevsimidir. Müslüman bu zaman diliminde Rabbiyle, kardeşleriyle, nefsiyle ve şeytanla olan ilişkilerini gözden geçirir, gece gündüz tam bir ay süren yoğun bir eğitim faaliyetinden güçlenerek, arınarak çıkar.

Allah Resûlü (sav), Ramazan ayına kavuşma arzusunu dualarında açığa vururdu. Enes b. Mâlik’in (ra) naklettiğine göre, Receb ayı girdiği zaman Peygamber Efendimiz (sav) şöyle dua ederlerdi: “Allah’ım! Receb ve Şâban aylarını hakkımızda mübarek eyle, bizi Ramazan ayına ulaştır!” (Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat, IV, 189)

Ayrıca Sevgili Peygamberimiz (sav), Ramazan öncesinde yaptığı sohbetlerle, ashâbının zihinlerini ve gönüllerini bu mübarek aya hazırlardı. Nitekim Ramazan ayının bu niteliklerini şu sözleriyle özetlemişlerdi: “Mübarek Ramazan ayı size geldi. Yüce Allah bu ayda size oruç tutmayı farz kıldı. Bu ayda sema (cennet) kapıları açılır, cehennem kapıları ise kapanır ve şeytanların azgınları bağlanır...” (Nesâî, Sıyâm, 5)

“Ramazan ayının ilk gecesi olunca, şeytanlar ve azgın cinler zincire vurulur, cehennem kapıları kapatılır ve hiçbiri açılmaz. Cennetin kapıları açılır ve hiçbiri kapanmaz. Sonra bir (melek) şöyle seslenir: Ey hayır dileyen, ibadet ve kulluğa gel! Ey şer isteyen günahlarından vazgeç! Allah’ın bu ayda ateşten azat ettiği nice kimseler vardır ve bu Ramazan boyunca her gece böyledir.” (Tirmizî, Savm,1)

Akabe biatlerinde etkin görev almış olan Ubâde b. Sâmit (ra), Ramazan ayının yaklaştığı bir günde Resûlullah’ın (sav) şöyle dediğini nakleder: “Ramazan ayı size bereketiyle geldi, Allah o ayda sizi zengin kılar, bundan dolayı size rahmet indirir, hataları yok eder, o ayda duaları kabul eder. Allah Teâlâ sizin (Ramazan ayındaki ibadet ve hayır konusunda) birbirinizle yarış etmenize bakar ve meleklerine karşı sizinle övünür. O hâlde iyilik ve hayırdan yana Allah Teâlâ’ya kendinizi gösterin. Ramazan ayında Allah’ın rahmetinden kendisini mahrum eden kimse bedbaht kimsedir.” (Heysemî, Mecmeu’z-zevâid, III, 344)

Ashâbına fıtır sadakası vermelerini söyleyen Allah Resûlü (sav), bunun, insanlar bayram namazına çıkmadan önce ödenmesini isterdi. (Buhârî, Zekât, 76)Ayrıca Ramazan ayında verilen sadakayı daha üstün görürdü. (Tirmizî, Zekât, 28)

Resûlullah (sav), bir aylık rahmet mevsimini ibadetle, taatle geçirmiş olmanın sevincini ashâbıyla birlikte bayram ederek kutlardı. O, bayram namazına gitmeden önce gusleder (Muvatta’, Îdeyn, 1) ve namazgâha giderken değişik bir yol izlerdi (Buhârî, Îdeyn, 24).Bayramı tekbir ve tehlillerle karşılardı (Buhârî, Îdeyn, 12).

Burada şunu belirtmekte yarar vardır ki Allah Resûlü (sav) Ramazan ayını sadece ibadetle geçirmiş değildir. Söz gelimi, İslâmın ilk savaşı olan Bedir Savaşı için, hicretin ikinci yılı Ramazan ayında hareket edilmiş, Ramazan’ın on yedinci günü düşmanla savaşılmıştır (Tirmizî, Savm, 20). Hicretin sekizinci yılı Ramazanının on üçüncü günü ise, Mekke’nin fethi için yola çıkılmıştır. (Abdürrezzâk, Musannef, V, 372). Böylece Hz. Peygamber’in (sav) hayatındaki en önemli iki sefer, Ramazan ayında yaşanmıştır.

Her ne kadar Ramazan ayı, Allah (cc) tarafından mübarek kılınmışsa da, onun bereketinden istifade etmek müslümanın iradesine bırakılmıştır. Değerlendiren için Ramazan bulunmaz bir hasat mevsimi, maddî ve mânevî bir arınma iklimidir. Ramazan’a yetiştiği hâlde onun kadrini ve kıymetini bilmeyen biri içinse, kaçırılmış bir fırsat hatta bir vebal olacaktır. Hem de Rahmet Elçisi’ne (sav) , “Ramazan ayına girdiği hâlde günahlarını affettiremeden bu ayı tamamlayan kişinin burnu yerde sürünsün!” (Tirmizî, Deavât, 100) dedirtecek kadar.

Ramazan ayı, ruh ve nefis için, birey ve toplum için takvadır, korunmadır. Ramazan ayı, kötü alışkanlıklara son verme, iyiden, güzelden yana yeni sayfalar açma fırsatıdır. İşte bu bilinç içerisinde dolu dolu yaşanan Ramazan, sonrasında gelen ayların hatta bütün bir yılın verimli geçirilmesini sağlayacaktır. Allah Resûlü’nün (sav), “Büyük günahlardan kaçınıldığı takdirde, beş vakit namaz ile cuma bir sonraki cumaya kadar ve Ramazandan diğer Ramazana kadar, aralarında işlenen günahların bağışlanmasına vesiledir. (Müslim, Tahâret, 16) hadisi, sadece geçmişte işlenmiş günahların kefareti olarak değil, aynı zamanda Ramazanın verdiği bilinç ile bir sonraki Ramazana kadar açılmış olan beyaz sayfayı temiz tutma gayreti olarak anlaşılmalıdır. (Hadislerle İslâm Cilt 2 Sayfa 393-397)

TERAVİH

Ramazan ayına mahsus olmak üzere yatsıdan sonra kılınan namazdır.

 Hz. Âişe (rah), yeğeni Urve’ye (ra) bu namazı şöyle anlatır: “Resûlullah (sav) bir gece yarısı evinden çıkıp mescitte namaz kıldı. Bu durumu gören bazı insanlar da ona uyarak beraberinde namaz kıldılar. Sabah olunca insanlar birbirlerine geceleyin Hz. Peygamber’in mescitte namaz kıldığını anlattılar. Bu haber yayılınca ertesi gece daha çok insan toplandı ve Hz. Peygamber ile birlikte namaz kıldılar. Sabah olunca insanlar bunu yine aralarında konuşup yaydılar. Üçüncü gece mescitte halk iyice çoğaldı. Resûlullah yine çıkıp namaz kıldı, insanlar da onun namazına uyup namaz kıldılar. Dördüncü gece mescit, toplanan insanları zor aldı. Fakat Resûlullah o gece ancak sabah namazını kıldırmak için çıktı. Sabah namazını kıldırınca cemaate yönelerek şehâdet kelimelerini söyledikten sonra, o gece, namaza çıkmama gerekçesini şöyle açıkladı: "Sizin mescitte toplanmanızdan habersiz değildim. Fakat bu namazın üzerinize farz kılınmasından ve onu yerine getirmeye gücünüzün yetmemesinden endişelendim (ve bu yüzden yanınıza gelmedim)." (Buhârî, Salâtü’t-terâvîh, 1 )

Çocukluğunu Peygamberimizin yanında geçiren Enes b. Mâlik (ra) ise şöyle anlatmaktadır: “Resûlullah (sav) Ramazan’da namaz kılıyordu. Geldim ve arkasına namaza durdum. Bir adam da gelip benim yanıma namaza durdu. Sonra başka biri geldi ve neticede on kişiye yakın bir grup olduk. Arkasında bizim olduğumuzu hisseden Resûlullah (sav) namazı kısa tuttu. Sonra kalkıp evine girerek namazını bizim yanımızda kılmadığı şekilde uzunca kıldı. Sabah olunca biz, "Ey Allah’ın Resûlü! Gece bizi fark ettin mi?" dedik. O, "Evet, zaten benim yaptığıma da bu neden oldu." buyurdu.” (Müslim, Sıyâm, 59). Bu rivayetlerden, Rahmet Elçisinin (sav), ümmetine zahmet vermemek için teravih namazını düzenli bir şekilde kıldırmadığı, namaza çok düşkün olan ashâbının devamlılığını görünce farz olması endişesiyle onlara bu namazı kıldırmaktan vazgeçtiği, Enes (ra) rivayetinde olduğu üzere, onlara kıldırırken kısa tuttuğu, ancak Kadir gecesi olma ihtimalini dikkate alarak 23., 25. ve 27. geceleri süreyi gittikçe artırıp saatler süren uzunlukta namaz kıldırdığı anlaşılmaktadır. Peygamber Efendimiz’in (sav) Ramazan’da nafile olan gece namazını her gece düzenli olarak kıldırmamasının, hatta evlerde kılınmasını tavsiye etmesinin ardında yatan sebep, farz kılınır da, sonra ümmetinin bunu yerine getirmeye gücü yetmez şeklindeki endişesidir.

Ebû Hüreyre’nin (ra) anlattığına göre Ramazan’da insanlardan bir kısmı, mescidin bir kenarında namaz kılıyorlardı. Resûlullah (sav) mescide çıkıp da onları görünce, ne yaptıklarını sordu. Cevaben, Kur’an’dan fazla ezberi olmayan kimselerin Übey b. Kâ’b’ın (ra) arkasında toplanıp birlikte namaz kıldıkları söylenince Rahmet Elçisi, “Doğru! Doğru yapmışlar! Ne de güzel yapmışlar!” buyurdu (Ebû Dâvûd, Şehru Ramazân, 1). Peygamberimizin Übey b. Kâ’b’ın (ra) bu gayretini tasvip etmesi, aslında onun, bu namazın cemaatle kılınmasını arzu ettiği şeklinde yorumlanabilir.

Ramazan gecelerinde kılınan bu namaza “rahatlatmak, dinlendirmek” anlamına gelen “teravih” isminin verilmesi ise daha sonralara rastlar. Dolayısıyla Peygamberimizin(sav) dilinde bu kullanıma, çok zayıf bazı rivayetler dışında, rastlanmaz. Hadislerde bu namaz “kıyâmü"l-leyl” olarak geçer ve bununla, Ramazan gecelerinde kılınan teravih namazı veya gecenin namaz kılınarak kıyamı, kıvamı, ihyası ve değerlendirilmesi kastedilir.

Peygamberimizin (sav) yirmi rekât kıldığına dair bazı rivayetler varsa da, sahih ve sabit olan onun bu namazı sekiz rekât kıldığıdır. Nitekim Hz. Âişe bunu açıkça ifade etmekte, bu sekiz rekâtın uzunluğundan ve güzelliğinden övgüyle söz ederek şöyle demektedir: “Resûlullah Ramazan’da da Ramazan dışındaki gecelerde de on bir rekâttan fazla namaz kılmazdı. Önce dört rekât kılardı ki o rekâtların güzelliğini ve uzunluğunu sorma! Sonra dört rekât daha kılardı. Bunların da güzelliğini ve uzunluğunu sorma! Sonra da üç rekât (vitir namazı) kılardı.”(Buhârî, Salâtü’t-terâvîh, 1)

Burada dikkat çekilmesi gereken bir başka husus da, Peygamberimizin(sav) ancak sekiz Ramazan geçirdiğidir. Oruç, hicretin ikinci senesinde farz kılınmıştır. Aynı senenin Ramazan ayında Bedir Savaşı gerçekleşmiştir. Hicretin sekizinci yılı Ramazan ayında da Mekke’nin fethi vuku bulmuştur (Abdürrezzâk, Musannef, V, 372). Bu savaşlar esnasında büyük bir ihtimal ile Hz. Peygamber(sav) ve ashâbı teravih namazı kılmaya fırsat bulamamıştır. Dolayısıyla teravih namazının oldukça uzun süre sekiz rekât olarak kılınması Allah Resûlü’nün (sav) sünneti olup, yirmi rekâta tamamlanması ise sahâbenin uygun gördüğü üzere asırlarca yaşatılan bir Ramazan geleneğidir.

Sonuç olarak, teravih namazında asıl olan, Kur’ân-ı Kerîm’in hatmi ve Ramazan gecelerinin ihyasıdır. Kadir gecesine rastlama ihtimali yüksek olan bu mübarek geceleri ibadetle değerlendirme hedeflenmelidir. “İnanarak ve sevabını Allah’tan umarak Ramazan orucunu tutan kimsenin geçmiş günahları bağışlanır. İnanarak ve sevabını Allah’tan umarak Kadir gecesini ihya eden kimsenin de geçmiş günahları bağışlanır.” (Buhârî, Fadlü leyleti’l-kadr, 1) buyuran Hz. Peygamber (sav) Ramazan gecelerini namaz ile değerlendirmiştir. Bu nedenle, teravih namazını geçiştirme yerine, mümkün mertebe bu namaza daha fazla zaman ayırma, ecrinden daha fazla yararlanma cihetine gidilmelidir. Böylece gündüzünü sıyam (oruç) ile gecelerini de kıyam (teravih) ile Ramazan dolu dolu geçirilmiş ve bin aydan daha hayırlı olan Kadir gecesi ihya edilmiş olacaktır.

İmam Buhârî’nin teravih namazı ile ilgili bir hadis için koymuş olduğu başlık dikkat çekicidir: “Ramazan gecelerinde kılınan nafile namaz, imandandır.”( Buhârî, Îmân, 27 —bab başlığı—.) (Hadislerle İslâm Cilt 2 Sayfa 259 – 264)

 

KADİR GECESİ

Allah’ın (cc) insanlara peygamberler vasıtasıyla son hitabı ve nihaî mesajı olan Kur’an’ı indirmesi insanlığın hidayetinde bir dönüm noktası teşkil ettiği için bu olayın gerçekleştiği bu gece özel bir anlam taşır. Kadir gecesinin önemine işaret eden bir hadiste, önceki ümmetlerin uzun ömürlü olmaları sebebiyle fazla sevap kazanma imkânına sahip bulunmalarına karşılık müslümanlara Kadir gecesinin verildiği belirtilir (el-Muvaṭṭaʾ, “İʿtikâf”, 6). Kadr sûresinde bildirildiğine göre bu gecede Allah’ın (cc) izniyle melekler ve Cebrâil (as)  yeryüzüne iner ve gece boyunca yeryüzüne barış ve esenlik hâkim olur.

Bu gecenin daha çok Ramazanın son on veya yedi günündeki tekli gecelerde aranması gerektiğine dair hadisler (Buhârî, “Fażlü leyleti’l-Ḳadr”, 2-3; Müslim, “Ṣıyâm”, 205-220) gecenin tesbitiyle ilgili bazı ipuçları vermektedir. Bu hususta sahâbeden gelen rivayetlerde en çok Ramazan ayının 27. gecesi öne çıkıyorsa da (Müslim, “Ṣalâtü’l-müsâfirîn”, 179-180, “Ṣıyâm”, 220-221; Ebû Dâvûd, “Şehru Ramażân”, 2, 6; Tirmizî, “Ṣavm”, 72) bu rivayetler ihtilâflı olduğundan kesinlik ifade etmemektedir. Kadir gecesinin kesin olarak belirlenmemesinin hikmeti üzerinde duran âlimler, bu durumun gecenin feyzinden istifade etmek için daha uygun olduğunu söylemişlerdir. Zira Kadir gecesinin bildirilmesi halinde müslümanlar sadece o geceyi ihya etmekle yetinebilirlerdi. Halbuki kısmî belirsizlik sayesinde müminlerin Kadir gecesi ümidiyle bütün Ramazan gecelerini ibadet şuuru içerisinde geçirmeleri söz konusudur. Ayrıca Kadir gecesinin bildirilmemesi yoluyla müslümanların bilerek ona saygısızlık göstermeleri veya tâzimde aşırıya kaçmaları önlenmiş olur (Zemahşerî, IV, 273; Fahreddin er-Râzî, XXXII, 28-29).

Bir hadiste Resûl-i Ekrem’in (sav) Kadir gecesinde, “Allahım! Sen affedicisin, affı seversin, beni de affet!” şeklinde dua edilmesini tavsiye ettiği belirtilir (Tirmizî, “Daʿavât”, 84; İbn Mâce, “Duʿâʾ”, 5). Bu sebeple müslümanlar, Ramazan ayının son on gecesini ve özellikle âlimlerin çoğunluğunun işaret ettiği 27. geceyi, kulluk bilinci içinde ibadet ederek ve geçmişte yaptıkları hataları bir daha tekrarlamamaya kesin karar vererek geçirmeye özen gösterirler. (http://www.islamansiklopedisi.org.tr/Kadir gecesi)

 

İ‘TİKÂF

Sözlükte “hapsetmek, alıkoymak; bir yere yerleşmek, oraya bağlanıp kalmak” anlamlarındaki akf kökünden türeyen i‘tikâf, bu mânaları yanında kişinin kendisini sıradan davranışlardan uzak tutmasını, fıkıh terimi olarak da ibadet amacıyla ve belirli bir şekilde camide kalmasını ifade eder. İ‘tikâfa giren kimseye mu‘tekif veya âkif denir.

İ‘tikâfın meşruiyeti Kur’an ve Sünnet ile sabittir. “Mescidlerde i‘tikâfta bulunduğunuz zaman kadınlara yaklaşmayın” (el-Bakara 2/187) meâlindeki âyetle Hz. Âişe (rah)’ın, “Resûl-i Ekrem ramazanın son on gününde i‘tikâfa girerdi. O bu âdetine vefatına kadar devam etmiştir. Sonra onun ardından hanımları i‘tikâfa girmiştir” (Buhârî, “İʿtikâf”, 1; Müslim, “İʿtikâf”, 5) şeklindeki rivayeti bunun delillerini teşkil eder. Allah’a (cc) tam bir teslimiyet içerisinde ibadet ve taatte bulunmak amacıyla zamanının belirli bir kısmını ayırması ve bu esnada meşrû bile olsa her türlü nefsânî ve şehevî arzulardan uzak durması kişinin mânen olgunlaşması için önemli vesilelerden biridir. Zorunlu ibadetlerin yanı sıra nâfile ibadetler de bu konuda önem taşımakta, dinî duygu ve düşüncenin yoğun bir şekilde yaşandığı, mümkün olduğu ölçüde maddî ilgilerden uzaklaşarak yüce yaratıcıya yönelinen bir ortam insana derin bir mânevî ufuk ve imkân sunmaktadır.

İ‘tikâfa giren kimsenin gücü yettiği kadar namaz kılması, Kur’an okuması, istiğfar etmesi, dua ve niyazda bulunması, kelime-i tevhid ve tekbir getirmesi, Allah’ın (cc) varlığı, birliği, kudreti hakkında düşünceye dalması, gereksiz şeyler konuşmaması, başta Hz. Peygamber’in (sav) hayatına dair kitaplar olmak üzere dinî-ilmî eserler okuyarak vaktini değerlendirmesi müstehaptır.

İ‘tikâfa özellikle Ramazan ayının son on gününde girilmesi Kadir gecesini de ihya etme fırsatı vereceği için ayrı bir önem taşır. Hz. Âişe (rah), “Resûl-i Ekrem ramazanın son on gününde ibadet için yoğun bir gayret içine girer, gecesini ihya eder ve ibadet için aile fertlerini uyandırırdı” demiştir (Buhârî, “Fażlu leyleti’l-Ḳadr”, 5; Müslim, “İʿtikâf”, 7).

(http://www.islamansiklopedisi.org.tr/itikaf)

 

Resûlullah(sav), vefat edinceye kadar Ramazan ayının son on gününü çoğunlukla itikâf ederek geçirmiş (Buhârî, İ’tikâf, 1), vefat ettiği yıl ise yirmi gün itikâfta kalmıştı (Buhârî, İ’tikâf, 17). O sene Hz. Peygamber’i (sav) böyle yapmaya sevk eden sebep, ya vefat edeceği yıl Kur’an’ı Cebrail’e (as) iki kez arz etmesi ya da yolculuk nedeniyle önceki yıl yapamadığı itikâfını kaza etmesiydi (İbn Hacer, Fethu’l-bârî, IV, 285).

Peygamber Efendimiz (sav), girmekten vazgeçtiği itikâfın kazası olarak Şevval ayında girdiği bir sene hariç, diğer sekiz itikâfını hep Ramazan ayında ve çoğunu da Ramazan’ın son on gününde gerçekleştirmişti. Ancak ilim adamları, itikâfın zamanı ve süresi konusunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Buna göre itikâf, Ramazan’da ve Ramazan dışında olabileceği gibi belirli bir süreye de tâbi değildir. İtikâf niyetiyle camide birkaç gün veya birkaç saat kalmak yeterlidir. Çok kısa bir süreyi de itikâf için yeterli gören âlimler bulunmaktadır.  (“İ’tikâf”, DİA, XXIII, 458)

 

İlim adamlarının bu geniş yorumu, farklı uygulamalara kapı aralamıştır. Osmanlı döneminde yapılan ve “Selâtin Camileri” denilen büyük camilerin mimarî tasarımına bakıldığında, itikâf sünnetinde yatan esprinin gözetilmiş olduğu dikkat çeker. İlk önce caminin çok geniş tutulan dış avlusu, camiye gelen cemaatin dış dünya ile ilgisini keser. Ardından şadırvanın bulunduğu ikinci bir iç avlu, namaza geleni mâbede ve ibadete hazırlar. Abdestini alan Müslüman, üzerinde Arapça “Neveytü’l-i’tikâfe/İtikâfa niyet ettim” yazılı muşamba kapıdan camiye girer. Artık dış dünyadan tamamen koptuğu caminin içerisinde belli bir süre için de olsa itikâf hâli başlar. Gerek ezanı ve cemaatle namazı beklerken, gerekse namaz sonrası dua ve tesbihat için ayırdığı zamanı itikâf niyeti ve bilinciyle geçirmeye çalışır. İşinden, meşgalesinden uzak bir şekilde, kısa da olsa tefekkür etmeye gayret eder. Dünya işlerinin unutturduğu hakikatleri düşünür, kendisiyle yüzleşir, neredeyse unuttuğu kendini, akıbetini, âhiretini hatırlar. Dünya hayatının yabancılaştırdığı “kendine” gelir, yeniden dirilir, "huşû ve huzur içerisinde takvasını artırarak" tekrar döner dünyasına.

 

Modern hayatta gündüzleri iş güç, geceleri televizyon gibi pek çok oyalayıcı nedenden dolayı, tefekküre, daha doğrusu kendisine zaman ayıramayan Müslüman için bulunmaz bir fırsattır itikâf. Son yıllarda kimi çevrelerin, hayatın yoğun stresine ve sorunlarına karşı, reiki, meditasyon, yoga gibi bazı uygulamaları yegâne çözüm gibi sunulabilmektedir. Oysa huşû içinde kılınan namaz ile itikâf içinde geçirilen vakitler, sadece bir zihin boşalması değil, aynı zamanda imanın kemale erdirilmesi gayreti, nefis muhasebesi, nefis terbiyesi ve tezkiyesidir aslında. Kişinin nereden geldiğini ve nereye gittiğini derinlemesine tefekkür ederek hedeflerine daha emin adımlarla ilerlemesi için tamamen kendine ayırdığı vakitlerdir. Bireyin kendini hatırlamasıdır, Rabbini hatırlamasıdır, hakikat aynasına bakıp kendine gelmesidir.

 

Ve ne yazık ki, bizi rahatlatacak, hayatımızı kolaylaştıracak, dünyamızı yaşanır kılacak “huşû içinde kılınan namaz” ile “tefekkürle geçirilecek itikâf” gibi iki önemli alternatif, toplumumuzda unutulmaya yüz tutmuş vaziyettedir. İşte itikâf, bize bizi, bizi biz yapan değerlerimizi, kendimizi, öz benliğimizi hatırlatacaktır.

 

Allah’a (cc) tam bir teslimiyet içerisinde ibadet ve taatte bulunmak amacıyla zamanının belirli bir kısmını ayırması ve bu esnada meşru bile olsa her türlü nefsanî ve şehevî arzulardan uzak durması, kişinin mânen olgunlaşması için önemli vesilelerden biridir. Zorunlu ibadetlerin yanı sıra nafile ibadetler de bu konuda önem taşımakta, dinî duygu ve düşüncenin yoğun bir şekilde yaşandığı ve mümkün olduğu ölçüde maddî ilgilerden uzaklaşarak Yüce Yaratıcı’ya yönelmeyi sağlayan bir ortam insana derin bir mânevî ufuk ve imkân sunmaktadır (“İ’tikâf”, DİA, XXIII, 458). Nitekim Allah Resûlü, bu imkânı en güzel şekilde değerlendirerek itikâfa verdiği önemi ümmetine göstermiş ve itikâfa giren kimsenin kazancını şöyle ifade etmiştir: “O, günahlardan uzak kalır ve kendisine (hayatın içinde) tüm iyilikleri yapan kimse gibi iyilikler yazılır.” (İbn Mâce, Sıyâm, 67) (Hadislerle İslâm Cilt 2 Sayfa 435-439)

 

3. ORUÇLA İLGİLİ AYETLER

“Ey iman edenler! Oruç sizden önce gelip geçmiş ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki korunursunuz.” (Bakara 183)

“Tevbe edenler, ibadet edenler, hamd edenler, oruç tutanlar, rükû edenler, secde edenler, iyiliği emredip kötülükten alıkoyanlar ve Allah’ın sınırlarını koruyanlardır. O müminleri müjdele!” (Tevbe 112)

“Şüphe yok ki müslüman erkeklerle müslüman kadınlar, mümin erkeklerle mümin kadınlar, itaat eden erkeklerle itaat eden kadınlar, sadık erkeklerle sadık kadınlar, sabreden erkeklerle sabreden kadınlar, mütevazi erkeklerle mütevazi kadınlar, sadaka veren erkeklerle sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkeklerle oruç tutan kadınlar, ırzlarını koruyan erkeklerle ırzlarını koruyan kadınlar, Allah’ı çok zikreden erkeklerle Allah’ı çok zikreden kadınlar var ya, işte onlar için Allah bir mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır.” (Ahzâb Sûresi 35)

4. ORUÇLA İLGİLİ HADİSLER

Ebû Hüreyre’den (ra) rivayet edildiğine göre Resûlullah (sav) şöyle demiştir: “Aziz ve Celil olan Allah buyurdu ki: Oruç hariç, Âdemoğlunun her ameli kendisinindir. Oruç ise benim içindir ve onun mükâfatını ben vereceğim. Oruç, ateşe karşı bir kalkandır. Sizden biri, oruçlu olduğu günde kötü söz söylemesin, kavga etmesin. Şayet birisi ona küfreder veya ona sataşırsa “Ben oruçluyum” desin. Bu canı bu tende tutan Allah’a yemin ederim ki, oruçlunun ağız kokusu Allah nezdinde, misk kokusundan daha hoştur. Oruçlu için iki sevinç anı vardır. Birisi, iftar ettiği zaman, diğeri de orucunun sevabıyla Allah’a kavuştuğu andır. (Buhârî, Savm, 9; Müslim, Sıyâm, 163)

Ebû Saîd el-Hudrî’den (ra) rivayet edildiğine göre Resûlullah (sav)  şöyle demiştir: “Allah, kendisi için bir gün oruç tutan kimsenin yüzünü, bu oruç sayesinde cehennem ateşinden yetmiş senelik bir mesafeye uzaklaştırır.” (Müslim, Sıyâm, 167; Buhârî, Cihâd, 36)

Sehl b. Sa’d’dan (ra) rivayet edildiğine göre Peygamber (sav)  şöyle demiştir: “Cennette Reyyân denilen bir kapı vardır ki, kıyamet gününde oradan ancak (dünyadayken) oruç tutanlar girer. Onlardan başkası giremez. ‘Oruçlular nerede?’ diye seslenilir. Onlar da kalkıp kapıdan girerler ve onlardan başkası giremez. Oruçlular girdikten sonra kapı kapanır ve artık oradan hiç kimse girmez.” (Buhârî, Savm, 4; Müslim, Sıyâm, 166)

5. ORUCUN FAZİLETİ VE ÖNEMİ

Hz. Peygamber (sav), bütün ibadetler gibi orucun da insan davranışlarını etkileyen, düzenleyen yönlerine işaret eder: “Oruç bir kalkandır. Oruçlu, saygısızlık yapmasın, ahlâksızca konuşmasın. Eğer biri kendisiyle dövüşmeye veya sövüşmeye kalkışırsa, iki defa, "Ben oruçluyum." desin. Bu canı bu tende tutan Allah’a yemin ederim ki oruçlunun (açlıktan dolayı değişen) ağız kokusu Allah nezdinde, misk kokusundan daha hoştur. (Allah, oruçlu için şöyle buyurur): "O, yemesini, içmesini ve cinsel isteklerini benim için terk ediyor. Oruç benim içindir. Onun mükâfatını ben vereceğim. Bir iyiliğe ise on misli ecir vardır." (Buhârî, Savm, 2 ) buyurmaktadır.

Hz. Peygamber (sav) bu hadisinde orucu kalkana benzetmektedir. Kalkan, nasıl ki savaşta askerleri düşmanın ok ve kılıç darbelerine karşı koruyorsa, oruç da sahibini öyle korur. Üstelik sadece dışarıdan gelecek saldırılara karşı değil kendi nefsinden, şehevî arzularından, şeytanın vesveselerinden de onu korur. Bu hassasiyetle oruç tutan kişi dünyada günah ve kötülüklere, âhirette ise cehennem azabına karşı korunmuş olacaktır. Oruçlu, kalkanı öncelikle kendi elinden ve dilinden sadır olabilecek yanlış tutum ve davranışlara karşı kullanacaktır. 

Oruçluya yakışan, aç olmasına rağmen, yüzünden tebessümü eksik etmemektedir. Gönül kırmak, inanan insana, hele oruçlu bir müslümana yakışmaz. Güler yüz ve tatlı dil, oruç ibadetinin ruhuna verdiği dinginlikle birleşerek insanın ilâhî rahmet esintisine ulaşmasını sağlar. İnananlar nefislerini körelterek ruhlarına huzur veren ve gönüllerinde sevgi, merhamet, şefkat duygularını artıran orucun aydınlığını, yaptıkları hatalarla gölgelemekten sakınırlarsa karşılığını fazlasıyla göreceklerdir. Oruçlunun ayrıntı sayılabilecek fakat orucunu güzelleştirecek davranışlarda bulunması, mahzurlu davranışlardan sakınması ona bambaşka mânevî boyutlar kazandıracaktır.

“Oruçlunun ağız kokusu Allah katında misk kokusundan daha güzeldir.”  buyuran Peygamber Efendimiz (sav), Allah’ın (cc) rızasını elde etmek niyeti ile aç kalmaktan dolayı ağızda oluşan kötü kokunun bile böylesine güzel bir niyetten kaynaklandığı için Allah (cc) katında ayrı bir anlam ifade ettiğini belirtmektedir. Kaldı ki oruçlunun orucunu güzelleştiren hususlardan biri de ağız ve diş temizliğidir. Nitekim, “Oruçlunun iyi davranışlarından birisi, misvak kullanmasıdır.” (İbn Mâce, Sıyâm, 17) rivayeti bunu ifade etmektedir.

Oruç, kişiye ahlâkî güzellikleri kazandırması bakımından da çok önemlidir. Çünkü oruç insana sabır, takva ve şükretmeyi öğretir. Kişi bir yandan orucum bozulur endişesi ile nefsinin arzularından sakınırken, öbür yandan da istenilen şekilde oruç tutabilmek için iyi hasletler sergilemeye çalışır. Tuttuğu her oruçta nefsine hâkim olma kabiliyetini geliştirir. Bu ayda sabır, müminin bütün benliğini kaplar. Geçici bir süre uzak kalınan maddî gıdaların yerini mânevî gıdalar alır. Artık kalp, Allah’ın (cc) adı anıldığında ürpermeye başlar.

Oruç, bir sabır sınavıdır. İnsan oruçlu iken önünde duran yemeğe elini uzatmaz, kötü söz söylemez, kem gözle bakmaz, başına gelen her türlü olumsuzluğu olgunlukla karşılar. Oruçlu olduğu sürece açlığa, susuzluğa ve her türlü günah ve kötülüğe karşı sabreder. Bundan dolayı da Allah Resûlü (sav), “Oruç, sabrın yarısıdır.” (İbn Mâce, Sıyâm, 44) buyurur.

Kur’ân-ı Kerîm’de, “Ey iman edenler! Allah ’a karşı gelmekten sakınmanız için oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, size de farz kılındı.” (Bakara 183) buyrulmuştur. Oruç, insanın kötülüklere karşı oluşturduğu mânevî korunma hâli olan takvayı, muhkem ve sağlam bir kalkana dönüştürür. Bundan dolayı oruç yalnız belirli bir zaman yeme ve içmeden el çekmek değil, aynı zamanda her türlü kötülükten sakınmak için iradenin güçlendirilmesi eğitimidir. Oruç sayesinde o, ruhunu ve gönlünü takva ile besler. Yine oruçla ilgili âyette yer alan, “...Umulur ki şükredersiniz.” (Bakara  185) ifadesi de hem oruç konusunda tanınan birtakım ruhsatlar için şükretmeye hem de belli saatlerde el çekilen nimetlerin kadrini anladıktan sonra, onları bahşeden Allah’a (cc) karşı tazim ve şükür görevinin yerine getirilmesinin gereğine işaret etmektedir. İbadetleri yerine getirmeye gayret eden kişinin Allah’ın (cc) kendisine verdiği sayısız nimetlerden istifade etmesine karşılık şükretmesi, kulluğunun bir gereğidir. Çünkü o yaptığı bütün ibadetleri Allah’ın (cc) lütuf ve ihsanı sayesinde yapılabildiğinin farkındadır. (Hadislerle İslâm Cilt 2 Sayfa 415-419)

Kâsânî nimete şükrün şer‘an ve aklen gerekli olduğunu belirtip orucun Allah’a şükür vesilesi olma yönüne değinirken oruçluya yasaklanan fiillerin insanın yararlandığı nimetleri en üst düzeyde temsil ettiğine ve sayısı bilinemeyecek kadar çok olan nimetlerin kadrinin ancak yeterli bir süre, alışılmışın dışında ve nefse zor gelecek biçimde bunlardan uzak durulmasıyla bilinebileceğine dikkat çeker (Bedâʾiʿ, II, 75-76, 77). (http://www.islamansiklopedisi.org.tr/Oruç)

Oruç ve Ramazan ile ilgili hükümleri beyan eden âyetlerin sonunda yer alan, “Umulur ki doğru yolu bulurlar.” (Bakara 186) ifadesinin de oruç tutanların Ramazan boyunca edinilen değerlerle donanacakları ve doğru yolu bulma çabası içinde olacakları anlamına geldiği söylenebilir.

Hz. Peygamber (sav), “Yalanı ve yalana göre hareket etmeyi terk etmeyenin yemeyi içmeyi bırakmasına Allah’ın ihtiyacı yoktur!” (Buhârî, Savm, 8) buyurmaktadır. Oruçlunun yalandan, yalancı şahitlikteniftiradandedikodudankötü söz ve davranışlardan uzak durması, orucun en önemli âdâbındandır. Dedikodugıybet gibi fiiller, aslında hiçbir zaman müslümana yakışmaz. Müslüman, dürüsttür, dosdoğrudur. O, gönül kırmazküs durmaz. Yüce Allah (cc), gıybet etmeyi , insanın ölü kardeşinin etini yemesine benzetir. (Hucurât 12) Gıybet, genel olarak günah olsa da oruçluyken gıybet etmek daha kötüdür. Zira gıybet, orucun bereket ve sevabını siler. Pek çok âlim gıybetin orucu bozmayacağını kabul etse de İbn Hazm gibi bazı âlimler oruçlunun gıybet etmesi hâlinde orucunun bozulacağını bile söylemişlerdir. (İbn Hazm, Muhallâ, VI, 243)

Kutlu Nebî’nin (sav), “Oruç tutan nice kimseler vardır ki oruçtan nasibi sadece aç kalmaktır. Geceyi ibadetle geçiren nice kimseler vardır ki kıyamdan nasibi sadece uykusuz kalmaktır.” (İbn Mâce, Sıyâm, 21) hadisinde de oruç ibadetinin şekil şartlarının ötesinde, birtakım derunî özelliklerinin olduğu vurgulanmaktadır. Kulun kemale erip olgunlaşmasına katkı yapan ibadetler, ahlâktan ayrı düşünülemez. Hakkıyla kılınan bir namaz insanı nasıl kötülükten alıkoyarsa hakkıyla tutulan oruç da böyledir. Oruçtan istifade edebilmesi için kişinin sadece midesiyle değil bütün organlarıyla oruç tutması gerekir. Oruçtan nasibi aç kalmaktan öteye geçmeyen kimselerin durumuna düşmemek için gözler, kulaklar, eller, ayaklar, kalp ve ağız, mideyle beraber oruç tutmalıdır. Allah Resûlü’nün (sav) uyarıları oruç tutarken de rehberimiz olmalıdır.

Oruçludan yapması beklenen güzelliklerden biri de Kur’an’ın indirildiği bu mübarek ayda çok Kur’an okumaktır. Bilindiği gibi Hz. Peygamber (sav), Ramazan gün ve gecelerinde bol bol Kur’an okurdu. Genç sahâbî İbn Abbâs (ra), Rahmet Elçisi’nin (sav) Ramazan ayında Kur’an ile ilişkisini şöyle tasvir etmektedir: “Allah Resûlü insanların en cömerdi idi. Cömertliğinin zirvesinde olduğu zaman ise Cibrîl ile çokça buluştuğu Ramazan ayı idi. Cibrîl Ramazan’ın her gecesinde Peygamber’le buluşur ve onunla Kur’an’ı karşılıklı okurlardı...” (Buhârî, Bed’ü’l-vahy, 1)(Hadislerle İslâm Cilt 2 Sayfa 415-419)

İsmail Ankarâvî' 'Nisâbü'l Mevlevî' isimli eserinde orucun kul için manevi katkısının önemine aşağıdaki ifadelerle değinmektedir:

“Şeriatte oruç, fecrin zuhurundan güneşin batmasına kadar muayyen bir niyete makrun olarak yemekten, içmekten ve cima etmekten imsak eylemektir. Hakikatte bütün masivadan sakınmaktır. Muhakkıklara göre her uzvun hususi bir orucu vardır. Mesela cesedin orucu; yemekten içmekten, kalbin orucu; hevâ, heves ve günahlardan çekinmek, ruhun orucu; bütün mükevvenata iltifat etmemek, sırrın orucu; daima müşahede bahrinde müstağrak olmaktır.

Gösteriş olarak oruç tutanın iftarı, güneş battıktan sonra; manevi oruç tutanın iftarı ise Allah'a mülaki olduktan sonradır. Orucun açlığına sabret ve onu tutmakta ısrar ederek Allah'ın vereceği manevi rızka daima muntazır ol.

Bu namaz, oruç, hac ve cihad itikadı ispat için şahid göstermektir. Müslümanım demek bir davadır. Her davanın doğruluğunu ispat için de şahitler, vesikalar lazımdır. İşte namaz kılmak, oruç tutmak, hacca gitmek ve Allah (cc) için cihad etmek de müslümanlık davasının birer şahididir.

Oruç hal diliyle der ki, helalden ittika eden kimsenin harama ittisali ve bulaşması olmaz. Yani helal olan yemek içmek gibi şeyleri terk edip de oruç tutan kimse haram bir fiili irtikab edemez.

“Eğer bir kimse amelini yankesicilik yani mürailikle işlerse onun söz ve fiilinden ibaret olan iki şahidi, adl-i ilahi mahkemesinde yalancı çıkar ve şehadetleri reddedilir.” Hazreti Mevlânâ bu beyit ile amellerde ihlasın lüzumunu anlatmak istiyor. Mesela halka gösteriş olmak üzere oruç tuttuğu halde “Allah rızası için orucum” diyen mürainin kavl ü fiili birbirine uymadığı için mahkeme-i kübrada yalancı şahitler gibi merdud olacağını anlatıyor.

Senin nefsin tatlı şeylerin ve üzüm, yahut hurma suyunun sarhoşu oldukça, ruhunun gayb salkımını göremeyeceğini bil. Mideni bu saman ve arpa itiyâdından vazgeçir de fesleğen ve gül yemeye başla. Saman ve arpa yiyen kurban olur. Allah'ın nuru ile gıdalanan da aynı Kur'an olur. Dünya yemekleri, uhrevî ve ilahi nimetlere nispetle arpa ve saman gibi kalır. Onları burada yemeyecek olursan, o ilahi nimetlere nail olursun. Arpa, saman yemek, koyun, sığır gibi hayvanlar derekesine düşmektir. Onlar ise kurban edilir, yahut eti için kesilir. Halisane tutulan orucun mükafatı olmak üzere verilecek nur-i ilahi sayesinde de oruçlu Kur'ân'ın aynısı olur.

Bir iki gün bu dünyadaki içmeyi bırakacak olursan, ağzını ebediyyet şarabına daldırırsın. Bu yiyintileri azar azar terk et. Zira bunlar hür bir insanın değil, eşeğin gıdasıdır. Onları terk et ki asıl olan gıdaya kabiliyet peyda edesin ve nurani lokmalar yiyesin. O nur taamından bir defacık yiyecek olursan, tandırda pişmiş ekmeğin üstüne toprak dökersin. Nuru ve kemali artıran lokma, helal kazançtan elde edilendir.

İlim ve hikmet helal lokmadan doğar, aşk ve rikkat helal lokmadan hasıl olur. Ağza alınan helal lokmadan ekâbire hizmet ve öbür âleme hicret meyli doğar. Eğer sen ekmek anbarı olan mideni boş bırakırsan, orasını azim kıymetli incilerle yani maarif-i ilahiyye ile doldurmuş olursun. Can çocuğunu şeytan sütünden, yani yiyip içmeden kes, ondan sonra da o canı meleklerle ortak kıl.

6. ORUCUN YARARLARI

1. Her şeyden önce oruç insana kendisinin varlıklar âlemindeki yeri ve beşer özelliği hakkında gerçekçi bir değerlendirme yapma imkânı verir. Zaafiyetlerini, acziyetini, bedeninin zayıflığını ve bunu gidermek için metaya ne kadar ihtiyaç duyduğunu ona göstererek ancak Allah’ın (cc) mutlak hükümranlığına gösterdiği teslimiyetle değerli bir varlık sayılabileceği bilincini kazandırır.

2. Kişinin sahip olduğu ruhî ve bedenî donanımları insana yaraşır bir biçimde dengeli ve verimli kullanabilmesi için aklın ve ruhun bedene ait süflî arzuların güdümünden kurtarılmasına diğer ibadet şekillerinden daha büyük bir katkı sağlar. Zira insanın karşılaştığı maddî ve mânevî sıkıntıların çoğu mideye bağlı isteklerin ve cinsel arzuların aşırılığını önleyememekten kaynaklanır. Bu isteklerin dengede tutulabilmesi ve taşkınlık eğilimi gösterdiğinde frenlenebilmesi için nefsinin sürekli biçimde denetlenmesini sağlayan sabır ve irade eğitimini Allah (cc) ve Rasulü’nün (sav) koyduğu kurallar çerçevesinde sıkı bir disiplin içinde yürüterek elde eder.

3. İnsanı sahip olduğu bedenî ve ruhî potansiyeli kendisine ve başkalarına yararlı işlerde değerlendirmeye yönlendirir. İnsanın esasen helâl olan fiilleri bile kendi iradesiyle işlemekten vazgeçebildiği bu ortamda zina, hırsızlık, yalan söyleme, gıybet etme gibi haram, kötü, kendisine ve başkalarına zarar veren eylemlerden, kısaca gerek Allah (cc) gerekse kul haklarını ihlâl eden davranışlardan geri durmasına büyük katkı sağlar.

4. Ramazan ayının da manevi ikliminin etkisiyle feyizli bir mektep vazifesi gören ve nefis terbiyesi için riyadan uzak ihlaslı bir kalp hali oluşturan oruç sayesinde insan ruhen yücelir, yüksek ahlâkî erdemlerle bezenir, yıllık bir muhasebeyle kendisine verilen ömrü nasıl geçirdiği hakkında dürüst bir değerlendirme yapma fırsatı bulur.

5. Bir yandan sahip olduğu nimetlerin büyüklüğünü daha iyi idrak ederken öte yandan mahrumiyet içinde olanların halini düşünüp onları anlama fırsatı bulur ve toplum içinde kendisine düşen görevlerin farkına varır. Kardeşlik hukukunun ve infak ahlakının önemini idrak eder.

6. Bütün bir günü aç ve susuz geçiren kişi iftar vakti yaklaşırken fakir bile olsa sahip olduğu nimetleri daha iyi fark eder, zengin ise kullanılamayan imkânların gerçekte bir güç ve övünç kaynağı olmadığını ve neticede kendisinin de her an elindeki imkânlardan mahrum kalabilecek âciz bir varlık olarak kendisini kıymetli yapan esas değerin gönülden Rabbine karşı sunduğu teslimiyet ve takva  hali olduğunu daha iyi anlar.

7. Mümin tuttuğu her oruçta nefsine hâkim olma kabiliyetini geliştirir. Oruç sayesinde nefsini kuvvetlendirip şeytanın vesveselerine kapı aralayacak olan dünya gıdalarının maddi hazzından uzaklaşıp, ruhunu ve gönlünü takva ile besler. Her geçen gün takvanın oluşturduğu manevi lezzeti ruhunun derinliklerinde daha çok hisseder ve fani dünyanın geçici ve aldatıcı güzelliklerine olan bağlılığının azalmasına vesile olur.

8. Oruç kuvvetli bir sorumluluk bilinci kazandırdığından insanın Allah’a (cc), kendisine, ailesine, içinde yaşadığı topluma, başka insanlara, çevreye, evrendeki bütün canlı ve cansızlara karşı sorumlu bir varlık olduğunu kavramasına yardımcı olur. (http://www.islamansiklopedisi.org.tr/Oruç)

 9. Oruç nefsinin azgın isteklerine ve şeytanın zehirli oklarına karşı müslüman için görünmez bir kalkandır. Bu kalkan öncelikli olarak onu hem şehvetinin hem de öfkesinin kendisinde oluşturacağı zafiyet hallerinden sadır olacak günah ve hatalardan korur. Diğer yandan oruç, başkalarının taşkınlıkları ve öfkeli halleri karşısında kişinin sükûnet halini koruması ve de hilm kalkanını ustaca kullanmasına katkı sağlayarak onu dışarıdan gelecek şerlerden de korur. Bütün bunların bir neticesi olarak oruç müslüman için cehennem ateşine karşı bir kalkan olur.

10. Kişinin daimi bir şekilde Allah’a (cc) karşı sorumluluk ve hesap verme bilincinde olması onu normal zamanlardan daha fazla kendini dizginlemesine, günah ve hatalardan kaçınmasına vesile olur. Hakkı verilerek tutulmaya çalışılan oruç kişiyi yalan, yalancı şahitlik, gıybet, iftira, hile, aldatma, kötü söz ve benzeri davranışlardan uzak tutarak; iş ve işlemlerinde, söz ve söylemelerinde, ticari ilişkilerinde dürüst ve dosdoğru olmaya sevk eder.  Kişiyi haram ve kötülüklerden korumayan oruç amacına ulaşmamış demektir. Peygamberimiz bu hususu öyle dile getirmiştir: “Kim yalan sözü ve yalan ile iş yapmayı bırakmazsa Allah’ın onun yemesini ve içmesini terk etmesine ihtiyacı yoktur” (Buhârî, “Savm”, 8; Ebû Dâvûd, “Savm”, 25; Tirmizî, “Savm”, 16; İbn Mâce, 21).  Ayrıca bir başka hadisi şeriflerinde de: “Oruç tutan nice kimseler vardır ki oruçtan nasibi sadece aç kalmaktır. Geceyi ibadetle geçiren nice kimseler vardır ki kıyamdan nasibi sadece uykusuz kalmaktır.” (İbn Mâce, Sıyâm, 21) buyurmuşlardır. (Hadislerle İslam, Cilt 2, Sayfa 416, 417)

11. Orucun ruh ve beden sağlığı üzerinde pek çok olumlu etkisi de bulunmaktadır. Oruç, bütün bir yıl boyunca çalışan vücut makinesinin dinlenmeye ve bakıma alınması gibidir. Oruç, sindirim sistemimiz başta olmak üzere tüm vücudumuzun üzerine binen yükün hafiflemesine ve bu sayede genel bir bakıma alınmasına katkı sağlar. Bu durum zekatın malı temizlemesi ve bereketlendirmesi gibi vücudu da birçok hastalıklardan arındırarak sağlığının korunmasına, hatta daha da artarak güçlenmesine katkı sağlar. Peygamberimiz(sav): “Her şeyin bir zekâtı vardır. Bedenin zekâtı da oruçtur” (Münziri, No: 579) buyurmuştur. (Oruç İmihali Prof. Dr. İsmail KARAGÖZ – Doç. Dr. Halil ALTUNTAŞ , sayfa 62)

7. ORUÇ ÇEŞİTLERİ 

İslâm’ın beş temelinden birini teşkil eden ve farz olan ramazan orucu dışında emir veya tavsiye edilmiş başka oruçlar da vardır. Öte yandan belirli zamanlarda ve durumlarda oruç tutulması yasaklanmış veya dinen hoş karşılanmamıştır; hükümlerini topluca göstermek üzere bazı eserlerde orucun kısımları arasında yer verilmesi bunların gerçek anlamıyla birer oruç çeşidi sayılması anlamında değildir. Emir ve tavsiye edilen oruçlar zamanının belirli ve peş peşe tutulmasının gerekli olup olmaması bakımından ayırıma tâbi tutulmuştur: 

I. Emredilenler: Ramazan orucunun gerek edası gerekse kazâsı farz oruçlar grubuna girer. Ramazan orucunu belirli şartlar içinde bozma, yanlışlıkla veya kazâ ile adam öldürme, yemini bozma, ihramlıyken avlanma veya vaktinden önce tıraş olma, erkeğin belli bir ifade kullanarak karısından kesin ayrılık yemini (zıhâr) yapıp bundan pişmanlık duymasına bağlı kefâretlerin ifa seçenekleri arasında yer alan oruçlar da bu grupta mütalaa edilmiştir. Ramazan orucunun edası yalnız belli vakitte mümkün olduğundan “muayyen farz”, diğerleri istenilen mubah günlerde tutulabildiği için “gayr-i muayyen farz” olarak nitelendirilir.

II. Tavsiye edilenler: Farz ve vâcip olmayan, fakat dinen yapılması tavsiye edilen oruçların hükmü fıkıh usulü terimiyle menduptur. Bu oruçları iki ana gruba ayırmak mümkündür. 

a) Fazileti ve sevabı hakkında hadis bulunan ve belirli zamanlarda tutulması tavsiye edilen oruçlar

Muharrem ayının dokuz ve onuncu veya on ve on birinci günlerinde:

Ebû Hüreyre (ra)’den rivayet edildiğine göre, Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Ramazan ayından sonra en faziletli oruç, Allah’ın ayı olan Muharrem’de (tutulan oruçtur). Farz namazdan sonra en faziletli namaz ise gece namazıdır.” (Müslim, Sıyâm, 202)

Zilhicce ayının ilk sekiz gününde ve hacda olmayanlar için dokuzuncu (arefe) gününde:

Ebû Katâde’den (ra) rivayet edildiğine göre o, şöyle demiştir: “Resûlullah’a Arefe gününde tutulan orucun faziletinden soruldu. O da “Geçen sene ile gelecek senenin günahlarına kefâret olur.”” buyurdu. (Müslim, Sıyâm, 197)

Şevval ayının altı gününde:

 Ebû Eyyûb’den (ra) rivayet edildiğine göre Resûlullah : “Ramazan orucunu tutup ardından şevvalden altı gün daha oruç tutan kimse, bütün sene oruç tutmuş gibidir, buyurdu.” (Müslim, Sıyâm, 204)

Tercihen on üç, on dört ve on beşinci günleri olmak üzere her kamerî ayın üç gününde:

Ebû Hüreyre (ra) anlatıyor: “Bana dostum (Resûlullah) (sav) üç şey tavsiye etti: Her ay üç gün oruç tutmak, iki rekât kuşluk namazı kılmak ve uyumadan önce vitir namazı kılmak.” (Buhârî, Savm, 60)

Abdullah b. Amr b. el-Âs’tan (ra) rivayet edildiğine göre Resûlullah(sav) şöyle demiştir: “Her ay üç gün oruç tutmak, bütün ömrü oruçla geçirmek gibidir.” (Buhârî, Savm, 59; Müslim, Sıyâm, 193, 197)

Her haftanın pazartesi ve perşembe günlerinde:

Ebû Hüreyre’den (ra) rivayet edildiğine göre Resûlullah (sav) şöyle demiştir: “Pazartesi ve perşembe günü, amellerin (Allah’a) arz olunduğu günlerdir. Ben de amellerimin oruçlu bulunduğum sırada arz olunmasını isterim. (Tirmizî, Savm, 44) Müslim’in rivayetinde “oruç” kısmı yoktur. (Müslim, Birr, 36)

Hz. Âişe’den (ra) rivayet edildiğine göre o, şöyle demiştir: “Resûlullah, pazartesi ve perşembe günlerinde oruçlu olmaya çalışırdı.” (Tirmizî, Savm, 44)

Şâban ayında oruç tutmak:

Hz. Âişe’den, “Ben Allah Resûlü’nün (sav) kesinlikle Şâban ayında tuttuğundan daha fazla oruç tuttuğu bir ay görmedim. Şâban ayının neredeyse tamamını oruçlu geçirirdi.” rivayeti nakledilmiştir.( Müslim, Sıyâm, 176)

Ayrıca bir günü oruçlu bir günü oruçsuz geçirmek (savm-ı Dâvûd) ve haram aylar olarak bilinen Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Receb aylarında (Hanefîler’e göre tercihen bu ayların perşembe, cuma ve cumartesi günlerinde) oruç tutmak da bu gruba giren oruçlardandır.

b) Nâfile oruçlar: Sayılanlar dışında -oruç tutmanın mekruh veya haram olmadığı günlerde- kişinin kendi isteğiyle oruç tutması tavsiye edilmiş olup bunlara dar anlamıyla “nâfile oruçlar” denir. 

III. Yasaklanan veya dinen hoş karşılanmayanlar:  Ramazan bayramının ilk günüyle kurban bayramının dört gününde oruç tutmak (Buhârî, “Ṣavm”, 67; Ebû Dâvûd, “Ṣavm”, 50), kadınların hayız ve nifas hallerinde oruç tutmaları ve orucun hayatî tehlikeye yol açacağı durumlarda oruç tutmak dinen yasaklanmış olup cumhura göre haram, Hanefîler’e göre tahrîmen mekruhtur. Ramazan ayının başladığına hükmedilemediği halde şâban ayının otuzuncu gününde (yevm-i şek) kişinin mûtat oruçlarından birini tutmasında dört mezhebe göre sakınca bulunmamakla beraber ramazan orucu veya başka vâcip bir oruç niyetiyle oruç tutulması Hanefî mezhebine göre tahrîmen mekruhtur. İki veya daha fazla günü iftar etmeksizin oruçlu geçirmek (savm-ı visâl) .Yorgun düşme ihtimali bulunan hacıların zilhiccenin sekiz ve dokuzuncu günlerinde, özellikle Arafat’ta vakfe günü olan arefe gününde oruç tutmaları da genellikle mekruh sayılmıştır. Yine bazıları hakkında mezheplerin farklı yaklaşımları bulunmakla birlikte kişinin mûtat oruç günlerine rast gelmeksizin sadece cuma gününü, yine sadece muharremin onuncu gününü, cumartesi günü, pazar günü, Nevruz ve Mihrican günü (Mecûsîler’in ilkbahar ve sonbahar bayramı günleri) gibi başka din mensuplarının kutsal günlerini oruçlu geçirmek mekruh olarak nitelendirilmiştir. Konuya ilişkin hadisler sebebiyle evlilik hukukunu olumsuz etkileyecek durumlarda nâfile oruç tutulması mekruh sayılmıştır (Buhârî, “Ṣavm”, 51, “Nikâḥ”, 84; Müslim, “Zekât”, 84; Tirmizî, “Zühd”, 64). Bunlardan başka bazı fakihler genel prensiplerden hareketle misafirin ev sahibinden, ücretle çalışanın iş sahibinden izin almadan ve kararını olumsuz etkileyebileceği durumlarda hâkimin nâfile oruç tutmasının dinen hoş karşılanan bir davranış olmadığını ifade etmişlerdir.             (http://www.islamansiklopedisi.org.tr/Oruç)

İmam Gazali İhya’sında orucun batıni manalarına ve oruç tutanların hallerine göre orucun dereceleriyle ilgili şunları ifade etmektedir:

8. ORUCUN SIRLARI VE BÂTINÎ ŞARTLARI

Oruç üç derecedir:

A) Avam’ın orucu

B) Havass’ın orucu

C) Ahass'ul-Havass'ın orucu

Avamın orucu: Bu oruç, mide ve tenâsül uzvunu şehvetlerden sakındırmaktır. Yani yemek, içmek ve cinsî münasebette bulunmaktan sakınmaktır.

Havass orucu: Kulak, göz, dil, el, ayak ve sâir âzaları günahlardan uzak tutmaktan ibarettir.

Ahass'ul-Havass'ın orucu: Kalbi, dünyevî düşüncelerden tamamen arındırıp Allah'tan (cc) başka her şeyi kalpten uzaklaştırmaktır. Böyle bir oruç Allah'tan (cc) ve kıyâmet gününden başka bir şeyi düşünmekle bozulur. Din için düşünmezse dünyayı düşünmek de bu orucu bozar. Fakat din için istenilen dünya, âhiretin azığı olduğu için dünyalıktan çıkar ve böylece bu orucun bozulmasına vesile teşkil etmez. Hattâ kalp ehli, akşam iftarda yiyeceği ve içeceği şeyleri düşünmek suretiyle fikir yürüten kimsenin hatada olduğunu kaydetmişlerdir. Çünkü bu Allah'ın (cc) fazlına güvensizlik, Allah (cc) tarafından va'dedilen rızka tam inanmamak demektir. Bu mertebe, peygamberlerin, sıddîk ve mukarriblerin mertebesidir. Bu mertebenin sözle anlatılması mümkün değildir. Bunun tahkiki sadece amelî yönden mümkündür. Çünkü bu, himmetin bütünüyle Allah'a (cc) yöneltilmesi ve Allah'tan (cc) başka her şeyi bir tarafa itmek demektir. Bu durum şu ayet ile ne güzel ifade edilmiştir.

“ …(Resûlüm) sen «Allah» de, sonra onları bırak, daldıkları bataklıkta oynayadursunlar!” (En'am 91)

Havass'ın orucu ise, sâlihlerin orucudur. Bu orucun keyfiyeti, âzaları günahtan korumakla beraber şu altı şeyle tamam olur.

 

a. Gözü Korumak

Gözü, çirkin ve istenilmeyen şeylerden korumak, kalbi meşgul eden ve Allah'ın(cc) zikrinden alıkoyan şeylere bakmamaktır.

Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:“Haram bakış, İblis'in zehirli oklarından bir oktur. Kim Allah'tan korkarak onu terkederse, Allah Teâlâ o kuluna tadı kalbinde beliren bir iman ihsan eder.” (Hâkim, Huzeyfe'den sahih bir senedle)

Câbir, Enes'den, o da Rasûlullah'tan (sav), şu hadîsi rivayet etmektedir: “Beş şey vardır ki, oruçlunun orucunu bozar:  Yalan, gıybet, nemime (kovuculuk), yalan yere yemin etmek ve şehvetle bakmak.” ( el- Ezdî, Enes'den)

 

b. Dili Korumak

Dilini hezeyan, yalan, gıybet, nemime, fahiş konuşma, galiz konuşma, kavga ve riya ile konuşmaktan korumaktır. Ve aynı zamanda dili sükût etmeye icbâr, Allah'ın (cc) zikri ve Kuran tilâvetiyle meşgul etmektir. Bu ise, dilin orucudur.

Süfyan-ı Sevrî şöyle der: 'Gıybet, orucu bozar'. Bu hükmü Bişr b. el-Hâris rivayet etmektedir.

Leys, Mücahid'den "İki haslet vardır. Onların ikisi de orucu bozar:  Gıybet ve yalan” dediğini rivayet etmektedir.

Hz. Peygamber (sav) de şöyle buyurmuştur: “Oruç bir kalkandır. Oruçlu, saygısızlık yapmasın, ahlâksızca konuşmasın. Eğer biri kendisiyle dövüşmeye veya sövüşmeye kalkışırsa, iki defa, ‘Ben oruçluyum.’ desin.” (Buhârî, Savm, 2)

 

c. Kulağı Korumak

Kulağı her mekruhu işitmekten alıkoymak gerekir. Çünkü söylenilmesi haram olan her şeyin işitilmesi de haramdır. İşte bu sırra binaen Allah Teâlâ, gıybet dinleyen ile haram yiyeni eşit tutmuştur

“Onlar, yalana çok kulak verirler ve çok haram yerler.” (Mâide 42)

“Din adamları ve âlimleri onları, günah olan sözleri söylemekten ve haram yemekten menetselerdi ya! İşledikleri (fiiller) ne kötüdür!” (Mâide 63)

Bu bakımdan gıybete karşılık sükût haramdır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

“Aksi halde siz de onlar gibi olursunuz» diye hüküm indirdi.”  (Nisâ 140)

Bu sırra binaen Hz. Peygamber de şöyle buyurmaktadır: “Gıybet edenle, onu dinleyen, günahta ortaktırlar.” ( Taberânî, İbn Ömer'den benzerini sahih bir senetle)

 

d. Diğer Âzaları Korumak

Diğer âzaları da günahtan alıkoymak gerekir. Meselâ el ve ayak gibi. Karnını iftar zamanında nefsin istediği şehvetlerden korumalıdır. Helâl yemekten çekinmek suretiyle oruç tutup, iftar zamanında haram ile iftar edenin orucu hiçbir fayda temin etmez ve mânâsız kalır. Böyle bir oruçlunun durumu tıpkı bir köşk binâ edip, bir şehri yıkanın durumuna benzer. Çünkü helâl yemek ancak fazla yendiği takdirde zarar vericidir. Onun azı ise, faydalıdır. Bu bakımdan oruç, onu azaltmak için emredilmiş bir ibadettir. Zararından korkarak ilâçları terk etmek, sonra da zehir almak, hamakattan başka bir şey değildir. Haram ise, dini yok eden bir zehirdir. Helâl ise, azı fayda, çoğu zarar veren bir ilâçtır. Oruçtan gaye, helâlı azaltmaktır. Çünkü Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Oruç tutan nice kimseler vardır ki oruçtan nasibi sadece aç kalmaktır.” (İbn Mâce, Sıyâm, 21)

Bu hadîsin izahında bazı âlimler, akşam fazla yemek suretiyle harama giren bir kimsenin kast olunduğunu söylemişlerdir. Bazıları da, bu öyle bir kimsedir ki, helâl yemekten nefsini meneder, fakat haram olan gıybette bulunmak suretiyle orucunu bozar. Bazı âlimler de âzalarını haramdan korumayan bir kimsenin kast olunduğunu söylemiştir.

 

e. İftarda Az Yemek

İftar zamanında tıka-basa helâl de olsa yememek gerekir. Helâl de olsa tıka-basa doldurulan karın, Allah (cc) nezdinde en fazla buğz edilen kaptır. Oruçlu bir kimse, gündüz yemediklerini iftar zamanında tıka-basa yerse, acaba Allah'ın(cc) düşmanı olan nefis ve şeytanı nasıl kahredebilir ve şehvetini nasıl kırabilir? Bazen de kişi, oruçlu olmadığı takdirde yiyeceklerinin birkaç mislini temin ederek iftarda yer.

Hatta öyle âdet edilmiştir ki, yemeklerin en nefisleri Ramazan ayı için tedârik edilir ve o ayda, birkaç ayda yenilmeyecek kadar çeşitli yemekler yenir. Oysa oruçtan gaye, mideyi aç bırakmak, heva ve şehveti kırmak ve böylece nefsi, takvâya alıştırmaktır. Bu, orucun başta gelen hedefidir.

Fakat mide sabahtan akşama kadar aç bırakılır, tam iftar zamanı yemeğe karşı şehvetle isteği kabardığında, ona lezzetli yemekleri yedirip doyurursa, onun iştahı daha da fazlalaşır ve kuvveti daha da gelişir. O zaman öyle şehvetler baş gösterir ki, şâyet nefis eski âdetlerinde bırakılıp oruç vesilesiyle bu kadar çeşitli yemeklerle beslenmeseydi, daha sakin olacaktı.

İşte bu nedenle orucun ruhu ve özü, şeytanın elinde şerlere sevk etmek için vesile olan nefsin kuvvetlerini kırmaktır. Bu ise, ancak iftar zamanında az yemekle hâsıl olabilir. Yani eğer oruçlu olmasaydı, akşam ne yiyecekse, oruçlu olduğu zaman da sadece onunla yetinmelidir. Eğer bütün gün, yiyeceklerini toplayarak hepsini üst üste iftar zamanında yerse, o zaman orucundan herhangi bir fayda temin edemez.

Orucun âdâbından birisi de, açlık, susuzluk ve zâfiyeti hissetsin diye gündüz uyumamaktır. Böyle yaptığı takdirde kalbi saflaşır. Her gece (nefsi) biraz daha zayıflatmak suretiyle gece namazlarına kalkmak imkânına sahip olur. Bu durumda umulur ki, şeytan kalbinden uzaklaşır. Şeytanın pençesinden kurtulan kalp, gökler âleminde seyretme imkânına sahip olur. Zaten kadir gecesi, gökler âleminde seyretme imkânına sahip gece demektir. Nitekim 'Muhakkak biz Kur'an'ı kadir gecesinde inzâl ettik' ayetiyle bu mânâ kast olunmuştur.

Kalbi ile göğsü arasında bir yemek torbası meydana getiren kimse, böyle bir şereften mahrumdur. Sadece midesini yemekten boşaltmak da bu mahcubiyet perdesinin aralanmasına kâfi değildir. Himmetini de Allah (cc)'tan başka her şeyden boşaltmalıdır. İşte o zaman, hakikatin tamamını elde etmiş olur. Bu durumun ilk basamağı az yemektir.

 

f. İftar Sonrasında Korku ile Ümit Arasında Olmak

Oruçlunun iftardan sonra kalbi korku ve ümit arasında muzdarip olmalıdır. Çünkü orucunun kabul edilip kendisinin Allah (cc)'a yakın olanlardan veya orucunun kabul edilmeyip Allah'ın (cc) gazâbına maruz kalanlardan olup olmadığını kestirememektedir. Her ibadetin sonunda da böyle olmalıdır.

Hasan b. Ebî Hasan b. Hasan el-Basrî, kahkaha ile gülen bir grubun yanından geçerken onlara şöyle der: 'Ey insanlar! Allah (cc) Ramazan ayını, kulları için bir yarış sahası olarak yaratmıştır. Kullar o ayda ibadet hedefine doğru koşuşurlar. Şüphesiz o grup zaferi elde eder, diğer bir grup ise geri kalıp, mükâfat kazanmaktan mahrum kalır. Hayret edilecek durum, o gülen ve oynaşan kimselerin durumudur ki, halkın koştuğu hedefe kavuştukları bir günde, onlar gaflet içerisinde gülüşüp oynaşırlar. Böyle bir nimetten mahrum kalırlar. Ey gülenler! Şunu iyi bilin. Allah'a (cc) yemin ederim ki, eğer Allah (cc)  perdeyi aralasaydı, iyilik yapan iyiliğiyle, kötülük yapan da üzüntüsüyle meşgul olur, böylece gülmek kapısı kapanırdı'.

Ahnef b. Kays'a 'Sen pir-i fâni bir kimsesin. Oruç seni zayıf düşürmektedir. (Oysa şer'an pir-i fâni olan kimseler, fidye vermek suretiyle oruç tutmayabilirler) neden oruç tutuyorsun?' denildiğinde şöyle demiştir: 'Ben, uzun bir sefere hazırlık yapmaktayım. Allah (cc)'ın azabına sabretmek, ibadetine sabretmekten daha zordur'.

İşte orucun bâtınî mânâları bunlardır.

Soru: Bir kimse, karnının ve tenâsül uzvunun şehvetlerini menedip bu mânâlara riayet etmese dahi fakihlerin fetvâsına göre orucu sahihtir. Bu hükme ne dersiniz?

Cevap: Zâhire göre hüküm veren fakihler, bâtınî şartlar hakkında ileri sürdüğümüz delillerden zayıf delillere dayanacak zâhir şartları tesbit etmektedirler. Hele gıybet ve benzeri gibi mânevî ve bâtınî şartlar karşısında onların delilleri çok zayıf kalır. Fakat zâhire göre hüküm veren fakihler, ancak dünyaya sarılmış ve gaflete dalmış, halk ve avam tabakasına kolay gelen tekliflere bakarlar. Onları bunun ötesi pek ilgilendirmez. Bakışları tamamen âhiret âlemine yönelen âlimlere gelince, onlar orucun sahih olmasından, Allah (cc) nezdinde kabul edilmesini kastetmektedirler. Oruçtan; Allah'ın (cc) sâmediyyet ahlâkıyla ahlâklanmayı anlamaktadırlar. Mümkün olduğu kadar şehvetlerden kaçınıp meleklere uymayı kastediyorlar. Çünkü melekler şehvetlerden uzaktır. Aklın nûruyla şehvetlerini kırmaya kudretli olan bir insanın rütbesi, bu ruhtan mahrum olan hayvanın rütbesinden üstündür. Fakat şehvetlere maruz kaldığından, şehvetlerle mücadele etmek mecburiyetinde bulunduklarından, rütbeleri meleklerin rütbesinden aşağıdır. Bu bakımdan şehvete daldıkça esfel-i safilîn'e doğru yuvarlanıp gider. Sonunda hayvanlardan daha aşağı bir duruma düşer. Şehvetleri kırdıkça a'lâ-i illiyyîn'e (yücelerin yücesine) yükseliş sonunda meleklerin ufuğuna varır. Melekler ise, mânen Allah'a (cc) yakın kullardır. Onlara uyan ve onların ahlâkıyla ahlâklanan da onlar gibi, Allah'a (cc) yakınlaşmaktadır. Çünkü yakın olana (meleklere) yakınlaşan, hedefe (Allah (cc)'a) da yakınlaşmış demektir. Buradaki yakınlaşma, mekân bakımından değil, sıfat bakımındandır.

Madem ki, kalp erbabı ve akıl erbabı nezdinde orucun sır ve hikmeti budur, o halde şehvetlere dalarak gündüz yenen iki öğün yemeği iftar zamanında bir arada yemekten ve bütün gün kendisini aç bırakmaktan ne fayda temin edilebilir? Eğer bu hareket, herhangi bir fayda temin etmiş olsaydı, o zaman Hz. Peygamber (sav)'in 'Nice oruçlular vardır ki, oruçlarından sadece açlık ve susuzluk elde ederler' sözünün mânâsı ne olurdu?

Bu sırra binaen ashâbdan Ebu Derdâ (ra) şöyle buyurur: “Akıllıların uykusu ve iftarı ne güzeldir! Nasıl olur da akıllılar ahmakların orucuna ve uykusuz kalmalarına hayret ediyorlar? Takvâ ve yakîn sahibi olan bir kimsenin ibadetinin bir zerresi, mağrurların dağlar kadar olan ibadetinden daha üstün ve daha makbuldür!”

Bu sırra binaen bir âlim de şöyle buyurur: “Nice oruçlu vardır ki oruçsuzdur ve nice oruçsuz vardır ki oruçludur. Oruçsuz oruçlu o kimsedir ki, yer, içer ve fakat âzalarını günahlardan korur. Oruçlu oruçsuz ise, yemez içmez, fakat âzalarını günahlardan korumaz.”

Orucun mânâ ve sırrını anlayan bir kimse bilir ki, yemek ve içmekten geri durup diğer günahlarla yoğrulan bir kimse, tıpkı abdest alırken âzalarını üç defa meshetmek suretiyle zâhirde âdete uymuştur. Ancak en önemli şey olan yıkamayı terk etmiştir. Bu bakımdan bu cehaletinden ötürü kıldığı namaz, merdud ve bâtıldır. Yiyip, âzalarını haramdan koruyan bir kimsenin meselesi de abdest âzalarını birer defa yıkayıp abdest alan bir kimsenin meselesine benzer. Bu kimse, abdestin şartını yerine getirdiği için, Allah (cc) indinde namazı makbuldür, her ne kadar fazileti terk etmişse de...

Yemek ve içmekten sakınıp azalarını da haramdan koruyan bir kimsenin meselesi ise, abdest âzalarının her birisini üçer defa yıkamak suretiyle abdest alan kimsenin meselesine benzer. Böyle bir kimse hem aslı, hem fazileti yerine getirdiğinden kemâlin zirvesine çıkmış olur.

Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmaktadır: “Oruç emanettir. Bu bakımdan herhangi biriniz Allah (cc)'ın kendisine teslim ettiği emaneti korusun ve zâyi etmesin.”( el-Haraitî, Mekârim' ul-Ahlâk, İbn Mesud'dan)

“Allah size, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Allah, bununla size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz ki Allah her şeyi hakkıyla işiten, hakkıyla görendir.” (Nisa 58) ayetini okuduğunda, Hz. Peygamber elini kulağına ve gözüne koyarak şöyle buyurmuştur: 'Kulak emanettir, göz emanettir' Eğer kulak ve göz orucun emanetlerinden ve oruçla korunması gereken şeylerden olmasaydı, Hz. Peygamber (sav) “Ben oruçluyum desin” (Buhârî, Savm, 2) demezdi.

Yani oruçlu bir kimseye biri söver ve onunla kavga etmek isterse, oruçlu ona 'Dil, Allah (cc)'ın bendeki emanetidir. Onu korumakla mükellefim. Sana kötü cevap vermek suretiyle o emanete nasıl ihanet edebilirim' demelidir.

Bu hakikatlerden sonra anlaşılmış olmalı ki, her ibadetin zâhiri ve bâtını, kabuğu ve özü vardır. Her ibadetin kabukları hususunda da dereceleri ve her derecenin de kademeleri vardır. Bunu bildikten sonra dilersen sadece kabukla yetinir, öze inmezsin, dilersen akıllıların er meydanına inersin.

9. RASULULLAH’IN (SAV) ORUCU VE RAMAZAN HALİ

Allah Resûlü (sav), Ramazan ayına kavuşma arzusunu dualarında açığa vururdu. Enes b. Mâlik (ra)’ın naklettiğine göre, Receb ayı girdiği zaman Peygamber Efendimiz (sav) şöyle dua ederlerdi: “Allah’ım! Receb ve Şâban aylarını hakkımızda mübarek eyle, bizi Ramazan ayına ulaştır!” (Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat, IV, 189.)

Ayrıca Sevgili Peygamberimiz (sav), Ramazan öncesinde yaptığı sohbetlerle, ashâbının zihinlerini ve gönüllerini bu mübarek aya hazırlardı. 

Peygamber Efendimiz (sav) Ramazan günlerinde bol bol Kur’an okur, hayır ve hasenatta bulunurdu. Hz. Peygamber (sav) Cebrail’le(as) buluştuğu zamanlarda esen rüzgârdan daha cömert olurdu. (Buhari, Savm,7.)
Cebrail (as), Ramazan sonuna kadar her gece kendisine gelir ve Hz. Peygamber (sav) ona Kur’an okuyup dinletirdi. Nitekim hâlen günümüzde yoğun bir şekilde uygulanan bu ‘karşılıklı okuyuş’, ‘mukabele’ geleneğimizin dayanağını oluşturur.

Ebû Hüreyre’nin (ra) haber verdiğine göre, Resûlullah (sav) kesin emir vermeksizin insanları Ramazan gecelerini ibadetle değerlendirmeye teşvik ederek şöyle derdi: “Kim inanarak ve karşılığını Allah’tan bekleyerek Ramazan orucunu tutarsa geçmiş günahları bağışlanır.” Ramazan’ın son on gününe, ayrı bir önem verir, mescid-i saadette itikâfa girer, ibadet ve taatle meşgul olurdu. Peygamberimizin bu uygulaması, vefat edinceye kadar devam etmiştir. Her yıl on gün itikâfa girerken, vefat ettiği yılın itikâfı yirmi gün sürmüş, o yıl Ramazan ayında Cebrail’e (as) Kur’ân-ı Kerîm’i iki defa arz etmişti.

Ramazanı mübarek kılan en önemli unsurlardan biri de Kadir gecesidir. Bu geceye çok önem veren Rahmet Peygamberi, Ramazan ayı içinde gizlenmiş olan Kadir gecesini “...Ramazan ayının son on günü içinde arayın!” buyururdu (Muvatta’, İ’tikâf, 6). Ramazan ayının son on günü içindeki tek sayılı gecelerin Kadir gecesi olma ihtimalinden dolayı kendisi de, aile efradı ile birlikte 23. , 25. ve 27. geceleri uzun süre ibadet ederek geçirirdi. (Tirmizî, Savm, 81)

Ashâbına fıtır sadakası vermelerini söyleyen Allah Resûlü (sav), bunun, insanlar bayram namazına çıkmadan önce ödenmesini isterdi. Ayrıca Ramazan ayında verilen sadakayı daha üstün görürdü.

Resûlullah (sav), bir aylık rahmet mevsimini ibadetle, taatle geçirmiş olmanın sevincini ashâbıyla birlikte bayram ederek kutlardı. O, bayram namazına gitmeden önce gusleder ve namazgâha giderken değişik bir yol izlerdi. Bayramı tekbir ve tehlillerle karşılardı.

Burada şunu belirtmekte yarar vardır ki Allah Resûlü (sav) Ramazan ayını sadece ibadetle geçirmiş değildir. Söz gelimi, İslâm’ın ilk savaşı olan Bedir Savaşı için, hicretin ikinci yılı Ramazan ayında hareket edilmiş, Ramazan’ın on yedinci günü düşmanla savaşılmıştır. Hicretin sekizinci yılı Ramazanın on üçüncü günü ise, Mekke’nin fethi için yola çıkılmıştır. Böylece Hz. Peygamber’in (sav) hayatındaki en önemli iki sefer, Ramazan ayında yaşanmıştır. (Hadislerle İslam cilt 2,sayfa 394-396)

Hz. Peygamber’in (sav) uygulamasında oruç, sadece aç kalmaktan ibaret bir ibadet değildir. Allah Rasulü (sav), orucu müslümanları kötülüklerden koruyan bir kalkan olarak görürdü. Orucun bedensel zorluklarına rağmen insanlardan tebessümünü eksik etmez, onların hata ve kusurlarına karşı onlarda mahcubiyet oluşturmayacak şekilde hatalarını düzeltmeleri için gereken hoşgörü, sabır ve ilgiyi gösterirdi. Nitekim Allah Rasulü (sav), “Allah’ın, kötü söz ve davranışları terk etmeyen adamın yemeyi ve içmeyi terk etmesine ihtiyacı yoktur.” buyurmaktadır. (Buhari, Savm,8)
Hz. Peygamber (sav), Ramazan ayının son on günü içinde bulunan Kadir Gecesi’nde müslümanların ibadete ve duaya önem vermelerini tavsiye etmiştir. Kendisi de ramazanın son on gününü yoğun bir şekilde ibadet, tefekkür ve tezekkürle geçirerek manevi açıdan arınmaya örneklik etmiştir. Rasulullah (sav), ramazan ayında günlük hayatını aksatmamaya çalışır; oruç günlerinde yapması gereken işleri varsa onları da yerine getirirdi
.

( https://dosya.diyanet.gov.tr/flip/index.php?YIL=2014&TR=17&DERGI=temmuz.pdf&SAYFANO=66)

 

10. SONUÇ

Ø  Oruç mümin için onu hem dünya hem de ahiret hayatının olumsuzluklarına karşı koruyan bir kalkandır. Üstelik sadece dışarıdan gelecek saldırılara karşı değil kendi nefsinden, şehevî arzularından, şeytanın vesveselerinden de onu korur. Bu hassasiyetle oruç tutan kişi dünyada günah ve kötülüklere, âhirette ise cehennem azabına karşı korunmuş olacaktır. Oruçlu, kalkanı öncelikle kendi elinden ve dilinden sadır olabilecek yanlış tutum ve davranışlara karşı kullanacaktır. 

Ø  Kendisine riya karışma ihtimali zayıf bir amel olmasından dolayı Allah’ın (cc)  özel olarak taltif ettiği ve mükafatlandırdığı bir ameldir. Bu nedenle müminin Allah’ın (cc) bu kadar çok değer verdiği bir ibadeti O’na en layık şekilde takdim edebilmesi için elinden gelen gayreti göstermesi, oruca hasar verecek amellerden gücü yettiğince uzak durması gerekmektedir.

Ø  Oruçtan istifade edebilmesi için kişinin sadece midesiyle değil bütün organlarıyla oruç tutması gerekir. Oruçtan nasibi aç kalmaktan öteye geçmeyen kimselerin durumuna düşmemek için gözler, kulaklar, eller, ayaklar, kalp ve ağız, mideyle beraber oruç tutmalıdır. Allah Resûlü’nün (sav) uyarıları oruç tutarken de rehberimiz olmalıdır.

Ø  -Oruç yalnız belirli bir zaman yeme, içme ve cinsel münasebette bulunmaktan uzak durmak değil, aynı zamanda her türlü kötülükten sakınmak için iradenin güçlendirilmesi eğitimidir. Mümin tuttuğu her oruçta nefsine hâkim olma kabiliyetini geliştirir. Oruç sayesinde o, ruhunu ve gönlünü takva ile besler.

Ø  Oruç insana sabır, takva ve şükretmeyi öğretir. Kazanılan bu özellikler sayesinde bir yılın ardından kalpte meydana gelen hasarların onarılması ve dünyevileşen nefsin terbiyesi için oruçlu olarak geçirilen Ramazan ayı müslüman için Allah (cc) tarafından sonsuz rahmetinin bir tecellisi olarak lütfedilen yoğunlaştırılmış manevi bir eğitim ve tedavi programıdır.

Ø  Oruç kuvvetli bir sorumluluk bilinci kazandırdığından insanın Allah’a (cc), kendisine, ailesine, içinde yaşadığı topluma, başka insanlara, çevreye, evrendeki bütün canlı ve cansızlara karşı sorumlu bir varlık olduğunu kavramasına yardımcı olur. Böylece bireysel gibi görünen bu ibadetin sosyal yönü ve etkileri doğal bir süreç içinde ve güçlü biçimde kendini gösterir.

Ø  Oruç kişinin sahip olduğu ruhî ve bedenî donanımları insana yaraşır bir biçimde dengeli ve verimli kullanabilmesi için aklın ve ruhun bedene ait süflî arzuların güdümünden kurtarılmasını sağlar. Bu sayede insan, Allah’ın (cc) kendisine sunduğu bu donanımları yine O’nun rızasını kazanmak için en verimli şekilde kullanma imkanına sahip olacaktır.

11. ÖDEVLER VE TAVSİYELER

 

-        “Receb ve Şâban aylarını hakkımızda mübarek eyle, bizi Ramazan ayına ulaştır!” duasını ezberlemek veya anlamıyla birlikte okumak.

             

-        “Allah’ım! Senin rızan için oruç tuttum ve senin rızkınla orucumu açtım.” duasını ezberlemek veya anlamıyla birlikte okumak.

              

-        “Yanınızda oruçlular iftar etsin, yemeğinizi iyiler yesin ve melekler size rahmet dilesin.” duasını ezberlemek veya anlamıyla birlikte okumak..

             

-        “Allahım! Sen affedicisin, cömertsin. Affetmeyi seversin. Beni de affet.”  (Tirmizi, Daavât, 84) duasını ezberlemek veya anlamıyla birlikte okumak.

             

-        Ramazan ayına girmeden önce bu ayın manevi ikliminden en iyi şekilde faydalanmak için Receb ve Şaban aylarında gücümüz yettiğince hazırlık yapmak, (Zikir yapmak, tefekkür etmek, nafile namaz kılmak, Kur’an okumak, bazen pazartesi ve perşembe günleri oruç tutmak, sadaka vermek vb.) nafile ibadetlere ağırlık vermek.

-        Muharrem ayının 9. ve 10. günlerinde veya 10. ve 11. günlerinde oruç tutmaya çalışmak.

-        Şevval ayında altı gün oruç tutmaya çalışmak.

-        Ramazan ayında veya oruçlu iken kazanılan güzel hasletlerin sonrasında da devamına özen göstermek.

 

12. VİDEO

      

Sahabe'nin Orucu

https://www.youtube.com/watch?v=XhZeKq9BgVc

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Dersler