32. KONUŞMA VE İLETİŞİM AHLÂKI-2

 


1. GİRİŞ

Konuşma ve İletişim Ahlâkı konusunun içeriğinin oldukça geniş olması ve günlük hayatımızda önemli bir yer tutması, konuyu ikiye bölerek işlememizi gerektirdi. Bu bölümde gıybet ve dedikodu(nemime) mevzularına yer verilecektir. Gıybet konusuna ayrıntılı bir giriş yapmadan önce, gıybetin ortaya çıkmasına zemin hazırlayan sui zan ve tecessüs konularına da gıybet başlığı altında kısaca değinilecektir. Çağımızın yaygın iletişim yollarından olan sosyal medyanın kullanımında dikkat etmemiz gereken hususlara kısaca değineceğimiz sosyal medya ahlakına da bu bölümde yer vereceğiz.

2. GIYBET

“Ey iman edenler! Zannın çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok esirgeyicidir.” (Hucurat 12)

Zan delilsiz, temelsiz bir tahminden ibarettir. Kimi zaman gerçeğe yakın bir ihtimal ise de çoğu zaman konunun aslıyla ilgisi olmayan bir önyargıdan başka bir şey değildir. Tereddütle, şek ve şüpheyle kalbin meşgul edilmesi, oyalanmasıdır. İyimser olunmadığında önyargıya neden olan, daha ileri boyutlarıyla kalpteki hastalıkları tetikleyen bir kuruntudur. Bu yüzden Allah Resûlü (sav) zannın sürüklediği âfetlere karşı insanları şöyle uyarmaktadır: “Zandan sakının. Çünkü zan, yalanın ta kendisidir. Birbirinizin konuştuğuna kulak kabartmayın, birbirinizin özel hâllerini araştırmayın, birbirinizle üstünlük yarışı içine girmeyin, birbirinize haset etmeyin, birbirinize kin beslemeyin, birbirinize sırt çevirmeyin. Ey Allah’ın kulları! Kardeş olun!” (Müslim, Birr, 28)

Zan, Rasulullah(sav)’ın hadisi şerifinde uyardığı gibi insanı tecessüse götüren önemli bir etkendir. İnsan bir konuda kesin olmayıp yalnızca tahminlere dayanan bilgilere sahip olursa doğal olarak meraklanır ve o mevzuda kesin bilgiye ulaşmak için araştırma yapma ihtiyacı hisseder. Bu araştırma bir insanın özel hayatı veya kusurları ile ilgili olması durumunda, kötü niyetle olsun veya olmasın Peygamberimiz tarafından hoş görülmemiştir. 

Tecessüs, kişinin insanların ayıplarını, kusurlarını, gizli ve özel hâllerini araştırması anlamına gelen, daha çok kötü ve ayıp hâlleri sorgulamayı ifade eden bir kavramdır. Tecessüsün yasaklanması, özel hayatın saygınlığını korumaya yönelik bir tedbirdir. Tecessüs sadece insanın ayıplarını araştırmak değil aynı zamanda ayıp olmayan fakat kişinin yine de başkalarının duymasını istemediği, toplumdan gizlediği hâl ve davranışlarının araştırılmasını da kapsar.

Konunun başlangıcında verdiğimiz ayeti kerimede (Hucurat 12) Allah(cc)’ın müminlere açık bir şekilde emrettiği husus kötü zan, tecessüs ve gıybetten uzak durulmasıdır. Burada yasaklanan üç davranış, aralarındaki irtibattan dolayı peş peşe zikredilmiştir. Çünkü kötü zan insanı tecessüse, tecessüs de insanı gıybete götürür.

Tecessüs sadece gıybetle değil dedikodu ile de alakalı bir davranıştır. Gizli hâllerin araştırılması, toplumda dedikoduya yol açabilir. Yahut da dedikodu yapmayı âdet edinmiş kimseler kendilerine malzeme temini için tecessüse yeltenebilirler. Peygamber Efendimiz, “Ey diliyle iman edip, kalbine iman girmemiş olan kimseler! Müslümanların gıybetini yapmayın ve onların gizli hâllerini araştırmayın. Çünkü her kim onların gizli hâllerini araştırırsa Allah da onun gizli hâlini araştırır. Allah kimin gizli hâlini araştırırsa onu evinde (gizlice yaptıklarını ortaya çıkararak) bile rezil eder.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 35) buyurarak tecessüs ile gıybet arasındaki bağa dikkat çekmiştir. Elbette ki Cenâb-ı Hakk’ın, kulunun ayıp ve kusurlarını araştırması düşünülemez. O zaten kulunun yaptığı her şeyden haberdardır. Fakat burada vurgulanmak istenen konu, Allah(cc)’ın tecessüs eden kulunun ayıplarını ortaya çıkartıp onu herkesin önünde rezil edeceğidir. (Hadislerle İslâm Cilt 3 Sayfa 474-488)

İmam Gazali de İhya-u Ulumiddin adlı eserinde gıybet konusunda aşağıdaki açıklamaları yapmaktadır:

Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:

-Gıybetin ne olduğunu biliyor musunuz?

-Allah ve Rasûlü daha iyi bilir.

-Gıybet kardeşinin hoşuna gitmediği bir vasıfla onu zikretmendir.

-Acaba benim dediğim kardeşimde varsa?

-Eğer senin dediğin kardeşinde varsa, onun gıybetini yapmış olursun. Eğer dediğin kendisinde yoksa ona iftira etmiş olursun.(Müslim 2589)

Gıybet, duyduğu zaman insanın hoşuna gitmeyen, gıyabında yapılan konuşmadır. Söylemiş olduğun şey, ister bedeninde, ister nesebinde, ister ahlâkında, ister fiilinde, ister zihninde, ister bünyesinde olsun hiçbir fark yoktur. Hatta elbisesinde, evinde ve bineğinde bile hoşuna gitmeyen bir eksikliği belirtsen yine gıybet olur. Bir grup “Din hususunda gıybet yoktur. Çünkü din hususunda başkasını kötüleyen bir kimse Allah'ın kötülediğini kötülüyor demektir. Bu bakımdan başkasını günahlarıyla zikredip o günahlarından dolayı kötülemek caizdir” demişler ve delil olarak şu rivayeti öne sürmüşlerdir:

Hz. Peygamber'e (sav) bir kadından söz edilerek onun fazla saliha ve fazla oruç tutan olduğu söylendi. Fakat “kadın diliyle komşularına eziyet veriyor” da denildi. Hz. Peygamber de cevap olarak şöyle buyurdu: “O ateştedir.” (İbn Hibban 6457, Hâkim 4/166)

Enes (ra) Hz. Peygamber'in şöyle dediğini rivayet eder: “İsrâ gecesinde yüzlerini tırnaklarıyla paramparça eden bir kavmin yanından geçtim. Cebrâil'e 'Bunlar kimlerdir?' diye sordum. Cebrail 'Bunlar halkın gıybetini yapan, haysiyet ve mürüvvetlerine dil uzatanlardır!' dedi.” (Ebu Dâvud 4878)

Ashâb-ı kirâm birbirlerine rastladıkları zaman birbirlerini güler yüzle karşılar, gıyablarında konuşmazlardı ve bunun amellerin en faziletlisi olduğunu ve bunun aksini yapmanın da münafıkların âdeti olduğunu bilirlerdi.

Hasan Basrî şöyle demiştir: 'Allah'a yemin ederim ki gıybet, mü'min kişinin nâmını ifsad hususunda cüzzam'ın ceseddeki tahribatından daha süratlidir'.

Birisi şöyle demiştir: “Biz selef-i sâlihîn'e yetiştik. Onlar ibadeti oruç tutmakta ve namaz kılmakta değil, dillerini halkın ırzından tutmakta görürlerdi.”

Dili Gıybetten Korumanın Çareleri

Bütün huylar, ancak ilim ve amel macunuyla tedavi edilir. Her illetin ilâcı, sebebinin zıddı iledir. Bu bakımdan biz illetlerin sebeplerini araştıralım. Dili gıybetten uzak tutmanın ilâcı iki şekilde olur: İcmâlî ve tafsili.

İcmâlî

Kişinin gıybet etmesinden ötürü -rivayet ettiğimiz hadîslerden anlaşıldığı gibi- kendisini Allah'ın gazabına mâruz bırakmış olduğunu bilmesidir ve yine gıybetin kıyamet gününde iyiliklerini yok edeceğini bilmesidir. Çünkü kıyamet gününde iyilikleri, dünyada yaptığı gıybetin bedeli olacaktır. Eğer iyilikleri yoksa, gıybeti yapılanın kötülüklerinden onun defterine nakledilir. O, bununla Allah(cc)'ın gazabına mâruz kalır.

Gıybetçinin başına gelen azabın en azı, onun amellerinin sevabını azaltmasıdır. Bu azaltma, hakkın istenilmesi, sual, cevap ve hesap icra edildikten sonra olur. Bu bakımdan kul, gıybetin kötülüğü hakkında vârid olan hadîslere iman ettiğinde o hadîslerdeki tehditlerden korktuğu için dilini başıboş bırakmaz. Nefsi hakkında düşünmek ona fayda verir. Eğer nefsinde bir ayıp görürse, onunla meşgul olur ve Hz. Peygamberin şu hadîsini hatırlar: “Kendisinin ayıbı, kendisini halkın ayıbıyla meşgul olmaktan alıkoyan kimseye cennet vardır.” ( İbnul Cevzi ,El-Ilalul mütenahiye 2/244,zayıf hadis)

Eğer kişi insaflı olsaydı nefsini her ayıptan uzak sanmasının, nefsini tanımaması anlamına geldiğini bilirdi. Bu ise ayıpların en büyüklerindendir. Kendisinin gıybeti yapıldığı takdirde rahatsız olduğu gibi, başkasının da gıybeti yapıldığı takdirde rahatsız olacağını bilmesi, kendisine fayda verir. Mademki kendi gıybetinin yapılmasına razı değildir, o halde kendi nefsi için razı olmadığı bir şeye başkası için de razı olmamalıdır. İşte bunlar tedavi usûllerinin en güzelleridir.

Tafsilî

Kişiyi gıybete sürükleyen ve teşvik eden sebebe bakmasıdır; zira hastalığın tedavisi, sebebinin önlenmesiyle mümkündür.

Öfkesinden dolayı gıybet yapıyorsa : “Ben filan adama öfkelendiğim takdirde, Allah(cc) da o gıybetten dolayı bana öfkelenir; zira Allah(cc) beni gıybet etmekten menetmiştir. Ben ise onun yasakladığı şeyi, cüret ve cesaretle yapıyorum. Onun yasağını hafife alıyorum' demelidir. Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Muhakkak ki cehennemin bir kapısı vardır. O kapıdan dünyada kinini Allah'a isyan etmek sûretiyle yerine getiren girer!” ( Beyhakî, Nesâî zayıf senedle,El Bani 1916 zayıf senedle)

Arkadaşlara muvafakat(onların onayını almak için onlarla birlikte gıybet ) etmeye gelince, bunun ilacı senin insanları razı etmeyi istediğin zaman Allah'ı kızdırmış olacağını bilmendir. Yaradanını tahkir, başkasını tazim etmeyi nefsine nasıl yediriyorsun? Nasıl mevlânı razı etmeyi, başkalarının razı olması için terk ediyorsun? Öfkelendiğin adamı kötülükle anmak bir yana aksine o adamı kötülükle andıkları zaman arkadaşlarına da Allah rızası için öfkelenmelisin. Çünkü onlar, günahların en fâhişi olan gıybet ile senin Rabbine isyan etmiş olurlar!

Başkasını hâinliğe nisbet etmek sûretiyle kendini temize çıkarmaya gelince -oysa onu zikretmeye ihtiyaç da yoktu- bu illeti, yaratıcının öfkesine mâruz kalmanın, yaratılmışların öfkesine mâruz kalmaktan daha şiddetli olduğunu bilmekle tedavi edebilirsin! Oysa sen, gıybet yapmakla kendini Allah(cc)'ın kahrına mâruz bırakıyorsun ve buna rağmen halkın öfkesinden kurtulup kurtulamayacağını da bilmiyorsun.

Senin özür olarak 'Eğer ben haram yiyorsam, salâh ve takvâ ile bilinen filan adam da yiyor. Eğer makamımı kötüye kullanarak haksız mal elde ediyorsam, benden daha üst konumdaki  filan adam da elde ediyor' demen, cehaletin ta kendisidir. Çünkü sen, kendisine uyulmanın caiz olmadığı bir kimseye uymayı, mazeret olarak ileri sürüyorsun; kim olursa olsun, Allah(cc)'ın emrine muhalefet eden bir kimseye uyulmaz! Ayrıca iki günahı bir araya getirerek cehalet ve hamakatını tescil etmiş olursun. Tıpkı keçiye bakıp kendini dağın tepesinden aşağı atan bir koyun gibi olursun. Koyun da senin gibi nefsini helâk etmiştir. Eğer o konuşabilseydi muhakkak kendisini mazur göstermeye çalışarak, 'Keçi benden daha akıllıdır. Oysa o kendini helâk etti. İşte ben de onun gibi yaptım' derdi. O böyle dediği zaman, sen onun cehaletine gülerdin. Oysa senin halin de onun haline benziyor. Buna rağmen sen yaptığına hayret etmiyor ve kendine gülmüyorsun!

Hasedden ötürü gıybet yapmaya gelince bu gıybet, iki azabı bir arada toplamak demektir. Çünkü sen o adama dünya nimetinden dolayı hased ettin ve dünyada bu hasedinle dünyada nefsini zarara sokup azap çekmektesin. Bununla da kanaat getirmedin. Sonunda âhiret azabını da buna ekledin! Dolayısıyla iki azabı bir araya getirmiş oldun.

İstihzâya gelince, senin istihzâdan gayen, halkın yanında başkasını rezil etmektir. Oysa Allah(cc), melekler ve peygamberlerin (as) nezdinde kendi nefsini rezil etmek sûretiyle onu halk yanında rezil etmeye çalışırsın. Bu bakımdan eğer sen çekeceğin hasreti, utangaçlığı ve kendisiyle istihzâ ettiğin kimsenin günahlarını yüklendiğin ve dolayısıyla cehenneme sevk olunduğun kıyamet gününün mahrumiyetini düşünmüş olsaydın, mutlaka bu düşüncen seni, arkadaşını rezil etmekten alıkoyardı.

Günahından dolayı kişiye merhamet ve şefkat etmeye gelince, bu esasında güzeldir. Fakat İblis, bu güzeli yapmandan dolayı sana hased etti, dolayısıyla seni dalâlete sürükledi. O şefkat ve merhametinden daha fazla sevaplarından o adamın defterine nakledilmesine sebep olacak bir sözü ağzından çıkarttı ve seni konuşturdu. Bu bakımdan senin o adamın defterine nakl olunacak sevapların, o adamdan sâdır olan günahın yerine geçecek ve o adam şefkat ve merhamete ihtiyaç duymaktan çıkacaktır. Bu sefer sen şefkat ve merhamete muhtaç olacaksın. Çünkü senin ecrin yanıp kül oldu ve hasenâtından eksildi.

Allah için öfkelenmek de gıybet yapmayı gerektirmez. Ancak şeytan, Allah için öfkelendiğinden ötürü elde etmiş olduğun ecri yok etmek ve seni Allah'ın gazabına maruz bırakmak için sana gıybeti sevdirmiştir. Seni gıybete sürüklediği zaman kendi nefsine şaşmalısın. Nefsini ve dinini başkasının dini ve dünyasıyla nasıl helâk ettiğine hayret etmelisin! Oysa sen dünyanın cezasından da emin değilsin. O ceza da senin şaşkınlık göstermek sûretiyle müslüman kardeşinin örtüsünü yırttığın gibi örtünü yırtmaktır. Bu bakımdan bütün bunların ilacı sadece marifet ve imanın giriş kapılarından olan bu şeyleri tesbit edip elde etmektir. Bu bakımdan bütün bunlar hakkında imanı kuvvetli olan bir kimse, hiç şüphesiz dilini gıybetten tutar.

Gıybet Sadece Dille Yapılmaz

Dil ile söylemek, ancak başkasına müslüman kardeşinin bir eksikliğini anlattığın ve hoşuna gitmeyen bir vasfını belirttiğin için haram olmuştur. Bu bakımdan ta'rizen kendisinden bahsetmek, açıkça kendisinden bahsetmek gibidir. Bu hususta fiil de söz gibidir. İşaret, îma, dudak bükme, göz kırpma, yazı, hareket ve maksadı belirten her türlü söz, açıkça söylemek gibidir. O halde bunların tümü gıybet ve haramdır.

Âişe vâlidemizin şu sözü îma ve işaret kısmındandır: Bizim evimize bir kadın geldi. Kadın gittikten sonra elimle kadının kısa boylu oluşuna işaret ettim. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav) bana şöyle dedi: “Kadının gıybetini yaptın!” (Beyhaki 5/2294)

Başkasının taklidini yapmak da gıybettir. Hatta azap bakımından gıybetten daha şiddetlidir. Çünkü böyle yapmak, kişiyi anlatmaktan daha tesirli olur.

Yazı ile de gıybet olur. Çünkü kalem de bir dildir. Bir kitabın yazarı, belli bir şahıstan bahseden kitabında onun konuşmasını çirkin gösterirse gıybet olur. Ancak konuşmayı böyle göstermeye kendisini mecbur eden birşey bulunursa, o zaman hüküm değişir. Müellifin “bazı insanlar şöyle dedi” demesi ise, gıybete dahil olmaz. Yani eğer muhatabın bu ibareden belli bir şahsı anlarsa, gıybet olur. Çünkü mahzurlu olan, muhataba belli bir şahsı anlatmaktır. Anlatmakta kullanılan metod ve sistem değildir. Eğer muhatab o konuşmandan belli bir şahsı anlamazsa öyle konuşman caizdir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) bir insanın herhangi bir hareketinden hoşlanmadığı zaman şöyle derdi: “Bazı kavimlere ne oluyor ki şöyle yapıyorlar?”( Ebu Dâvud 4788)

Gıybet çeşitlerinin en çirkini, riyakârların gıybetidir. Çünkü bunlar maksatlarını salâh ve takvâ ehlinin tabirleriyle anlatırlar ki zâhirde gıybetten kaçındıklarını gösterip maksadlarını anlatmış olsunlar! Bunlar cehaletlerinden dolayı iki fâhiş hareketi bir arada yaptıklarını bilmezler: Hem gıybet, hem riyakarlık!

Yanında bir insandan bahsedildiğinde 'Bizi falanca kişi gibi dünyada müptezellikle imtihan etmeyen Allah'a hamd olsun!' demek veya Allah bizi falanca kişi gibi olmaktan ve hayâsızlıktan korusun!' demek de öyledir! Bu konuşmasından maksadı; başkasını kötülemek, kendi nefsini de, sâlih kimselere benzetmek sûretiyle övmektir. Böylece hem gıybetçi, hem riyakâr, hem de nefsini temize çıkarmış olur. Dolayısıyla üç kötü davranışı bir araya getirmiş olur!

Benimsemek ve hayret etmek yoluyla gıybeti dinlemek de gıybettendir. Çünkü bu şekilde dinleyen bir kişi, gıybetçinin gıybet hususundaki keyfi artsın diye ve gıybette alabildiğine ileri gitsin diye onu şaşkın şaşkın dinler. Sanki o böyle davranmakla gıybetçinin içindekini söküp çıkarır ve şöyle demek ister: “Hayret! Ben o adamın böyle olduğunu bilmiyordum. Ben onu şu ana kadar ancak hayırlı, sâlih bir kimse biliyordum. Ben onda senin söylediğinin tam tersi olduğunu sanıyordum. Allah bizi her türlü beladan korusun!” Zira bütün söyledikleri ve hareketleri gıybeti tasdik etmektir. Gıybeti tasdik etmek de gıybetten başka birşey değildir. Hatta susan da gıybetçinin ortağıdır! Nitekim Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Gıybeti dinleyen, gıybetçilerden biri olur.” (Taberânî,zayıf hadis)

Bu bakımdan gıybeti dinleyen de gıybetin günahından kurtulamaz. Ancak diliyle veya korktuğu takdirde kalbiyle gıybeti reddederse veya gıybet meclisinden kalkarsa veya gıybetçinin konuşmasını başka bir konuşma ile keserse gıybetçi sayılmaz. Aksi takdirde günahkâr olur! Eğer gıybetçiye diliyle sus deyip de kalben onun gıybetini dinlemek istiyorsa, bu münafıklık olur. Kalben gıybeti çirkin görmedikçe münafıklıktan kurtulamaz. Eliyle susması için işaret etmek veya kaşıyla veya kirpikleriyle işaret etmek yeterli değildir. Çünkü bu işaretler bahsi yapılan kişiyi hakir görmek demektir. Aksine o kişiyi tahkir değil de tazim etmeli ve açıkça onu müdafaa etmelidir. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Kimin yanında bir mü'min zelil ediliyorsa, o da kudreti olduğu halde o mü'mine yardım etmiyorsa, Allah onu kıyamet gününde insanların gözü önünde zelil eder (edecek).” (Ahmet bin Hanbel 3/487, Taberani 6/89)

“Kim (müslüman) kardeşinin bulunmadığı bir mecliste onun haysiyetini korursa, kıyamet gününde onun haysiyetini korumak Allah'a hak olur.”(Taberani,zayıf hadis)

 “Kim kardeşinin gıyabında onun haysiyetini korur ve müdafaa ederse, o kimseyi ateşten azad etmek Allah'a hak olur.” (Ahmed bin Hanbel 6/461)

Gıybete Teşvik Eden Sebepler

İnsanoğlunu gıybete sürükleyen sebepler pek çoktur. Fakat bunları onbir sebepte toplamak mümkündür. Bu onbir sebebin sekizi, halkın geneliyle ilgilidir. Üç tanesi de din ehli ve havâsla ilgilidir. Halkın geneli hakkındaki sekiz sebep şunlardır:

1. Öfkesini teskin etmek. Bu tür gıybet, gıybeti yapılan adama kızmasına vesile olan bir sebep olduğu zaman meydana gelir. Çünkü kişi öfkesi kabardığı zaman karşısındaki adamın kötülüklerini söylemek suretiyle öfkesini dindirir. Eğer ortada gıybete mâni olacak din ve takvâ yoksa, dilin gıybete kayması tabiidir. Bazen öfkesini yenemez, öfke içinde birikir. Sabit bir kine dönüşür ve kötülüklerini daimi bir şekilde belirtmeye sebep teşkil eder. Bu bakımdan kin ve öfke, insanı gıybete sürükleyen büyük sebeplerdendir.

2. Emsâl ve akranına uymak, arkadaşlarına ayak uydurmak ve konuşma hususunda onlara yardım etmektir. Çünkü arkadaşları, halkın gıybetini yaptıkları zaman, kişi onların yaptıklarını inkâr ettiği veya meclislerinden kalktığı takdirde arkadaşlarının ağrına gidip kendisinden nefret edeceklerini düşünür. Böylece bu hususta onlara yardımcı olur ve bunu da güzel muaşeretten sayar. Arkadaşlıkta müsamahalı davrandığını zanneder. Bazen arkadaşları öfkelenirler. Onlara uymak için o da öfkelenmeye mecbur olur ki sıkıntıda ve bollukta onlarla beraber olduğunu göstermiş olsun. Dolayısıyla onlarla beraber başkalarının ayıplarını ve kötü sıfatlarını saymaya dalar.

3. Bir insanın, bir şeyi kendi aleyhine kullanacağını, kendisine dil uzatacağını veya büyük bir insanın yanında halini çirkin gösterdiğini veya aleyhinde herhangi bir şahidlikte bulunacağını hissetmesidir. Bu takdirde o adam kendisini çirkin göstermeden önce o adamı çirkin göstermeye acele eder. Onun aleyhinde bulunur ki onun kendi aleyhindeki şahidliğinin müsbet bir tesiri kalmasın veya önce doğru olarak onda bulunan şeyleri söyler ki arkasından ona iftira atsın ve önce söylediği doğrulardan ötürü, ettiği iftira revaç bulsun... Şahid tutar ve der ki: 'Yalan söylemek benim âdetim değildir. Çünkü ben size onun durumundan şu şu tarafları da haber verdim ve o da benim dediğim gibi çıktı'.

4. Herhangi bir şeye nisbet edilmesidir. Bu bakımdan nisbet edildiği şeyden kendisini uzaklaştırmak ister. Dolayısıyle o nisbeti yapanı açıklar. Oysa kendi nefsini o nisbetten kurtarmalı ve o nisbeti yapanı zikretmemeli ve intikam olarak başka kötülüğü ona nisbet etmemeliydi. Oysa kişi başkasının kendisiyle o fiilde ortak olduğunu zikreder ki o fiil hususunda kendini mâzur göstersin.

5. Tasannû(bir şeyi olduğundan daha değerli göstermek için yapmacık/suni davranma)ve gururu kasdetmektir. Bu, başkasını küçük göstermek sûretiyle kendini yüceltmek demektir. Bu bakımdan “Filan adam cahildir, anlayışı kıttır, konuşması zayıftır” der. Böyle söylemekten gayesi; kendisinin faziletini isbat etmektir. Onlara kendisinin daha âlim olduğunu göstermektir veya kendisine yapılan tâzim gibi, gıybeti yapılan kişiye tâzim etmekten sakındırmaktır. Bu gayeye de ancak adamın gıybetini yapmak sûretiyle varabilir!

6. Hased duyduğu bir insanın gıybetini yaparak halkın yanında o adamın itibarını düşürmek ister ki halk ona ikram etmekten, onu övmekten vazgeçsin. Çünkü halkın o adamı övmelerini dinlemek, halkın o adamın medhini yapmasını ve ikramda bulunmalarını görmek ona ağır gelir. Hased, öfke ile kinden ayrıdır. Çünkü öfke ve kin insanı cinayete sevk eder. Hased ise bazen iyilik yapan dosta ve tabiatça kendisine uyan arkadaşa bile yapılabilir.

7. Oynamak, şakalaşmak, lâtife yapmak ve vakti gülmekle geçirmektir. Bu bakımdan kişi, başkasının ayıbını zikreder. Onun taklidini yapmak suretiyle halkı güldürür. Böyle yapmasının sebebi kibir ve gururdur.

8. Karşısındaki insanı tahkir etmek için kendisiyle istihzâ etmek ve kendisini alaya almaktır. Böyle yapmak bazen kişinin yanında, bazen de gıyabında cereyan eder. Bunun kaynağı gurur ve alaya alınanı küçük görmektir.

Havâs'ta bulunan üç sebebe gelince, bu sebepler, gıybete sürükleyen âmillerin en çetrefillisi ve en incesidirler. Çünkü bunlar şeytan tarafından hayırların içine gizlenmiş şerlerdir. Burada hayır vardır. Fakat şeytan o hayra şerri katmıştır.

Birincisi: Birinin hatasına veya bir gerçeği inkâr etmesine şaşmasıdır. Bunun kaynağı dindir. Bu bakımdan der ki: 'Benim filan adamdan gördüğüm, ne acaip bir şeydir!' Bu sözünde bazen doğru olabilir ve hakîkaten hayret etmesini gerektiren fiili de görmüş olabilir. Fakat onun buradaki vazifesi; hayret etmekle beraber adamın ismini zikretmemektir. Fakat şeytan onu, bu hayrete sebep olan adamın ismini zikretmeye sevkeder. Onun ismini zikretmekle gıybet etmiş olur ve bilmediği noktadan günahkâr olur. Kişinin “Filan adamın durumuna hayret ettim. Karısı çirkin olduğu halde nasıl karısını sever. Filan adam câhil olduğu halde nasıl onun sözünü dinler” demesi de bu türdendir.

İkincisi: Şefkat ve merhamettir. Şöyle ki, kişinin müptelâ olduğu dertten dolayı üzülür. Bu bakımdan der ki: “Filan adam fakirdir! Onun derdi beni üzdü. Onun başına gelen belâlar beni oldukça sarstı!” Üzülme davasında doğru olabilir. Fakat üzülmek, adamın ismini zikretmesine sebep olmuştur. Böylece adamın ismini zikrederek gıybet etmiştir. Bu bakımdan üzülmesi, merhamet ve şefkat göstermesi hayırdır. Hayrete düşmesi de böyledir. Fakat şeytan onu bilmediği bir noktada şerre düşürmüştür. Çünkü kişinin ismini zikretmeden de üzülmek ve şefkat göstermek mümkündür. Fakat şeytan onu kendisinin üzüntü ve şefkattan dolayı elde ettiği sevabı iptal etmek için felâketzedenin ismini zikretmeye kışkırtır.

Üçüncüsü: Allah için öfkelenmektir. Kişi, bazen bir insanın yapmış olduğu münkeri gördüğü veya işittiği zaman öfkelenir. Dolayısıyla öfkesini belirtir ve adamın ismini zikreder. Oysa kendisine düşen vazife, adama karşı emr-i bi'l-ma'ruf ve nehy-i an'il münker'i icra etmek sûretiyle öfkesini belirtmektir. Başkasının yanında o öfkeyi belirtmemek ve adamın ismini gizlemek ve adamı kötülükle anmamaktır.

İşte bu üç sebep, âlimler için bile idrak edilmesi gayet güç olan sebeplerdendir. Halk tabakası hayret etmek, şefkat göstermek ve öfkelenmek Allah için olduğu zaman bunlara sebebiyet verenin ismini zikretmekte herhangi bir beis yok zanneder. Oysa böyle sanmak yanlıştır. Gıybete ruhsat veren durumlar, bazı özel ihtiyaçlardır ki o ihtiyaçlarda isim zikretmekten başka çıkar yol yoktur. Nitekim bunun bahsi ileride gelecektir.

Amr b. Vâsile'den şöyle rivayet ediliyor: Bir zat bir grubun yanından geçti ve onlara selâm verdi. Onlar da onun selâmının karşılığını verdiler. Onları geçtiği zaman içlerinden biri 'Ben Allah için bu adamdan nefret ediyorum' dedi. Mecliste oturan diğer şahıslar 'Sen kötü konuştun. Allah'a yemin ederiz, biz gider ona senin söylediklerini söyleriz' dediler. Sonra aralarından birisine 'Ey filan adam! Kalk ona yetiş! Bu adamın söylediğini kendisine söyle' dediler. Onların elçisi adama yetişti ve söylenen sözü adama nakletti. Bunun üzerine adam, Hz. Peygamber'e geldi ve söyleneni Hz. Peygamber'e bildirdi. Hz. Peygamber kendisine 'Aleyhinde konuşan adamı çağır' diye emir verdi. O da gidip adamı çağırdı. Adam Hz. Peygamber'in huzuruna gelerek söylediğini itiraf etti. Hz. Peygamber 'O halde neden bu adamdan nefret ediyorsun?' dedi. Adam 'Ben onun komşusuyum ve onun durumunu biliyorum.

Allah'a yemin ederim, farz namazdan başka onun namaz kıldığını görmedim' dedi. Gıybeti edilen adam, Hz. Peygamber'e 'Ey Allah'ın Rasûlü! Bu adamdan sor! Acaba farz namazı vaktinden tehir ettiğimi veya farz namaz için aldığım abdesti üstün körü geçtiğimi, yahut namazın içindeki rükû ve secdeyi çirkin bir şekilde yaptığımı görmüş mü?' dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, adama sordu. Adam 'hayır' cevabını verdikten sonra şöyle devam etti: 'Yemin olsun! Hem fâsık ve hem doğru insanlar tarafından, Ramazan ayından başka hiçbir ayda oruç tuttuğunu görmedim'. Gıybeti yapılan adam, Hz. Peygambere 'Ey Allah'ın Rasûlü! Sor kendisinden, acaba Ramazan ayında hiç oruç tutmadığımı veya Ramazan ayı hakkında kusur ettiğimi hiç görmüş mü?' dedi, Hz. Peygamber bunu sorunca adam şöyle cevap verdi: 'Yemin olsun! Ramazan ayında bir dilenciye veya bir fakire birşey verdiğini görmedim. Allah yolunda sarfettiğini ve infakta bulunduğunu görmedim. Ancak iyi ve kötü insanlar tarafından verilen şu zekat hariç!' Gıybeti yapılan adam, Hz. Peygamber'e 'Ey Allah'ın Rasûlü! Sor kendisinden! Acaba zekâtımdan hiç eksik ettim mi veya zekâtı alan zekât memurlarını hiç geciktirdim mi?' dedi. Hz. Peygamber bunu sorunca, adam 'hayır' dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, gıybet yapan adama şöyle dedi: 'Kalk! Buradan git. Umulur ki o adam senden daha hayırlıdır'.(Ahmet bin Hanbel 5/455)

Kalben Yapılan Gıybetin Haram Olması

Kötü söz gibi su-i zan da haramdır! Bu bakımdan başkasının kötülüklerini dil ile zikretmek haram olduğu gibi, müslüman hakkında içinden su-i zanda bulunmak da haramdır. Bundan kastedilen kalbin daimi olarak bir başkasına kin duyması ve başkasının aleyhine kötülükle hükmetmesidir. Kişinin kalbinden bir anda gelip geçen şeyler affedilmiştir. Hatta şek ve şüphe etmek de affedilmiştir. Yasaklanan, başkasının hakkında kalbi daimi olarak etkisi altına alan kötü zanda bulunmaktır. Nitekim Allah (cc) şöyle buyurmuştur: “Ey iman edenler! Zannın çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. ” (Hucurat 12)

Kötü zannın haram olmasının sebebi şudur: Kalbin esrarını ancak allâm'ul-guyûb olan Allah bilir. Bu bakımdan başkası hakkında kötü zanda bulunamazsın. Ancak te'vil kabul etmeyecek şekilde sana âyan beyan olursa, o zaman bildiğine ve gördüğüne inanmaktan başka seçeneğin yoktur.

Gözünle görmediğin, kulağınla işitmediğin bir şeyin kalbine düşmesine gelince, o şeyi senin kalbine şeytan atmıştır. Bu bakımdan şeytanı yalanlaman gerekir. Çünkü şeytan, fâsıkların en katmerlisidir, Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Ey iman edenler! Eğer bir fâsık size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz.”(Hucurat 6)

Bu bakımdan İblis'i doğrulamak caiz değildir. Eğer orada fesâda delâlet eden bir hayal ve bir karine varsa, onu tasdik etmen caiz değildir. Çünkü fâsığın doğru söylemesi tasavvur edilebilir. Fakat onu tasdik etmek senin için caiz değildir. Hatta ağzını koklayıp içkinin kokusunu duyduğun bir insan için ceza tatbik etmek caiz değildir; zira bu adamın ağzını içki ile çalkalayıp içkiyi dökmesi ve içmemesi veya cebren içmeye zorlanması mümkün ve muhtemeldir denilebilir. Bütün bunlar şüphesiz ki muhtemel delillerdir. Kalben onları tasdik etmek ve o delillerden ötürü müslüman hakkında kötü zanda bulunmak caiz değildir. Nitekim Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Allah, müslümanın, kanını, malını ve hakkında kötü zanda bulunmayı haram kılmıştır.” (Beyhaki Şuabu’l-Îmân, 9/75; no: 6280; Musannefu İbn Ebî Şeybe, 5/435, no: 27754.)

Bu bakımdan su-i zan ancak zannın helâl olmasını gerektiren sebeplerle helâl olabilir. O da görme veya âdil bir delildir. Durum böyle değilse, kalbine su-i zannın vesvesesi gelirse, onu nefisten uzaklaştırmak gerekir ve nefsine 'Adamın -daha önce olduğu gibi-hali senin yanında kapalıdır. Senin ondan gördüğün şeyi hayra da, şerre de yorumlama ihtimâli vardır' demek gerekir.

Kişi kalbine gelenin zan olduğu nasıl bilebilir? Oysa insanın içinde şüpheler cirit atmakta, nefis daima kendi kendine bir şeyler fısıldamaktadır? Kötü zan olmasının alâmeti, zanla beraber kalbin daha önceki durumundan değişmesidir. Bu bakımdan kalp, az da olsa zannın duyulduğu kişiden nefret ederek zanda bulunulan kişinin gözetilmesi, aranması, ikramda bulunulması ve onun başına bir musibet geldiğinde onun için üzüntü duyulması azalır. Oysa Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:

“Mü'minde üç şey vardır ki onlardan kurtulması için bir yol vardır. Kötü zandan kurtulmanın yolu ise şüphelendiği şeyin üzerine düşmemesidir.” (Taberani,zayıf hadis;Kenzu’l-Ummâl, 16/27, no: 43788.)

Yani ne fiilen ne de kalben onu araştırmamak ve üzerinde durmamaktır. Mü'min, kalbinde ve âzalarında ona yer vermemelidir. Kalpte yer vermesi, sevginin nefrete dönüşmesidir. Azalarda yer vermek ise, onun gereğince amel etmek demektir. Şeytan az bir hayalle bazı kere halk hakkındaki kötü zannı kalbe yerleştirir ve adama “bu senin zeki oluşundan, zihninin süratle intikal edişinden dolayı kalbinde meydana gelmiştir” vesvesesini ilka eder ve devamla şu vesveseyi verir: “Muhakkak mü'min Allah'ın nû-ruyla bakar! (Sen Allah'ın nûruyla bakarak bunu sezdin)”. Oysa böyle bir insan hakikatte şeytanın gururu ve meydana getirdiği karanlıkla bakıyordur.

Âdil bir kimsenin haber verip, senin zannının da o adil kimseyi tasdik etmesine gelince, sen burada mazur sayılırsın. Çünkü sen o âdil insanı yalanlarsan bu yalanlaman adalete karşı bir cinayettir; zira adaleti yalan zannetmiş olursun, bu da su-i zandır. Bu bakımdan herhangi birisine -yani ne haber veren âdil kimseye, ne de hakkında su-i zan yapılması gereken şahsa- su-i zan etmemeli ve ikisi hakkında da eşit bir şekilde düşünmelisin. İkisinin arasında düşmanlık, çekememezlik ve kindarlığın olup olmadığını araştırmak gerekir. Çünkü bunlardan dolayı da itham etmiş olabilir! Allah'ın nizâmı, âdil bir babanın evladı için şahitliği itham edilmek söz konusu olduğu için reddetmiştir. Düşman aleyhindeki şahitliği de reddetmiştir. Bu bakımdan sen böyle bir durumda duraklamalısın. Her ne kadar söyleyen adam adil olsa da onu ne yalanlamalı, ne de doğrulamalısın. Fakat nefsine “Bahsi edilen kişinin hali, benim yanımda, Allah'ın örtüsü altında bulunuyor. Onun işi benden örtülü ve olduğu gibi kaldı ve onun işinden bana hiçbir şey keşif olunmuş değildir” demelidir. Kişi bazen zahirde adaletli olur. Onunla gıybeti yapılanın arasında herhangi bir kin de söz konusu olmayabilir. Fakat halkın gıybetini yapmak, kötülüklerini belirtmek, bu zahirde adil görünen kişinin âdetinden olabilir. Dinleyen de onu âdil zanneder. Oysa o âdil değildir; zira başkasının gıybetini yapan bir kimse fâsıktır. Eğer gıybet onun âdetinden ise şahitliği reddedilir. Ancak halk arasında gıybet yapmak âdet olduğundan dolayı gıybet hususunda gevşeklik gösteriyorlar. Halkın aleyhinde bulunmaya pek aldırış etmiyorlar.

Ne zaman bir müslüman hakkında kalbine bir kötülük gelirse, o müslümanı daha fazla gözetmen ve durumunu sorman uygun olur. Ona hayırla dua etmen daha münâsib olur. Çünkü böyle yapman şeytanı kızdırır ve senden uzaklaştırır. Bir daha da şeytan senin kalbine kötü zannı ilka edemez. Çünkü senin dua etmekle ve hakkında kötü zan yapılmak istenen adamın hakkına daha fazla riayet etmekle meşgul olmandan korkar.

Müslümanın hatasını açık bir delille bildiğinde, gizlice kendisine nasihatta bulun. Sakın şeytan seni aldatıp o adamın gıybetini yapmaya sürüklemesin. O adama nasihat yaptığında, onun o eksikliğini bildiğine sevinerek nasihat yapma! Çünkü böyle bir sevinç, onun sana tâzim gözüyle, senin de ona hakaret gözüyle bakmandan ve kendini ondan üstün tutmandan kaynaklanır. Senin bu nasihattan maksadın onu günahtan kurtarmak olmalıdır. Bunu yaparken, dinin hakkında bir eksikliğin olduğunda nefsin için üzüldüğün gibi onun için de üzülerek yapmalısın ve yine adamcağızın o günahı nasihatinin tesiri olmaksızın bırakması, nasihatinin tesiriyle bırakmasından sence daha sevimli olmalıdır. Sen bunları yaptığın takdirde nasihat, musibetten dolayı üzülmek ve müslüman kardeşine din hususunda yardım etmek ecirlerini bir arada toplamış olursun. Su-i zannın semerelerinden biri de merakla araştırmaktır; zira kalp, su-i zanla kanaat getirmeyerek tedkik ve tahkik ister. Bu bakımdan hakkında su-i zan yapılan adamın durumunu araştırmakla meşgul olur. Bu da yasaklanmıştır. Nitekim Allah Teâlâ “…Birbirinizin kusurunu araştırmayın...” (Hucurât 12) buyurmuştur. Bu bakımdan gıybet, su-i zan ve araştırmak aynı ayette yasaklanmışlardır.

Tecessüss'ün mânâsı, Allah(cc)'ın kullarını Allah(cc)'ın örtüsü altında bırakmamak, onların gizli taraflarını öğrenmeye çalışmak ve üzerlerine gerilen örtüyü yırtmaktır. Oysaki kendisinde gizli olsaydı kalbi ve dini için daha selâmetli olurdu.

Gıybeti Ruhsatlı Kılan Özürler

Başkasının kötü taraflarını belirtmeyi ruhsatlı kılan şey, şer'an sıhhatli ve doğru bir hedeftir ki ona ancak gıybet yapmak sûretiyle varmak mümkün olur. Bu bakımdan bu durum, gıybetin günahını ortadan kaldırır. Gıybeti ruhsatlı kılan özürler altı tanedir:

Birincisi: Zulümden şikayet etmektir; zira bir idareciye zulmü haber veren, hıyâneti söyleyen, hasmının rüşvet aldığını haber veren bir kimse -eğer mazlum / ilk elden tanık değil veya adil bir haberciden duymadıysa- gıybet yapmış ve isyan etmiş bir kimse olur. Kadı(idareci) tarafından zulme uğrayan bir kimse ise, kadı(idareci)'nın üstünde bulunan yöneticiye gidip şikayet eder ve kadı(idareci)'nın zulmettiğini söyler; zira bu kimsenin hakkının alınması ancak bu gıybeti yapmak sûretiyle mümkün olur. Nitekim bu konuda Hz. Peygamber (sav)’den şu hadisi şerifler rivayet edilmiştir :

“Muhakkak ki hak sahibi olan alacaklı için söz söyleme yetkisi vardır.” (Müslim 1601, Buhârî 2390)

“Zengin bir kimsenin borcunu geciktirmesi zulümdür.” (Müslim 1564 , Buhârî 2400 )

“Varlıklının (borcunu) geciktirmesi, hem cezalandırılmasını, hem de gıybetinin yapılmasını helâl kılar.” (Ebu Dâvud 3628 , Nesâî 4689, İbn Mâce 2427)

İkincisi: Dinen münker ve yasak olanı engellemek, âsî bir kimseyi doğru yola çevirmektir. Nitekim rivayet ediliyor ki: “Hz. Ömer, Hz. Osman'ın yanından geçti. (Bazıları da 'Hz. Talha'nın yanından geçti' demişlerdir). Osman'a selâm verdi. Hz. Osman (nefsiyle meşgul olduğu için selamı duymadığından) Hz. Ömer'in (ra) selâmına karşılık vermedi. Bunun üzerine Ömer, Hz. Ebubekir'e giderek durumu anlattı. Hz. Ebubekir(ra), durumu düzeltmek için Hz. Osman'a geldi” ve Hz. Ömer'in bu sözünü gıybet saymadılar. Yine bunun gibi Hz. Ömer(ra)'in kulağına Ebu Cendel (ra)'in Şam'da içki içtiği haberi geldiğinde Ebu Cendel'e şu mektubu yazdı:

Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle başlarım! “Hâ, Mim! Bu Kitap mutlak galip, hakkıyla bilen, günahı bağışlayan, tevbeyi kabul eden, azabı çetin, lütuf sahibi Allah tarafından indirilmiştir. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur, dönüş ancak O’nadır.” (Mü'min 1-3)

Hz. Ömer'in bu mektubu üzerine Ebu Cendel tevbe etti ve Hz. Ömer, bu haberi kendisine ulaştıranı gıybet yapmış kabul etmedi. Çünkü bu haberi Hz. Ömer'e ulaştıranın maksadı, Hz. Ömer'in Ebu Cendel'in bu yaptığını ortadan kaldırması içindir. Hz.Ömer'in Ebu Cendel’e yapacağı nasihatin, başkası tarafından yapılan nasihattan daha tesirli ve faydalı olacağını umdu. Bunun mübah olması, sıhhatli ve doğru bir maksadla olmasındandır. Eğer bu sıhhatli maksad ortada mevcud değilse, böyle söylemek haram olur.

Üçüncüsü: Fetva istemektir. Nitekim müftüye der ki: 'Babam veya hanımım veya kardeşim bana zulmetti! Bu zulümden kurtulmanın yolu nedir?' Bu hususta en sağlamı, târiz yoluyla sormaktır. Meselâ şöyle demelidir: 'Babası veya kardeşi veya hanımı kendisine zulmeden bir adam hakkında ne dersiniz?' Fakat bu miktarın tayini mübahtır. Çünkü Utbe'nin kızı Hind'den (rah) rivayet edildiğine göre, Hz. Peygambere(sav) şöyle demiştir: 'Kocam Ebu Süfyan çok cimri bir kimsedir. Bana ve çocuğuma yetecek kadar nafaka vermiyor. Acaba onun haberi olmaksızın onun malından alabilir miyim?'

Hz. Peygamber cevap olarak şöyle buyurmuştur: 'Normal olarak sana ve çocuğuna yetecek kadarını al'.( Müslim 1714, Buhârî 2211)

İşte Hind, Ebu Süfyân'ın cimriliğini, kendisine ve çocuğuna zulmettiğini belirtti. Buna rağmen Hz. Peygamber, onu bu gıybeti yapmaktan menetmedi. Çünkü onun maksadı fetva istemekti.

Dördüncüsü: Müslümanı şerden korumaktır. Bu bakımdan bid'atçı veya fâsığın bid'atının ona sirayet edeceğinden korktuğun zaman, o fâsık ve bid'atçı kimsenin fısk ve bid'atını bir fakîh'e açıklayabilirsin. Eğer seni, bunu açıklamaya teşvik eden, bid'at ve fıskın sirayet etme korkusundan başka bir hedef değilse, açıklayabilirsin; zira burası, aldanma yeridir. Çünkü bazen o adama kızmak, insanoğlunu bu açıklamaya teşvik edebilir. Bir davada şahidleri temize çıkaran bir kimseye de şahidin halinden sorulduğu zaman, eğer şahidin kusurunu biliyorsa, onun kusurunu söylemek suretiyle aleyhinde bulunabilir. Evlenmek hususunda kendisiyle istişare edilen veya emaneti bırakmak hususunda kendisine danışılan bir kimse de böyledir. Müsteşar, istişare yapana gıybet maksadıyla değil, nasihat maksadıyla bildiklerini söyleyebilir. Eğer istişare eden, kişinin sadece “Bu sana yararlı değildir” sözüyle o evlenmeyi bırakacağını biliyorsa, öyle söylemek, tafsilâta geçmemek farzdır ve bu kadar söylemek yeterlidir. Eğer ancak açıkça ayıbını söylemek sûretiyle evlenmeyi bırakacağını biliyorsa, o vakit açıkça söylemek yetkisine sahiptir; zira Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Siz fâcir kimseyi belirtmekten korkar mısınız, çekinir misiniz? (Hayır çekinmeyin!) Halk kendisini tanısın diye maskesini yırtınız. Halk ondan sakınsın diye onda bulunan kusurları soyleyin.” (el-Beyhakî, es-Sunenu’l-Kubrâ, 10/354, no: 20914)

Selef-i Sâlihîn derler ki: Üç sınıf vardır, onların gıybeti yoktur, onların gıybetinden günah gelmez:

1.Zâlim idareci, 2.Bid'atçı kimse, 3.Fıskını açıklayan fâsık.

Beşincisi: İnsanın, ayıbını belirten ve kendisinin de rahatsızlık duymadığı bir lâkab ile maruf olmasıdır. Topal, kel, kör gibi. Bu bakımdan bir konuyu aktarırken Topal, kel, kör falanca söyledi demende ve buna bezer ibareleri kullanmakta günah yoktur. Âlimler, bunu tarif etmenin zaruri olması sebebiyle böyle yapmışlardır. Eğer bundan sakınmak ve başka bir ibâre ile tarif etmek imkânı varsa, onu kullanmak daha evlâdır .

Altıncısı: Gıybeti yapılanın, fâsıklığını açıkça yapmasıdır. Kadınımsı giyinen, kadın gibi hareket eden, meyhane açan, açıkça içki içen ve halkın malını gasbeden bir kimse gibi… Aynı zamanda bu kimse böyle şeyleri kendisine bu lâkabların takılacağından çekinmeksizin açıktan açığa yapıyor, kendisini bu sıfatlarla anmaktan iğrenmiyorsa, açıktan işlemiş olduğu bir sıfatı kendisine atfettiğin zaman günahkâr olmazsın. Nitekim Hz. Peygamber(sav) şöyle buyurmuştur: “Kim hayâ perdesini yüzünden atmışsa, onun gıybeti yoktur.” (Musnedu’ş-Şihâb, 1/263, no: 426; el-Beyhakî, es-Sunenu’l-Kubrâ, 10/354, no: 20915.)

Gıybetin Kefareti   

Gıybeti yapana farz olan, pişman olmak, tevbe etmek ve yaptıklarından dolayı üzülmektir ki böyle yapmakla Allah'ın hakkını ödemiş olsun! Sonra gidip gıybetini yaptığı kimseye kendisini helâl ettirmelidir ki o da helâl ederse, ona yapmış olduğu zulmün cezasından kurtulur. Gıybetini yaptığı adamdan helâllik istediği zaman mahzun, üzgün ve yaptığından dolayı pişman olmalıdır. Çünkü riyâkâr bir kimse bazen gıybetini yaptığı kimseden, muttakî olduğunu göstermek için helâllik ister. Oysa içinde gıybetten dolayı pişmanlık diye bir şey yoktur. Böylece ikinci bir günah işlemiş olur!

Hasan Basrî şöyle demiştir: 'Gıybetçiye, helâllik istemek değil Allah(cc)'tan günahının affını istemek kâfi gelir. Bunun yeterli olduğuna Enes b. Mâlik(ra)'ten rivayet edilen hadîsle istidlâl edilir. Enes (ra) Hz. Peygamber(sav)'in şöyle buyurduğunu rivayet eder: “Gıybetini yapmış olduğun kimsenin gıybetinin kefareti, onun için istiğfar edip, af talep etmendir.” (İbn Ebî Dünya,ibn Adiyy zayıf hadis ) Mücahid şöyle demiştir: 'Kardeşinin etini yemenin kefareti, onu övmen, hayırla kendisine dua etmendir'.

Atâ b. Ebî Rebah'a 'gıybetten tevbe etmek' hakkında soruldu. Dedi ki: "Gıybetten tevbe etmek, gıybetini yapmış olduğun arkadaşına gitmen ve ona 'Ben söylediğimde yalan söyledim. Sana zulmettim ve su-i edebde bulundum. İstersen hakkını benden alabilirsin ve istersen beni affedersin' demendir.

Atâ'nın bu fetvası daha sağlamdır. İtirazcının “Gıybetin karşılığı yoktur. Bu bakımdan gıybetten dolayı helâllik istemek farz değildir. Mal ise tam bunun hilâfınadır” demesine gelince, onun bu sözü zayıf bir sözdür; zira başkasının haysiyet ve mürüvvetine saldırana iftira cezasının tatbik edilmesi farzdır ve bu kimsenin yakasına yapışılır. Sahih bir hadîste, Hz. Peygamber'den şöyle söylediği rivayet edilmiştir:

“Kimin yanında müslüman kardeşinin haysiyet ve şerefi veya malı hususunda bir zulüm varsa, o kimse, kendisinde dinar ve dirhem (para) bulunmayan bir gün gelmezden önce gidip o kardeşinden helâllik istemelidir. Çünkü o günde sadece onun hasenât ve sevabından alınır, gıybeti yapılana verilir. Eğer sevabı yoksa arkadaşının günahları alınır, kendisinin günahlarına eklenir.”( Buhârî 6534)

Bu bakımdan eğer gıybetçinin imkânı varsa, helâllik istemesi lâzımdır. Eğer gıybeti yapılan şahıs ortada yok veya ölü ise, en uygunu onun için af talep etmesi, duada bulunması ve onun nâmına hayırlar yapmasıdır.

Eğer “Acaba helâl etmek farz mıdır?” dersen, cevap olarak derim ki: Hayır! Farz değildir. Çünkü başkasına hakkını helâl etmek teberrudur. Teberru ise farz değil, fazilettir. Fakat buna rağmen helâl etmek güzeldir. Özür dilemenin yolu, karşısındakini mübalâğalı bir şekilde övmek, ona kendisini sevdirmektir. Onun kalbini hoşnut edinceye kadar bu şekilde arkasını bırakmamaktır. Eğer buna rağmen kalbi hoş olmazsa özür dilemesi ve sevgi göstermesi, defterine yazılacak bir hasene olur. O hasene kıyamet gününde, gıybet kötülüğünün karşılığı olur.

Hz. Peygamberin şu hadîs-i şerifinin mânâsı nedir ve o gıybetini nasıl sadaka olarak verirdi?

“Sizden biriniz, Ebu Damdam gibi olmaktan aciz midir? Ebu Damdam evinden çıktığı zaman şöyle derdi: 'Ey Allahım! Ben gıybetimi yapmayı halk için sadaka olarak verdim (hakkımı helâl ettim).” (Bezzar,  İbn Sinnî,  Ukaylî zayıf hadis)

Kısaca gıybetçiyi affetmek daha faziletlidir. Nitekim Hasan Basrî şöyle demiştir: "Ümmetler kıyamet gününde, Allah'ın huzurunda diz çöktükleri zaman 'Kimin Allah nezdinde ecri varsa ayağa kalksın!' denir. O zaman sadece dünyada halkı affedenler ayağa kalkarlar". Nitekim Allah (cc) şöyle buyurmuştur: “(Resûlüm!) Sen af yolunu tut, iyiliği emret ve cahillerden yüz çevir.” (A'raf 199)

Hz. Peygamber (sav) de şöyle buyurmuştur: “Ey Cebrâil! Ayetteki af ne demektir?
Cebrâil şöyle demiştir: Muhakkak Allah sana zulmedeni affetmeni emrediyor. Sıla-yı rahmi kesen akrabana sıla-yı rahim yapmanı ve seni mahrum edeni mahrum etmeyip vermeni emrediyor.”( Ebu Nuaym )

Bir şahıs Hasan Basrî'ye 'Filân adam senin gıybetini yaptı!' dedi. Bunun üzerine Hasan, bir tabak yaş hurma doldurarak o adama gönderdi ve şöyle dedi: 'Kulağıma geldiğine göre sen hasenât ve sevabından bana hediye etmişsin. Ben de o hediyene karşılık sana bu hurmaları hediye etmek istedim. Beni mâzur gör! Çünkü senin hediyene tam olarak karşılık vermeye kudretim yok!

3. DİLLE İŞLENEN CİNAYET: İFTİRA

Hadislerle İslam adlı eserde bu konuda aşağıdaki açıklamalara yer verilmiştir:

İslâm ahlâkında ilke olarak insanlar aleyhinde onları kötüleyici ve incitici mahiyetteki her türlü konuşma ve gıybet yasaktır. Birinin aleyhinde yapılan konuşmanın gerçeğe dayanması, onu gıybet olmaktan çıkarmaz. Nitekim Resûl-i Ekrem(sav), “Gıybetin ne olduğunu biliyor musunuz?” diye sormuş; ashâb, “Allah ve Resûlü daha iyi bilir.” deyince, “Kardeşini hoşlanmadığı bir şeyle anmandır.” buyurmuştur. “Söylediğim şey kardeşimde bulunan bir özellik ise ne buyurursunuz?” diye sorulunca Hz. Peygamber(sav), “Söylediğin şey onda varsa onun hakkında gıybet etmişsindir. Ama eğer yoksa ona iftira etmiş olursun.” cevabını vermiştir. (Müslim, Birr, 70 ) Buna göre iftira, yalandan bir parça olmakla birlikte ondan ve gıybetten farklıdır. Zira her iftira yalandır, fakat her yalan iftira değildir.

Allah (cc,)  Nûr suresinde geçen, “Eğer dünyada ve ahirette Allah’ın lütuf ve merhameti üstünüzde olmasaydı, içine daldığınız bu iftiradan dolayı size mutlaka büyük bir azap isabet ederdi. Çünkü siz bu iftirayı, dilden dile birbirinize aktarıyor, hakkında bilgi sahibi olmadığınız şeyi ağızlarınızda geveleyip duruyorsunuz. Bunun önemsiz olduğunu sanıyorsunuz. Halbuki bu, Allah katında çok büyük (bir suç) tur. Onu duyduğunuzda: «Bunu konuşup yaymamız bize yakışmaz. Hâşâ! Bu, çok büyük bir iftiradır» demeli değil miydiniz? (Nûr 14-16) ayeti kerimelerle iftiranın kendi katındaki önemini, iftiracının cezasını ve bu cezadan korunması için mü’minlerin nasıl davranması gerektiğini açıkça belirtmektedir.

Hz. Peygamber(sav) de bir hadisi şerifinde, “Kişinin haksız yere bir Müslüman’ın şeref ve namusuna dil uzatması, büyük günahların en büyüklerindendir.” (Ebû Dâvûd, Edeb 35) buyurarak İslam adına  konunun ne kadar önemli olduğunu bildirmiştir.

İftira, toplum hayatını dinamitleyen, dostlukları bitiren, yuva kurmaya engel olan, kurulmuş yuvaları yıkan, aile facialarına yol açan; insanların işlerini, itibarlarını, istikballerini, hatta bazen hayatlarını kaybetmelerine sebep olabilen çok kötü bir davranıştır. İftira sonucunda insanlar arasındaki sevgi ve saygı azalır, kin ve nefret duygusu çoğalır, toplumsal problemler baş gösterir.

Hadislerinde genel olarak doğruluk, dürüstlük, adalet, iyilik ve hüsn-i zannı emreden; yalancılık, haksızlık ve sû-i zan gibi kötülükleri yasaklayan Sevgili Nebî, Müslümanları sosyal bir hastalık olan iftira konusunda uyarmış; bilhassa İslâm’a yeni giren erkek ve kadınlarla biatleşirken, içtimaî ve siyasî önemi bulunan prensipler yanında, iftira etmemek üzere de söz almıştır.

İslâm, iftirayı yasaklamakla kalmamış, onu engellemek için bazı önlemler de almıştır. Buna göre insanların ayıp ve kusurlarını araştırmak, evleri gözetlemek, karşı cinsten yabancı kimselerle baş başa kalmak, evlere izin almadan girmek yasaklanmıştır. Bu ve benzeri uyarılar, bireyin kişiliğini ve saygınlığını korumaya ve muhtemel iftira ve dedikoduları önlemeye yönelik alınmış tedbirlerdir.

İslâm, masum insanların iffet, şeref ve haysiyetlerini korumak için özellikle zina iftirası atanları cezalandırmak suretiyle bu kötü davranışın önüne geçmeyi hedeflemiştir. Bunun için zina suçlamasının ancak dört şahidin bizzat ve çok net tanıklığı ile olması gerektiğini bildirmiştir. Dört şahit ile ispatlanamayan zina suçlamasının iftira olacağını belirtip, bu iftirayı atanlara da seksen sopa cezası uygulanacağını ve iftirası sabit olanların şahitliklerinin bir daha kabul edilmeyeceğini açıklamıştır. Bütün bunlar, insanların kişilik haklarını korumak, insanlar hakkında gelişigüzel laf üretilmesine mani olmak ve iftiraların önüne set çekmek içindir.

Namusa atılan iftira, sadece iftiraya uğrayana değil, onun yakın ve uzak çevresine de zarar verir ve şahsiyetlerini rencide eder. Bundan da öte, iftira edilen kimse hakkında sû-i zan beslenmesine, bazen de cinayetle sonuçlanan aşırı tepkilere sebep olabilir. Nitekim suçsuz olduğu hâlde iftiraya kurban giden kimselerle ilgili haberler, bu hakikati gözler önüne sermektedir. Bu itibarla iftira hastalığına yakalananların bu gerçeği göz ardı etmemeleri ve empati kurarak kendilerine atıldığında asla kabul etmeyecekleri bir iftirayı başkalarına atmamaları gerekir. Zira Allah Resûlü (sav), kişinin ancak kendisi için istediği şeyleri başkası için de istemesini öğütlemekte, dolayısıyla kendisi için istemediğini mümin kardeşine de yakıştırmaması gerektiğini belirtmektedir.

Ayrıca, “Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi ondan sorumludur.” (İsrâ 36) buyurarak asılsız olması muhtemel haberlerin peşine düşüp bunlara doğruymuş gibi ilgi göstermeyi yasaklamış, fâsık bir kimsenin taşıdığı habere inanmadan önce araştırma yapılmasını emretmiştir. Allah Resûlü de, “Kişiye, işittiği her şeyi anlatması yalan olarak yeter!” (Müslim, Mukaddime, 5) buyurarak ortalıkta dolaşan her söze itibar edilmemesi ve duyulan her sözün anlatılmaması gereğine işaret etmiştir. İftira ve benzeri kötü davranışlara tepki göstermek, hem iftira edilenin haysiyetini korumak hem de olabilecek iftiraların önüne geçmek bakımından önemlidir. Aksi takdirde kötülüklerin önünü almak mümkün olmayabilir.

İftira sadece namusa yönelik değil, insan şahsiyetini rencide edecek duygu ve davranışlara yönelik de yapılabilmektedir. Evlilik ilişkileri bozulan eşler ve aileler, birbirleri aleyhine yalan, iftira, suç isnadı, dedikodu gibi pek çok olumsuz söz ve davranış sergileyebilmektedirler. Hâlbuki İslâm, iftiranın ve dedikodunun bütün çeşitlerini yasaklamış ve bunun maddî ve mânevî sorumluluk gerektirdiğini bildirmiştir.

Günümüzde özellikle siyaset, sanat, spor ve magazin dünyasındaki insanlar, rekabet duygusu, çekememezlik, kıskançlık gibi sebeplerle birbirleri aleyhine çeşitli iftira, itham ve karalamalar yapmakta, evrensel ahlâk kurallarını ihlâl etmektedirler. Namus, iffet, haysiyet, hırsızlık, zimmet, rüşvet ve yalan üzerine yapılan bu iftiralar, belli bir çevreyle sınırlı kalmamakta, basın ve yayın yoluyla bazen uluslararası düzeye kadar ulaşabilmektedir. Oysa bir iftira ne kadar çok yayılırsa, iftiracının sorumluluğu ve günahı da o nispette artmış olur.

Haset duygusuna kapılanlar, genellikle kendilerine rakip olarak gördükleri kimseleri küçük düşürmek için iftiraya başvururlar. Oysa haset, öncelikle haset eden kimseye zarar verir. Bundan dolayı Yüce Allah(cc), “hasetçinin şerrinden kendisine sığınılmasını” öğütlemiştir. Bunun tedavisi, kişinin içinde bulunduğu duruma razı olup hâline şükretmesidir. Her nimetin herkeste mevcut olması mümkün olmadığına ve dünya hayatı bir imtihan yeri olduğuna göre kişi, Allah(cc)’ın insanlar için takdir ettiği konuma rıza gösterip sabretmeli, mevcut nimetlerin kıymetini bilmelidir.

Bazı iftiralar ise, zanna dayalı olarak üretilmektedir. Zan ise, kesin bilgi olmadan tahminde bulunmak ve buna dayanarak hüküm vermek demektir. Yüce Allah müminleri zandan sakındırmış ve bir kısım zanların günah olduğunu bildirmiştir. Burada kendisinden uzak durulması istenen ve günah olduğu bildirilen zan, sû-i zandır. Hz. Peygamber de aynı şekilde, “Zandan sakının. Çünkü zan sözün en yalanıdır.” (Buhârî, Edeb, 58) buyurarak, müminleri sû-i zan ve iftiradan sakındırmıştır.

Diğer bir konu da Müslümanların inançları ile ilgili olarak birbirlerine yönelttikleri değil ağza almak kalpten bile geçirilmemesi gereken ve maalesef ümmetin birlik ve dirliğine zarar veren ciddi suçlamalardır. Özellikle günümüz dünyasında çok yaygın olan bu durumla ilgili , “Bir mümini kâfirlikle suçlayan, onu öldürmüş gibidir.” (B6047 Buhârî, Edeb, 44) buyuran Allah Resûlü(sav) müminlere şu uyarıda da bulunmuştur: “Hiç kimse başka bir kimseyi fâsıklıkla suçlamasın ve onu küfürle itham etmesin. Eğer itham ettiği kimse dediği gibi değilse, bu sıfatlar muhakkak itham edene döner.” (B6045 Buhârî, Edeb, 44; Tirmizî, Îmân, 16) Müslümanları küfürle veya münafıklıkla itham etmek, İslâm ahlâkıyla bağdaşmadığı gibi, toplumda huzursuzluğa ve kamplaşmalara sebep olabilecek bir davranıştır. Müslüman’a yakışan, insanların inancıyla ilgili konuları Allah(cc)’a havale edip kendi kanaatinden hareketle kimseyi küfürle veya nifakla itham etmemektir.

Netice itibariyle iftira, hem ferdi hem de toplumu rahatsız eden, insanlar arasındaki sevgi bağlarını koparan, nefret ve düşmanlıklara sebebiyet veren büyük bir günahtır. İslâm, insan şahsiyetini rencide eden her türlü iftira, karalama, töhmet altında bırakma, çamur atma ve ithamı yasaklamış, özellikle zina iftirasında bulunanları, iddialarını dört şahitle ispatlayamamaları hâlinde cezalandırmak suretiyle insanların şeref ve haysiyetini korumayı hedeflemiştir. Mümine yakışan, böylesi büyük bir günahtan uzak durmak, söylenen her söze itibar etmemek, inanmamak ve iftiracılara tepki göstererek iftiranın yaygınlaşmasına mani olmaktır.(Hadislerle İslâm Cilt 3 Sayfa 462-467)

4. NEMİME (DEDİKODU)

İmam Gazali İhya-u Ulumiddin adlı eserinde bu konuda aşağıdaki açıklamaları yapmaktadır:

Huzeyfe"nin işittiğine göre, Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “(İnsanlar arasında) laf taşıyan (kattet, nemmam, kovucu)kişi cennete giremez.” (Buhârî, Edeb, 50; Müslim, Îmân, 168)

Ebu Hüreyre (r.a) Hz. Peygamber(sav)'in şöyle söylediğini rivayet eder: “Allah nezdinde en sevimliniz, ahlâken en güzel olanlarınızdır. O kimseler ki kanatlarını gererler, severler ve sevilirler. Sizin Allah nezdinde en sevimsiz olanlarınız, söz gezdirenleriniz, kardeşlerin arasını ayıranlarınız, mâsum kimselerin hatalarını araştıranlarınızdır.” (Taberânî Mucemul Evsat 7/350)

Ebu Hüreyre Hz. Peygamber'in (sav) şöyle söylediğini rivayet eder: 'Kim bir müslümanın aleyhinde o müslümanın hak etmediği bir şahidlikte bulunursa, o kimse ateşte yerini hazırlasın'. (İmam Ahmed 2/509)

Nemimenin Tarifi ve Reddedilmesi Gereken Kısmı

Nemime ismi, en çok başkasının sözünü, aleyhinde konuşulan kişiye haber veren kimse için kullanılır. Nitekim 'Filân adam senin hakkında şöyle dedi' dersin. Oysa nemimenin tarifi şudur: Açıklanması hoş görülmeyen şeyi açıklamak. Bu açıklama ister söyleyenin hoşuna gitmesin, ister hakkında söylenenin hoşuna gitmesin, isterse üçüncü bir şahsın hoşuna gitmesin fark etmez. Bu açıklama ister sözle, ister yazıyla, isterse işaret veya îma ile olsun, nakledilen ister amellerden, ister sözlerden, ister kendisinde olan bir eksiklik veya bir ayıp olsun veya olmasın. Bütün bunlar nemimenin tarifine dahildirler.

Nemimenin hakikati, sırrı ifşa etmek, açıklanmasından hoşlanılmayan bir şeyin yüzünden perdeyi yırtıp kaldırmaktır. İnsanoğlunun görüp hoşuna gitmediği durumlarda susması uygundur. Ancak söylemesinde bir müslümanın faydası veya bir günahın ortadan kaldırılması söz konusu olan bir hâl bu söylediğimizin dışındadır. Meselâ başkasının malını aşıran bir kimseyi görmek gibi... Bu takdirde bu hususta şahidlik yapması, müslümanın hakkını gözetmek bakımından kendisine gereklidir. Fakat kişinin kendi nefsine ait olan bir malı gizlediğini gördüğü zaman, bunu söylerse nemime ve sırrı ifşa etmek olur. Eğer başkasına söylediği şey, kendisinden hikâye ettiği insanda o bir ayıp ve eksiklik ise, bu takdirde gıybet ile nemimeyi bir araya getirmiş olur. Yani hem gıybetçi, hem de kovucu olur. Bu bakımdan, insanoğlunu kovuculuğa teşvik eden, ya kovuculuğu yapılan insana karşı bir kötülüktür veya kendisine haber götürülenin sevgisini kazanmak veya bâtıl ve fuzulî konuşmalara dalmaktır. Kime kovucu tarafından bir söz getirilirse 'filan adam senin hakkında şöyle dedi' veya 'şöyle yaptı' veya 'filân adam senin işini bozmak için şu tedbiri aldı' veya 'düşmanına şu yardımda bulundu' veya 'halini şu şekilde çirkin gösterdi' veya benzeri bir tabir söylendiği zaman kendisine altı vazife düşer:

Birincisi, kovuculuğu doğrulamamasıdır. Çünkü kovucu fâsıktır. Fâsığın ise şahidliği kabul edilmez. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Ey iman edenler! Eğer bir fâsık size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz.” (Hucurât 6)

İkincisi, kovucuyu kovuculuktan menetmesi, nasihat yapması ve fiilinin çirkin olduğunu kendisine söylemesidir. Nitekim Allah (cc) şöyle buyurmuştur: “iyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış!” (Lokman 17)

Üçüncüsü, Allah (cc) için kovucudan nefret etmesidir. Çünkü kovucu, Allah(cc) nezdinde nefret edilen bir kimsedir. Bu bakımdan Allah'ın buğzettiği bir kimseye buğzetmesi lâzımdır.

Dördüncüsü, ortada olmayan kardeşi hakkında su-i zan etmemesidir. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “ Ey iman edenler! Zannın çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır.”          (Hucurât 12)

 

Beşincisi, kovucunun sana söylediği sözler seni bir müslüman hakkında casusluk yapmaya, onun gizli taraflarını -kovucu acaba doğru mu söylüyor, yalan mı söylüyor diye- araştırmaya sevk etmemelidir. Çünkü Allah Teâlâ  Birbirinizin kusurunu araştırmayın.' (Hucurât 12) buyurmaktadır.

 

Altıncısı, kovucuya yasakladığın şeye kendi nefsin için de razı olmamalısın. Onun kovuculuğunu hikaye etmemeli, 'filân adam bana şöyle dedi' deyip kovucu ve gıybetçi olmamalısın. Oysa sen kovucuyu böyle yapmaktan daha önce menetmiştin.

Rivayet ediliyor ki, bir adam Ömer b. Abdülaziz'in huzuruna girdi ve başka bir kişiden Ömer'e bir şeyler nakletti. Bunun üzerine Ömer kendisine "Eğer dilersen senin durumunu tedkik ederiz. Tedkik neticesinde yalancı çıkarsan şu âyetin mefhumuna dahil olmuş olursun: Ey iman edenler! Eğer bir fâsık size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın.' (Hucurât 6) Eğer doğru isen, o zaman şu ayetin kapsamına girmiş olursun: ‘daima kusur arayıp kınayan, durmadan lâf götürüp getiren’ (Kalem 11) Eğer dilersen tedkik etmezden önce seni affedelim!' dedi. Kişi 'Ey mü'minlerin emiri! Beni affet! 'Bir daha böyle bir hata işlemeyeceğime söz veriyorum' dedi.

Hasan Basrî şöyle demiştir: “Sana başkasının sözünü nakletmek sûretiyle kovuculuk yapan, mutlaka seni de başkasına ihbar eder.”

Biri şöyle demiştir: 'Kovuculuk; yalan, hased ve nifak üzerine kurulmuş bir binadır. Bunlar ise zulmün sacayaklarıdır. Kısacası kovuculuğun şerri çok büyüktür. Ondan korunmak gerekir.

Hammad b. Seleme şöyle anlatıyor: 'Bir kimse kölesini satılığa çıkardı. Alıcıya dedi ki: 'Kölemde kovuculuktan başka bir ayıp yoktur! Alıcı 'Ben bu ayıba razı oldum' dedi ve köleyi satın aldı. Köle birkaç gün yeni efendisinin yanında kaldıktan sonra efendisinin hanımına dedi ki: 'Efendim seni sevmiyor ve senin üzerine câriye getirmek istiyor. Bu bakımdan usturayı al da uyuduğu zaman ensesinden birkaç kıl kes ki o kıllar üzerine sihir yapayım da sana bağlı kalıp seni sevsin'. Sonra gidip efendisine dedi ki: 'Senin hanımın dost tutmuştur ve seni öldürmek istiyor. Kendini uyumuş gibi göster ve bunu gözünle gör!' Adam kendisini uyur gibi gösterdi. Kadın ustura ile kılları kesmek için geldi. Adam, karısı gerçekten kendisini öldürmek istiyor zannetti. Kalkıp kadını öldürdü. Sonra kadının ailesi geldi adamı öldürdüler. Böylece iki kabile arasına savaş girdi.

İki Hasımın Arasına Girip, İki Yüzlülükle Herkesin Arzusuna Göre Konuşmak

Selef, iki ayrı kişi ile iki ayrı yüzle görüşmenin münafıklık olduğunda ittifak etmişlerdir. Münafıklığın birçok alâmetleri vardır. İşte bu da o alâmetlerden biridir.

Hz. Peygamber'in (sav) şöyle buyurduğunu rivayet edilir: “Kimin dünyada iki yüzü varsa, kıyamet gününde o kimse için ateşten iki dil olur.” ( Ebu Dâvud 4873)

Eğer 'Kişi ne ile iki dilli olur ve bunun sınırı ve tarifi nedir?' diyecek olursan derim ki iki düşmanın huzuruna girip her birinin isteğine göre hareket ettiği zaman eğer yapmış olduğu hareket doğru ise münafıklık değildir, iki dilli sayılmaz. Çünkü herhangi bir kimse iki düşmanla da aynı zamanda dostluk yapabilir. Fakat arkadaşlık hududuna varmayacak kadar zayıf bir dostluk... Zira eğer kişinin onlarla dostlukları tahakkuk etseydi, bu dostluk, düşmanının düşmanı olmasını gerektirirdi. Eğer onların her birinin konuşmasını diğerine naklederse, o vakit ikiyüzlüdür. Bu ise, kovuculuktan daha şerli olur; zira insan bir tek tarafın konuşmasını nakletmek sûretiyle kovucu olur. Bu bakımdan iki tarafın konuşmasını da birbirine naklederse, o zaman kovuculuktan daha şerir olur. Eğer söz nakletmez, her birinin diğerine karşı güttüğü düşmanlığı güzel görüp tasvip ederse ikiyüzlü sayılır. Yine ikisine de 'sana yardım edeceğim' va'dinde bulunursa, hüküm böyle olur. Düşmanlardan birini övüp huzurundan çıktıktan sonra kötülerse bu hareketi de ikiyüzlülük olur. En uygunu susmak ve düşmanların hak sahibi olanını övmektir ve onu gıyabında, huzurunda ve düşmanının karşısında da medhetmektir.

İbn Ömer'e şöyle denildi: “Biz yöneticilerimizin huzuruna giriyoruz. Orada konuşuyoruz. Çıktığımız zaman konuştuklarımızın aksini konuşuyoruz.”  İbn Ömer  “Biz Hz. Peygamber(sav)'in zamanında bunu münafıklık sayardık” dedi.

Ama kişi, bir zaruretten dolayı, böyle bir felâkete mâruz kalırsa, medh-u senâ yapmadığı takdirde de başına geleceklerden korkuyorsa mâzurdur. Çünkü şerden sakınmak caizdir. Hz. Âişe (ra) şöyle anlatır: “Bir kişi Hz. Peygamberden, içeri girmek için izin istedi. Hz. Peygamber şöyle dedi: “Ona izin verin! Aşiretin en kötü elçisidir o!”

Adam içeri geldiği zaman, Hz, Peygamber kendisiyle yumuşak konuştu. Çıkıp gittiği zaman Hz. Peygamber'e ‘Sen daha önce onun hakkında söylediğini söyledin. Sonra kendisiyle yumuşak konuştun. Bu nasıl olur?’ dedim. Cevap olarak şöyle buyurdu: “Ey Aişe! İnsanların en şeriri o kimsedir ki şerrinden korunmak için kendisine ikram edilir!” (Müslim 2591)

Fakat bu hadîs-i şerîf, karşılamak, yüze gülmek ve tebessüm etmek hakkında vârid olmuştur. Zâlimi övmek ise açık bir yalandır. Bu yalanı söylemek ancak bir zaruretten dolayı caiz olur veya zorlanıldığı zaman yalan söylemek mübah olur. Haksız yere idarecileri övmek, onların dediklerini tasdik etmek, bâtıl konuşmalarını tasdik bakımından baş sallamak caiz değildir. Eğer kişi bunu yaparsa münafıklık yapmış olur. Aksine reddetmesi gerekir, eğer kuvveti yoksa, kalbiyle inkâr etmesi gerekir.

 

 

 

5. ÖVMEK

Bazı durumlarda medh (övgü) yasaklanmıştır. Nitekim, Ebû Hüreyre(ra), “Resûlullah (sav), (dalkavukluğu âdet hâline getiren) övücülerin ağızlarına toprak saçmamızı (onlara engel olmamızı) emretti.” demiştir. (Tirmizî, Zühd, 54 )

Övmede altı âfet vardır. Dördü övende, ikisi övülendedir.

 

Öven Taraftaki Âfetler

Birincisi: Bazen ifrata kaçar ve ifrat onu yalana sürükler!

İkincisi: Bazen medhediciye riya galip gelir. Çünkü meddah, medihle sevgi gösterisinde bulunur. Oysa kalbinde sevgi yoktur ve söylediklerine inanmamaktadır. Bu bakımdan söyledikleriyle hem riyakâr, hem münafık olur.

Üçüncüsü: Meddah, bazen olmayan şeyleri söyler. Hem de o şeylerden haberdar olma imkânı olmadığı halde söyler. Hz. Peygamber (sav) ashâbıyla birlikte bulunduğu bir sırada o an orada bulunmayan bir adamdan söz edilmişti. Orada bulunanlardan biri söz konusu adamı gıyabında aşırı övünce Hz. Peygamber (sav), “Yazıklar olsun sana! Kardeşinin boynunu kestin!” buyurdu ve bu sözü üç kez tekrarladı. Sonra da şunları ekledi: “Sizden birisi illâ bir kimseyi methedecekse, "Gördüğüm kadarıyla filâncanın şöyle olduğunu sanıyorum. Ameline göre onu hesaba çekecek ise Allah’tır. Allah’ın karşısında hiç kimseyi temize çıkarıp aklayamam." desin. Bunu da o kimsenin hâlini öyle biliyorsa söylesin!” (Buhârî, Edeb, 95) Bu âfet, adamın 'O muttakîdir!', 'Verâ sahibidir', 'Zâhiddir', 'Hayırlıdır' ve benzeri delil gerektiren vasıfları söylemesi ile olur.Ama kişi 'Ben onu geceleyin namaz kılarken, sadaka verirken, haccederken gördüm' dediği zaman, bunlar kesin şeyler olduğu için sakınca yoktur.

Dördüncüsü: Övülen adam zâlim veya fâsık olduğu halde bazen övülmekten ötürü sevilir. Oysa böyle bir sevgiye meydan vermek caiz değildir. Nitekim Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:
“Fâsık bir kimse övüldüğü zaman Allah Teâlâ öfkelenir.” (Sehavi,El Mekasidül Hasene, 482 nolu hadis)

 

Övülen Taraftaki Âfetler

Birincisi: Övgü onda kibir ve gurur meydana getirir, kibir ve gurur ise helâk edicidirler.
İkincisi: Övüleni hayırla övdüğü zaman, bu övmeden sevinir, hayır yönünden gevşer ve nefsinden razı olur. Oysa nefsinden razı olan bir kimsenin çalışması azalır; zira nefsini kusurlu gören bir kimse ciddiyetle çalışmaya koyulur. Ama diller, adamın lehinde övgüler düzdükleri zaman, adam da hedefe vardığını zanneder (dolayısıyla gevşer!)

Eğer medh, medheden ile medhi yapılanın hakkında bu âfetlerden uzak olursa, o vakit medihte herhangi bir sakınca yoktur. Nitekim Allah Resûlü(sav), Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve daha pek çok sahâbî ve bazı kabileler  için iltifat içeren sözler söylemişti. Onlara iltifatlarını yaparken İslâm’ı yaşamaları, dinî gayretleri, İslâm’a, Müslümanlara ve kendisine yaptıkları yardımlardan dolayı herkesin bilip gördüğü eylemleri zikrederek yapmıştır. Bu, hayrı özendirmek, takdir edilen iyi davranışları ve davranış sahiplerini örnek göstermek anlamına gelmektedir. (Hadislerle İslâm Cilt 3 Sayfa 445)

Övülene Düşen Vazifeler

Övülen bir kimseye, kibir ve ucûbun âfetinden şiddetle sakınmak, övgüden dolayı ibadetlerde gevşeklik göstermekten şiddetle kaçınmak düşer. Övülen, ancak kendi nefsini tanıdığı takdirde bu vazifeyi yerine getirebilir. Sonucun tehlikesini düşündüğünde, riyanın inceliklerini, amellerin âfetlerini bildiğinde gerekeni yapabilir. Çünkü övülen zat, nefsi hakkında övenin bilmediklerini bilir. Eğer övene, övülenin bütün sırları belirseydi, onun kalbinden geçenler görünseydi, öven onu övmekten çekinecekti. Övülen bir kimseye, öveni tahkir etmek sûretiyle övgüden hoşlanmadığını belirtmek vazifesi düşer.

Sâlih kullardan birisi övüldü ve bu sâlih kul dedi ki: “Ey Allahım! Senin şu kulların beni tanımıyorlar. Oysa sen, beni tanıyorsun!”

Hz. Ali (ra), övüldüğü zaman şöyle demiştir: “Ey Allahım! Onların bilmediklerini benim için affet ve söylediklerinden dolayı beni sorumlu tutma! Beni onların zannettiğinden daha hayırlı kıl!”

Bir zat Hz. Ömer'i (ra) övdü, karşılık olarak Hz. Ömer(ra) ona şöyle dedi: “Sen hem beni, hem de kendi nefsini helâk etmek mi istiyorsun!”

Bir kimse Hz. Ali (ra)'yi yüzüne karşı övdü ve aynı zamanda Hz. Ali (ra)'nin kulağına, bu adamın aleyhinde konuştuğu haberi gelmişti. Cevap olarak Hz. Ali (ra) ona şöyle dedi: 'Senin dediğinin altında, nefsindekinin de üstündeyim!'

Konuşma Esnasındaki Hataların İnceliklerinden Gaflet Etmek

Allah ve onun sıfatlarıyla, dinî emirlerle ilgili olan hususlarda, lâfızları doğrultmaya, ancak fasih ve beliğ âlimler muktedir olurlar. O halde ilim ve fesahatta kusurlu olan bir kimsenin kelâmı hatalardan uzak değildir! Fakat Allah Teâlâ, onun cehaletinden dolayı kendisini affeder. Huzeyfe b. Yeman Hz. Peygamber'in (sav) şöyle buyurduğunu rivayet eder: “Sakın sizden bir kimse şöyle demesin: 'Allah'ın dilediği ve senin dilediğin,..' Fakat şöyle desin: 'Allah'ın dilediği, sonra senin dilediğin..”(Ebu Davud 4980, Nesâî 10821)

Bunun yasaklanma hikmeti şudur: Mutlak bir şekilde atıf yapmakta, ortaklık ve eşitlik vardır. Bu ise rububiyyet makamına gösterilmesi gereken hürmete zıt düşer.

İbn Abbas (ra) şöyle anlatır: 'Bir kişi Hz. Peygamber'e (sav) geldi. Bir iş için kendileriyle konuşarak dedi ki: 'Allah'ın ve senin dilediğin...' Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav), şöyle buyurmuştur: “Sen beni Allah ile eşit mi kılıyorsun? Yalnız Allah'ın dilediği de.” (Nesâî 10825, İbn Mâce 2117)

Bir kişi Hz. Peygamber'in yanında hutbe okuyarak dedi ki: 'Kim Allah'a ve O'nun Peygamber'ine itaat ederse o hidayete ermiştir. Kim onlara isyan ederse o dalâlete düşmüştür'. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav) o adama şöyle demesini emretti: “Kim Allah'a ve Peygamber'e isyan ederse o dalâlete düşmüştür. (Yani 'onlara' tabiri yerine 'Allah'a ve Rasûlü'ne' tabirini kullan ki akla eşitlik mânâsı gelmesin!)”(Müslim 870)

Görüldüğü gibi, Hz. Peygamber (sav) kişinin 'onlara' tabirini, eşitlik mânâsını ifade ettiği için çirkin görmüştür.
İbrahim Nehâî, 'Allah'a ve sana sığınıyorum' sözünü çirkin görürdü. 'Allah'a ve sonra sana sığınıyorum' demek ise caizdir. Şöyle demekte de mahzur yoktur: 'Eğer Allah, sonra filan olmasaydı... (şöyle olacaktı)'. Fakat 'Eğer Allah ve filan olmasaydı' demek caiz değildir.

Seleften biri şöyle demeyi çirkin görmüştür: 'Ey Allahım! Bizi ateşten azad eyle!' Bu sözü çirkin gören zat derdi ki: 'Azad etmek, ateşe girdikten sonra olur!' Oysa selef, ateşten korunurlar, 'Bizi ateşten koru ve (ateşten senin) rahmetine sığınıyoruz' derlerdi.

Bir zat şöyle dedi: 'Ey Allahım! Beni kendilerine Hz. Peygamber'in şefaati isabet edenlerden eyle!' Bunun üzerine Huzeyfe b. Yeman şöyle demiştir: 'Allah Teâlâ, mü'min kullarını Hz. Peygamberin şefaatinden müstağni kılmıştır. Onun şefaati ancak müslümanların günahkârlarınadır'.

İbn Abbas (ra)'tan şöyle rivayet edilir: "Muhakkak içinizden biri şirk koşar, hatta köpeği ile dahi şirke girer ve 'Eğer köpek olmasaydı bu gece malımız çalınacaktı' der".

Hz. Ömer Hz. Peygamber'in (sav) şöyle buyurduğunu rivayet eder: “Allah Teâlâ, sizi baba ve dedelerinizle yemin etmekten meneder. Bu şekilde yemin etmeyi yasaklar, Kim yemin etmek istiyorsa, Allah ile yemin etsin veya sussun!”( Buhârî 6647, Müslim 1646)

Bu söz ve benzeri sözler, konuşmaya dahil olanlardandır. Bunları saymakla bitirmek mümkün değildir. Kim bizim dil âletlerinden söylediklerimizin tamamını düşünürse anlar ki kişi dilini serbest bıraktığı takdirde hatadan selim kalmaz ve bunu böyle düşündüğü anda Hz. Peygamber'in (sav) 'Susan kurtulmuştur' hadîs-i şerifinin sırrını anlamış olur. Çünkü şu âfetlerin hepsi, tehlike ve felâketlerdir ve hepsi de konuşanın yolunda beklemektedirler. Eğer konuşan susarsa, selâmet bulur. Eğer konuşursa, nefsini tehlikeye atmış olur. Ancak fasih bir dil, geniş bir ilim, koruyucu bir takvâ ve daimi bir murakabe kendisine refakat ederse ve kendisi de mümkün olduğu kadar konuşmayı azaltırsa selâmette kalması umulur. Kişi bütün bunlarla beraber yine de tehlikeden tamamen kurtulmuş sayılmaz. Eğer konuşmayı beceremeyen kimselerden isen bunu ganimet ve fırsat sayarak sükût edip selâmete kavuşanlardan olmaya çalış! Çünkü selâmet, bu ganimetlerden birisidir.

Âvam Tabakasının Allah'ın Sıfatlarından, Kelâmından ve Harflerden Sormaları

Halk bunların kadîm mi, hâdis mi (sonradan varolmuş) olduğunu sorar. Oysa halk tabakasının vazifesi, Kur'an'da olan ibadet ve taatlarla meşgul olmaktır. Ancak bu ibadet ve taatlarla meşgul olmak nefislere ağır gelir. Fuzulî hareketler ise, kalbe hafif geldiğinden avâm tabakasından olan bir kimse ilme dalmaktan hoşlanır; zira şeytan kendisine 'sen âlimlerden ve fazilet ehlindensin' hayalini verir ve bu hayali kalbinde yerleştirmek için var kuvvetiyle çalışır. Onu kaydırıp küfrünü gerektiren bir sözü ağzından çıkarıncaya kadar yakasını bırakmaz. Oysa kendisi küfrünü gerektiren bir söz söylediğinden habersizdir. Halk tabakasından birinin büyük bir günah işlemesi, o kimsenin ilim hakkında konuşmasından daha selâmetli ve tehlikesizdir. Hele Allah'ın zat ve sıfatlarıyla ilgili konularda konuşması daha da tehlikelidir. Halk tabakası ibadetlerle meşgul olup, Kur'an'da vârid olan hakikatlere tedkik etmeksizin iman etmek ve Hz. Peygamber'in getirdiğine teslim olmak durumundadır. Avâm tabakasının ibadetlerle ilgili olan hususların dışındaki meselelerden sormaları edebe aykırıdır. Bununla Allah(cc)'ın azabına müstehak olurlar ve böyle konulara girmekle küfür tehlikesiyle karşı karşıya kalırlar.

Avam tabakasının bu tür soruları, tıpkı çobanların padişahların sırlarından sormalarına benzer. Bu ise cezayı gerektiren bir durumdur. Kim ilmî bir meseleden sorarsa ve o meseleyi kavrayacak idrakte değilse, o kimsenin durumu kötüdür. Çünkü böyle bir kimse, bu meseleye nisbeten halk tabakasından sayılır. Bu sırra binaen Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: “Ben sizi terk ettiğim sürece, siz de benim yakamı bırakıp soru sormayın; zira sizden önceki ümmetler, peygamberlerine fazla sorduklarından dolayı ve peygamberleriyle bu sebeple ihtilâfa düştüklerinden ötürü helâk olmuşlardır. Ben sizi herhangi bir şeyden sakındırdığım zaman, siz de ondan sakının ve size emrettiğim bir şeyi ise, gücünüz yettiği kadar yapın.” (Buhârî, İ'tisâm 2; Müslim, Hac 412, Fezâil 130-131)

Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "İnsanlar sual sora sora şöyle demeye başlamışlardır: 'Muhakkak mahlukâtı Allah yarattı. O halde Allah'ı kim yarattı?' İnsanlar bunu söyledikleri zaman, siz onlara cevap olarak deyin ki: 'O bir olan Allah'tır. Tektir. O herkesin ihtiyacını gören ve herkesin her ihtiyacı için başvurduğu Allah'tır. O, doğurmamıştır ve doğrulmamıştır ve O'na denk olacak hiç kimse yoktur. Bunu söyledikten sonra sizden bir kimse sol tarafına üç defa tükürüp kovulmuş şeytanın şerrinden Allah'a sığınsın". (Müslim 135, Ebu Davud 4722)

Bu bakımdan avam tabakasının dinin derin meselelerini sormaları, âfetlerin en büyüklerindendir ve böyle bir sual, fitnelerin kopmasına vesiledir. O halde, avam tabakasını böyle sual sormaktan menetmek ve şiddetle azarlamak gerekir, Avam tabakasının Kur'an'ın harflerine dalmaları, tıpkı padişahın kendisine mektup yazdığı ve o mektubunda birtakım emirler verdiği ve buna rağmen padişahın mektubunda belirtilen emirlerle değil de mektubun kağıdıyla; eski bir kağıt mı, yoksa yeni mi diye uğraşan bir kimsenin haline benzer! Böyle bir kimse, elbette bu hareketiyle cezaya müstehak olur. İşte âvam tabakasından olan bir kimsenin Kur'an'ın tayin ettiği sınırları aşarak, Kur'an'ın harflerinin kadîm mi, hâdis mi olduğunu merak etmesi, tıpkı buna benzer. Allah Teâlâ'nın diğer sıfatları için de durum böyledir.

6. SOSYAL MEDYA AHLAKI (İletişim Ahlâkımıza Dair-Taha Kılınç)

“Ve şöyle niyaz et: Rabbim! Gireceğim yere dürüstlükle girmemi sağla; çıkacağım yerden de dürüstlükle çıkmamı sağla. Bana tarafından, hakkıyla yardım edici bir kuvvet ver.” (İsra 80)

“Dijital devrimin bütün dünyayı bir ekran medeniyetine dönüştürmesi, yediden yetmişe herkesi küçük veya büyük bir ekranla muhatap kılması ve bilgiyi yönetilebilir olmaktan çıkarmasıyla görsel idrakin egemenliği, aklın idrakini zayıflatmaya, kalbin idrakini öldürmeye başladı. Görsel idrak aklın idrakine tabi olması gerekirken aklın idraki görsel idrake tabi oldu. Böylece her şeyi âdeta fotoğraftan ibaret görmeye başlayan insan kendisiyle, ötekisiyle, varlıkla ilişkisini bir suret üzerinden kurmaya başladı. Dünya, sireti olmayan bir surete dönüştü, hakikati olmayan bir imaja evrildi, neticede sanal bir dünya kuruldu. Kur’an, müminleri, sadece gözle görmeye değil imanla görmeye de davet etmekte, aklın ve kalbin birlikte hareket ettiği külli nazar ile meselelere yaklaşmaya çağırmakta, hatta külli nazar ile sorumlu tutmakta. Ne yazık ki insanın idrakini diri tutmanın oldukça zor olduğu bu tür zamanlarda insanın karşı karşıya kaldığı en büyük tehlike bedenin ölümü değil idrakin ölümüdür. İdrak ölünce insan konuşur, düşünür, işitir ancak konuşması hikmet, bakışı ibret, düşüncesi hakikat olmaz. Eşyayı görür, ancak eşyanın arkasındaki hakikati anlamaz. Konuşur ama dilsizdir, işitir ama sağırdır, görür ama kördür. Nitekim Kur’an’da bu husus “Onların kalpleri vardır ama onlarla kavrayamazlar; gözleri vardır ama onlarla göremezler; kulakları vardır ama onlarla işitemezler.” (A’râf 179) ayetiyle ifade edilmiştir.” (Görsel İdrake Karşı Hayâ ile Hayat Bulmalıyız, Altınoluk Dergisi 405. Sayı ,Mehmet Görmez, Ropörtaj.)

 

Teknolojinin hayatımıza girmesiyle birlikte, iletişimin hem yaygınlaştığı hem de her türlü kuraldan sıyrılarak ayağa düştüğü bir süreci aynı anda yaşıyoruz. Peki bu durumda ne yapmalıyız? Öncelikle ekranlardan evlerimize ve kalplerimize akanlar karşısında idrakimizin körelmemesi,ayağımızın kaymaması ve internet ortamında da Müslümanca kalabilmemiz için bazı kaideleri hatırlamaya hepimizin ihtiyacı var. Yapılacak ilavelerle ve herkesin kendi tecrübesine göre sunacağı katkılarla, hayatın sürekli akışının doğal bir gereği olarak bu kurallar daima geliştirilecek ve olgunlaştırılacaktır.

 

1.Sanal alemde geçirilen vakit,asli vazifelerimizin ihmaline gerekçe olamaz.

Bir Müslüman önce Allah’a, ardından da en yakınlarından başlayarak çevresindeki insanlara karşı sorumludur. Sanal âlemde ibadetlerin ihmaline ya da içinin boşaltılmasına (teknolojiyle meşguliyetin, sünnet namazların kılınmasına engel olması gibi) yol açacak kadar uzun kalmak uygun değildir. Aynı şekilde bir Müslüman, eşinin, aile fertlerinin ve Müslüman kardeşlerinin hukukunu ihlal edip onlarla diyalogu koparacak şekilde, sanal âlemde vakit geçiremez, oyalanamaz.

2) Müstehcen içerikli yayınlar izlenemez, yayılamaz ve paylaşılamaz.

Sosyal medyada haber bile paylaşırken, o linki tıklayan insanların müstehcen içerikli başka linklere kayma ihtimali düşünülmelidir. Haber okurken ya da Youtube vb. ortamlarda video izlerken, müstehcen içerikli foto-galeri ya da videolar da kolaylıkla ekrana düşebilmektedir. Bu nedenle, link paylaşırken ve kaynak tavsiye ederken de son derece dikkatli olmak gerekir.

3) Yalan haber ve malumat yayılamaz.

4) Kesin emin olunamayan ve kaynağı doğrulanamayan bilgi paylaşılamaz.

5) Emek sonucu oluşturulan ve orijinalliği bulunan görsel, cümle, fikir ve diğer içerikler, kaynak gösterilmeden kullanılamaz.

6) Ceset fotoğrafı paylaşılamaz.

Bir şeyi sürekli görmek ve ona maruz kalmak, insanın duygusal direncini ve duyarlılığını yok eden bir tesir meydana getirir. Bu nedenle, devlet makamlarının soruşturma vb. durumlarda kullanması veya medya kuruluşlarının haber metinlerinde ölçülü tasarrufları dışında, sıradan şahısların kendi sosyal medya hesaplarında veya sanal paylaşım ortamlarında ceset fotoğrafı paylaşmaması gerekir. Paylaşılan ve yayılan her fotoğraf, kalplerimizi öldürmekte, bizi acılara ve katliamlara karşı duyarsızlaştırmaktadır.

Ceset fotoğrafı paylaşmanın bir diğer mahzuru da, o kişilerin rızasının olmama ihtimalidir. Hele de avret yerlerinin ve vücudun çeşitli organlarının açıldığı manzaralarda, bu ihtimal daha ciddi hale gelmektedir.

Ceset fotoğraflarına ilaveten, doğal afetler ve kaza vb. durumlarda çekilen, insanları zor durumda ve çaresiz gösteren fotoğrafların paylaşımında da dikkatli olmak gerekir. Fotoğrafı çekilen kişinin, bunların ortalığa saçılmasına rızası olmayabilir.

7) İnsanların gizli halleri araştırılamaz, paylaşılamaz.

8) Eşler, birbirlerinin telefonlarına, e-postalarına, günlüklerine ve diğer özel alanlarına izinsiz şekilde girip kontrol yapamaz.

9) Özel sohbet ve konuşmalarda, kişiyi gayri meşru yollara sürükleyecek ayrıntılara ve üsluplara girilemez.

10) Aile içinde kalması gereken, mahrem görüntüler paylaşılamaz.

11) Yazışmalar ve sohbetler sırasında küfür içerikli ifadeler kullanılamaz.

12) Bir Müslüman alaya alınamaz, alaya alınmasına yol açılamaz, onuruyla oynanamaz.

13) Bir Müslümanın gıybeti asla edilemez.

14) Bir Müslümana asla iftira edilemez.

15) Diğer insanlarla ilişkilerde, konuşma ve yazışmalarda da, asgari iletişim kuralları ihlal edilemez.

16) Sanal âlemde yapılan gayri İslâmî ve gayriahlaki yorumlara beğeni ve paylaşım yoluyla destek verilemez.

17) İşlenen bir günah, geçmişte kalmış bile olsa, kamuya açık ortamda övünülerek ve rahat bir üslupla anlatılamaz.

18) Hassas dini meseleler ve cahil insanların İslâm’a saldırmak için kullanacağı kritik mevzular, sanal âlemde tartışmaya açılamaz.

19) Başkalarının kutsallarına sövülemez. 

20) Ayet ve hadisler, siyasî tartışmalarda malzeme haline getirilemez; bağlamlarından koparılan dini naslar, sanal âlemde kavga nesnesine dönüştürülemez.

21) Allah’ın ayetlerinin alaya alındığı ortamlarda (yazışma grupları, Twitter ve Facebook sayfaları, forumlar vb.) kalınamaz. 

22) Müslümanın kendisinin veya görenin kalbinde haset, riya, vesvese vb hastalıkların ortaya çıkmasına neden olabilecek dini ve dünyevi yaşantısına ait görselleri paylaşmaması güzel ahlakının gereğidir.

23) Sosyal medyanın tehlikelerine karşı kendimizi korumak için efendimizin evden çıkarken sürekli yaptığı şu duayı okuyarak giriş yapmalıyız:

“Allah’ım!

Sapmaktan ve saptırılmaktan,(ayağımın doğruluktan) kaymasından ve kaydırılmasından,(bir kimseye) haksızlık etmekten ve haksızlığa maruz kalmaktan, cahillik etmekten ve cahilliğe maruz kalmaktan sana sığınırım.”( Ebû Dâvûd, Edeb 103; Tirmizî, Daavât 34; İbni Mâce, Duâ 18)

 

7. SONUÇ

Ø  Zan delilsiz, temelsiz bir tahminden ibarettir. İyimser olunmadığında önyargıya neden olan, daha ileri boyutlarıyla kalpteki hastalıkları tetikleyen bir kuruntudur. Bu nedenle daha büyük hastalık veya musibetlere neden olmaması için hemen önünü kesmeli, acaba deyip kafamızda soru işaretleri oluşturarak şeytanın vesvesesine kapı aralamamalıyız.

Ø  Zan, insanı tecessüse götüren önemli bir etkendir. Tecessüs de kişinin; insanların ayıplarını, kusurlarını, gizli ve özel hâllerini araştırıp, ortaya çıkarması ile sonuçlanır. Bu da araştırılan bireylerin mahremiyetinin, aile hayatının ve toplumsal birliktelik ve güven duygusunun büyük zarar görmesine neden olur.

Ø  Tecessüs hem gıybete hem de dedikoduya neden olur. Dedikodu yapmayı âdet edinmiş kimseler kendilerine malzeme temini için tecessüse yeltenebilirler. Tüm bunları ortaya çıkmadan önce engellemenin en kolay ve kestirme yolu zannın önünü tereddütsüz kesmektir.

Ø  Gıybet, duyduğu zaman insanın hoşuna gitmeyen, gıyabında yapılan her türlü konuşmadır. Söylemiş olduğun şey, ister bedeninde, ister nesebinde, ister ahlâkında, ister fiilinde, ister zihninde, ister bünyesinde olsun hiçbir fark yoktur. Hatta elbisesinde, evinde ve bineğinde bile hoşuna gitmeyen bir eksikliği belirtsen yine gıybet olur.

Ø  Benimsemek, tasdik etmek ve hayret etmek yoluyla gıybeti dinlemek de gıybettendir. Bu bakımdan gıybeti dinleyen de gıybetin günahından kurtulamaz. Bu nedenle gıybetçiye, uygun bir şekilde engel olunmalı veya engel olunamayacaksa da ortamdan hemen uzaklaşılmalıdır.

Ø  Müslüman kişi kendisinin gıybeti yapıldığı takdirde rahatsız olduğu gibi, başkasının da gıybeti yapıldığı takdirde rahatsız olacağını her zaman hatırda tutmalıdır. Ayrıca gıybetçinin başına gelen azabın en azının, onun amellerinin sevabını azaltmak olduğunu, bunun da onu cennetten uzaklaştırıp ateşe yaklaştıran bir durum olduğunu da bilmelidir.

Müslüman kişiye gıybete yeltenmeden önce nefsi hakkında düşünmek ona fayda verir. Eğer nefsinde bir ayıp görürse, onunla meşgul olur. Bu yolla hem gıybetten kendini korur hem de Hz. Peygamberin şu müjdesine nail olur: “Kendisinin ayıbı, kendisini halkın ayıbıyla meşgul olmaktan alıkoyan kimseye cennet vardır.” ( İbnul Cevzi ,El-Ilalul mütenahiye 2/244,zayıf hadis)

Ø  Fiili yapılan gıybeti yapana farz olan, samimiyetle pişman olmak, tevbe etmek ve yaptıklarından dolayı üzülmek ve gıybetini yaptığı kişiden helallik almaktır.

Ø  Gıybeti ruhsatlı kılan altı özür (zulümden şikayet etmek, dinen münker ve yasak olanı engellemek, fetva istemek, Müslümanı şerden korumak, insanın kendisinin de rahatsızlık duymadığı bir lâkab ile anılması, fâsıklığını rahatsızlık duymadan açıkça yapan kişi) dışında gıybet kesinlikle haramdır.

Ø  Kötü söz gibi su-i zan da (kalbin gıybeti de) haramdır! Bu bakımdan başkasının kötülüklerini dil ile zikretmek haram olduğu gibi, müslüman hakkında içinden su-i zanda bulunmak da haramdır. Çünkü kalbin esrarını ancak allâm'ul-guyûb olan Allah (cc) bilir.

Ø  İftira, yalandan bir parça olmakla birlikte yalandan ve gıybetten farklıdır. Zira her iftira yalandır, fakat her yalan iftira değildir. İftira, insanlar arasındaki sevgi ve saygı bağlarını koparıp kin ve nefret duygusu çoğaltan, yuva kurmaya engel olan, kurulmuş yuvaları yıkan, aile facialarına yol açan; insanların işlerini, itibarlarını, istikballerini, hatta bazen hayatlarını kaybetmelerine sebep olabilen ve insanları tahammülü zor bir hale sokup ağır kayıplar verdiren çok kötü bir davranıştır.

Ø  Bir iftira ne kadar çok yayılırsa, iftiracının sorumluluğu ve günahı da o nispette artmış olur.

Ø  İslâm, insan şahsiyetini rencide eden her türlü iftira, karalama, töhmet altında bırakma, çamur atma ve ithamı yasaklamış, özellikle zina iftirasında bulunanları, iddialarını dört şahitle ispatlayamamaları hâlinde cezalandırmak suretiyle insanların şeref ve haysiyetini korumayı hedeflemiştir. Mümine yakışan, böylesi büyük bir günahtan uzak durmak, söylenen her söze itibar etmemek, inanmamak ve iftiracılara tepki göstererek iftiranın yaygınlaşmasına mani olmaktır.

Ø  Nemimenin hakikati, sırrı ifşa etmek, açıklanmasından hoşlanılmayan bir şeyin yüzünden perdeyi yırtıp kaldırmaktır. İnsanoğlunun görüp hoşuna gitmediği durumlarda susması uygundur. Ancak söylemesinde bir müslümanın faydası veya bir günahın ortadan kaldırılması söz konusu olan bir hâl bu söylediğimizin dışındadır.

Ø  Bir başkası hakkında laf taşındığında Müslümana düşen kovuculuğu doğrulamaması, kovucuyu kovuculuktan menetmesi ve güzelce nasihat yapması, (bunu alışkanlık haline getiren) kovucudan nefret etmesi, ortada olmayan kardeşi hakkında su-i zan etmemesi, kovucunun getirdiklerini araştırmaya (tecessüse) yönelmemesi, kovucuya yasakladığı şeye kendi nefsin için de razı olmaması gerektiğidir.

Ø  Gıybet, nemime ve iftira günümüz sosyal medyasının imkânları ile daha kolay ve pervasızca yapılır hale gelmiştir. Her türlü fuhşiyatın kapısının da internet aracılığıyla kolayca aralanabiliyor olması da interneti kullanırken Müslüman şahsiyetin gerçek ortamdakinden çok daha dikkatli olması gerektiğini bilmelidir. Çünkü gerçek hayatta bir yanlışta bulunabilme ihtimaline karşılık yanında ona müdahalede bulunabilecek gerçek bir kişi yer alırken, sanal âlemde çoğunlukla tek başına yolculuk yapmaktadır. Bu nedenle çok gerekmedikçe, malayani amaçlı olarak bu ortamda bulunmamalı, mümkün olduğunca bu yolculuğu kısa tutmalı ve bilmediği yollara da girmemelidir.

 8. ÖDEV

1.      Hucurat 12 ezberlenecek.

2.      PARMAKLARLA KONUŞMA AHLAKI (http://rahle.org/hikmet-sonmez-yazarinin-parmaklarla-konusma-ahlaki-yazisi-1207) (Derste birlikte okunması tavsiye edilmektedir)

Çeşit çeşit imtihan türlerinin çoğaldığı zor bir dönemde yaşıyoruz. Daha kırk yıl kadar önce Anadolu’nun birçok yerinde kırk elli haneli küçük bir köyde yaşayanların imtihanları ne de kolaymış meğer. Topu topu yüz yüzelli kişiyle muhatap olunan, teknoloji adına köyün tamamında üç beş radyo, tek kanal çeken bir iki siyah beyaz televizyon o kadar. Dünya küçük bir köye dönüşecek derlerdi de inanmak istemezdik ‘hadi canım sen de’ der geçerdik. Ta ki internet çıkana kadar. Gerçi ilk yıllarda ne olduğunu pek anlayamadık, merakla izledik derken msn çıktı. Msn ile masaüstü bilgisayar imkânı olan dar bir kesim de olsa bu vesileyle ‘çetleşme’ diye bir tabir literatürümüze kazandırıldı.

Bu süreçte hiç hazırlıklı olmadığımız şekilde hayatımızı alt üst edecek ‘akıllı telefon’ teknolojisi karşımıza çıkıverdi. Adeta karaya vurmuş balık gibi gafil yakaladı bizi. Henüz ne olduğunu anlamaya çalışırken teknolojik yenilikler üst üste geldi akıllı ekranlarda. Tabiki hepimizi esareti altına alan, adına sosyal medya denen facebook, youtube, twitter, whatsapp, instagram gibi çok sayıda yaygın uygulama içerisinde bir anda özgürce ve bir o kadar da korunaksız buluverdik kendimizi, çocuklarımızı, ailemizi, dostlarımızı.

Bizim olmayan bu mecralarda sanal özgürlüğü yaşamak için bahanemiz de hazırdı tabi: ne olsa hiç görüşme imkânı bulamadığımız, uzun yıllar ayrı kaldığımız dostlarımıza bir iki ekran dokunuşuyla kolayca ulaşabiliyorduk, hasret gideriyorduk. Yeniden karşılaşmış olmanın hatırına güzel temenniler, muhabbetler uzayıp gidiyordu ilk günlerde, sonradan sıradanlaşsa da.

Bu yazının derdi; akıntıya kürek çekercesine, internet denen bu sanal ortamı hayatımızdan tamamen silip atalım fikri asla değil. Gelen gelmiş, olan olmuş bir kere, yapmamız gereken ahir zaman müslümanları olarak internet denilen mecrada nasıl bir iletişim geliştirelim ki şer görüleni hayra dönüştürüp bu sınavdan alnımızın akıyla çıkabilelim?

Parmaklar Konuşacak

İlk olarak her ne olursa olsun bu dünyaya Rabbimiz’e kulluk için geldiğimizi asla unutmayalım. Amel bakımından en güzel davranış ortaya koyanların sonuç ne olursa olsun kullukta muvaffak olacaklarını unutmayalım. İnternet sayfalarında ekranı parmak uçlarımızla kaydırarak dolaşırken, sosyal medyada resim ve videolara bakarken, bir yorumda bulunurken İblis’in tatile çıkmadığını, melaikenin her şeyi kişisel kitabımıza not düştüğünü, hesap günü bunları görerek yüzleşeceğimizi hatırdan çıkarmayalım.

Bunu yaparken dikkat kesileceğimiz ilk kural kendi aramızdaki hukukumuzla ilgili. Resulullah (sav) buyuruyor ki: “Müslüman, dilinden ve elinden diğer müslümanların güvende olduğu kimsedir.” (Buhari, İman, 4/10; Müslim, İman, 65/162.) Hadis kitaplarımızın iman bahislerinde geçen bu hadis aslında konunun temel mihenk noktasına dikkat çekiyor. Sosyal medyada ne de sık yapıyoruz bu dikkatsizliği öyle değil mi? Nasıl olsa kardeşimiz o an için karşımızda yok. Kurduğumuz kısa bir cümle ile onu inciteceğimizi duygularını öfke ile dolduracağımızı hiç de akıldan geçirmiyoruz ilk etapta. Oysaki iki parmak dokunuşuyla ok yaydan çıkmış, dönüşü mümkün olmayan veya dönüşü çok zor bir yola girmiş oluyoruz. O halde parmaklarımızla konuşurken kardeşimizi tedirgin etmeme en temel hassasiyetimiz olacak.

İkinci en önemli ilkemiz Resûlullah (sav) şöyle buyurdu: “Kendisini (doğrudan) ilgilendirmeyen şeyi terk etmesi, kişinin iyi müslüman oluşundandır.” (Tirmizî, Zühd 11.) Demek ki mâlâyâniyi terk internet ve sosyal medyada hele şu dönemde en çok uygulamamız gereken en önemli ilkelerden. Rahatlığın verdiği özgürlükle(!) kendimizi âlim sanıp her alanda fetva dağıtmayı, doktor olup ilaç yazmayı, kardeşimizin bir fotoğrafını paylaşıp alay konusu yapmayı, yazılan bir yazıyı alaya almayı, bizi hiç ilgilendirmeyen, muhatabımız olmayan insanların özeli hakkında yorumda bulunmayı, vs. terk etmemiz gerektiğini anlayıp kendimize bir sınır koymayı becermek zorundayız.

Üçüncü önemli kuralımız sırrı ifşa etmememizdir. Rabbimiz şöyle buyuruyor: “... Verdiğiniz sözü de yerine getirin. Çünkü verilen söz sorumluluğu gerektirir.” (Furkan, 34). Sosyal medya bu kuralı ihlal etmede en büyük zafiyetlerimizden birini oluşturuyor. Kardeşimiz bize güvenerek istişari anlamda özel bir soru soruyor, bir konuda istişare ederek fikrimizi alıyor. Aslında bu danışma, fikir sorma bize bir emanet, sır oluşturuyor. Biz ise whatsapp’ın bize verdiği paylaşma kolaylığı ile hemen konuyla alakası olmayan bir diğer arkadaşımıza bunu aktarıveriyoruz. Sonra olay üzerinde ilgili ilgisiz kişiler arasında dedikodu rüzgârları fırtınaya fırtına kasırgaya dönüşerek ortalığı yıkıp geçiyor. Bu konuda bir hatırlatma yapmakta da yarar var. Özel görüşmeleri veya telefon konuşmalarını izin olmadan asla kayda almamalıyız. İki kişi arasında başkasına ulaşacağı planlanmadan özel yapılmış konuşmaları yayma riski konusunda İblis’in fitlemelerine asla fırsat vermemeliyiz.

Dördüncü ilkemiz Müslüman parmaklarıyla konuşurken de daima hayır konuşur, hayırlar yayar. Resulullah (sav) şöyle buyuruyor: “Ahiret gününe imân eden misafirine ikramda bulunsun. Allah’a ve ahiret gününe imân eden kimse, ya hayır söylesin veya sussun.” (Buhârî, Edeb, 31, 85; Müslim, Îmân, 74, 75) Sosyal medyada doğru olarak dolaşıma sokulan çok sayıda bilgi ile karşı karşıya kalıyoruz. Mümin olarak burada çok titiz seçici olmaya dikkat etmeliyiz. Hayırlara vesile olmak istiyorsak doğru bilgiye doğru kaynaklardan ulaşarak aktaracağız. İnternette hadis olarak dolaşıma sokulan çok sayıda kulakdan dolma bilgi olduğunu da unutmayacağız. Bu ortamdan edinilen bilgilerin yalan olma ihtimalinin daima yüksek olduğu ihtimaliyle hareket etmek durumundayız. Aksi durumda, twitter kitabımız, whatsapp kitabımız, facebook kitabımız önümüze konulacak ve mutlaka ‘Oku!’ denilecek. O halde okumaya utanacağımız meselelerden uzak durup sükût etmeye bakalım.

Beşinci ilkemiz kadın/erkek yazışmalarında son derece dikkatli olacağız. Çok elzem bir zorunluluk yoksa mahremimiz olmayanlarla yazışmamak en güzeli. Bu tür yazışmalarda şeytanın kelimeleri ustalıkla seçerek karşımıza fitne vesvesesi olarak çıkartarak ayağımızı kaydırmaya çalışacağını aklımızdan çıkarmayalım. Unutmayalım bu yolda ‘hayır işleri’ niyetiyle başlanan birçok konuda şeytanın muvaffak olup ayak kaydırdığı örneklerin sayısı oldukça fazla.

Altıncı ilkemiz olarak Müslüman kardeşimizin gıybetini yapmamak, gizli hallerini araştırmamak bu mecradaki önemli prensiplerimizden biri olmalı. Ebû Berze el-Eslemî"nin naklettiğine göre, Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Ey diliyle iman edip, kalbine iman girmemiş olan kimseler! Müslümanların gıybetini yapmayın ve onların gizli hâllerini araştırmayın. Çünkü her kim onların gizli hâllerini araştırırsa Allah da onun gizli hâlini araştırır. Allah kimin gizli hâlini araştırırsa onu evinde bile (gizlice yaptıklarını ortaya çıkararak) rezil eder.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 35). Bu mecrada İblis’in verdiği en büyük vesveselerden biri de kardeşinin özeline ait bilgileri ayrıntıya varacak şekilde inceletme riskidir. Böylece kardeşinin özel gizli hallerine merak sararak asla araştırma, inceleme ve teşhir etme. Diğer yönden bu özel bilgilere ‘fake hesap’ (sahte hesap) olarak adlandırılan hesaplarla ulaşmaya çalışmanın da şeytanın kuşatmalarına pirim vermek olacağını bilerek mümin olarak asla bu yollara başvurmamamız gerektiğini de akıldan çıkarmamalıyız.

Burada genel olarak hatırlatmamız gereken bir durumu özellikle belirtmekte yarar var. Bir müminin mahremi olan; hanımı, kız kardeşi, kuzeni gibi fotoğrafları sosyal medya durumlarında paylaşarak ortaya dökmesi asla kabul edilebilir bir durum değildir. Bu kardeşimiz bu tür paylaşımları varsa hemen kaldırmalı ve mutlaka tövbeyi unutmamalıdır.

Konuyla ilgili değinilmesi gereken birçok husus olmakla birlikte biz önemli gördüğümüz bir kaç noktayı hatırlatmaya gayret ettik. Son olarak şunu vurgulamak gerekir ki internet mecrasındaki davranışlarımız, yazışmalarımız, durumlarımız vs. imtihanımızın önemli bir parçası olan amellerimiz haline gelmiştir. Bunları meleklerin incelikle her açıdan kayıt altına aldığını ve hesap günü önümüze getirileceğini farkına vararak bilmemiz gerekiyor. Rabbim Ümmet-i Muhammed’i ahir zamanın zorlu imtihanlarından olan internet ve dolayısıyla sosyal medyanın şerlerinden muhafaza buyursun. Bu zorlu imtihandan başarıyla çıkmaya cümlemizi muvaffak kılsın.

 

9. VİDEO

1.Gıybetin günahı- Fatih Çıtlak:  https://www.youtube.com/watch?v=8XnVdXSFV1Q

2.Dedikodu - Nurettin Yıldız:  https://www.youtube.com/watch?v=MZ813_2a1f4

3.Gıybetten kurtulmanın yolları-Muhammed Emin Yıldırım:

https://www.youtube.com/watch?v=yvvCKwSFdac

4.İnternet ve İrade - Nurettin Yıldız :  https://www.youtube.com/watch?v=m-iBskwLy2A

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Dersler