1. GİRİŞ
Konuşma ve İletişim Ahlâkı konusunun içeriğinin oldukça geniş olması ve
günlük hayatımızda önemli bir yer tutması, konuyu ikiye bölerek işlememizi gerektirdi.
Bu bölümde gıybet ve dedikodu(nemime) mevzularına yer verilecektir. Gıybet
konusuna ayrıntılı bir giriş yapmadan önce, gıybetin ortaya çıkmasına zemin
hazırlayan sui zan ve tecessüs konularına da gıybet başlığı altında kısaca
değinilecektir. Çağımızın yaygın iletişim yollarından olan sosyal medyanın
kullanımında dikkat etmemiz gereken hususlara kısaca değineceğimiz sosyal medya
ahlakına da bu bölümde yer vereceğiz.
2. GIYBET
“Ey iman edenler! Zannın çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı
günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerinizi arkasından
çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte
bundan tiksindiniz. O halde Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul
edendir, çok esirgeyicidir.” (Hucurat 12)
Zan delilsiz, temelsiz bir tahminden ibarettir. Kimi zaman gerçeğe
yakın bir ihtimal ise de çoğu zaman konunun aslıyla ilgisi olmayan bir
önyargıdan başka bir şey değildir. Tereddütle, şek ve şüpheyle kalbin meşgul
edilmesi, oyalanmasıdır. İyimser olunmadığında önyargıya neden olan, daha ileri
boyutlarıyla kalpteki hastalıkları tetikleyen bir kuruntudur. Bu yüzden Allah
Resûlü (sav) zannın sürüklediği âfetlere karşı insanları şöyle
uyarmaktadır: “Zandan sakının.
Çünkü zan, yalanın ta kendisidir. Birbirinizin konuştuğuna kulak kabartmayın,
birbirinizin özel hâllerini araştırmayın, birbirinizle üstünlük yarışı içine
girmeyin, birbirinize haset etmeyin, birbirinize kin beslemeyin, birbirinize
sırt çevirmeyin. Ey Allah’ın kulları! Kardeş olun!” (Müslim,
Birr, 28)
Zan, Rasulullah(sav)’ın hadisi şerifinde uyardığı gibi insanı tecessüse
götüren önemli bir etkendir. İnsan bir konuda kesin olmayıp yalnızca tahminlere
dayanan bilgilere sahip olursa doğal olarak meraklanır ve o mevzuda kesin
bilgiye ulaşmak için araştırma yapma ihtiyacı hisseder. Bu araştırma bir
insanın özel hayatı veya kusurları ile ilgili olması durumunda, kötü niyetle
olsun veya olmasın Peygamberimiz tarafından hoş görülmemiştir.
Tecessüs, kişinin insanların ayıplarını, kusurlarını, gizli ve özel hâllerini
araştırması anlamına gelen, daha çok kötü ve ayıp hâlleri sorgulamayı ifade
eden bir kavramdır. Tecessüsün yasaklanması, özel hayatın saygınlığını korumaya
yönelik bir tedbirdir. Tecessüs sadece insanın ayıplarını araştırmak değil aynı
zamanda ayıp olmayan fakat kişinin yine de başkalarının duymasını istemediği,
toplumdan gizlediği hâl ve davranışlarının araştırılmasını da kapsar.
Konunun başlangıcında verdiğimiz ayeti kerimede (Hucurat 12) Allah(cc)’ın müminlere açık bir şekilde emrettiği
husus kötü zan, tecessüs ve gıybetten uzak durulmasıdır. Burada yasaklanan üç
davranış, aralarındaki irtibattan dolayı peş peşe zikredilmiştir. Çünkü kötü
zan insanı tecessüse, tecessüs de insanı gıybete götürür.
Tecessüs sadece gıybetle değil dedikodu ile de alakalı bir davranıştır.
Gizli hâllerin araştırılması, toplumda dedikoduya yol açabilir. Yahut da
dedikodu yapmayı âdet edinmiş kimseler kendilerine malzeme temini için
tecessüse yeltenebilirler. Peygamber Efendimiz, “Ey diliyle iman edip, kalbine iman girmemiş olan kimseler!
Müslümanların gıybetini yapmayın ve onların gizli hâllerini araştırmayın. Çünkü
her kim onların gizli hâllerini araştırırsa Allah da onun gizli hâlini
araştırır. Allah kimin gizli hâlini araştırırsa onu evinde (gizlice
yaptıklarını ortaya çıkararak) bile rezil eder.” (Ebû Dâvûd, Edeb,
35) buyurarak tecessüs ile gıybet arasındaki bağa dikkat çekmiştir.
Elbette ki Cenâb-ı Hakk’ın, kulunun ayıp ve kusurlarını araştırması
düşünülemez. O zaten kulunun yaptığı her şeyden haberdardır. Fakat burada vurgulanmak
istenen konu, Allah(cc)’ın tecessüs eden kulunun ayıplarını ortaya çıkartıp onu
herkesin önünde rezil edeceğidir. (Hadislerle
İslâm Cilt 3 Sayfa 474-488)
İmam Gazali de İhya-u Ulumiddin adlı eserinde gıybet konusunda
aşağıdaki açıklamaları yapmaktadır:
Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:
-Gıybetin ne olduğunu biliyor musunuz?
-Allah ve Rasûlü daha iyi bilir.
-Gıybet kardeşinin hoşuna gitmediği bir vasıfla onu zikretmendir.
-Acaba benim dediğim kardeşimde varsa?
-Eğer senin dediğin kardeşinde varsa, onun gıybetini yapmış olursun.
Eğer dediğin kendisinde yoksa ona iftira etmiş olursun.(Müslim 2589)
Gıybet, duyduğu zaman insanın hoşuna gitmeyen, gıyabında yapılan
konuşmadır. Söylemiş olduğun şey, ister bedeninde, ister nesebinde, ister
ahlâkında, ister fiilinde, ister zihninde, ister bünyesinde olsun hiçbir fark
yoktur. Hatta elbisesinde, evinde ve bineğinde bile hoşuna gitmeyen bir
eksikliği belirtsen yine gıybet olur. Bir grup “Din hususunda gıybet yoktur.
Çünkü din hususunda başkasını kötüleyen bir kimse Allah'ın kötülediğini
kötülüyor demektir. Bu bakımdan başkasını günahlarıyla zikredip o günahlarından
dolayı kötülemek caizdir” demişler ve delil olarak şu rivayeti öne
sürmüşlerdir:
Hz. Peygamber'e (sav) bir kadından söz edilerek onun fazla saliha ve
fazla oruç tutan olduğu söylendi. Fakat “kadın diliyle komşularına eziyet
veriyor” da denildi. Hz. Peygamber de cevap olarak şöyle buyurdu: “O
ateştedir.” (İbn Hibban 6457, Hâkim 4/166)
Enes (ra) Hz. Peygamber'in şöyle
dediğini rivayet eder: “İsrâ gecesinde yüzlerini tırnaklarıyla paramparça eden
bir kavmin yanından geçtim. Cebrâil'e 'Bunlar kimlerdir?' diye sordum. Cebrail
'Bunlar halkın gıybetini yapan, haysiyet ve mürüvvetlerine dil uzatanlardır!'
dedi.” (Ebu Dâvud 4878)
Ashâb-ı kirâm birbirlerine
rastladıkları zaman birbirlerini güler yüzle karşılar, gıyablarında
konuşmazlardı ve bunun amellerin en faziletlisi olduğunu ve bunun aksini
yapmanın da münafıkların âdeti olduğunu bilirlerdi.
Hasan Basrî şöyle demiştir:
'Allah'a yemin ederim ki gıybet, mü'min kişinin nâmını ifsad hususunda
cüzzam'ın ceseddeki tahribatından daha süratlidir'.
Birisi şöyle demiştir: “Biz
selef-i sâlihîn'e yetiştik. Onlar ibadeti oruç tutmakta ve namaz kılmakta
değil, dillerini halkın ırzından tutmakta görürlerdi.”
Dili Gıybetten Korumanın
Çareleri
Bütün huylar, ancak ilim ve amel
macunuyla tedavi edilir. Her illetin ilâcı, sebebinin zıddı iledir. Bu bakımdan
biz illetlerin sebeplerini araştıralım. Dili gıybetten uzak tutmanın ilâcı iki
şekilde olur: İcmâlî ve tafsili.
İcmâlî
Kişinin gıybet etmesinden ötürü
-rivayet ettiğimiz hadîslerden anlaşıldığı gibi- kendisini Allah'ın gazabına
mâruz bırakmış olduğunu bilmesidir ve yine gıybetin kıyamet gününde
iyiliklerini yok edeceğini bilmesidir. Çünkü kıyamet gününde iyilikleri,
dünyada yaptığı gıybetin bedeli olacaktır. Eğer iyilikleri yoksa, gıybeti
yapılanın kötülüklerinden onun defterine nakledilir. O, bununla Allah(cc)'ın
gazabına mâruz kalır.
Gıybetçinin başına gelen azabın
en azı, onun amellerinin sevabını azaltmasıdır. Bu azaltma, hakkın istenilmesi,
sual, cevap ve hesap icra edildikten sonra olur. Bu bakımdan kul, gıybetin
kötülüğü hakkında vârid olan hadîslere iman ettiğinde o hadîslerdeki
tehditlerden korktuğu için dilini başıboş bırakmaz. Nefsi hakkında düşünmek ona
fayda verir. Eğer nefsinde bir ayıp görürse, onunla meşgul olur ve Hz.
Peygamberin şu hadîsini hatırlar: “Kendisinin ayıbı, kendisini halkın ayıbıyla
meşgul olmaktan alıkoyan kimseye cennet vardır.” ( İbnul Cevzi ,El-Ilalul
mütenahiye 2/244,zayıf hadis)
Eğer kişi insaflı olsaydı nefsini
her ayıptan uzak sanmasının, nefsini tanımaması anlamına geldiğini bilirdi. Bu
ise ayıpların en büyüklerindendir. Kendisinin gıybeti yapıldığı takdirde
rahatsız olduğu gibi, başkasının da gıybeti yapıldığı takdirde rahatsız
olacağını bilmesi, kendisine fayda verir. Mademki kendi gıybetinin yapılmasına
razı değildir, o halde kendi nefsi için razı olmadığı bir şeye başkası için de
razı olmamalıdır. İşte bunlar tedavi usûllerinin en güzelleridir.
Tafsilî
Kişiyi gıybete sürükleyen ve
teşvik eden sebebe bakmasıdır; zira hastalığın tedavisi, sebebinin önlenmesiyle
mümkündür.
Öfkesinden dolayı gıybet
yapıyorsa : “Ben filan adama öfkelendiğim takdirde, Allah(cc) da o gıybetten
dolayı bana öfkelenir; zira Allah(cc) beni gıybet etmekten menetmiştir. Ben ise
onun yasakladığı şeyi, cüret ve cesaretle yapıyorum. Onun yasağını hafife
alıyorum' demelidir. Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Muhakkak ki
cehennemin bir kapısı vardır. O kapıdan dünyada kinini Allah'a isyan etmek
sûretiyle yerine getiren girer!” ( Beyhakî, Nesâî zayıf senedle,El Bani 1916
zayıf senedle)
Arkadaşlara muvafakat(onların
onayını almak için onlarla birlikte gıybet ) etmeye gelince, bunun ilacı senin
insanları razı etmeyi istediğin zaman Allah'ı kızdırmış olacağını bilmendir.
Yaradanını tahkir, başkasını tazim etmeyi nefsine nasıl yediriyorsun? Nasıl
mevlânı razı etmeyi, başkalarının razı olması için terk ediyorsun? Öfkelendiğin
adamı kötülükle anmak bir yana aksine o adamı kötülükle andıkları zaman
arkadaşlarına da Allah rızası için öfkelenmelisin. Çünkü onlar, günahların en
fâhişi olan gıybet ile senin Rabbine isyan etmiş olurlar!
Başkasını hâinliğe nisbet etmek
sûretiyle kendini temize çıkarmaya gelince -oysa onu zikretmeye ihtiyaç da
yoktu- bu illeti, yaratıcının öfkesine mâruz kalmanın, yaratılmışların öfkesine
mâruz kalmaktan daha şiddetli olduğunu bilmekle tedavi edebilirsin! Oysa sen,
gıybet yapmakla kendini Allah(cc)'ın kahrına mâruz bırakıyorsun ve buna rağmen
halkın öfkesinden kurtulup kurtulamayacağını da bilmiyorsun.
Senin özür olarak 'Eğer ben haram
yiyorsam, salâh ve takvâ ile bilinen filan adam da yiyor. Eğer makamımı kötüye
kullanarak haksız mal elde ediyorsam, benden daha üst konumdaki filan adam da elde ediyor' demen, cehaletin ta
kendisidir. Çünkü sen, kendisine uyulmanın caiz olmadığı bir kimseye uymayı, mazeret
olarak ileri sürüyorsun; kim olursa olsun, Allah(cc)'ın emrine muhalefet eden
bir kimseye uyulmaz! Ayrıca iki günahı bir araya getirerek cehalet ve
hamakatını tescil etmiş olursun. Tıpkı keçiye bakıp kendini dağın tepesinden
aşağı atan bir koyun gibi olursun. Koyun da senin gibi nefsini helâk etmiştir.
Eğer o konuşabilseydi muhakkak kendisini mazur göstermeye çalışarak, 'Keçi
benden daha akıllıdır. Oysa o kendini helâk etti. İşte ben de onun gibi yaptım'
derdi. O böyle dediği zaman, sen onun cehaletine gülerdin. Oysa senin halin de
onun haline benziyor. Buna rağmen sen yaptığına hayret etmiyor ve kendine
gülmüyorsun!
Hasedden ötürü gıybet yapmaya
gelince bu gıybet, iki azabı bir arada toplamak demektir. Çünkü sen o adama
dünya nimetinden dolayı hased ettin ve dünyada bu hasedinle dünyada nefsini
zarara sokup azap çekmektesin. Bununla da kanaat getirmedin. Sonunda âhiret
azabını da buna ekledin! Dolayısıyla iki azabı bir araya getirmiş oldun.
İstihzâya gelince, senin
istihzâdan gayen, halkın yanında başkasını rezil etmektir. Oysa Allah(cc),
melekler ve peygamberlerin (as) nezdinde kendi nefsini rezil etmek sûretiyle
onu halk yanında rezil etmeye çalışırsın. Bu bakımdan eğer sen çekeceğin
hasreti, utangaçlığı ve kendisiyle istihzâ ettiğin kimsenin günahlarını
yüklendiğin ve dolayısıyla cehenneme sevk olunduğun kıyamet gününün
mahrumiyetini düşünmüş olsaydın, mutlaka bu düşüncen seni, arkadaşını rezil
etmekten alıkoyardı.
Günahından dolayı kişiye merhamet
ve şefkat etmeye gelince, bu esasında güzeldir. Fakat İblis, bu güzeli
yapmandan dolayı sana hased etti, dolayısıyla seni dalâlete sürükledi. O şefkat
ve merhametinden daha fazla sevaplarından o adamın defterine nakledilmesine
sebep olacak bir sözü ağzından çıkarttı ve seni konuşturdu. Bu bakımdan senin o
adamın defterine nakl olunacak sevapların, o adamdan sâdır olan günahın yerine
geçecek ve o adam şefkat ve merhamete ihtiyaç duymaktan çıkacaktır. Bu sefer
sen şefkat ve merhamete muhtaç olacaksın. Çünkü senin ecrin yanıp kül oldu ve
hasenâtından eksildi.
Allah için öfkelenmek de gıybet
yapmayı gerektirmez. Ancak şeytan, Allah için öfkelendiğinden ötürü elde etmiş
olduğun ecri yok etmek ve seni Allah'ın gazabına maruz bırakmak için sana
gıybeti sevdirmiştir. Seni gıybete sürüklediği zaman kendi nefsine şaşmalısın.
Nefsini ve dinini başkasının dini ve dünyasıyla nasıl helâk ettiğine hayret
etmelisin! Oysa sen dünyanın cezasından da emin değilsin. O ceza da senin
şaşkınlık göstermek sûretiyle müslüman kardeşinin örtüsünü yırttığın gibi
örtünü yırtmaktır. Bu bakımdan bütün bunların ilacı sadece marifet ve imanın
giriş kapılarından olan bu şeyleri tesbit edip elde etmektir. Bu bakımdan bütün
bunlar hakkında imanı kuvvetli olan bir kimse, hiç şüphesiz dilini gıybetten
tutar.
Gıybet Sadece Dille Yapılmaz
Dil ile söylemek, ancak başkasına
müslüman kardeşinin bir eksikliğini anlattığın ve hoşuna gitmeyen bir vasfını
belirttiğin için haram olmuştur. Bu bakımdan ta'rizen kendisinden bahsetmek,
açıkça kendisinden bahsetmek gibidir. Bu hususta fiil de söz gibidir. İşaret,
îma, dudak bükme, göz kırpma, yazı, hareket ve maksadı belirten her türlü söz,
açıkça söylemek gibidir. O halde bunların tümü gıybet ve haramdır.
Âişe vâlidemizin şu sözü îma ve
işaret kısmındandır: Bizim evimize bir kadın geldi. Kadın gittikten sonra
elimle kadının kısa boylu oluşuna işaret ettim. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav)
bana şöyle dedi: “Kadının gıybetini yaptın!” (Beyhaki 5/2294)
Başkasının taklidini yapmak da
gıybettir. Hatta azap bakımından gıybetten daha şiddetlidir. Çünkü böyle
yapmak, kişiyi anlatmaktan daha tesirli olur.
Yazı ile de gıybet olur. Çünkü
kalem de bir dildir. Bir kitabın yazarı, belli bir şahıstan bahseden kitabında
onun konuşmasını çirkin gösterirse gıybet olur. Ancak konuşmayı böyle
göstermeye kendisini mecbur eden birşey bulunursa, o zaman hüküm değişir. Müellifin
“bazı insanlar şöyle dedi” demesi ise, gıybete dahil olmaz. Yani eğer muhatabın
bu ibareden belli bir şahsı anlarsa, gıybet olur. Çünkü mahzurlu olan, muhataba
belli bir şahsı anlatmaktır. Anlatmakta kullanılan metod ve sistem değildir.
Eğer muhatab o konuşmandan belli bir şahsı anlamazsa öyle konuşman caizdir.
Nitekim Hz. Peygamber (s.a) bir insanın herhangi bir hareketinden hoşlanmadığı
zaman şöyle derdi: “Bazı kavimlere ne oluyor ki şöyle yapıyorlar?”( Ebu Dâvud
4788)
Gıybet çeşitlerinin en çirkini, riyakârların
gıybetidir. Çünkü bunlar maksatlarını salâh ve takvâ ehlinin tabirleriyle anlatırlar
ki zâhirde gıybetten kaçındıklarını gösterip maksadlarını anlatmış olsunlar!
Bunlar cehaletlerinden dolayı iki fâhiş hareketi bir arada yaptıklarını
bilmezler: Hem gıybet, hem riyakarlık!
Yanında bir insandan
bahsedildiğinde 'Bizi falanca kişi gibi dünyada müptezellikle imtihan etmeyen
Allah'a hamd olsun!' demek veya Allah bizi falanca kişi gibi olmaktan ve hayâsızlıktan
korusun!' demek de öyledir! Bu konuşmasından maksadı; başkasını kötülemek,
kendi nefsini de, sâlih kimselere benzetmek sûretiyle övmektir. Böylece hem
gıybetçi, hem riyakâr, hem de nefsini temize çıkarmış olur. Dolayısıyla üç kötü
davranışı bir araya getirmiş olur!
Benimsemek ve hayret etmek
yoluyla gıybeti dinlemek de gıybettendir. Çünkü bu şekilde dinleyen bir kişi,
gıybetçinin gıybet hususundaki keyfi artsın diye ve gıybette alabildiğine ileri
gitsin diye onu şaşkın şaşkın dinler. Sanki o böyle davranmakla gıybetçinin
içindekini söküp çıkarır ve şöyle demek ister: “Hayret! Ben o adamın böyle
olduğunu bilmiyordum. Ben onu şu ana kadar ancak hayırlı, sâlih bir kimse
biliyordum. Ben onda senin söylediğinin tam tersi olduğunu sanıyordum. Allah bizi
her türlü beladan korusun!” Zira bütün söyledikleri ve hareketleri gıybeti
tasdik etmektir. Gıybeti tasdik etmek de gıybetten başka birşey değildir. Hatta
susan da gıybetçinin ortağıdır! Nitekim Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:
“Gıybeti dinleyen, gıybetçilerden biri olur.” (Taberânî,zayıf hadis)
Bu bakımdan gıybeti dinleyen de
gıybetin günahından kurtulamaz. Ancak diliyle veya korktuğu takdirde kalbiyle
gıybeti reddederse veya gıybet meclisinden kalkarsa veya gıybetçinin
konuşmasını başka bir konuşma ile keserse gıybetçi sayılmaz. Aksi takdirde
günahkâr olur! Eğer gıybetçiye diliyle sus deyip de kalben onun gıybetini
dinlemek istiyorsa, bu münafıklık olur. Kalben gıybeti çirkin görmedikçe
münafıklıktan kurtulamaz. Eliyle susması için işaret etmek veya kaşıyla veya
kirpikleriyle işaret etmek yeterli değildir. Çünkü bu işaretler bahsi yapılan
kişiyi hakir görmek demektir. Aksine o kişiyi tahkir değil de tazim etmeli ve
açıkça onu müdafaa etmelidir. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Kimin
yanında bir mü'min zelil ediliyorsa, o da kudreti olduğu halde o mü'mine yardım
etmiyorsa, Allah onu kıyamet gününde insanların gözü önünde zelil eder
(edecek).” (Ahmet bin Hanbel 3/487, Taberani 6/89)
“Kim (müslüman) kardeşinin
bulunmadığı bir mecliste onun haysiyetini korursa, kıyamet gününde onun
haysiyetini korumak Allah'a hak olur.”(Taberani,zayıf hadis)
“Kim kardeşinin gıyabında onun haysiyetini
korur ve müdafaa ederse, o kimseyi ateşten azad etmek Allah'a hak olur.” (Ahmed
bin Hanbel 6/461)
Gıybete Teşvik Eden Sebepler
İnsanoğlunu gıybete sürükleyen
sebepler pek çoktur. Fakat bunları onbir sebepte toplamak mümkündür. Bu onbir
sebebin sekizi, halkın geneliyle ilgilidir. Üç tanesi de din ehli ve havâsla
ilgilidir. Halkın geneli hakkındaki sekiz sebep şunlardır:
1. Öfkesini teskin etmek. Bu tür
gıybet, gıybeti yapılan adama kızmasına vesile olan bir sebep olduğu zaman
meydana gelir. Çünkü kişi öfkesi kabardığı zaman karşısındaki adamın
kötülüklerini söylemek suretiyle öfkesini dindirir. Eğer ortada gıybete mâni
olacak din ve takvâ yoksa, dilin gıybete kayması tabiidir. Bazen öfkesini
yenemez, öfke içinde birikir. Sabit bir kine dönüşür ve kötülüklerini daimi bir
şekilde belirtmeye sebep teşkil eder. Bu bakımdan kin ve öfke, insanı gıybete
sürükleyen büyük sebeplerdendir.
2. Emsâl ve akranına uymak,
arkadaşlarına ayak uydurmak ve konuşma hususunda onlara yardım etmektir. Çünkü
arkadaşları, halkın gıybetini yaptıkları zaman, kişi onların yaptıklarını inkâr
ettiği veya meclislerinden kalktığı takdirde arkadaşlarının ağrına gidip
kendisinden nefret edeceklerini düşünür. Böylece bu hususta onlara yardımcı
olur ve bunu da güzel muaşeretten sayar. Arkadaşlıkta müsamahalı davrandığını
zanneder. Bazen arkadaşları öfkelenirler. Onlara uymak için o da öfkelenmeye
mecbur olur ki sıkıntıda ve bollukta onlarla beraber olduğunu göstermiş olsun.
Dolayısıyla onlarla beraber başkalarının ayıplarını ve kötü sıfatlarını saymaya
dalar.
3. Bir insanın, bir şeyi kendi
aleyhine kullanacağını, kendisine dil uzatacağını veya büyük bir insanın yanında
halini çirkin gösterdiğini veya aleyhinde herhangi bir şahidlikte bulunacağını
hissetmesidir. Bu takdirde o adam kendisini çirkin göstermeden önce o adamı
çirkin göstermeye acele eder. Onun aleyhinde bulunur ki onun kendi aleyhindeki
şahidliğinin müsbet bir tesiri kalmasın veya önce doğru olarak onda bulunan
şeyleri söyler ki arkasından ona iftira atsın ve önce söylediği doğrulardan
ötürü, ettiği iftira revaç bulsun... Şahid tutar ve der ki: 'Yalan söylemek
benim âdetim değildir. Çünkü ben size onun durumundan şu şu tarafları da haber
verdim ve o da benim dediğim gibi çıktı'.
4. Herhangi bir şeye nisbet
edilmesidir. Bu bakımdan nisbet edildiği şeyden kendisini uzaklaştırmak ister.
Dolayısıyle o nisbeti yapanı açıklar. Oysa kendi nefsini o nisbetten kurtarmalı
ve o nisbeti yapanı zikretmemeli ve intikam olarak başka kötülüğü ona nisbet
etmemeliydi. Oysa kişi başkasının kendisiyle o fiilde ortak olduğunu zikreder
ki o fiil hususunda kendini mâzur göstersin.
5. Tasannû(bir şeyi olduğundan
daha değerli göstermek için yapmacık/suni davranma)ve gururu kasdetmektir. Bu,
başkasını küçük göstermek sûretiyle kendini yüceltmek demektir. Bu bakımdan “Filan
adam cahildir, anlayışı kıttır, konuşması zayıftır” der. Böyle söylemekten
gayesi; kendisinin faziletini isbat etmektir. Onlara kendisinin daha âlim
olduğunu göstermektir veya kendisine yapılan tâzim gibi, gıybeti yapılan kişiye
tâzim etmekten sakındırmaktır. Bu gayeye de ancak adamın gıybetini yapmak
sûretiyle varabilir!
6. Hased duyduğu bir insanın
gıybetini yaparak halkın yanında o adamın itibarını düşürmek ister ki halk ona
ikram etmekten, onu övmekten vazgeçsin. Çünkü halkın o adamı övmelerini
dinlemek, halkın o adamın medhini yapmasını ve ikramda bulunmalarını görmek ona
ağır gelir. Hased, öfke ile kinden ayrıdır. Çünkü öfke ve kin insanı cinayete
sevk eder. Hased ise bazen iyilik yapan dosta ve tabiatça kendisine uyan
arkadaşa bile yapılabilir.
7. Oynamak, şakalaşmak, lâtife
yapmak ve vakti gülmekle geçirmektir. Bu bakımdan kişi, başkasının ayıbını
zikreder. Onun taklidini yapmak suretiyle halkı güldürür. Böyle yapmasının
sebebi kibir ve gururdur.
8. Karşısındaki insanı tahkir
etmek için kendisiyle istihzâ etmek ve kendisini alaya almaktır. Böyle yapmak
bazen kişinin yanında, bazen de gıyabında cereyan eder. Bunun kaynağı gurur ve
alaya alınanı küçük görmektir.
Havâs'ta bulunan üç sebebe
gelince, bu sebepler, gıybete sürükleyen âmillerin en çetrefillisi ve en
incesidirler. Çünkü bunlar şeytan tarafından hayırların içine gizlenmiş
şerlerdir. Burada hayır vardır. Fakat şeytan o hayra şerri katmıştır.
Birincisi: Birinin hatasına veya
bir gerçeği inkâr etmesine şaşmasıdır. Bunun kaynağı dindir. Bu bakımdan der
ki: 'Benim filan adamdan gördüğüm, ne acaip bir şeydir!' Bu sözünde bazen doğru
olabilir ve hakîkaten hayret etmesini gerektiren fiili de görmüş olabilir.
Fakat onun buradaki vazifesi; hayret etmekle beraber adamın ismini
zikretmemektir. Fakat şeytan onu, bu hayrete sebep olan adamın ismini
zikretmeye sevkeder. Onun ismini zikretmekle gıybet etmiş olur ve bilmediği noktadan
günahkâr olur. Kişinin “Filan adamın durumuna hayret ettim. Karısı çirkin
olduğu halde nasıl karısını sever. Filan adam câhil olduğu halde nasıl onun sözünü
dinler” demesi de bu türdendir.
İkincisi: Şefkat ve merhamettir.
Şöyle ki, kişinin müptelâ olduğu dertten dolayı üzülür. Bu bakımdan der ki: “Filan
adam fakirdir! Onun derdi beni üzdü. Onun başına gelen belâlar beni oldukça
sarstı!” Üzülme davasında doğru olabilir. Fakat üzülmek, adamın ismini
zikretmesine sebep olmuştur. Böylece adamın ismini zikrederek gıybet etmiştir.
Bu bakımdan üzülmesi, merhamet ve şefkat göstermesi hayırdır. Hayrete düşmesi
de böyledir. Fakat şeytan onu bilmediği bir noktada şerre düşürmüştür. Çünkü
kişinin ismini zikretmeden de üzülmek ve şefkat göstermek mümkündür. Fakat
şeytan onu kendisinin üzüntü ve şefkattan dolayı elde ettiği sevabı iptal etmek
için felâketzedenin ismini zikretmeye kışkırtır.
Üçüncüsü: Allah için
öfkelenmektir. Kişi, bazen bir insanın yapmış olduğu münkeri gördüğü veya
işittiği zaman öfkelenir. Dolayısıyla öfkesini belirtir ve adamın ismini
zikreder. Oysa kendisine düşen vazife, adama karşı emr-i bi'l-ma'ruf ve nehy-i
an'il münker'i icra etmek sûretiyle öfkesini belirtmektir. Başkasının yanında o
öfkeyi belirtmemek ve adamın ismini gizlemek ve adamı kötülükle anmamaktır.
İşte bu üç sebep, âlimler için
bile idrak edilmesi gayet güç olan sebeplerdendir. Halk tabakası hayret etmek,
şefkat göstermek ve öfkelenmek Allah için olduğu zaman bunlara sebebiyet
verenin ismini zikretmekte herhangi bir beis yok zanneder. Oysa böyle sanmak
yanlıştır. Gıybete ruhsat veren durumlar, bazı özel ihtiyaçlardır ki o ihtiyaçlarda
isim zikretmekten başka çıkar yol yoktur. Nitekim bunun bahsi ileride
gelecektir.
Amr b. Vâsile'den şöyle rivayet
ediliyor: Bir zat bir grubun yanından geçti ve onlara selâm verdi. Onlar da
onun selâmının karşılığını verdiler. Onları geçtiği zaman içlerinden biri 'Ben
Allah için bu adamdan nefret ediyorum' dedi. Mecliste oturan diğer şahıslar
'Sen kötü konuştun. Allah'a yemin ederiz, biz gider ona senin söylediklerini
söyleriz' dediler. Sonra aralarından birisine 'Ey filan adam! Kalk ona yetiş!
Bu adamın söylediğini kendisine söyle' dediler. Onların elçisi adama yetişti ve
söylenen sözü adama nakletti. Bunun üzerine adam, Hz. Peygamber'e geldi ve söyleneni
Hz. Peygamber'e bildirdi. Hz. Peygamber kendisine 'Aleyhinde konuşan adamı
çağır' diye emir verdi. O da gidip adamı çağırdı. Adam Hz. Peygamber'in
huzuruna gelerek söylediğini itiraf etti. Hz. Peygamber 'O halde neden bu
adamdan nefret ediyorsun?' dedi. Adam 'Ben onun komşusuyum ve onun durumunu
biliyorum.
Allah'a yemin ederim, farz
namazdan başka onun namaz kıldığını görmedim' dedi. Gıybeti edilen adam, Hz.
Peygamber'e 'Ey Allah'ın Rasûlü! Bu adamdan sor! Acaba farz namazı vaktinden
tehir ettiğimi veya farz namaz için aldığım abdesti üstün körü geçtiğimi, yahut
namazın içindeki rükû ve secdeyi çirkin bir şekilde yaptığımı görmüş mü?' dedi.
Bunun üzerine Hz. Peygamber, adama sordu. Adam 'hayır' cevabını verdikten sonra
şöyle devam etti: 'Yemin olsun! Hem fâsık ve hem doğru insanlar tarafından,
Ramazan ayından başka hiçbir ayda oruç tuttuğunu görmedim'. Gıybeti yapılan
adam, Hz. Peygambere 'Ey Allah'ın Rasûlü! Sor kendisinden, acaba Ramazan ayında
hiç oruç tutmadığımı veya Ramazan ayı hakkında kusur ettiğimi hiç görmüş mü?'
dedi, Hz. Peygamber bunu sorunca adam şöyle cevap verdi: 'Yemin olsun! Ramazan
ayında bir dilenciye veya bir fakire birşey verdiğini görmedim. Allah yolunda
sarfettiğini ve infakta bulunduğunu görmedim. Ancak iyi ve kötü insanlar tarafından
verilen şu zekat hariç!' Gıybeti yapılan adam, Hz. Peygamber'e 'Ey Allah'ın
Rasûlü! Sor kendisinden! Acaba zekâtımdan hiç eksik ettim mi veya zekâtı alan
zekât memurlarını hiç geciktirdim mi?' dedi. Hz. Peygamber bunu sorunca, adam
'hayır' dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, gıybet yapan adama şöyle dedi:
'Kalk! Buradan git. Umulur ki o adam senden daha hayırlıdır'.(Ahmet bin Hanbel
5/455)
Kalben Yapılan Gıybetin Haram
Olması
Kötü söz gibi su-i zan da
haramdır! Bu bakımdan başkasının kötülüklerini dil ile zikretmek haram olduğu
gibi, müslüman hakkında içinden su-i zanda bulunmak da haramdır. Bundan kastedilen
kalbin daimi olarak bir başkasına kin duyması ve başkasının aleyhine kötülükle
hükmetmesidir. Kişinin kalbinden bir anda gelip geçen şeyler affedilmiştir. Hatta
şek ve şüphe etmek de affedilmiştir. Yasaklanan, başkasının hakkında kalbi
daimi olarak etkisi altına alan kötü zanda bulunmaktır. Nitekim Allah (cc)
şöyle buyurmuştur: “Ey iman edenler! Zannın çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir
kısmı günahtır. ” (Hucurat 12)
Kötü zannın haram olmasının
sebebi şudur: Kalbin esrarını ancak allâm'ul-guyûb olan Allah bilir. Bu
bakımdan başkası hakkında kötü zanda bulunamazsın. Ancak te'vil kabul etmeyecek
şekilde sana âyan beyan olursa, o zaman bildiğine ve gördüğüne inanmaktan başka
seçeneğin yoktur.
Gözünle görmediğin, kulağınla
işitmediğin bir şeyin kalbine düşmesine gelince, o şeyi senin kalbine şeytan
atmıştır. Bu bakımdan şeytanı yalanlaman gerekir. Çünkü şeytan, fâsıkların en
katmerlisidir, Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Ey iman edenler! Eğer
bir fâsık size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeden
bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz.”(Hucurat
6)
Bu bakımdan İblis'i doğrulamak
caiz değildir. Eğer orada fesâda delâlet eden bir hayal ve bir karine varsa,
onu tasdik etmen caiz değildir. Çünkü fâsığın doğru söylemesi tasavvur
edilebilir. Fakat onu tasdik etmek senin için caiz değildir. Hatta ağzını
koklayıp içkinin kokusunu duyduğun bir insan için ceza tatbik etmek caiz
değildir; zira bu adamın ağzını içki ile çalkalayıp içkiyi dökmesi ve içmemesi
veya cebren içmeye zorlanması mümkün ve muhtemeldir denilebilir. Bütün bunlar
şüphesiz ki muhtemel delillerdir. Kalben onları tasdik etmek ve o delillerden
ötürü müslüman hakkında kötü zanda bulunmak caiz değildir. Nitekim Hz.
Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Allah, müslümanın, kanını, malını ve
hakkında kötü zanda bulunmayı haram kılmıştır.” (Beyhaki Şuabu’l-Îmân, 9/75;
no: 6280; Musannefu İbn Ebî Şeybe, 5/435, no: 27754.)
Bu bakımdan su-i zan ancak zannın
helâl olmasını gerektiren sebeplerle helâl olabilir. O da görme veya âdil bir
delildir. Durum böyle değilse, kalbine su-i zannın vesvesesi gelirse, onu
nefisten uzaklaştırmak gerekir ve nefsine 'Adamın -daha önce olduğu gibi-hali
senin yanında kapalıdır. Senin ondan gördüğün şeyi hayra da, şerre de yorumlama
ihtimâli vardır' demek gerekir.
Kişi kalbine gelenin zan olduğu nasıl bilebilir? Oysa insanın içinde
şüpheler cirit atmakta, nefis daima kendi kendine bir şeyler fısıldamaktadır? Kötü
zan olmasının alâmeti, zanla beraber kalbin daha önceki durumundan
değişmesidir. Bu bakımdan kalp, az da olsa zannın duyulduğu kişiden nefret
ederek zanda bulunulan kişinin gözetilmesi, aranması, ikramda bulunulması ve
onun başına bir musibet geldiğinde onun için üzüntü duyulması azalır. Oysa Hz.
Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:
“Mü'minde üç şey vardır ki onlardan kurtulması için bir yol vardır.
Kötü zandan kurtulmanın yolu ise şüphelendiği şeyin üzerine düşmemesidir.” (Taberani,zayıf
hadis;Kenzu’l-Ummâl, 16/27, no: 43788.)
Yani ne fiilen ne de kalben onu
araştırmamak ve üzerinde durmamaktır. Mü'min, kalbinde ve âzalarında ona yer
vermemelidir. Kalpte yer vermesi, sevginin nefrete dönüşmesidir. Azalarda yer
vermek ise, onun gereğince amel etmek demektir. Şeytan az bir hayalle bazı kere
halk hakkındaki kötü zannı kalbe yerleştirir ve adama “bu senin zeki oluşundan,
zihninin süratle intikal edişinden dolayı kalbinde meydana gelmiştir”
vesvesesini ilka eder ve devamla şu vesveseyi verir: “Muhakkak mü'min Allah'ın
nû-ruyla bakar! (Sen Allah'ın nûruyla bakarak bunu sezdin)”. Oysa böyle bir
insan hakikatte şeytanın gururu ve meydana getirdiği karanlıkla bakıyordur.
Âdil bir kimsenin haber verip,
senin zannının da o adil kimseyi tasdik etmesine gelince, sen burada mazur
sayılırsın. Çünkü sen o âdil insanı yalanlarsan bu yalanlaman adalete karşı bir
cinayettir; zira adaleti yalan zannetmiş olursun, bu da su-i zandır. Bu
bakımdan herhangi birisine -yani ne haber veren âdil kimseye, ne de hakkında
su-i zan yapılması gereken şahsa- su-i zan etmemeli ve ikisi hakkında da eşit
bir şekilde düşünmelisin. İkisinin arasında düşmanlık, çekememezlik ve
kindarlığın olup olmadığını araştırmak gerekir. Çünkü bunlardan dolayı da itham
etmiş olabilir! Allah'ın nizâmı, âdil bir babanın evladı için şahitliği itham
edilmek söz konusu olduğu için reddetmiştir. Düşman aleyhindeki şahitliği de
reddetmiştir. Bu bakımdan sen böyle bir durumda duraklamalısın. Her ne kadar
söyleyen adam adil olsa da onu ne yalanlamalı, ne de doğrulamalısın. Fakat
nefsine “Bahsi edilen kişinin hali, benim yanımda, Allah'ın örtüsü altında
bulunuyor. Onun işi benden örtülü ve olduğu gibi kaldı ve onun işinden bana hiçbir
şey keşif olunmuş değildir” demelidir. Kişi bazen zahirde adaletli olur. Onunla
gıybeti yapılanın arasında herhangi bir kin de söz konusu olmayabilir. Fakat
halkın gıybetini yapmak, kötülüklerini belirtmek, bu zahirde adil görünen
kişinin âdetinden olabilir. Dinleyen de onu âdil zanneder. Oysa o âdil
değildir; zira başkasının gıybetini yapan bir kimse fâsıktır. Eğer gıybet onun
âdetinden ise şahitliği reddedilir. Ancak halk arasında gıybet yapmak âdet
olduğundan dolayı gıybet hususunda gevşeklik gösteriyorlar. Halkın aleyhinde
bulunmaya pek aldırış etmiyorlar.
Ne zaman bir müslüman hakkında
kalbine bir kötülük gelirse, o müslümanı daha fazla gözetmen ve durumunu sorman
uygun olur. Ona hayırla dua etmen daha münâsib olur. Çünkü böyle yapman şeytanı
kızdırır ve senden uzaklaştırır. Bir daha da şeytan senin kalbine kötü zannı
ilka edemez. Çünkü senin dua etmekle ve hakkında kötü zan yapılmak istenen
adamın hakkına daha fazla riayet etmekle meşgul olmandan korkar.
Müslümanın hatasını açık bir delille
bildiğinde, gizlice kendisine nasihatta bulun. Sakın şeytan seni aldatıp o
adamın gıybetini yapmaya sürüklemesin. O adama nasihat yaptığında, onun o
eksikliğini bildiğine sevinerek nasihat yapma! Çünkü böyle bir sevinç, onun
sana tâzim gözüyle, senin de ona hakaret gözüyle bakmandan ve kendini ondan
üstün tutmandan kaynaklanır. Senin bu nasihattan maksadın onu günahtan
kurtarmak olmalıdır. Bunu yaparken, dinin hakkında bir eksikliğin olduğunda
nefsin için üzüldüğün gibi onun için de üzülerek yapmalısın ve yine adamcağızın
o günahı nasihatinin tesiri olmaksızın bırakması, nasihatinin tesiriyle
bırakmasından sence daha sevimli olmalıdır. Sen bunları yaptığın takdirde
nasihat, musibetten dolayı üzülmek ve müslüman kardeşine din hususunda yardım
etmek ecirlerini bir arada toplamış olursun. Su-i zannın semerelerinden biri de
merakla araştırmaktır; zira kalp, su-i zanla kanaat getirmeyerek tedkik ve
tahkik ister. Bu bakımdan hakkında su-i zan yapılan adamın durumunu
araştırmakla meşgul olur. Bu da yasaklanmıştır. Nitekim Allah Teâlâ “…Birbirinizin
kusurunu araştırmayın...” (Hucurât 12) buyurmuştur. Bu bakımdan gıybet, su-i
zan ve araştırmak aynı ayette yasaklanmışlardır.
Tecessüss'ün mânâsı, Allah(cc)'ın
kullarını Allah(cc)'ın örtüsü altında bırakmamak, onların gizli taraflarını
öğrenmeye çalışmak ve üzerlerine gerilen örtüyü yırtmaktır. Oysaki kendisinde
gizli olsaydı kalbi ve dini için daha selâmetli olurdu.
Gıybeti Ruhsatlı Kılan Özürler
Başkasının kötü taraflarını
belirtmeyi ruhsatlı kılan şey, şer'an sıhhatli ve doğru bir hedeftir ki ona
ancak gıybet yapmak sûretiyle varmak mümkün olur. Bu bakımdan bu durum,
gıybetin günahını ortadan kaldırır. Gıybeti ruhsatlı kılan özürler altı
tanedir:
Birincisi: Zulümden şikayet
etmektir; zira bir idareciye zulmü haber veren, hıyâneti söyleyen, hasmının
rüşvet aldığını haber veren bir kimse -eğer mazlum / ilk elden tanık değil veya
adil bir haberciden duymadıysa- gıybet yapmış ve isyan etmiş bir kimse olur.
Kadı(idareci) tarafından zulme uğrayan bir kimse ise, kadı(idareci)'nın üstünde
bulunan yöneticiye gidip şikayet eder ve kadı(idareci)'nın zulmettiğini söyler;
zira bu kimsenin hakkının alınması ancak bu gıybeti yapmak sûretiyle mümkün
olur. Nitekim bu konuda Hz. Peygamber (sav)’den şu hadisi şerifler rivayet
edilmiştir :
“Muhakkak ki hak sahibi olan
alacaklı için söz söyleme yetkisi vardır.” (Müslim 1601, Buhârî 2390)
“Zengin bir kimsenin borcunu
geciktirmesi zulümdür.” (Müslim 1564 , Buhârî 2400 )
“Varlıklının (borcunu)
geciktirmesi, hem cezalandırılmasını, hem de gıybetinin yapılmasını helâl
kılar.” (Ebu Dâvud 3628 , Nesâî 4689, İbn Mâce 2427)
İkincisi: Dinen münker ve yasak
olanı engellemek, âsî bir kimseyi doğru yola çevirmektir. Nitekim rivayet
ediliyor ki: “Hz. Ömer, Hz. Osman'ın yanından geçti. (Bazıları da 'Hz.
Talha'nın yanından geçti' demişlerdir). Osman'a selâm verdi. Hz. Osman (nefsiyle
meşgul olduğu için selamı duymadığından) Hz. Ömer'in (ra) selâmına karşılık
vermedi. Bunun üzerine Ömer, Hz. Ebubekir'e giderek durumu anlattı. Hz.
Ebubekir(ra), durumu düzeltmek için Hz. Osman'a geldi” ve Hz. Ömer'in bu sözünü
gıybet saymadılar. Yine bunun gibi Hz. Ömer(ra)'in kulağına Ebu Cendel (ra)'in
Şam'da içki içtiği haberi geldiğinde Ebu Cendel'e şu mektubu yazdı:
Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın
ismiyle başlarım! “Hâ, Mim! Bu Kitap mutlak galip, hakkıyla bilen, günahı
bağışlayan, tevbeyi kabul eden, azabı çetin, lütuf sahibi Allah tarafından
indirilmiştir. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur, dönüş ancak O’nadır.” (Mü'min 1-3)
Hz. Ömer'in bu mektubu üzerine
Ebu Cendel tevbe etti ve Hz. Ömer, bu haberi kendisine ulaştıranı gıybet yapmış
kabul etmedi. Çünkü bu haberi Hz. Ömer'e ulaştıranın maksadı, Hz. Ömer'in Ebu
Cendel'in bu yaptığını ortadan kaldırması içindir. Hz.Ömer'in Ebu Cendel’e
yapacağı nasihatin, başkası tarafından yapılan nasihattan daha tesirli ve
faydalı olacağını umdu. Bunun mübah olması, sıhhatli ve doğru bir maksadla
olmasındandır. Eğer bu sıhhatli maksad ortada mevcud değilse, böyle söylemek
haram olur.
Üçüncüsü: Fetva istemektir.
Nitekim müftüye der ki: 'Babam veya hanımım veya kardeşim bana zulmetti! Bu
zulümden kurtulmanın yolu nedir?' Bu hususta en sağlamı, târiz yoluyla
sormaktır. Meselâ şöyle demelidir: 'Babası veya kardeşi veya hanımı kendisine
zulmeden bir adam hakkında ne dersiniz?' Fakat bu miktarın tayini mübahtır.
Çünkü Utbe'nin kızı Hind'den (rah) rivayet edildiğine göre, Hz. Peygambere(sav)
şöyle demiştir: 'Kocam Ebu Süfyan çok cimri bir kimsedir. Bana ve çocuğuma
yetecek kadar nafaka vermiyor. Acaba onun haberi olmaksızın onun malından
alabilir miyim?'
Hz. Peygamber cevap olarak şöyle
buyurmuştur: 'Normal olarak sana ve çocuğuna yetecek kadarını al'.( Müslim 1714,
Buhârî 2211)
İşte Hind, Ebu Süfyân'ın
cimriliğini, kendisine ve çocuğuna zulmettiğini belirtti. Buna rağmen Hz.
Peygamber, onu bu gıybeti yapmaktan menetmedi. Çünkü onun maksadı fetva
istemekti.
Dördüncüsü: Müslümanı şerden
korumaktır. Bu bakımdan bid'atçı veya fâsığın bid'atının ona sirayet
edeceğinden korktuğun zaman, o fâsık ve bid'atçı kimsenin fısk ve bid'atını bir
fakîh'e açıklayabilirsin. Eğer seni, bunu açıklamaya teşvik eden, bid'at ve
fıskın sirayet etme korkusundan başka bir hedef değilse, açıklayabilirsin; zira
burası, aldanma yeridir. Çünkü bazen o adama kızmak, insanoğlunu bu açıklamaya
teşvik edebilir. Bir davada şahidleri temize çıkaran bir kimseye de şahidin
halinden sorulduğu zaman, eğer şahidin kusurunu biliyorsa, onun kusurunu
söylemek suretiyle aleyhinde bulunabilir. Evlenmek hususunda kendisiyle
istişare edilen veya emaneti bırakmak hususunda kendisine danışılan bir kimse
de böyledir. Müsteşar, istişare yapana gıybet maksadıyla değil, nasihat maksadıyla
bildiklerini söyleyebilir. Eğer istişare eden, kişinin sadece “Bu sana yararlı
değildir” sözüyle o evlenmeyi bırakacağını biliyorsa, öyle söylemek, tafsilâta
geçmemek farzdır ve bu kadar söylemek yeterlidir. Eğer ancak açıkça ayıbını
söylemek sûretiyle evlenmeyi bırakacağını biliyorsa, o vakit açıkça söylemek
yetkisine sahiptir; zira Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Siz fâcir
kimseyi belirtmekten korkar mısınız, çekinir misiniz? (Hayır çekinmeyin!) Halk
kendisini tanısın diye maskesini yırtınız. Halk ondan sakınsın diye onda
bulunan kusurları soyleyin.” (el-Beyhakî, es-Sunenu’l-Kubrâ, 10/354, no: 20914)
Selef-i Sâlihîn derler ki: Üç
sınıf vardır, onların gıybeti yoktur, onların gıybetinden günah gelmez:
1.Zâlim idareci, 2.Bid'atçı kimse,
3.Fıskını açıklayan fâsık.
Beşincisi: İnsanın, ayıbını
belirten ve kendisinin de rahatsızlık duymadığı bir lâkab ile maruf olmasıdır.
Topal, kel, kör gibi. Bu bakımdan bir konuyu aktarırken Topal, kel, kör falanca
söyledi demende ve buna bezer ibareleri kullanmakta günah yoktur. Âlimler, bunu
tarif etmenin zaruri olması sebebiyle böyle yapmışlardır. Eğer bundan sakınmak
ve başka bir ibâre ile tarif etmek imkânı varsa, onu kullanmak daha evlâdır .
Altıncısı: Gıybeti yapılanın,
fâsıklığını açıkça yapmasıdır. Kadınımsı giyinen, kadın gibi hareket eden,
meyhane açan, açıkça içki içen ve halkın malını gasbeden bir kimse gibi… Aynı
zamanda bu kimse böyle şeyleri kendisine bu lâkabların takılacağından
çekinmeksizin açıktan açığa yapıyor, kendisini bu sıfatlarla anmaktan
iğrenmiyorsa, açıktan işlemiş olduğu bir sıfatı kendisine atfettiğin zaman
günahkâr olmazsın. Nitekim Hz. Peygamber(sav) şöyle buyurmuştur: “Kim hayâ
perdesini yüzünden atmışsa, onun gıybeti yoktur.” (Musnedu’ş-Şihâb, 1/263, no:
426; el-Beyhakî, es-Sunenu’l-Kubrâ, 10/354, no: 20915.)
Gıybetin Kefareti
Gıybeti yapana farz olan, pişman
olmak, tevbe etmek ve yaptıklarından dolayı üzülmektir ki böyle yapmakla
Allah'ın hakkını ödemiş olsun! Sonra gidip gıybetini yaptığı kimseye kendisini
helâl ettirmelidir ki o da helâl ederse, ona yapmış olduğu zulmün cezasından
kurtulur. Gıybetini yaptığı adamdan helâllik istediği zaman mahzun, üzgün ve
yaptığından dolayı pişman olmalıdır. Çünkü riyâkâr bir kimse bazen gıybetini
yaptığı kimseden, muttakî olduğunu göstermek için helâllik ister. Oysa içinde
gıybetten dolayı pişmanlık diye bir şey yoktur. Böylece ikinci bir günah
işlemiş olur!
Hasan Basrî şöyle demiştir:
'Gıybetçiye, helâllik istemek değil Allah(cc)'tan günahının affını istemek kâfi
gelir. Bunun yeterli olduğuna Enes b. Mâlik(ra)'ten rivayet edilen hadîsle
istidlâl edilir. Enes (ra) Hz. Peygamber(sav)'in şöyle buyurduğunu rivayet
eder: “Gıybetini yapmış olduğun kimsenin gıybetinin kefareti, onun için
istiğfar edip, af talep etmendir.” (İbn Ebî Dünya,ibn Adiyy zayıf hadis ) Mücahid
şöyle demiştir: 'Kardeşinin etini yemenin kefareti, onu övmen, hayırla
kendisine dua etmendir'.
Atâ b. Ebî Rebah'a 'gıybetten
tevbe etmek' hakkında soruldu. Dedi ki: "Gıybetten tevbe etmek, gıybetini
yapmış olduğun arkadaşına gitmen ve ona 'Ben söylediğimde yalan söyledim. Sana
zulmettim ve su-i edebde bulundum. İstersen hakkını benden alabilirsin ve
istersen beni affedersin' demendir.
Atâ'nın bu fetvası daha
sağlamdır. İtirazcının “Gıybetin karşılığı yoktur. Bu bakımdan gıybetten dolayı
helâllik istemek farz değildir. Mal ise tam bunun hilâfınadır” demesine
gelince, onun bu sözü zayıf bir sözdür; zira başkasının haysiyet ve mürüvvetine
saldırana iftira cezasının tatbik edilmesi farzdır ve bu kimsenin yakasına
yapışılır. Sahih bir hadîste, Hz. Peygamber'den şöyle söylediği rivayet
edilmiştir:
“Kimin yanında müslüman
kardeşinin haysiyet ve şerefi veya malı hususunda bir zulüm varsa, o kimse,
kendisinde dinar ve dirhem (para) bulunmayan bir gün gelmezden önce gidip o
kardeşinden helâllik istemelidir. Çünkü o günde sadece onun hasenât ve
sevabından alınır, gıybeti yapılana verilir. Eğer sevabı yoksa arkadaşının
günahları alınır, kendisinin günahlarına eklenir.”( Buhârî 6534)
Bu bakımdan eğer gıybetçinin
imkânı varsa, helâllik istemesi lâzımdır. Eğer gıybeti yapılan şahıs ortada yok
veya ölü ise, en uygunu onun için af talep etmesi, duada bulunması ve onun nâmına
hayırlar yapmasıdır.
Eğer “Acaba helâl etmek farz
mıdır?” dersen, cevap olarak derim ki: Hayır! Farz değildir. Çünkü başkasına
hakkını helâl etmek teberrudur. Teberru ise farz değil, fazilettir. Fakat buna
rağmen helâl etmek güzeldir. Özür dilemenin yolu, karşısındakini mübalâğalı bir
şekilde övmek, ona kendisini sevdirmektir. Onun kalbini hoşnut edinceye kadar
bu şekilde arkasını bırakmamaktır. Eğer buna rağmen kalbi hoş olmazsa özür
dilemesi ve sevgi göstermesi, defterine yazılacak bir hasene olur. O hasene
kıyamet gününde, gıybet kötülüğünün karşılığı olur.
Hz. Peygamberin şu hadîs-i
şerifinin mânâsı nedir ve o gıybetini nasıl sadaka olarak verirdi?
“Sizden biriniz, Ebu Damdam gibi
olmaktan aciz midir? Ebu Damdam evinden çıktığı zaman şöyle derdi: 'Ey Allahım!
Ben gıybetimi yapmayı halk için sadaka olarak verdim (hakkımı helâl ettim).” (Bezzar,
İbn Sinnî, Ukaylî zayıf hadis)
Kısaca gıybetçiyi affetmek daha
faziletlidir. Nitekim Hasan Basrî şöyle demiştir: "Ümmetler kıyamet
gününde, Allah'ın huzurunda diz çöktükleri zaman 'Kimin Allah nezdinde ecri
varsa ayağa kalksın!' denir. O zaman sadece dünyada halkı affedenler ayağa
kalkarlar". Nitekim Allah (cc) şöyle buyurmuştur: “(Resûlüm!) Sen af
yolunu tut, iyiliği emret ve cahillerden yüz çevir.” (A'raf 199)
Hz. Peygamber (sav) de şöyle
buyurmuştur: “Ey Cebrâil! Ayetteki af ne demektir?
Cebrâil şöyle demiştir: Muhakkak Allah sana zulmedeni affetmeni emrediyor.
Sıla-yı rahmi kesen akrabana sıla-yı rahim yapmanı ve seni mahrum edeni mahrum
etmeyip vermeni emrediyor.”( Ebu Nuaym )
Bir şahıs Hasan Basrî'ye 'Filân
adam senin gıybetini yaptı!' dedi. Bunun üzerine Hasan, bir tabak yaş hurma
doldurarak o adama gönderdi ve şöyle dedi: 'Kulağıma geldiğine göre sen hasenât
ve sevabından bana hediye etmişsin. Ben de o hediyene karşılık sana bu
hurmaları hediye etmek istedim. Beni mâzur gör! Çünkü senin hediyene tam olarak
karşılık vermeye kudretim yok!
3. DİLLE İŞLENEN CİNAYET: İFTİRA
Hadislerle İslam adlı
eserde bu konuda aşağıdaki açıklamalara yer verilmiştir:
İslâm ahlâkında ilke olarak insanlar aleyhinde onları kötüleyici ve
incitici mahiyetteki her türlü konuşma ve gıybet yasaktır. Birinin aleyhinde
yapılan konuşmanın gerçeğe dayanması, onu gıybet olmaktan çıkarmaz. Nitekim
Resûl-i Ekrem(sav), “Gıybetin ne
olduğunu biliyor musunuz?” diye sormuş; ashâb, “Allah ve Resûlü
daha iyi bilir.” deyince, “Kardeşini
hoşlanmadığı bir şeyle anmandır.” buyurmuştur. “Söylediğim şey
kardeşimde bulunan bir özellik ise ne buyurursunuz?” diye sorulunca Hz.
Peygamber(sav), “Söylediğin şey
onda varsa onun hakkında gıybet etmişsindir. Ama eğer yoksa ona iftira etmiş
olursun.” cevabını vermiştir. (Müslim, Birr, 70 ) Buna göre iftira, yalandan
bir parça olmakla birlikte ondan ve gıybetten farklıdır. Zira her iftira
yalandır, fakat her yalan iftira değildir.
Allah (cc,) Nûr suresinde geçen, “Eğer dünyada ve ahirette Allah’ın
lütuf ve merhameti üstünüzde olmasaydı, içine daldığınız bu iftiradan dolayı
size mutlaka büyük bir azap isabet ederdi. Çünkü siz bu iftirayı, dilden dile
birbirinize aktarıyor, hakkında bilgi sahibi olmadığınız şeyi ağızlarınızda
geveleyip duruyorsunuz. Bunun önemsiz olduğunu sanıyorsunuz. Halbuki bu, Allah
katında çok büyük (bir suç) tur. Onu
duyduğunuzda: «Bunu konuşup yaymamız bize yakışmaz. Hâşâ! Bu, çok büyük bir
iftiradır» demeli değil miydiniz? (Nûr 14-16) ayeti kerimelerle iftiranın kendi
katındaki önemini, iftiracının cezasını ve bu cezadan korunması için
mü’minlerin nasıl davranması gerektiğini açıkça belirtmektedir.
Hz. Peygamber(sav) de bir hadisi şerifinde, “Kişinin haksız yere bir Müslüman’ın şeref ve namusuna dil uzatması,
büyük günahların en büyüklerindendir.” (Ebû Dâvûd, Edeb 35)
buyurarak İslam adına konunun ne kadar
önemli olduğunu bildirmiştir.
İftira, toplum hayatını dinamitleyen, dostlukları bitiren, yuva kurmaya
engel olan, kurulmuş yuvaları yıkan, aile facialarına yol açan; insanların
işlerini, itibarlarını, istikballerini, hatta bazen hayatlarını kaybetmelerine
sebep olabilen çok kötü bir davranıştır. İftira sonucunda insanlar arasındaki
sevgi ve saygı azalır, kin ve nefret duygusu çoğalır, toplumsal problemler baş
gösterir.
Hadislerinde genel olarak doğruluk, dürüstlük, adalet, iyilik ve hüsn-i
zannı emreden; yalancılık, haksızlık ve sû-i zan gibi kötülükleri yasaklayan
Sevgili Nebî, Müslümanları sosyal bir hastalık olan iftira konusunda uyarmış;
bilhassa İslâm’a yeni giren erkek ve kadınlarla biatleşirken, içtimaî ve siyasî
önemi bulunan prensipler yanında, iftira etmemek üzere de söz almıştır.
İslâm, iftirayı yasaklamakla kalmamış, onu engellemek için bazı önlemler
de almıştır. Buna göre insanların ayıp ve kusurlarını araştırmak, evleri
gözetlemek, karşı cinsten yabancı kimselerle baş başa kalmak, evlere
izin almadan girmek yasaklanmıştır. Bu ve benzeri uyarılar, bireyin kişiliğini
ve saygınlığını korumaya ve muhtemel iftira ve dedikoduları önlemeye yönelik
alınmış tedbirlerdir.
İslâm, masum insanların iffet, şeref ve haysiyetlerini korumak için
özellikle zina iftirası atanları cezalandırmak suretiyle bu kötü davranışın
önüne geçmeyi hedeflemiştir. Bunun için zina suçlamasının ancak dört şahidin
bizzat ve çok net tanıklığı ile olması gerektiğini bildirmiştir. Dört şahit ile
ispatlanamayan zina suçlamasının iftira olacağını belirtip, bu iftirayı
atanlara da seksen sopa cezası uygulanacağını ve iftirası sabit olanların
şahitliklerinin bir daha kabul edilmeyeceğini açıklamıştır. Bütün bunlar,
insanların kişilik haklarını korumak, insanlar hakkında gelişigüzel laf
üretilmesine mani olmak ve iftiraların önüne set çekmek içindir.
Namusa atılan iftira, sadece iftiraya uğrayana değil, onun yakın ve uzak
çevresine de zarar verir ve şahsiyetlerini rencide eder. Bundan da öte, iftira
edilen kimse hakkında sû-i zan beslenmesine, bazen de cinayetle sonuçlanan
aşırı tepkilere sebep olabilir. Nitekim suçsuz olduğu hâlde iftiraya kurban
giden kimselerle ilgili haberler, bu hakikati gözler önüne sermektedir. Bu
itibarla iftira hastalığına yakalananların bu gerçeği göz ardı etmemeleri ve
empati kurarak kendilerine atıldığında asla kabul etmeyecekleri bir iftirayı
başkalarına atmamaları gerekir. Zira Allah Resûlü (sav), kişinin ancak kendisi
için istediği şeyleri başkası için de istemesini öğütlemekte, dolayısıyla
kendisi için istemediğini mümin kardeşine de yakıştırmaması gerektiğini
belirtmektedir.
Ayrıca, “Hakkında bilgin
bulunmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi ondan
sorumludur.” (İsrâ 36) buyurarak asılsız olması muhtemel
haberlerin peşine düşüp bunlara doğruymuş gibi ilgi göstermeyi yasaklamış,
fâsık bir kimsenin taşıdığı habere inanmadan önce araştırma yapılmasını
emretmiştir. Allah Resûlü de, “Kişiye,
işittiği her şeyi anlatması yalan olarak yeter!” (Müslim, Mukaddime,
5) buyurarak ortalıkta dolaşan her söze itibar edilmemesi ve duyulan her
sözün anlatılmaması gereğine işaret etmiştir. İftira ve benzeri kötü
davranışlara tepki göstermek, hem iftira edilenin haysiyetini korumak hem de
olabilecek iftiraların önüne geçmek bakımından önemlidir. Aksi takdirde
kötülüklerin önünü almak mümkün olmayabilir.
İftira sadece namusa yönelik değil, insan şahsiyetini rencide edecek
duygu ve davranışlara yönelik de yapılabilmektedir. Evlilik ilişkileri bozulan
eşler ve aileler, birbirleri aleyhine yalan, iftira, suç isnadı, dedikodu gibi
pek çok olumsuz söz ve davranış sergileyebilmektedirler. Hâlbuki İslâm,
iftiranın ve dedikodunun bütün çeşitlerini yasaklamış ve bunun maddî ve mânevî
sorumluluk gerektirdiğini bildirmiştir.
Günümüzde özellikle siyaset, sanat, spor ve magazin dünyasındaki
insanlar, rekabet duygusu, çekememezlik, kıskançlık gibi sebeplerle birbirleri
aleyhine çeşitli iftira, itham ve karalamalar yapmakta, evrensel ahlâk
kurallarını ihlâl etmektedirler. Namus, iffet, haysiyet, hırsızlık, zimmet,
rüşvet ve yalan üzerine yapılan bu iftiralar, belli bir çevreyle sınırlı
kalmamakta, basın ve yayın yoluyla bazen uluslararası düzeye kadar
ulaşabilmektedir. Oysa bir iftira ne kadar çok yayılırsa, iftiracının
sorumluluğu ve günahı da o nispette artmış olur.
Haset duygusuna kapılanlar, genellikle kendilerine rakip olarak
gördükleri kimseleri küçük düşürmek için iftiraya başvururlar. Oysa haset,
öncelikle haset eden kimseye zarar verir. Bundan dolayı Yüce Allah(cc), “hasetçinin şerrinden kendisine
sığınılmasını” öğütlemiştir. Bunun tedavisi, kişinin içinde
bulunduğu duruma razı olup hâline şükretmesidir. Her nimetin herkeste mevcut
olması mümkün olmadığına ve dünya hayatı bir imtihan yeri olduğuna göre kişi,
Allah(cc)’ın insanlar için takdir ettiği konuma rıza gösterip sabretmeli,
mevcut nimetlerin kıymetini bilmelidir.
Bazı iftiralar ise, zanna dayalı olarak üretilmektedir. Zan ise, kesin
bilgi olmadan tahminde bulunmak ve buna dayanarak hüküm vermek demektir. Yüce
Allah müminleri zandan sakındırmış ve bir kısım zanların günah olduğunu
bildirmiştir. Burada kendisinden uzak durulması istenen ve günah olduğu
bildirilen zan, sû-i zandır. Hz. Peygamber de aynı şekilde, “Zandan sakının. Çünkü zan sözün en
yalanıdır.” (Buhârî, Edeb, 58) buyurarak, müminleri sû-i zan
ve iftiradan sakındırmıştır.
Diğer bir konu da Müslümanların inançları ile ilgili olarak birbirlerine
yönelttikleri değil ağza almak kalpten bile geçirilmemesi gereken ve maalesef
ümmetin birlik ve dirliğine zarar veren ciddi suçlamalardır. Özellikle günümüz
dünyasında çok yaygın olan bu durumla ilgili , “Bir mümini kâfirlikle suçlayan, onu öldürmüş gibidir.” (B6047
Buhârî, Edeb, 44) buyuran Allah Resûlü(sav) müminlere şu uyarıda da
bulunmuştur: “Hiç kimse başka bir
kimseyi fâsıklıkla suçlamasın ve onu küfürle itham etmesin. Eğer itham ettiği
kimse dediği gibi değilse, bu sıfatlar muhakkak itham edene döner.” (B6045
Buhârî, Edeb, 44; Tirmizî, Îmân, 16) Müslümanları küfürle
veya münafıklıkla itham etmek, İslâm ahlâkıyla bağdaşmadığı gibi, toplumda
huzursuzluğa ve kamplaşmalara sebep olabilecek bir davranıştır. Müslüman’a
yakışan, insanların inancıyla ilgili konuları Allah(cc)’a havale edip kendi
kanaatinden hareketle kimseyi küfürle veya nifakla itham etmemektir.
Netice itibariyle iftira, hem ferdi hem de toplumu rahatsız eden,
insanlar arasındaki sevgi bağlarını koparan, nefret ve düşmanlıklara sebebiyet
veren büyük bir günahtır. İslâm, insan şahsiyetini rencide eden her türlü
iftira, karalama, töhmet altında bırakma, çamur atma ve ithamı yasaklamış,
özellikle zina iftirasında bulunanları, iddialarını dört şahitle
ispatlayamamaları hâlinde cezalandırmak suretiyle insanların şeref ve
haysiyetini korumayı hedeflemiştir. Mümine yakışan, böylesi büyük bir günahtan
uzak durmak, söylenen her söze itibar etmemek, inanmamak ve iftiracılara tepki
göstererek iftiranın yaygınlaşmasına mani olmaktır.(Hadislerle İslâm Cilt 3
Sayfa 462-467)
4. NEMİME (DEDİKODU)
İmam Gazali İhya-u Ulumiddin adlı eserinde bu konuda aşağıdaki
açıklamaları yapmaktadır:
Huzeyfe"nin işittiğine göre,
Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “(İnsanlar arasında) laf taşıyan (kattet, nemmam, kovucu)kişi cennete giremez.” (Buhârî, Edeb,
50; Müslim, Îmân, 168)
Ebu Hüreyre (r.a) Hz. Peygamber(sav)'in
şöyle söylediğini rivayet eder: “Allah nezdinde en sevimliniz, ahlâken en güzel
olanlarınızdır. O kimseler ki kanatlarını gererler, severler ve sevilirler.
Sizin Allah nezdinde en sevimsiz olanlarınız, söz gezdirenleriniz, kardeşlerin
arasını ayıranlarınız, mâsum kimselerin hatalarını araştıranlarınızdır.” (Taberânî
Mucemul Evsat 7/350)
Ebu Hüreyre Hz. Peygamber'in (sav)
şöyle söylediğini rivayet eder: 'Kim bir müslümanın aleyhinde o müslümanın hak
etmediği bir şahidlikte bulunursa, o kimse ateşte yerini hazırlasın'. (İmam
Ahmed 2/509)
Nemimenin Tarifi ve
Reddedilmesi Gereken Kısmı
Nemime ismi, en çok başkasının
sözünü, aleyhinde konuşulan kişiye haber veren kimse için kullanılır. Nitekim
'Filân adam senin hakkında şöyle dedi' dersin. Oysa nemimenin tarifi şudur:
Açıklanması hoş görülmeyen şeyi açıklamak. Bu açıklama ister söyleyenin hoşuna
gitmesin, ister hakkında söylenenin hoşuna gitmesin, isterse üçüncü bir şahsın
hoşuna gitmesin fark etmez. Bu açıklama ister sözle, ister yazıyla, isterse
işaret veya îma ile olsun, nakledilen ister amellerden, ister sözlerden, ister
kendisinde olan bir eksiklik veya bir ayıp olsun veya olmasın. Bütün bunlar nemimenin
tarifine dahildirler.
Nemimenin hakikati, sırrı ifşa
etmek, açıklanmasından hoşlanılmayan bir şeyin yüzünden perdeyi yırtıp kaldırmaktır.
İnsanoğlunun görüp hoşuna gitmediği durumlarda susması uygundur. Ancak
söylemesinde bir müslümanın faydası veya bir günahın ortadan kaldırılması söz konusu
olan bir hâl bu söylediğimizin dışındadır. Meselâ başkasının malını aşıran bir
kimseyi görmek gibi... Bu takdirde bu hususta şahidlik yapması, müslümanın
hakkını gözetmek bakımından kendisine gereklidir. Fakat kişinin kendi nefsine
ait olan bir malı gizlediğini gördüğü zaman, bunu söylerse nemime ve sırrı ifşa
etmek olur. Eğer başkasına söylediği şey, kendisinden hikâye ettiği insanda o
bir ayıp ve eksiklik ise, bu takdirde gıybet ile nemimeyi bir araya getirmiş
olur. Yani hem gıybetçi, hem de kovucu olur. Bu bakımdan, insanoğlunu
kovuculuğa teşvik eden, ya kovuculuğu yapılan insana karşı bir kötülüktür veya
kendisine haber götürülenin sevgisini kazanmak veya bâtıl ve fuzulî konuşmalara
dalmaktır. Kime kovucu tarafından bir söz getirilirse 'filan adam senin
hakkında şöyle dedi' veya 'şöyle yaptı' veya 'filân adam senin işini bozmak
için şu tedbiri aldı' veya 'düşmanına şu yardımda bulundu' veya 'halini şu
şekilde çirkin gösterdi' veya benzeri bir tabir söylendiği zaman kendisine altı
vazife düşer:
Birincisi, kovuculuğu
doğrulamamasıdır. Çünkü kovucu fâsıktır. Fâsığın ise şahidliği kabul edilmez.
Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Ey iman edenler! Eğer bir fâsık size
bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa
kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz.” (Hucurât 6)
İkincisi, kovucuyu kovuculuktan menetmesi,
nasihat yapması ve fiilinin çirkin olduğunu kendisine söylemesidir. Nitekim
Allah (cc) şöyle buyurmuştur: “iyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış!” (Lokman
17)
Üçüncüsü, Allah (cc) için
kovucudan nefret etmesidir. Çünkü kovucu, Allah(cc) nezdinde nefret edilen bir
kimsedir. Bu bakımdan Allah'ın buğzettiği bir kimseye buğzetmesi lâzımdır.
Dördüncüsü, ortada olmayan kardeşi hakkında su-i zan etmemesidir.
Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “ Ey iman edenler! Zannın çoğundan
kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır.” (Hucurât 12)
Beşincisi, kovucunun sana söylediği sözler seni bir müslüman hakkında
casusluk yapmaya, onun gizli taraflarını -kovucu acaba doğru mu söylüyor, yalan
mı söylüyor diye- araştırmaya sevk etmemelidir. Çünkü Allah Teâlâ Birbirinizin
kusurunu araştırmayın.' (Hucurât 12) buyurmaktadır.
Altıncısı, kovucuya yasakladığın şeye kendi nefsin için de razı
olmamalısın. Onun kovuculuğunu hikaye etmemeli, 'filân adam bana şöyle dedi'
deyip kovucu ve gıybetçi olmamalısın. Oysa sen kovucuyu böyle yapmaktan daha
önce menetmiştin.
Rivayet ediliyor ki, bir adam
Ömer b. Abdülaziz'in huzuruna girdi ve başka bir kişiden Ömer'e bir şeyler
nakletti. Bunun üzerine Ömer kendisine "Eğer dilersen senin durumunu
tedkik ederiz. Tedkik neticesinde yalancı çıkarsan şu âyetin mefhumuna dahil
olmuş olursun: Ey iman edenler! Eğer bir fâsık size bir haber getirirse onun
doğruluğunu araştırın.' (Hucurât 6) Eğer doğru isen, o zaman şu ayetin
kapsamına girmiş olursun: ‘daima kusur arayıp kınayan, durmadan lâf götürüp getiren’
(Kalem 11) Eğer dilersen tedkik etmezden önce seni affedelim!' dedi. Kişi 'Ey
mü'minlerin emiri! Beni affet! 'Bir daha böyle bir hata işlemeyeceğime söz
veriyorum' dedi.
Hasan Basrî şöyle demiştir: “Sana
başkasının sözünü nakletmek sûretiyle kovuculuk yapan, mutlaka seni de
başkasına ihbar eder.”
Biri şöyle demiştir: 'Kovuculuk;
yalan, hased ve nifak üzerine kurulmuş bir binadır. Bunlar ise zulmün
sacayaklarıdır. Kısacası kovuculuğun şerri çok büyüktür. Ondan korunmak
gerekir.
Hammad b. Seleme şöyle anlatıyor:
'Bir kimse kölesini satılığa çıkardı. Alıcıya dedi ki: 'Kölemde kovuculuktan
başka bir ayıp yoktur! Alıcı 'Ben bu ayıba razı oldum' dedi ve köleyi satın
aldı. Köle birkaç gün yeni efendisinin yanında kaldıktan sonra efendisinin
hanımına dedi ki: 'Efendim seni sevmiyor ve senin üzerine câriye getirmek
istiyor. Bu bakımdan usturayı al da uyuduğu zaman ensesinden birkaç kıl kes ki
o kıllar üzerine sihir yapayım da sana bağlı kalıp seni sevsin'. Sonra gidip
efendisine dedi ki: 'Senin hanımın dost tutmuştur ve seni öldürmek istiyor.
Kendini uyumuş gibi göster ve bunu gözünle gör!' Adam kendisini uyur gibi
gösterdi. Kadın ustura ile kılları kesmek için geldi. Adam, karısı gerçekten
kendisini öldürmek istiyor zannetti. Kalkıp kadını öldürdü. Sonra kadının
ailesi geldi adamı öldürdüler. Böylece iki kabile arasına savaş girdi.
İki Hasımın Arasına Girip, İki
Yüzlülükle Herkesin Arzusuna Göre Konuşmak
Selef, iki ayrı kişi ile iki ayrı
yüzle görüşmenin münafıklık olduğunda ittifak etmişlerdir. Münafıklığın birçok
alâmetleri vardır. İşte bu da o alâmetlerden biridir.
Hz. Peygamber'in (sav) şöyle
buyurduğunu rivayet edilir: “Kimin dünyada iki yüzü varsa, kıyamet gününde o
kimse için ateşten iki dil olur.” ( Ebu Dâvud 4873)
Eğer 'Kişi ne ile iki dilli olur
ve bunun sınırı ve tarifi nedir?' diyecek olursan derim ki iki düşmanın
huzuruna girip her birinin isteğine göre hareket ettiği zaman eğer yapmış
olduğu hareket doğru ise münafıklık değildir, iki dilli sayılmaz. Çünkü
herhangi bir kimse iki düşmanla da aynı zamanda dostluk yapabilir. Fakat
arkadaşlık hududuna varmayacak kadar zayıf bir dostluk... Zira eğer kişinin
onlarla dostlukları tahakkuk etseydi, bu dostluk, düşmanının düşmanı olmasını
gerektirirdi. Eğer onların her birinin konuşmasını diğerine naklederse, o vakit
ikiyüzlüdür. Bu ise, kovuculuktan daha şerli olur; zira insan bir tek tarafın
konuşmasını nakletmek sûretiyle kovucu olur. Bu bakımdan iki tarafın
konuşmasını da birbirine naklederse, o zaman kovuculuktan daha şerir olur. Eğer
söz nakletmez, her birinin diğerine karşı güttüğü düşmanlığı güzel görüp tasvip
ederse ikiyüzlü sayılır. Yine ikisine de 'sana yardım edeceğim' va'dinde
bulunursa, hüküm böyle olur. Düşmanlardan birini övüp huzurundan çıktıktan sonra
kötülerse bu hareketi de ikiyüzlülük olur. En uygunu susmak ve düşmanların hak
sahibi olanını övmektir ve onu gıyabında, huzurunda ve düşmanının karşısında da
medhetmektir.
İbn Ömer'e şöyle denildi: “Biz
yöneticilerimizin huzuruna giriyoruz. Orada konuşuyoruz. Çıktığımız zaman konuştuklarımızın
aksini konuşuyoruz.” İbn Ömer “Biz Hz. Peygamber(sav)'in zamanında bunu münafıklık
sayardık” dedi.
Ama kişi, bir zaruretten dolayı,
böyle bir felâkete mâruz kalırsa, medh-u senâ yapmadığı takdirde de başına
geleceklerden korkuyorsa mâzurdur. Çünkü şerden sakınmak caizdir. Hz. Âişe (ra)
şöyle anlatır: “Bir kişi Hz. Peygamberden, içeri girmek için izin istedi. Hz.
Peygamber şöyle dedi: “Ona izin verin! Aşiretin en kötü elçisidir o!”
Adam içeri geldiği zaman, Hz,
Peygamber kendisiyle yumuşak konuştu. Çıkıp gittiği zaman Hz. Peygamber'e ‘Sen
daha önce onun hakkında söylediğini söyledin. Sonra kendisiyle yumuşak
konuştun. Bu nasıl olur?’ dedim. Cevap olarak şöyle buyurdu: “Ey Aişe!
İnsanların en şeriri o kimsedir ki şerrinden korunmak için kendisine ikram
edilir!” (Müslim 2591)
Fakat bu hadîs-i şerîf,
karşılamak, yüze gülmek ve tebessüm etmek hakkında vârid olmuştur. Zâlimi övmek
ise açık bir yalandır. Bu yalanı söylemek ancak bir zaruretten dolayı caiz olur
veya zorlanıldığı zaman yalan söylemek mübah olur. Haksız yere idarecileri
övmek, onların dediklerini tasdik etmek, bâtıl konuşmalarını tasdik bakımından
baş sallamak caiz değildir. Eğer kişi bunu yaparsa münafıklık yapmış olur.
Aksine reddetmesi gerekir, eğer kuvveti yoksa, kalbiyle inkâr etmesi gerekir.
5. ÖVMEK
Bazı durumlarda medh (övgü)
yasaklanmıştır. Nitekim, Ebû Hüreyre(ra), “Resûlullah (sav), (dalkavukluğu âdet
hâline getiren) övücülerin ağızlarına toprak saçmamızı (onlara engel olmamızı)
emretti.” demiştir. (Tirmizî, Zühd, 54 )
Övmede altı âfet vardır. Dördü övende, ikisi övülendedir.
Öven Taraftaki Âfetler
Birincisi: Bazen ifrata kaçar ve ifrat onu yalana sürükler!
İkincisi: Bazen medhediciye riya
galip gelir. Çünkü meddah, medihle sevgi gösterisinde bulunur. Oysa kalbinde
sevgi yoktur ve söylediklerine inanmamaktadır. Bu bakımdan söyledikleriyle hem
riyakâr, hem münafık olur.
Üçüncüsü: Meddah, bazen olmayan şeyleri söyler. Hem de o şeylerden
haberdar olma imkânı olmadığı halde söyler. Hz. Peygamber (sav) ashâbıyla
birlikte bulunduğu bir sırada o an orada bulunmayan bir adamdan söz edilmişti.
Orada bulunanlardan biri söz konusu adamı gıyabında aşırı övünce Hz. Peygamber
(sav), “Yazıklar olsun sana!
Kardeşinin boynunu kestin!” buyurdu ve bu sözü üç kez tekrarladı.
Sonra da şunları ekledi: “Sizden
birisi illâ bir kimseyi methedecekse, "Gördüğüm kadarıyla filâncanın şöyle
olduğunu sanıyorum. Ameline göre onu hesaba çekecek ise Allah’tır. Allah’ın
karşısında hiç kimseyi temize çıkarıp aklayamam." desin. Bunu da o
kimsenin hâlini öyle biliyorsa söylesin!” (Buhârî, Edeb, 95) Bu
âfet, adamın 'O muttakîdir!', 'Verâ sahibidir', 'Zâhiddir', 'Hayırlıdır' ve benzeri
delil gerektiren vasıfları söylemesi ile olur.Ama kişi 'Ben onu geceleyin namaz
kılarken, sadaka verirken, haccederken gördüm' dediği zaman, bunlar kesin şeyler
olduğu için sakınca yoktur.
Dördüncüsü: Övülen adam zâlim veya fâsık olduğu halde bazen övülmekten
ötürü sevilir. Oysa böyle bir sevgiye meydan vermek caiz değildir. Nitekim Hz.
Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:
“Fâsık bir kimse övüldüğü zaman Allah Teâlâ öfkelenir.” (Sehavi,El Mekasidül
Hasene, 482 nolu hadis)
Övülen Taraftaki Âfetler
Birincisi: Övgü onda kibir ve gurur meydana getirir, kibir ve gurur
ise helâk edicidirler.
İkincisi: Övüleni hayırla övdüğü zaman, bu övmeden sevinir, hayır yönünden
gevşer ve nefsinden razı olur. Oysa nefsinden razı olan bir kimsenin çalışması
azalır; zira nefsini kusurlu gören bir kimse ciddiyetle çalışmaya koyulur. Ama
diller, adamın lehinde övgüler düzdükleri zaman, adam da hedefe vardığını
zanneder (dolayısıyla gevşer!)
Eğer medh, medheden ile medhi
yapılanın hakkında bu âfetlerden uzak olursa, o vakit medihte herhangi bir
sakınca yoktur. Nitekim Allah
Resûlü(sav), Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve daha pek çok sahâbî ve bazı
kabileler için iltifat içeren sözler söylemişti. Onlara iltifatlarını
yaparken İslâm’ı yaşamaları, dinî gayretleri, İslâm’a, Müslümanlara ve
kendisine yaptıkları yardımlardan dolayı herkesin bilip gördüğü eylemleri
zikrederek yapmıştır. Bu, hayrı özendirmek, takdir edilen iyi davranışları ve
davranış sahiplerini örnek göstermek anlamına gelmektedir. (Hadislerle İslâm Cilt 3 Sayfa 445)
Övülene Düşen Vazifeler
Övülen bir kimseye, kibir ve
ucûbun âfetinden şiddetle sakınmak, övgüden dolayı ibadetlerde gevşeklik
göstermekten şiddetle kaçınmak düşer. Övülen, ancak kendi nefsini tanıdığı
takdirde bu vazifeyi yerine getirebilir. Sonucun tehlikesini düşündüğünde,
riyanın inceliklerini, amellerin âfetlerini bildiğinde gerekeni yapabilir.
Çünkü övülen zat, nefsi hakkında övenin bilmediklerini bilir. Eğer övene,
övülenin bütün sırları belirseydi, onun kalbinden geçenler görünseydi, öven onu
övmekten çekinecekti. Övülen bir kimseye, öveni tahkir etmek sûretiyle övgüden
hoşlanmadığını belirtmek vazifesi düşer.
Sâlih kullardan birisi övüldü ve
bu sâlih kul dedi ki: “Ey Allahım! Senin şu kulların beni tanımıyorlar. Oysa
sen, beni tanıyorsun!”
Hz. Ali (ra), övüldüğü zaman
şöyle demiştir: “Ey Allahım! Onların bilmediklerini benim için affet ve
söylediklerinden dolayı beni sorumlu tutma! Beni onların zannettiğinden daha
hayırlı kıl!”
Bir zat Hz. Ömer'i (ra) övdü,
karşılık olarak Hz. Ömer(ra) ona şöyle dedi: “Sen hem beni, hem de kendi nefsini
helâk etmek mi istiyorsun!”
Bir kimse Hz. Ali (ra)'yi yüzüne
karşı övdü ve aynı zamanda Hz. Ali (ra)'nin kulağına, bu adamın aleyhinde
konuştuğu haberi gelmişti. Cevap olarak Hz. Ali (ra) ona şöyle dedi: 'Senin
dediğinin altında, nefsindekinin de üstündeyim!'
Konuşma Esnasındaki Hataların
İnceliklerinden Gaflet Etmek
Allah ve onun sıfatlarıyla, dinî
emirlerle ilgili olan hususlarda, lâfızları doğrultmaya, ancak fasih ve beliğ
âlimler muktedir olurlar. O halde ilim ve fesahatta kusurlu olan bir kimsenin
kelâmı hatalardan uzak değildir! Fakat Allah Teâlâ, onun cehaletinden dolayı
kendisini affeder. Huzeyfe b. Yeman Hz. Peygamber'in (sav) şöyle buyurduğunu
rivayet eder: “Sakın sizden bir kimse şöyle demesin: 'Allah'ın dilediği ve
senin dilediğin,..' Fakat şöyle desin: 'Allah'ın dilediği, sonra senin
dilediğin..”(Ebu Davud 4980, Nesâî 10821)
Bunun yasaklanma hikmeti şudur:
Mutlak bir şekilde atıf yapmakta, ortaklık ve eşitlik vardır. Bu ise rububiyyet
makamına gösterilmesi gereken hürmete zıt düşer.
İbn Abbas (ra) şöyle anlatır:
'Bir kişi Hz. Peygamber'e (sav) geldi. Bir iş için kendileriyle konuşarak dedi
ki: 'Allah'ın ve senin dilediğin...' Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav), şöyle
buyurmuştur: “Sen beni Allah ile eşit mi kılıyorsun? Yalnız Allah'ın dilediği
de.” (Nesâî 10825, İbn Mâce 2117)
Bir kişi Hz. Peygamber'in yanında
hutbe okuyarak dedi ki: 'Kim Allah'a ve O'nun Peygamber'ine itaat ederse o
hidayete ermiştir. Kim onlara isyan ederse o dalâlete düşmüştür'. Bunun üzerine
Hz. Peygamber (sav) o adama şöyle demesini emretti: “Kim Allah'a ve Peygamber'e
isyan ederse o dalâlete düşmüştür. (Yani 'onlara' tabiri yerine 'Allah'a ve
Rasûlü'ne' tabirini kullan ki akla eşitlik mânâsı gelmesin!)”(Müslim 870)
Görüldüğü gibi, Hz. Peygamber (sav)
kişinin 'onlara' tabirini, eşitlik mânâsını ifade ettiği için çirkin görmüştür.
İbrahim Nehâî, 'Allah'a ve sana sığınıyorum' sözünü çirkin görürdü. 'Allah'a ve
sonra sana sığınıyorum' demek ise caizdir. Şöyle demekte de mahzur yoktur:
'Eğer Allah, sonra filan olmasaydı... (şöyle olacaktı)'. Fakat 'Eğer Allah ve
filan olmasaydı' demek caiz değildir.
Seleften biri şöyle demeyi çirkin
görmüştür: 'Ey Allahım! Bizi ateşten azad eyle!' Bu sözü çirkin gören zat derdi
ki: 'Azad etmek, ateşe girdikten sonra olur!' Oysa selef, ateşten korunurlar,
'Bizi ateşten koru ve (ateşten senin) rahmetine sığınıyoruz' derlerdi.
Bir zat şöyle dedi: 'Ey Allahım!
Beni kendilerine Hz. Peygamber'in şefaati isabet edenlerden eyle!' Bunun
üzerine Huzeyfe b. Yeman şöyle demiştir: 'Allah Teâlâ, mü'min kullarını Hz.
Peygamberin şefaatinden müstağni kılmıştır. Onun şefaati ancak müslümanların
günahkârlarınadır'.
İbn Abbas (ra)'tan şöyle rivayet
edilir: "Muhakkak içinizden biri şirk koşar, hatta köpeği ile dahi şirke
girer ve 'Eğer köpek olmasaydı bu gece malımız çalınacaktı' der".
Hz. Ömer Hz. Peygamber'in (sav)
şöyle buyurduğunu rivayet eder: “Allah Teâlâ, sizi baba ve dedelerinizle yemin
etmekten meneder. Bu şekilde yemin etmeyi yasaklar, Kim yemin etmek istiyorsa,
Allah ile yemin etsin veya sussun!”( Buhârî 6647, Müslim 1646)
Bu söz ve benzeri sözler,
konuşmaya dahil olanlardandır. Bunları saymakla bitirmek mümkün değildir. Kim
bizim dil âletlerinden söylediklerimizin tamamını düşünürse anlar ki kişi
dilini serbest bıraktığı takdirde hatadan selim kalmaz ve bunu böyle düşündüğü
anda Hz. Peygamber'in (sav) 'Susan kurtulmuştur' hadîs-i şerifinin sırrını
anlamış olur. Çünkü şu âfetlerin hepsi, tehlike ve felâketlerdir ve hepsi de
konuşanın yolunda beklemektedirler. Eğer konuşan susarsa, selâmet bulur. Eğer konuşursa,
nefsini tehlikeye atmış olur. Ancak fasih bir dil, geniş bir ilim, koruyucu bir
takvâ ve daimi bir murakabe kendisine refakat ederse ve kendisi de mümkün
olduğu kadar konuşmayı azaltırsa selâmette kalması umulur. Kişi bütün bunlarla
beraber yine de tehlikeden tamamen kurtulmuş sayılmaz. Eğer konuşmayı
beceremeyen kimselerden isen bunu ganimet ve fırsat sayarak sükût edip selâmete
kavuşanlardan olmaya çalış! Çünkü selâmet, bu ganimetlerden birisidir.
Âvam Tabakasının Allah'ın
Sıfatlarından, Kelâmından ve Harflerden Sormaları
Halk bunların kadîm mi, hâdis mi
(sonradan varolmuş) olduğunu sorar. Oysa halk tabakasının vazifesi, Kur'an'da
olan ibadet ve taatlarla meşgul olmaktır. Ancak bu ibadet ve taatlarla meşgul
olmak nefislere ağır gelir. Fuzulî hareketler ise, kalbe hafif geldiğinden avâm
tabakasından olan bir kimse ilme dalmaktan hoşlanır; zira şeytan kendisine 'sen
âlimlerden ve fazilet ehlindensin' hayalini verir ve bu hayali kalbinde
yerleştirmek için var kuvvetiyle çalışır. Onu kaydırıp küfrünü gerektiren bir
sözü ağzından çıkarıncaya kadar yakasını bırakmaz. Oysa kendisi küfrünü
gerektiren bir söz söylediğinden habersizdir. Halk tabakasından birinin büyük
bir günah işlemesi, o kimsenin ilim hakkında konuşmasından daha selâmetli ve
tehlikesizdir. Hele Allah'ın zat ve sıfatlarıyla ilgili konularda konuşması
daha da tehlikelidir. Halk tabakası ibadetlerle meşgul olup, Kur'an'da vârid
olan hakikatlere tedkik etmeksizin iman etmek ve Hz. Peygamber'in getirdiğine
teslim olmak durumundadır. Avâm tabakasının ibadetlerle ilgili olan hususların
dışındaki meselelerden sormaları edebe aykırıdır. Bununla Allah(cc)'ın azabına
müstehak olurlar ve böyle konulara girmekle küfür tehlikesiyle karşı karşıya
kalırlar.
Avam tabakasının bu tür soruları,
tıpkı çobanların padişahların sırlarından sormalarına benzer. Bu ise cezayı
gerektiren bir durumdur. Kim ilmî bir meseleden sorarsa ve o meseleyi
kavrayacak idrakte değilse, o kimsenin durumu kötüdür. Çünkü böyle bir kimse,
bu meseleye nisbeten halk tabakasından sayılır. Bu sırra binaen Hz. Peygamber
(s.a) şöyle buyurmuştur: “Ben sizi terk ettiğim sürece, siz de benim yakamı
bırakıp soru sormayın; zira sizden önceki ümmetler, peygamberlerine fazla
sorduklarından dolayı ve peygamberleriyle bu sebeple ihtilâfa düştüklerinden
ötürü helâk olmuşlardır. Ben sizi herhangi bir şeyden sakındırdığım zaman, siz
de ondan sakının ve size emrettiğim bir şeyi ise, gücünüz yettiği kadar yapın.”
(Buhârî, İ'tisâm 2; Müslim, Hac 412,
Fezâil 130-131)
Hz. Peygamber (sav) şöyle
buyurmuştur: "İnsanlar sual sora sora şöyle demeye başlamışlardır:
'Muhakkak mahlukâtı Allah yarattı. O halde Allah'ı kim yarattı?' İnsanlar bunu
söyledikleri zaman, siz onlara cevap olarak deyin ki: 'O bir olan Allah'tır.
Tektir. O herkesin ihtiyacını gören ve herkesin her ihtiyacı için başvurduğu
Allah'tır. O, doğurmamıştır ve doğrulmamıştır ve O'na denk olacak hiç kimse
yoktur. Bunu söyledikten sonra sizden bir kimse sol tarafına üç defa tükürüp
kovulmuş şeytanın şerrinden Allah'a sığınsın". (Müslim 135, Ebu Davud
4722)
Bu bakımdan avam tabakasının
dinin derin meselelerini sormaları, âfetlerin en büyüklerindendir ve böyle bir
sual, fitnelerin kopmasına vesiledir. O halde, avam tabakasını böyle sual
sormaktan menetmek ve şiddetle azarlamak gerekir, Avam tabakasının Kur'an'ın
harflerine dalmaları, tıpkı padişahın kendisine mektup yazdığı ve o mektubunda
birtakım emirler verdiği ve buna rağmen padişahın mektubunda belirtilen
emirlerle değil de mektubun kağıdıyla; eski bir kağıt mı, yoksa yeni mi diye
uğraşan bir kimsenin haline benzer! Böyle bir kimse, elbette bu hareketiyle
cezaya müstehak olur. İşte âvam tabakasından olan bir kimsenin Kur'an'ın tayin
ettiği sınırları aşarak, Kur'an'ın harflerinin kadîm mi, hâdis mi olduğunu
merak etmesi, tıpkı buna benzer. Allah Teâlâ'nın diğer sıfatları için de durum
böyledir.
6. SOSYAL MEDYA AHLAKI (İletişim Ahlâkımıza Dair-Taha Kılınç)
“Ve şöyle niyaz et: Rabbim!
Gireceğim yere dürüstlükle girmemi sağla; çıkacağım yerden de dürüstlükle
çıkmamı sağla. Bana tarafından, hakkıyla yardım edici bir kuvvet ver.” (İsra
80)
“Dijital devrimin bütün dünyayı bir ekran medeniyetine dönüştürmesi,
yediden yetmişe herkesi küçük veya büyük bir ekranla muhatap kılması ve bilgiyi
yönetilebilir olmaktan çıkarmasıyla görsel idrakin egemenliği, aklın idrakini
zayıflatmaya, kalbin idrakini öldürmeye başladı. Görsel idrak aklın idrakine
tabi olması gerekirken aklın idraki görsel idrake tabi oldu. Böylece her şeyi
âdeta fotoğraftan ibaret görmeye başlayan insan kendisiyle, ötekisiyle,
varlıkla ilişkisini bir suret üzerinden kurmaya başladı. Dünya, sireti olmayan
bir surete dönüştü, hakikati olmayan bir imaja evrildi, neticede sanal bir
dünya kuruldu. Kur’an, müminleri, sadece gözle görmeye değil imanla görmeye de
davet etmekte, aklın ve kalbin birlikte hareket ettiği külli nazar ile
meselelere yaklaşmaya çağırmakta, hatta külli nazar ile sorumlu tutmakta. Ne
yazık ki insanın idrakini diri tutmanın oldukça zor olduğu bu tür zamanlarda
insanın karşı karşıya kaldığı en büyük tehlike bedenin ölümü değil idrakin
ölümüdür. İdrak ölünce insan konuşur, düşünür, işitir ancak konuşması hikmet,
bakışı ibret, düşüncesi hakikat olmaz. Eşyayı görür, ancak eşyanın arkasındaki
hakikati anlamaz. Konuşur ama dilsizdir, işitir ama sağırdır, görür ama kördür.
Nitekim Kur’an’da bu husus “Onların kalpleri vardır ama onlarla kavrayamazlar;
gözleri vardır ama onlarla göremezler; kulakları vardır ama onlarla işitemezler.”
(A’râf 179) ayetiyle ifade edilmiştir.” (Görsel İdrake Karşı Hayâ ile Hayat Bulmalıyız, Altınoluk Dergisi 405.
Sayı ,Mehmet Görmez, Ropörtaj.)
Teknolojinin hayatımıza girmesiyle birlikte, iletişimin hem
yaygınlaştığı hem de her türlü kuraldan sıyrılarak ayağa düştüğü bir süreci
aynı anda yaşıyoruz. Peki bu durumda ne yapmalıyız? Öncelikle ekranlardan
evlerimize ve kalplerimize akanlar karşısında idrakimizin körelmemesi,ayağımızın
kaymaması ve internet ortamında da Müslümanca kalabilmemiz için bazı kaideleri
hatırlamaya hepimizin ihtiyacı var. Yapılacak ilavelerle ve herkesin kendi
tecrübesine göre sunacağı katkılarla, hayatın sürekli akışının doğal bir gereği
olarak bu kurallar daima geliştirilecek ve olgunlaştırılacaktır.
1.Sanal alemde geçirilen vakit,asli vazifelerimizin ihmaline gerekçe
olamaz.
Bir Müslüman önce Allah’a,
ardından da en yakınlarından başlayarak çevresindeki insanlara karşı
sorumludur. Sanal âlemde ibadetlerin ihmaline ya da içinin boşaltılmasına
(teknolojiyle meşguliyetin, sünnet namazların kılınmasına engel olması gibi)
yol açacak kadar uzun kalmak uygun değildir. Aynı şekilde bir Müslüman, eşinin,
aile fertlerinin ve Müslüman kardeşlerinin hukukunu ihlal edip onlarla diyalogu
koparacak şekilde, sanal âlemde vakit geçiremez, oyalanamaz.
2) Müstehcen içerikli yayınlar izlenemez, yayılamaz ve paylaşılamaz.
Sosyal medyada haber bile
paylaşırken, o linki tıklayan insanların müstehcen içerikli başka linklere
kayma ihtimali düşünülmelidir. Haber okurken ya da Youtube vb. ortamlarda video
izlerken, müstehcen içerikli foto-galeri ya da videolar da kolaylıkla ekrana
düşebilmektedir. Bu nedenle, link paylaşırken ve kaynak tavsiye ederken de son
derece dikkatli olmak gerekir.
3) Yalan haber ve malumat yayılamaz.
4) Kesin emin olunamayan ve kaynağı doğrulanamayan bilgi paylaşılamaz.
5) Emek sonucu oluşturulan ve orijinalliği bulunan görsel, cümle, fikir
ve diğer içerikler, kaynak gösterilmeden kullanılamaz.
6) Ceset fotoğrafı paylaşılamaz.
Bir şeyi sürekli görmek ve ona
maruz kalmak, insanın duygusal direncini ve duyarlılığını yok eden bir tesir
meydana getirir. Bu nedenle, devlet makamlarının soruşturma vb. durumlarda
kullanması veya medya kuruluşlarının haber metinlerinde ölçülü tasarrufları
dışında, sıradan şahısların kendi sosyal medya hesaplarında veya sanal paylaşım
ortamlarında ceset fotoğrafı paylaşmaması gerekir. Paylaşılan ve yayılan her
fotoğraf, kalplerimizi öldürmekte, bizi acılara ve katliamlara karşı
duyarsızlaştırmaktadır.
Ceset fotoğrafı paylaşmanın bir
diğer mahzuru da, o kişilerin rızasının olmama ihtimalidir. Hele de avret
yerlerinin ve vücudun çeşitli organlarının açıldığı manzaralarda, bu ihtimal
daha ciddi hale gelmektedir.
Ceset fotoğraflarına ilaveten,
doğal afetler ve kaza vb. durumlarda çekilen, insanları zor durumda ve çaresiz
gösteren fotoğrafların paylaşımında da dikkatli olmak gerekir. Fotoğrafı
çekilen kişinin, bunların ortalığa saçılmasına rızası olmayabilir.
7) İnsanların gizli halleri araştırılamaz, paylaşılamaz.
8) Eşler, birbirlerinin telefonlarına, e-postalarına, günlüklerine ve
diğer özel alanlarına izinsiz şekilde girip kontrol yapamaz.
9) Özel sohbet ve konuşmalarda, kişiyi gayri meşru yollara sürükleyecek
ayrıntılara ve üsluplara girilemez.
10) Aile içinde kalması gereken, mahrem görüntüler paylaşılamaz.
11) Yazışmalar ve sohbetler sırasında küfür içerikli ifadeler
kullanılamaz.
12) Bir Müslüman alaya alınamaz, alaya alınmasına yol açılamaz, onuruyla
oynanamaz.
13) Bir Müslümanın gıybeti asla edilemez.
14) Bir Müslümana asla iftira edilemez.
15) Diğer insanlarla ilişkilerde, konuşma ve yazışmalarda da, asgari
iletişim kuralları ihlal edilemez.
16) Sanal âlemde yapılan gayri İslâmî ve gayriahlaki yorumlara beğeni ve
paylaşım yoluyla destek verilemez.
17) İşlenen bir günah, geçmişte kalmış bile olsa, kamuya açık ortamda
övünülerek ve rahat bir üslupla anlatılamaz.
18) Hassas dini meseleler ve cahil insanların İslâm’a saldırmak için
kullanacağı kritik mevzular, sanal âlemde tartışmaya açılamaz.
19) Başkalarının kutsallarına sövülemez.
20) Ayet ve hadisler, siyasî tartışmalarda malzeme haline getirilemez;
bağlamlarından koparılan dini naslar, sanal âlemde kavga nesnesine
dönüştürülemez.
21) Allah’ın ayetlerinin alaya alındığı ortamlarda (yazışma grupları,
Twitter ve Facebook sayfaları, forumlar vb.) kalınamaz.
22) Müslümanın kendisinin veya görenin kalbinde haset, riya, vesvese vb
hastalıkların ortaya çıkmasına neden olabilecek dini ve dünyevi yaşantısına ait
görselleri paylaşmaması güzel ahlakının gereğidir.
23) Sosyal medyanın tehlikelerine karşı kendimizi korumak için
efendimizin evden çıkarken sürekli yaptığı şu duayı okuyarak giriş yapmalıyız:
“Allah’ım!
Sapmaktan ve
saptırılmaktan,(ayağımın doğruluktan) kaymasından ve kaydırılmasından,(bir
kimseye) haksızlık etmekten ve haksızlığa maruz kalmaktan, cahillik etmekten ve
cahilliğe maruz kalmaktan sana sığınırım.”( Ebû Dâvûd, Edeb 103; Tirmizî,
Daavât 34; İbni Mâce, Duâ 18)
7. SONUÇ
Ø Zan
delilsiz, temelsiz bir tahminden ibarettir. İyimser olunmadığında önyargıya
neden olan, daha ileri boyutlarıyla kalpteki hastalıkları tetikleyen bir
kuruntudur. Bu nedenle daha büyük hastalık veya musibetlere neden olmaması için
hemen önünü kesmeli, acaba deyip kafamızda soru işaretleri oluşturarak şeytanın
vesvesesine kapı aralamamalıyız.
Ø Zan, insanı tecessüse götüren önemli bir
etkendir. Tecessüs de kişinin; insanların ayıplarını, kusurlarını, gizli ve
özel hâllerini araştırıp, ortaya çıkarması ile sonuçlanır. Bu da araştırılan
bireylerin mahremiyetinin, aile hayatının ve toplumsal birliktelik ve güven
duygusunun büyük zarar görmesine neden olur.
Ø Tecessüs hem gıybete hem de dedikoduya neden
olur. Dedikodu yapmayı âdet edinmiş kimseler kendilerine malzeme temini için
tecessüse yeltenebilirler. Tüm bunları ortaya çıkmadan önce engellemenin en
kolay ve kestirme yolu zannın önünü tereddütsüz kesmektir.
Ø Gıybet, duyduğu zaman insanın hoşuna
gitmeyen, gıyabında yapılan her türlü konuşmadır. Söylemiş olduğun şey, ister
bedeninde, ister nesebinde, ister ahlâkında, ister fiilinde, ister zihninde,
ister bünyesinde olsun hiçbir fark yoktur. Hatta elbisesinde, evinde ve
bineğinde bile hoşuna gitmeyen bir eksikliği belirtsen yine gıybet olur.
Ø Benimsemek, tasdik etmek ve hayret etmek
yoluyla gıybeti dinlemek de gıybettendir. Bu bakımdan gıybeti dinleyen de
gıybetin günahından kurtulamaz. Bu nedenle gıybetçiye, uygun bir şekilde engel
olunmalı veya engel olunamayacaksa da ortamdan hemen uzaklaşılmalıdır.
Ø Müslüman kişi kendisinin gıybeti yapıldığı
takdirde rahatsız olduğu gibi, başkasının da gıybeti yapıldığı takdirde
rahatsız olacağını her zaman hatırda tutmalıdır. Ayrıca gıybetçinin başına
gelen azabın en azının, onun amellerinin sevabını azaltmak olduğunu, bunun da
onu cennetten uzaklaştırıp ateşe yaklaştıran bir durum olduğunu da bilmelidir.
Müslüman kişiye gıybete yeltenmeden önce nefsi hakkında düşünmek ona
fayda verir. Eğer nefsinde bir ayıp görürse, onunla meşgul olur. Bu yolla hem
gıybetten kendini korur hem de Hz. Peygamberin şu müjdesine nail olur:
“Kendisinin ayıbı, kendisini halkın ayıbıyla meşgul olmaktan alıkoyan kimseye
cennet vardır.” ( İbnul Cevzi ,El-Ilalul mütenahiye 2/244,zayıf hadis)
Ø Fiili yapılan gıybeti yapana farz olan,
samimiyetle pişman olmak, tevbe etmek ve yaptıklarından dolayı üzülmek ve
gıybetini yaptığı kişiden helallik almaktır.
Ø Gıybeti ruhsatlı kılan altı özür (zulümden
şikayet etmek, dinen münker ve yasak olanı engellemek, fetva istemek, Müslümanı
şerden korumak, insanın kendisinin de rahatsızlık duymadığı bir lâkab ile
anılması, fâsıklığını rahatsızlık duymadan açıkça yapan kişi) dışında gıybet
kesinlikle haramdır.
Ø Kötü söz gibi su-i zan da (kalbin gıybeti de)
haramdır! Bu bakımdan başkasının kötülüklerini dil ile zikretmek haram olduğu
gibi, müslüman hakkında içinden su-i zanda bulunmak da haramdır. Çünkü kalbin
esrarını ancak allâm'ul-guyûb olan Allah (cc) bilir.
Ø İftira, yalandan bir parça olmakla birlikte
yalandan ve gıybetten farklıdır. Zira her iftira yalandır, fakat her yalan
iftira değildir. İftira, insanlar arasındaki sevgi ve saygı bağlarını koparıp kin
ve nefret duygusu çoğaltan, yuva kurmaya engel olan, kurulmuş yuvaları yıkan,
aile facialarına yol açan; insanların işlerini, itibarlarını, istikballerini,
hatta bazen hayatlarını kaybetmelerine sebep olabilen ve insanları tahammülü
zor bir hale sokup ağır kayıplar verdiren çok kötü bir davranıştır.
Ø Bir iftira ne kadar çok yayılırsa,
iftiracının sorumluluğu ve günahı da o nispette artmış olur.
Ø İslâm, insan şahsiyetini rencide eden her
türlü iftira, karalama, töhmet altında bırakma, çamur atma ve ithamı
yasaklamış, özellikle zina iftirasında bulunanları, iddialarını dört şahitle
ispatlayamamaları hâlinde cezalandırmak suretiyle insanların şeref ve
haysiyetini korumayı hedeflemiştir. Mümine yakışan, böylesi büyük bir günahtan
uzak durmak, söylenen her söze itibar etmemek, inanmamak ve iftiracılara tepki göstererek
iftiranın yaygınlaşmasına mani olmaktır.
Ø Nemimenin hakikati, sırrı ifşa etmek,
açıklanmasından hoşlanılmayan bir şeyin yüzünden perdeyi yırtıp kaldırmaktır.
İnsanoğlunun görüp hoşuna gitmediği durumlarda susması uygundur. Ancak
söylemesinde bir müslümanın faydası veya bir günahın ortadan kaldırılması söz
konusu olan bir hâl bu söylediğimizin dışındadır.
Ø Bir başkası hakkında laf taşındığında
Müslümana düşen kovuculuğu doğrulamaması, kovucuyu kovuculuktan menetmesi ve
güzelce nasihat yapması, (bunu alışkanlık haline getiren) kovucudan nefret
etmesi, ortada olmayan kardeşi hakkında su-i zan etmemesi, kovucunun
getirdiklerini araştırmaya (tecessüse) yönelmemesi, kovucuya yasakladığı şeye
kendi nefsin için de razı olmaması gerektiğidir.
Ø Gıybet, nemime ve iftira günümüz sosyal
medyasının imkânları ile daha kolay ve pervasızca yapılır hale gelmiştir. Her
türlü fuhşiyatın kapısının da internet aracılığıyla kolayca aralanabiliyor
olması da interneti kullanırken Müslüman şahsiyetin gerçek ortamdakinden çok daha
dikkatli olması gerektiğini bilmelidir. Çünkü gerçek hayatta bir yanlışta
bulunabilme ihtimaline karşılık yanında ona müdahalede bulunabilecek gerçek bir
kişi yer alırken, sanal âlemde çoğunlukla tek başına yolculuk yapmaktadır. Bu
nedenle çok gerekmedikçe, malayani amaçlı olarak bu ortamda bulunmamalı, mümkün
olduğunca bu yolculuğu kısa tutmalı ve bilmediği yollara da girmemelidir.
8. ÖDEV
1.
Hucurat 12 ezberlenecek.
2. PARMAKLARLA
KONUŞMA AHLAKI (http://rahle.org/hikmet-sonmez-yazarinin-parmaklarla-konusma-ahlaki-yazisi-1207) (Derste birlikte okunması tavsiye
edilmektedir)
Çeşit çeşit imtihan türlerinin
çoğaldığı zor bir dönemde yaşıyoruz. Daha kırk yıl kadar önce Anadolu’nun
birçok yerinde kırk elli haneli küçük bir köyde yaşayanların imtihanları ne de
kolaymış meğer. Topu topu yüz yüzelli kişiyle muhatap olunan, teknoloji adına
köyün tamamında üç beş radyo, tek kanal çeken bir iki siyah beyaz televizyon o
kadar. Dünya küçük bir köye dönüşecek derlerdi de inanmak istemezdik ‘hadi
canım sen de’ der geçerdik. Ta ki internet çıkana kadar. Gerçi ilk yıllarda ne
olduğunu pek anlayamadık, merakla izledik derken msn çıktı. Msn ile masaüstü
bilgisayar imkânı olan dar bir kesim de olsa bu vesileyle ‘çetleşme’ diye bir
tabir literatürümüze kazandırıldı.
Bu süreçte hiç hazırlıklı
olmadığımız şekilde hayatımızı alt üst edecek ‘akıllı telefon’ teknolojisi
karşımıza çıkıverdi. Adeta karaya vurmuş balık gibi gafil yakaladı bizi. Henüz
ne olduğunu anlamaya çalışırken teknolojik yenilikler üst üste geldi akıllı
ekranlarda. Tabiki hepimizi esareti altına alan, adına sosyal medya denen
facebook, youtube, twitter, whatsapp, instagram gibi çok sayıda yaygın uygulama
içerisinde bir anda özgürce ve bir o kadar da korunaksız buluverdik kendimizi,
çocuklarımızı, ailemizi, dostlarımızı.
Bizim olmayan bu mecralarda sanal
özgürlüğü yaşamak için bahanemiz de hazırdı tabi: ne olsa hiç görüşme imkânı
bulamadığımız, uzun yıllar ayrı kaldığımız dostlarımıza bir iki ekran
dokunuşuyla kolayca ulaşabiliyorduk, hasret gideriyorduk. Yeniden karşılaşmış
olmanın hatırına güzel temenniler, muhabbetler uzayıp gidiyordu ilk günlerde,
sonradan sıradanlaşsa da.
Bu yazının derdi; akıntıya kürek
çekercesine, internet denen bu sanal ortamı hayatımızdan tamamen silip atalım
fikri asla değil. Gelen gelmiş, olan olmuş bir kere, yapmamız gereken ahir
zaman müslümanları olarak internet denilen mecrada nasıl bir iletişim
geliştirelim ki şer görüleni hayra dönüştürüp bu sınavdan alnımızın akıyla
çıkabilelim?
Parmaklar Konuşacak
İlk olarak her ne olursa olsun bu
dünyaya Rabbimiz’e kulluk için geldiğimizi asla unutmayalım. Amel bakımından en
güzel davranış ortaya koyanların sonuç ne olursa olsun kullukta muvaffak
olacaklarını unutmayalım. İnternet sayfalarında ekranı parmak uçlarımızla
kaydırarak dolaşırken, sosyal medyada resim ve videolara bakarken, bir yorumda
bulunurken İblis’in tatile çıkmadığını, melaikenin her şeyi kişisel kitabımıza
not düştüğünü, hesap günü bunları görerek yüzleşeceğimizi hatırdan
çıkarmayalım.
Bunu yaparken dikkat
kesileceğimiz ilk kural kendi aramızdaki hukukumuzla ilgili. Resulullah (sav)
buyuruyor ki: “Müslüman, dilinden ve elinden diğer müslümanların güvende olduğu
kimsedir.” (Buhari, İman, 4/10; Müslim, İman, 65/162.) Hadis kitaplarımızın
iman bahislerinde geçen bu hadis aslında konunun temel mihenk noktasına dikkat
çekiyor. Sosyal medyada ne de sık yapıyoruz bu dikkatsizliği öyle değil mi?
Nasıl olsa kardeşimiz o an için karşımızda yok. Kurduğumuz kısa bir cümle ile
onu inciteceğimizi duygularını öfke ile dolduracağımızı hiç de akıldan geçirmiyoruz
ilk etapta. Oysaki iki parmak dokunuşuyla ok yaydan çıkmış, dönüşü mümkün
olmayan veya dönüşü çok zor bir yola girmiş oluyoruz. O halde parmaklarımızla
konuşurken kardeşimizi tedirgin etmeme en temel hassasiyetimiz olacak.
İkinci en önemli ilkemiz
Resûlullah (sav) şöyle buyurdu: “Kendisini (doğrudan) ilgilendirmeyen şeyi terk
etmesi, kişinin iyi müslüman oluşundandır.” (Tirmizî, Zühd 11.) Demek ki
mâlâyâniyi terk internet ve sosyal medyada hele şu dönemde en çok uygulamamız
gereken en önemli ilkelerden. Rahatlığın verdiği özgürlükle(!) kendimizi âlim
sanıp her alanda fetva dağıtmayı, doktor olup ilaç yazmayı, kardeşimizin bir
fotoğrafını paylaşıp alay konusu yapmayı, yazılan bir yazıyı alaya almayı, bizi
hiç ilgilendirmeyen, muhatabımız olmayan insanların özeli hakkında yorumda
bulunmayı, vs. terk etmemiz gerektiğini anlayıp kendimize bir sınır koymayı
becermek zorundayız.
Üçüncü önemli kuralımız sırrı
ifşa etmememizdir. Rabbimiz şöyle buyuruyor: “... Verdiğiniz sözü de yerine
getirin. Çünkü verilen söz sorumluluğu gerektirir.” (Furkan, 34). Sosyal medya
bu kuralı ihlal etmede en büyük zafiyetlerimizden birini oluşturuyor.
Kardeşimiz bize güvenerek istişari anlamda özel bir soru soruyor, bir konuda
istişare ederek fikrimizi alıyor. Aslında bu danışma, fikir sorma bize bir
emanet, sır oluşturuyor. Biz ise whatsapp’ın bize verdiği paylaşma kolaylığı
ile hemen konuyla alakası olmayan bir diğer arkadaşımıza bunu aktarıveriyoruz.
Sonra olay üzerinde ilgili ilgisiz kişiler arasında dedikodu rüzgârları fırtınaya
fırtına kasırgaya dönüşerek ortalığı yıkıp geçiyor. Bu konuda bir hatırlatma
yapmakta da yarar var. Özel görüşmeleri veya telefon konuşmalarını izin olmadan
asla kayda almamalıyız. İki kişi arasında başkasına ulaşacağı planlanmadan özel
yapılmış konuşmaları yayma riski konusunda İblis’in fitlemelerine asla fırsat
vermemeliyiz.
Dördüncü ilkemiz Müslüman
parmaklarıyla konuşurken de daima hayır konuşur, hayırlar yayar. Resulullah
(sav) şöyle buyuruyor: “Ahiret gününe imân eden misafirine ikramda bulunsun.
Allah’a ve ahiret gününe imân eden kimse, ya hayır söylesin veya sussun.”
(Buhârî, Edeb, 31, 85; Müslim, Îmân, 74, 75) Sosyal medyada doğru olarak
dolaşıma sokulan çok sayıda bilgi ile karşı karşıya kalıyoruz. Mümin olarak
burada çok titiz seçici olmaya dikkat etmeliyiz. Hayırlara vesile olmak
istiyorsak doğru bilgiye doğru kaynaklardan ulaşarak aktaracağız. İnternette
hadis olarak dolaşıma sokulan çok sayıda kulakdan dolma bilgi olduğunu da
unutmayacağız. Bu ortamdan edinilen bilgilerin yalan olma ihtimalinin daima
yüksek olduğu ihtimaliyle hareket etmek durumundayız. Aksi durumda, twitter
kitabımız, whatsapp kitabımız, facebook kitabımız önümüze konulacak ve mutlaka
‘Oku!’ denilecek. O halde okumaya utanacağımız meselelerden uzak durup sükût
etmeye bakalım.
Beşinci ilkemiz kadın/erkek
yazışmalarında son derece dikkatli olacağız. Çok elzem bir zorunluluk yoksa
mahremimiz olmayanlarla yazışmamak en güzeli. Bu tür yazışmalarda şeytanın
kelimeleri ustalıkla seçerek karşımıza fitne vesvesesi olarak çıkartarak ayağımızı
kaydırmaya çalışacağını aklımızdan çıkarmayalım. Unutmayalım bu yolda ‘hayır
işleri’ niyetiyle başlanan birçok konuda şeytanın muvaffak olup ayak kaydırdığı
örneklerin sayısı oldukça fazla.
Altıncı ilkemiz olarak Müslüman
kardeşimizin gıybetini yapmamak, gizli hallerini araştırmamak bu mecradaki
önemli prensiplerimizden biri olmalı. Ebû Berze el-Eslemî"nin naklettiğine
göre, Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Ey diliyle iman edip, kalbine iman
girmemiş olan kimseler! Müslümanların gıybetini yapmayın ve onların gizli
hâllerini araştırmayın. Çünkü her kim onların gizli hâllerini araştırırsa Allah
da onun gizli hâlini araştırır. Allah kimin gizli hâlini araştırırsa onu evinde
bile (gizlice yaptıklarını ortaya çıkararak) rezil eder.” (Ebû Dâvûd, Edeb,
35). Bu mecrada İblis’in verdiği en büyük vesveselerden biri de kardeşinin
özeline ait bilgileri ayrıntıya varacak şekilde inceletme riskidir. Böylece
kardeşinin özel gizli hallerine merak sararak asla araştırma, inceleme ve
teşhir etme. Diğer yönden bu özel bilgilere ‘fake hesap’ (sahte hesap) olarak
adlandırılan hesaplarla ulaşmaya çalışmanın da şeytanın kuşatmalarına pirim
vermek olacağını bilerek mümin olarak asla bu yollara başvurmamamız gerektiğini
de akıldan çıkarmamalıyız.
Burada genel olarak hatırlatmamız
gereken bir durumu özellikle belirtmekte yarar var. Bir müminin mahremi olan;
hanımı, kız kardeşi, kuzeni gibi fotoğrafları sosyal medya durumlarında
paylaşarak ortaya dökmesi asla kabul edilebilir bir durum değildir. Bu
kardeşimiz bu tür paylaşımları varsa hemen kaldırmalı ve mutlaka tövbeyi
unutmamalıdır.
Konuyla ilgili değinilmesi
gereken birçok husus olmakla birlikte biz önemli gördüğümüz bir kaç noktayı
hatırlatmaya gayret ettik. Son olarak şunu vurgulamak gerekir ki internet
mecrasındaki davranışlarımız, yazışmalarımız, durumlarımız vs. imtihanımızın
önemli bir parçası olan amellerimiz haline gelmiştir. Bunları meleklerin
incelikle her açıdan kayıt altına aldığını ve hesap günü önümüze getirileceğini
farkına vararak bilmemiz gerekiyor. Rabbim Ümmet-i Muhammed’i ahir zamanın
zorlu imtihanlarından olan internet ve dolayısıyla sosyal medyanın şerlerinden
muhafaza buyursun. Bu zorlu imtihandan başarıyla çıkmaya cümlemizi muvaffak
kılsın.
9. VİDEO
1.Gıybetin günahı- Fatih Çıtlak: https://www.youtube.com/watch?v=8XnVdXSFV1Q
2.Dedikodu - Nurettin Yıldız: https://www.youtube.com/watch?v=MZ813_2a1f4
3.Gıybetten kurtulmanın yolları-Muhammed
Emin Yıldırım:
https://www.youtube.com/watch?v=yvvCKwSFdac
4.İnternet ve İrade - Nurettin
Yıldız : https://www.youtube.com/watch?v=m-iBskwLy2A
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder