12. VESVESE
1. GİRİŞ
İmam Gazalî şöyle der:
İnsanın şerefi ve bütün yaratıklara
kendisini üstün kılan fazileti, Allah'ın mârifetine (Allah ve O’nun sıfatları,
fiilleri, isimleri ve tecellileri hakkında bilgi) hazırlanmakla elde edilir.
Öyle mârifet ki dünyada, dünyanın güzelliği, kemâli ve medâr-ı iftihârıdır.
Öyle mârifet ki âhiretin zahîresi ve azığıdır. İnsanoğlu ancak kalbiyle
Allah'ın mârifetine hazırlanabilir. Kalbin dışında herhangi bir âzasıyla
mârifete hazırlanamaz. O halde Allah'ı bilen, Allah'a yaklaştıran, Allah için
çalışan ve Allah için gayrette bulunan, Allah nezdindeki sırları keşfeden
kalptir. Diğer âzalar ise kalbin yardımcılarıdır. Kalbin çalıştırdığı
âletlerdir. Efendinin, kölesini çalıştırdığı, çobanın (idarecinin) halkını güttüğü
ve sanatkârın âletini çalıştırdığı gibi, kalp de diğer âzaları
çalıştırmaktadır. Bu bakımdan Allah nezdinde makbûl olan kalptir. Şu şartla ki,
Allah'ın gayrisinde boş olmalıdır. Allah'ın gayrisiyle dolu olduğu zaman da
Allah'tan (cemâlinden) mahcub (perdelenmiş) olan da kalptir. Kendisine hitap
edilen, kendisine itâb edilen de kalptir. Allah'a yaklaşmakla saîd olan da
kalptir. Bu bakımdan insanoğlu kalbini temizlediği zaman felaha kavuşur,
kalbini kirlettiği ve gaflete daldırdığı zaman şekavete sapar ve rahmetten
mahrum olur. Hakikatte Allah'a itaat eden kalptir. İbâdetlerden gelen nûrlarını
âzalar üzerine saçan kalptir. Allah'a karşı inat ve isyan bayrağını açan
kalpten başka hangi âza olabilir? Âzalara sirayet eden fuhşiyât ancak onun
eseridir. Zâhirin güzellikleri ve çirkinlikleri ancak ve ancak kalbin karanlık
ve nûrlu olmasından ileri gelir. Zira her kalp, içindekini dışarıya sızdırır.
Kalp, öyle bir şeydir ki insanoğlu onu tanıdığı zaman, muhakkak nefsini
tanımıştır. Vesvese de kalbin durumlarındandır ve kontrol altına alınmadığında
insanı zararlı amellere sevk edebilecektir. Bu sebeple vesvesenin anlaşılması
ve vesvese karşısında doğru adımlar atılarak zararından korunmak gerekmektedir.
2.
KAVRAM TAHLİLİ
Vesvese, şeytan tarafından insanın
içine sokulduğu kabul edilen saptırıcı telkinler, kuruntu ve şüphe.
Sözlükte vesvese/visvâs “fısıldama, kötü telkinde bulunma, karışık sözler
söyleme, kuşkulanma”; aynı kökten vesvâs “insanın içine doğan zararlı uyarıcı,
kötü duygu ve düşünce, telkin, şüphe, fısıltı, evham” gibi mânalara
gelmektedir. Dinî terminolojide vesvese/visvâs, “şeytanın veya nefsin insana
kötü ve zararlı telkinde bulunması, şeytandan yahut nefisten gelen, insanı dine
aykırı aşırı davranışlara yönelten telkin”; vesvâs “şeytan, şeytanın insanın
içine attığı saptırıcı dürtü, faydasız söz, şüphe ve tereddüt” anlamlarında
kullanılır. Vesveseye kapılana müvesvis denir (Fîrûzâbâdî, “vsv” md.;
el-Müfredât, “vesvese” md.; Lisânü’l- Arab, “vsv” md.; Tâcü’l- arûs, “vsv” md.;
İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, V, 187; Dozy, II, 814-815; Feyyûmî, s. 143).
(http://www.islamansiklopedisi.info/ Vesvese maddesi)
3. KONUYLA İLGİLİ AYETLER
“Derken
şeytan, birbirine kapalı ayıp yerlerini kendilerine göstermek için onlara
vesvese verdi ve: Rabbiniz size bu ağacı sırf melek olursunuz veya ebedî
kalanlardan olursunuz diye yasakladı, dedi.” (Araf 20)
“De ki: İnsanların kalplerine vesvese
sokan, (insan Allah'ı andığında) pusuya çekilen cin ve insan şeytanının
şerrinden insanların Rabbine, insanların Melikine (mutlak sahip ve hakimine)
insanların İlâhına sığınırım!” (Nas 1-6)
“Andolsun, insanı biz yarattık ve
nefsinin kendisine fısıldadıklarını (vesvese) biliriz ve biz ona şah damarından
daha yakınız.” (Kaf 16)
“Takvâya
erenler var ya, onlara şeytan tarafından bir vesvese dokunduğunda (Allah'ın
emir ve yasaklarını) hatırlayıp hemen gerçeği görürler.” (Araf 201)
4. KONUYLA İLGİLİ HADİSLER
“Allahım! ... vesveseden sana
sığınırım” (Tirmizî, “Dua”, 78).
Ebu
Hureyre (ra) anlatıyor: “Hz Peygamber (sav) ‘in ashabından bir kısmı ona
sordular: ‘Bazılarımızın aklından bir kısım vesveseler geçiyor, normalde bunu
söylemenin günah olacağına kaniyiz.’ Hz peygamber (sav): ‘Gerçekten böyle bir
korku duyuyor musunuz?’ diye sordu. Oradakiler Evet! Deyince: ‘İşte bu korku
imandan gelir (vesvese zarar vermez) dedi.” (Müslim, İman 209; Ebu Davud, Edeb
118)
Abdullah b. Mes’ud (ra) ‘dan rivayet edildiğine göre
Rasulullah (sav) şöyle buyurdu: “Kalpte iki his vardır. Hissin biri melek tarafındandır
ki, hayra teşvik etmek ve hakkı tasdik etmek şeklinde olur. Hissin diğeri ise
düşman (yani nefis ve şeytan) tarafındandır ki, şerre teşvik etmek, hakkı
yalanlamak ve hayırdan alıkoymak şeklinde olur.” (Tirmizi, 2991)
5. ŞEYTANIN KALBE VESVESE İLE
TASALLUTU
Kalp
kurulmuş bir çadır gibidir ve birtakım kapıları vardır. Her kapısından
kendisine durum ve haller gelir ve yine kalbin misâli hedefe benzer. Ona her
taraftan oklar atılır veya kalp, dikilmiş bir aynaya benzer. O aynanın üzerinde
çeşitli sûretler geçer. Bir sûretten sonra başka bir sûret görünür. O ayna bu
geçen sûretlerden boş değildir veya bir havuzun sularına benzer. Çeşitli
nehirlerden o havuza sular akar. Her durumda kalbe akan bu yeni yeni eserlerin
giriş noktaları ya beş duyudan veya bâtındandır. Hayâ, şehvet, öfke ve insan
mizacından oluşan şeylerdendir. Çünkü insanoğlu beş duyusuyla birşeyi idrâk
ettiği zaman, o idrâk edilen şeyden kalpte bir eser oluşur. Böylece fazla
yemekten veya mizacdaki bir kuvvetten dolayı şehvet kabardığı zaman onun kalpte
bir etkisi olur. Her ne kadar kalp, hissettirmekten engellense de nefiste
meydana gelen hayaller devamlı kalırlar. Hayal birşeyden diğer birşeye geçer.
Hayalin geçişine göre, kalp de bir halden diğer bir hâle geçer. Maksat şudur;
kalbin değişmesi ve etkilenmesi daima bu sebeplerdendir. Kalpte oluşan
eserlerin en güzeli hatıralardır. Hatırat'tan gayemiz; kalpte meydana gelen
fikir ve zikirlerdir. Bunlardan gayemiz; teceddüd veya tezekkür yoluyla gelen
ilimlerdir. İşte bu ilimlere 'hâtırat' adı verilir. Çünkü bunlar, kalp onlardan
gâfil olduktan sonra kalbe gelirler. İradeleri harekete getiren hatırat'tır.
Çünkü niyet, azim ve irade ancak niyet edilen mânânın tamamının kalpte meydana
gelmesinden sonra oluşur.
Bu
bakımdan fiillerin başlangıcını ve rağbeti tahrik eden hatırat'tır. Rağbet de
azmi tahrik eder, azim de niyeti tahrik eder. Niyet ise âzayı harekete geçirir.
Rağbeti harekete geçiren hatırat şerre dâvet eden, sonucu zarar veren hâtırat
ile hayra dâvet eden ahirette fayda veren hâtırat diye ikiye ayrılır. Bu iki
kısım değişik hâtırattır. Bu bakımdan değişik isimlere muhtaçtırlar. Güzel
sonuç veren hâtırata 'ilham', kötü hâtırata (şerre dâvet eden hâtırata) ise
Vesvese' adı verilir.
İşte
böylece kalbin nûrları ve zulmeti için de iki değişik sebep vardır. Bu bakımdan
hayra davet eden hâtırat sebebine 'melek' ismi verilir. Şerre dâvet eden
hâtıratın sebebine 'şeytan' ismi verilir. Kalbin, sayesinde hayır ilhamını
kabul etmeye hazır olduğu lûtufa 'tevfîk' ismi verilir. Kalbin, sayesinde şeytanın
vesvesesini kabul etmeye hazır olduğu şeye de 'iğvâ' ve 'hizlân' ismi verilir.
Çünkü çeşitli mânâlar, değişik isimlere muhtaçtırlar.
Hz.
Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Kalbe gelen iki şey vardır. Birisi melekten
gelen şeydir ki hayrı vadedip, hakkı tasdik eder. Bu bakımdan kim kalbinde bunu
görürse, bilsin ki bu Allah'tan gelen bir lütûftur ve bunun için Allah Teâlâ'ya
hamdetmelidir. Düşmandan gelen ikinci birşey vardır. O da şerri va'd edip hakkı
yalanlar ve hayrı yasaklar. Kim kalbinde böyle birşeye rastlarsa kovulmuş
şeytanın şerrinden Allah'a sığınsın!” (Tirmizî, Nesâî)
Rasûlullah
bunu söyledikten sonra şu ayeti okudu: “Şeytan
sizi fakirlikle korkutur ve size cimriliği telkin eder. Allah ise size
katından bir mağfiret ve bir lütuf vâdeder. Allah herşeyi ihata eden ve herşeyi
bilendir.” (Bakara 268)
Hasan
Basrî diyor ki: Kalpteki bu iki hâdise, kalpte durmadan cevelan eden iki
himmettir. Biri Allah'tan gelen, biri de şeytandan gelen himmet. O halde, Allah
o kuldan razı olsun ki Allah'tan gelen himmetin hududunda durur ve Allah'tan
geleni yapar, Allah'ın düşmanından gelenle mücadele edip reddeder. Kalp,
musallat olan bu iki himmet arasında çekildiğinden dolayı Hz. Peygamber (sav)
şöyle buyurmuştur: “Mü'minin kalbi Rahman Allah'ın kudret parmaklarından iki
parmak arasındadır” (Müslim, Kader 2654)
Damar,
kan, kemik ve etten oluşan 'parmak'tan Allah Teâlâ münezzehtir. Boğumlara
taksim olunan parmaktan Allah Teâlâ'nın şânı yücedir. Fakat parmaktan maksat
süratle çevirmektir. Hareketlendirme ve bozmaya muktedir olmaktır. Çünkü sen,
parmağını parmak olduğundan dolayı değil, evirip çevirmekteki çalışmasından
dolayı istersin. Nasıl ki, parmaklarınla fiillerde bulunuyorsan, Allah Teâlâ da
yaptıklarını, melek ve şeytanı musallat kılmak sûretiyle yapar. Bunların ikisi,
Allah'ın kudretiyle, kalpleri evirip çevirmekle görevlendirilmişlerdir. Senin
parmaklarının cisimleri evirip çevirmekte sana musahhar olduğu gibi.
Kalp
-yaradılış itibariyle- melekten gelen eserleri de, şeytandan gelen eserleri de
kabul etmeye eşit bir şekilde elverişlidir. Bunların biri diğerine esasında
ağır basmamaktadır. Ancak taraflardan birinin ağır basması, nefsin hevasına
uymak, şehvetlere düşmek veya şehvet ve hevâ-i nefisten yüz çevirmekle olur.
Eğer insanoğlu öfkesinin ve şehvetinin isteğine ayak uydurursa heva-i nefis
vasıtasıyla şeytanın kendisine tasallut ettiği anlaşılır. Kalp böylece şeytanın
yuvası ve kaynağı olur. Çünkü heva-i nefis, şeytanın merasıdır. Eğer insanoğlu
şehvetlerle mücahede edip onları nefse musallat kılmazsa ve meleklerin ahlâkına
uyarsa, bu takdirde onun kalbi meleklerin istikrar yeri ve iniş merkezi olur.
Hiçbir kalp; şehvet, öfke, hırs, tamahkârlık ve kötü emelden, kısacası hevâ-i
nefisten dallanıp budaklanan beşerî sıfatlardan boş olmadığı için şeytanın
vesveseyle dolaşmadığı kalp yoktur. Bunun için Hz. Peygamber (sav) şöyle
buyurmuştur:
“-Hiç
kimse yoktur ki onun bir şeytanı olmasın.
-Ey
Allah'ın Rasûlü! Senin de şeytanın var mı?
-Benim
de var. Ancak Allah Teâlâ bana yardım ederek şeytanı mağlup etti ve böylece
benim şeytanım teslim oldu. Bu bakımdan o bana hayırdan başkasını emretmez.”
(Müslim, İbn Mes'ud'dan)
Ne
zaman hevanın istekleriyle dünyanın zevki kalbe hâkim olursa, şüphesiz şeytan,
bir imkân bulur ve vesveseye başlar. Ne zaman ki kalp, Allah'ın zikrine
dönerse, şeytan oradan göç eder ve onun için imkân kapısı oldukça daralır ve
böylece melek gelip ilham eder. Kısacası kalbin savaş meydanında meleklerin
ordusu ile şeytanların ordusu arasında daimî bir kavga vardır, kalp ikisinden
birine teslim oluncaya kadar devam eder. Böylece fetheden geçebilir. Kalplerin
çoğu, şeytanların orduları tarafından fethedilerek mülk edinilmiştir. Geçici
dünyayı ahirete tercih etmeye, ahireti atmaya dâvet eden vesveselerle
dolmuşlardır. Şeytan ordularının istilâları şehvetlere ve hevâ-i nefse tâbi
olmakla başlar ve bundan sonra kalbin melekler tarafından fethedilmesi şeytanın
pisliklerinden, yani hevâ ve şehvetlerden boşaltmak sûretiyle mümkün olur.
Meleklerin iz bıraktıkları mekân olan kalbi Allah'ın zikriyle tâmir etmek de
ancak meleklerce fethedilmesiyle mümkün olur.
Câbir
b. Ubeyde el-Adevî şöyle anlatır: “el-Ulaye
b. Ziyad'a kalbimdeki vesveseden şikayet ettim. Bana dedi ki: 'Bunun misali,
içinden hırsızların geçtiği bir evin misaline benzer. Eğer o evde birşeyler
varsa hırsızlar sağa sola başvurur, evi arayıp tararlar. Eğer birşey yoksa evi
bırakıp geçip giderler'.”
Yani
hevâ-i nefisten boş olan bir kalbe şeytan girmez ve bunun için de Allah Teâlâ
şöyle buyurmuştur: “Şurası muhakkak ki, benim (ihlâslı) kullarım üzerinde senin hiçbir ağırlığın olmayacaktır.
(Onları) koruyucu olarak Rabbin yeter.” (İsrâ 65)
Bu
bakımdan hevâ-i nefsine tâbi olan herkes Allah'ın değil, hevâ-i nefsinin
kuludur ve bunun için de Allah Teâlâ kendisine şeytanı musallat kılarak şöyle
buyurmuştur: “Hevâ ve hevesini tanrı
edinen ve Allah'ın (kendi katındaki) bir bilgiye göre saptırdığı,
kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün
mü? Şimdi onu Allah'tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâla ibret
almayacak mısınız?” (Câsiye 23) . Bu ayet işaret eder ki hevâ-i nefsini
kendisine ilah edinen bir kimse Allah'ın kulu değildir, hevâ-i nefsinin kuludur
ve bunun için de Amr b. As Hz. Peygamber'e şöyle sorar:
“-Ya
Rasûlullah! Şeytan benimle namazımın ve okuyuşumun arasına girdi!
-
O bir şeytandır ki kendisine hanzeb denir. Seninle ibadetlerinin arasına
girdiğini hissettiğin zaman onun şerrinden Allah'a sığın ve üç defa sol
tarafına tükür” (Müslim) [1]
Amr
der ki: 'Ben Hz. Peygamberin dediğini yaptım ve bu sayede Allah Teâlâ o şeytanı
benden uzaklaştırdı'.
6.
ŞEYTAN'IN KALBE GİRİŞ YOLLARI
Şeytanın Kalbe Giriş Kapıları:
1.
Şeytanın büyük kapılarından biri gazap (öfke) ve şehvettir.
2.
Her ne kadar helâl ve saf ise de doyasıya yemek.
3.
Hased ve hırs.
4.
Ev eşyası, elbise, evin süsü ve fazla konforu sevmek.
5.
Halkın elindekine göz dikmek ve tamahkârlık yapmak.
6.
Acele etmek ve işlerde tahkik yapmayı bırakmak.
7. Para ile menkul, gayr-i menkul servetlerin
diğer sınıflarıdır. Zira insanın ihtiyacından fazla olan her servet şeytanın
istikrar bulduğu yerdir.
8.
Cimrilik ve fakirlikten korkmak.
9.
Mezhepler (Gruplar, cemaatler) , hevâ-i nefisler için gösterilen taassub ve
hasımlara karşı kin gütmek, onlara istihza ve istihkâr gözüyle bakmak.
10.Şeytanın
kapılarından biri de insanlardan bazılarını Allah'ın zâtı, sıfatları ve insan aklının
yetmediği konularda onları düşünmeye zorlamasıdır ki onları dinin esasında şek
ve şüpheye düşürsün, Allah'ın münezzeh olduğu hayâlleri onların kafalarına
yerleştirsin!
11.Şeytanın
kötü kapılarından biri de müslümanlar hakkında su-i zanda bulunmak.
Şeytanın
İbadet Hususundaki Tuzakları
Tarikat-ı
Muhammediyye adlı eserinde İmam Birgivi
bu konuyu aşağıdaki gibi tasnif etmektedir:
1.
İbadetten alıkoymak
2.
İbadeti geciktirmek
3.
İbadeti acele yaptırmak
4.
Amele riya karıştırmak
5.
Kişiyi ucba sürüklemek
Şeytan kulu ucba sevk ederek “ne uyanık ve
akıllı adamsın, senden başkasının dikkat etmediği meselelere karşı sen çok
dikkatli davrandın” diyerek nefsini gurura kaptırmak ister.
Şayet
Allah Teala (cc) korursa, kul şeytanı reddeder ve “bu konuda nimet ve ihsan
Allah Teala’ya (cc) aittir, benim dikkatim ve akıllılığım benden değildir.
(Allah’tandır.) Tevfikini bana ihsan eden O’dur. Kendi fazlu keremi sayesinde
amelime büyük bir kıymet biçen de O’dur. Şayet O’nun fazlu keremi olmasaydı
O’nun nimetlerinin ve benim günahlarımın yanında bu yaptığım amelimin hiçbir
kıymeti olmazdı” der.
6.
İbadetleri gizlice yapmaya teşvik etmek
Bu
seferde hüsrana uğrayan şeytan , kula “gizlice ibadet et, Allah Teala (cc) bu
yaptığın ibadeti insanlara gösterecektir ve insanlar arasında seni şerefli ve
değerli kılacaktır” der. Bununla da kula gizli riyanın bir çeşidini yaptırmak
ister. Şayet Allah Teala(cc) korursa kul şeytanı bu seferde reddeder ve “ben
Allah’ın (cc) kuluyum. O’da benim efendimdir. Dilerse amelimi açığa çıkarır ve
dilerse de gizler, dilerse beni şerefli kılar ve dilerse de hakir kılar, bu
O’na aittir. Amelimi insanlara gösterse de göstermese de benim için fark etmez.
Çünkü insanların elinde bir güç yoktur” der.
7.
Kişiye amel yapmaya ihtiyacı olmadığını telkin etmek. (Tarikat-ı Muhammediyye,
İmam Birgivi, Kalem Y., Sayfa 241-244)
7.
KULUN KALBİN VESVESELERİNDEN SORUMLU OLDUĞU DURUMLAR
Bu
konu, çözülmesi çok zor bir iştir.
Hz.
Peygamber'den şöyle rivayet edilir:
“Ümmetimden,
konuşmadıkları veya yapmadıkları takdirde, sadece düşündükleri kötülükler
affedilmiştir.” ( Nesaî, Talak, 22)
Ebu
Hüreyre (ra) Hz. Peygamber'in (sav) şöyle buyurduğunu rivayet eder:
“Allah Teâlâ, koruyucu meleklere 'Benim kulum
herhangi bir günahı işlemeye kast ve teşebbüs ederse, onu yazmayın. Eğer onu bilfiil
işlerse, o zaman bir günah olarak yazın. Eğer kulum bir sevabı işlemeyi kast ve
teşebbüs ettiği halde bilfiil işlememişse, onu bir hasene (bir sevap) olarak
yazın. Eğer bilfiil işlerse, o vakit on sevap yazın' buyurur.” (Buhârî, Müslim, İman, 203)
Bu
hadîs, kalp amelinin ve günahı işleme teşebbüs ve kastının bağışlandığına
delildir. Başka bir lâfızda şöyle gelmiştir:
“İzzet ve celal sahibi Allah şöyle buyurdu: ‘Kulum
iyi bir iş yapmaya niyet eder de yapmazsa ona bir iyilik (sevabı) yazarım. Ama
onu yaparsa on katdan yedi yüz kata kadar iyilik (sevabı) yazarım. Eğer (kulum)
bir kötülük yapmaya niyet eder de yapmazsa onu (bir günah olarak) yazmam. Fakat
onu yaparsa ona bir kötülük (günahı) yazarım.” (Buhârî, Rikak, 31, Müslim, İman, 204)
İşte bütün bunlar, affa delâlet etmektedirler.
Muâhazeye delâlet eden deliller ise şunlardır:
“Göklerde ve yerdekilerin hepsi Allah'ındır. İçinizdekileri açığa vursanız da gizleseniz de Allah ondan
dolayı sizi hesaba çekecektir, sonra dilediğini affeder, dilediğine de azap
eder. Allah her şeye kadirdir.” (Bakara
284)
“Hakkında
bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi
ondan sorumludur.” (İsra 36)
İşte
bu âyet işaret eder ki, kalbin ameli, kulak ve gözün ameli gibi bağışlanmaz.
“Şahitliği,
bildiklerinizi gizlemeyin. Kim onu gizlerse, bilsin ki onun kalbi günahkârdır. Allah yapmakta olduklarınızı bilir.” (Bakara
283)
Bizim
kanâatimize göre insan bu meseledeki hakîkate, başlangıcından meydana çıkıncaya
kadar olan kalp amellerini tafsilâtıyla ihâta etmedikçe vâkıf olamaz.
1. Kalbe
ilk gelen şey 'Hâtır'dır. Nitekim kişiye yolda giderken arkasında yürüyen, geri
baktığında görebileceği bir kadının sûretinin tahattur etmesi gibi.
2. Bakmaya
olan rağbetin heyecanıdır. Bu, tabiatta bulunan şehvetin hareketi demektir. Bu
hareket 'birinci hâtır'dan doğar.Biz buna 'tabiatın meyli' adını veriyoruz.
3. Kalbin
'şunu yapmak uygundur'; yani o kadına bakmak uygundur hükmüdür. Bu hüküm her
durumda akıldan gelen bir hükümdür ve buna 'îtikad' adı verilir.
4.
Dönüp kadına bakmak azmini ve bu azimdeki niyetini kesinleştirmektir. İşte biz
buna 'bilfiil himmet, niyet ve kasıt' adını veriyoruz.
Bu
bakımdan burada âza ile işlemezden önce kalbin dört hâl ve durumu vardır:
1. Hâtır (Aniden akla gelen düşünce)
2. Meyl
3. İtikad
4. Himmet
1. Hâtır'a
gelince, Allah Teâlâ ondan dolayı kişiyi muahaze etmez. Çünkü bu, kişinin
ihtiyarına bağlı değildir.
2. Meyl ve şehvetin heyecanı da böyledir. Çünkü bunlar da ihtiyar altına
girmezler.
Hz. Peygamber (sav): 'Ümmetimden düşündükleri kötülükler bağışlanmıştır' ( Nesaî,
Talak, 22) hadîs-i şerîfleriyle meyl ve
şehvetin heyecanını kastetmiştir. Bu bakımdan nefsin hâdisi nefiste hâsıl olan
hâtırattan ibarettir. Bunda işlemek azmi yoktur.
Himmet
ile Azm'e gelince, bunlara 'nefsin hâdisi' denilmez. Nefsin hâdisi, Osman b.
Maz'un'dan rivayet edildiği gibidir.
Zira Osman (ra), Hz. Peygamber'e (sav) şöyle der:
-Ey Allah'ın Rasûlü! Benim nefsim, eşim Havle'yi
boşamamı söylüyor!
Yavaş ol! Muhakkak nikâh benim sünnetimdendir.
-Nefsim bana, kendimi hadım etmemi söylüyor.
Yavaş ol! Benim ümmetimin hadımlaştırılması, oruca
devam etmektir.
- Nefsim bana rahiplik etmemi, yani insanlardan
uzaklaşıp ibâdete sarılmamı söylüyor.
Yavaş ol! Ümmetimin ruhbanlığı cihad etmek ve hacca
gitmektir.
- Nefsim bana et yemeyi terk etmemi söylüyor.
Yavaş ol! Muhakkak ben eti severim Eğer onu bulursam
yerim. Eğer isteseydim Allah Teâlâ mutlaka bana et yedirirdi. (Hakim-i Tirmizî, Nevâdir'ul-Usûl)
İşte
bunlar yapılmasına azim olmaksızın nefiste meydana gelen hâtırattır ve nefis
hâdisi dediğimiz budur. Bu sırra binaen Osman b. Maz'un Hz. Peygamber ile
bunları yapıp yapmaması hususunda istişare etmiştir. Çünkü bu hâtıratla beraber
azim ve yapma himmeti yoktur.
3. Üçüncüsü, yapılmasının uygun olduğuna inanmak ve
kalben hükmetmektir. Bu
hüküm, ihtiyar ile ıztırar arasında gezmektedir. Yani bazen ihtiyarî, bazen de
ıztırarî olur. Buradaki durumlar değişiktir. Bu işin ihtiyarî kısmından insan
sorumludur. Iztırarî ve mecburî kısmından sorumlu değildir.
4. Dördüncüsüne gelince, bilfiil himmet edip
kasdetmektir. İnsanoğlu bundan
sorumludur. Ancak bilfiil yapmadığı takdirde düşünülür. Eğer Allah korkusundan
bırakmış ve bu himmetinden dolayı pişmanlık duymuşsa, bu himmeti kedisine bir
hasene olarak yazılır. Çünkü bunu kasdetmek günah, o günahı işlemekten imtina
edip bu hususta nefsiyle mücahede etmek ise sevaptır. Tabiatın muvafakatına
binaen kasdetmek insanoğlunun Allah'tan tamamen gafil olduğuna delalet eder.
Tabiatın hilafına mücahede edip de o işi yapmaktan imtina etmek ise büyük bir
kuvvete muhtaçtır. Bu bakımdan tabiata muhalefetindeki çalışma ve gayreti Allah
için amel etmektir. Allah için amel etmekse tabiata mutabık ve uygun bir
şekilde şeytana uymaktan daha şiddetlidir. Bu bakımdan kişiye bir hasene
yazılır. Çünkü kişinin o günahı işlememekteki gayret ve himmeti, bilfiil onu
yapmak hususundaki himmetine galip gelmiştir. Eğer işlemesi, herhangi bir
sebepten veya Allah'tan korkarak değil de herhangi bir özürden ileri geliyorsa
bu takdirde defterine bir günah yazılır. Çünkü himmeti ve kasdı, kalpten gelen
ihtiyarî bir fiildir. Bu tafsilâtın delili Sahîh-i Müslim'de mufassalan rivayet
edilen hakîkattir. Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:
“Melekler dediler ki: 'Yârab! O senin kulun yok mu?
O bir günâhı işlemeyi irade ediyor', Allah Teâlâ şöyle buyurur: 'Onu
gözetleyin! Eğer o, o gün kasdettiği günâhı işlerse, işlediği günâhın bir
mislini onun defterine yazın. Eğer terk ederse, terkettiği o günâhı kendisi
için bir hasene olarak kaydedin. Çünkü o günâhı benim hatırım için terk
etmiştir.” (Müslim)
Oysa
Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:
“İnsanlar ancak niyetleri üzerine haşrolunurlar.” (Müslim,
Ebu Dâvud)
Oysa
biz biliriz ki, geceleyin bir müslümanı öldürmeye veya bir kadınla zina etmeye
azmeden bir kimse, o gece ölürse günâhı üzerine ısrar ettiği halde ölmüş olur
ve niyeti üzerine haşredilir. Oysa bu kişi, bir günâhı işlemeyi kasdetmişse de
bilfiil işlememiştir. Bu husustaki kesin delil, Hz. Peygamberden rivayet edilen
şu hadîs-i şeriftir:
“İki müslüman kılıçlarıyla çarpıştıkları zaman, ölen
de öldürülen de ateştedir.
Bu söz üzerine denildi ki: 'Ey Allah'ın Rasûlü!! Öldüreni anladık! Fakat
öldürülenin suçu ne?' Cevap olarak şöyle buyurmuştur: 'Çünkü öldürülen de
arkadaşını öldürmeyi kasdetmiştir'.( حَرِيصًا)” ? (Müslim, Fiten, 15)
İşte
bu, mücerred irade ile kişinin ateş ehlinden olduğuna delâlet eden bir nasstır.
Oysa kişi, mazlum olarak öldürülmüştür. Durum bu iken acaba Allah Teâlâ'nın
niyet ve kasıttan ötürü insanları muâhaze etmeyeceği nasıl düşünülebilir?
Aksine kulun ihtiyarı dahilinde olan her kastından kul muâhaze edilir. Ancak
onu bir sevap ile sildirmişse, hüküm değişir.
Kalbin
hâtıratı, nefsin hâdisi, rağbetin heyecanı ise, bunlar insanoğlunun ihtiyarı
dahilinde değildirler. Bunlardan ötürü insanoğlunu muâhaze etmek teklîf-i mala yutak (insanın güç
yetiremediği ile insanı mükellef kılıp zorlamak) olur.
“İçinizdekileri
açığa vursanız da gizleseniz de Allah ondan dolayı sizi hesaba çekecektir,
sonra dilediğini affeder, dilediğine de azap eder. Allah her şeye kadirdir.” (Bakara 284)
Bu
ayet indiği zaman, ashâb-ı kirâmdan bir grup Hz. Peygamber'e gelip şöyle
dediler:
Biz
gücümüz ve tâkâtimizin dışında olan bir emirle mükellef kılındık. Muhakkak
hepimizin nefsi kalbin istemediği ve sevmediği şeyleri kendisine söylemektedir.
Sonra Allah tarafından bundan dolayı hesaba çekilirsek durumumuz ne olur?
Bunun
üzerine Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:
“Zannederim siz, Yahudilerin dediği gibi diyorsunuz:
'Biz dinledik ve isyan ettik'. Sakın böyle demeyin, aksine şöyle deyin: 'Biz
dinledik ve itaat ettik'. (Müslim)
Bunun
üzerine ashâb-ı kirâm 'Biz dinledik ve itaat ettik' dediler. O zaman Allah
Teâlâ bir sene sonra kurtuluş ve sevgiyi şu ayet-i celîlesiyle indiriverdi:
“Allah her şahsı, ancak gücünün yettiği ölçüde
mükellef kılar.”
(Bakara 286) (Müslim)
Bu
ayetle açıklandı ki kalp amellerinden insanoğlunun ihtiyarı dahiline girmeyen
her şeyden insanoğlu sorumlu tutulmaz. İşte şüphenin yüzünden perdeyi kaldırmak
budur. Herhangi bir kimse kalpte cereyan eden herşeye nefis hadisi adı verilir
zannederse ve bu üç kısım arasında ayrım yapmazsa, elbette bu kimsenin
yanıldığına hükmetmelidir.
İnsanoğlu
hased, nifak, riyâ, ucub ve kibir gibi kalbin amellerinden ve kalp amellerinin
diğer kötülüklerinden nasıl muâhaze edilemez? Aksine kulak, göz, kalp ve bütün
bunlardan insanoğlu sorumludur. Eğer kişinin gözü -ihtiyarı olmaksızın-
namahrem bir kadına takılırsa, ondan muâhaze edilmez. Eğer ikinci bir defa
kendi ihtiyarıyla bakarsa, bu defa sorumludur. Çünkü ikinci bir bakışta
muhtardır. Kalbin hâtıratı da böylece bu mecrada seyreder. Hatta kalp muâhaze
edilmeye daha uygundur. Çünkü kalp, bütün azaların esasını teşkil eder.
8. VESVESEYİ KALPTEN UZAKLAŞTIRMA
YOLLARI
Şeytanın
vesvesesini ancak vesvese veren şeyden başkasını düşünmek siler. Çünkü herhangi
birşeyin hatırlanması kalpte meydana gelirse, ondan önce kalpte bulunan şey yok
olur. Fakat herşey Allah Teâlâ'nın gayrisidir ve herşey Allah ve Allah ile
irtibatlı olanın gayrisidir. O, vesveseye vesile olup şeytanın at oynatma meydanı
olabilir. Bu bakımdan vesveseyi silip artık bir daha şeytana cevelân etme
imkânını vermeyen tek şey, Allah'ın zikridir ve bilinir ki Allah'ın zikrinde
şeytanın mecali yoktur ve hiçbir şey zıddından başkasıyla tedavi olunamaz.
Şeytanî vesvesenin tamamının zıddı ise, istiaze etmek vasıtasıyla Allah'ı
anmaktır. Kuvvet ve kudretinden tamamen uzaklaşıp Allah'a iltica etmektir.
Böyle yapman senin eûzü billâhi min'eş-şeytân'ir-racîm ve lâ havle ve lâ
kuvvete illâ billâhi'l-aliyyıl-azîm demenin mânâsıdır. Böyle bir durumu meydana
getirmek ancak muttakîlerin işidir. O muttakîler ki Allah'ın zikri onlarda
galiptir. Şeytan ise ancak gaflet anlarında onları ziyaret eder.
“Takvâya erenler
var ya, onlara şeytan tarafından bir
vesvese dokunduğunda (Allah'ın emir ve yasaklarını) hatırlayıp hemen gerçeği görürler.”
(A'raf 201)
Meşhur
müfessir Mücâhid, Nas suresinin 4. ayetini şöyle tefsir etmiştir: 'Şeytan kalbe
yayılır. Ne zaman insan, Allah'ı anarsa, geri çekilip kalıbına döner. İnsanoğlu
gâfil olduğu zaman yeniden kalbi istilâya başlar!' Bu bakımdan Allah'ın
zikriyle şeytanın vesvesesi arasında zulmet ile nûrun, gece ile gündüzün
arasında olduğu gibi, kovalamaca vardır. Biri diğerinin zıddı olduğu için Allah
Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Şeytan onları etkisi altına aldı da kendilerine
Allah'ı anmayı unutturdu. İşte
onlar şeytanın yandaşlarıdır. İyi bilin ki şeytanın yandaşları hep
kayıptadırlar.” (Mücâdele 19)
“Muhakkak
ki şeytan, insanoğlunun damarlarında dolaşır. Bu bakımdan siz şeytanın dolaştığı
yolları, aç kalmak (oruç tutmak) sûretiyle daraltınız.”
Neden
şeytanın yolları acıkmak sûretiyle daralır? Çünkü acıkma, şehveti kırar.
“Şeytan,
Ademoğlunu kandırmak için yollarda oturmuştur, Ademoğlu'nun İslâm yoluna şeytan
oturdu ve Ademoğluna şöyle sordu: 'Sen Müslüman mı oluyorsun? Sen dinini ve
ecdadının dinini mi terk ediyorsun?' Şeytanın bütün ısrarına rağmen Ademoğlu
kendisine isyan ederek Müslüman oldu. Sonra şeytan, Ademoğlunu kandırmak için
hicret yoluna oturup ona şöyle dedi: 'Sen öz memleketinden hicret mi
ediyorsun?' Yine Ademoğlu şeytana isyan edip hicret etti. Sonra şeytan onu
aldatmak için cihad yoluna oturdu ve dedi ki: 'Sen cihada mı gidiyorsun? Oysa
cihad, nefsin ve malın telef edilmesidir. Savaşıp öldürüleceksin. Karıların
başkası tarafından nikâh edilecektir ve malın vârislere taksim edilecektir'.
Ademoğlu, şeytanın bu iğvasına rağmen, ona isyan edip cihada devam etti. Kim
böyle yapıp ölürse, onu cennete göndermek Allah Teâlâ'ya hak olur.” (Nesâî, Cihâd,
19)
İşte
görüldüğü gibi, Hz. Peygamber vesvesenin mânâsını zikretti. Vesvese, mücahid
bir kimsenin kalbine 'Sen öleceksin! Kadınların kocaya gidecekler' gibi sözler
söyleyerek insanoğlunu cihaddan caydırır. Bu bakımdan vesvesenin sebebinin ismi
şeytandır ve insanoğulları şeytana isyan etmek veya ona tâbî olmak sûretiyle
değişik durumda bulunurlar ve bunun için de Hz. Peygamber (sav) şöyle
buyurmuştur:
“Hiçbir
kimse yoktur ki bir şeytanı olmasın!”( Müslim, Münafikün 70, (2815); Nesai,
İşretü'n-Nisa 4, (7, 72))
Bu
bakımdan kul'a, kalbine gelen her fikrin yanında durup süzmek gerekir ki bu
fikrin melekten mi, yoksa şeytandan mı geldiğini bilsin ve basiret gözüyle
derin derin düşünsün ve tabiattan gelen hevâ-i nefisle hareket etmesin! Kişi
böyle bir hakikate ancak takva, basiret nûru ve ilmin çokluğu ile vâkıf
olabilir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Takvâya
erenler var ya, onlara şeytan tarafından bir vesvese dokunduğunda (Allah'ın
emir ve yasaklarını) hatırlayıp hemen gerçeği görürler.” (A'raf 201)
Nefsini
takva ile bezemeyen bir kimseye gelince, bu kimse tabiatça hevâ-i nefsine tâbi
olduğundan ötürü şeytanın hilesine meyleder ve böylece şeytanın kandırması bu
kimsede çoğalır ve bilmediği halde acelece şeytanın helak edici vesveselerine
kurban gider. Böyle kimseler hakkında Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Halbuki
(o gün) onlar için, Allah tarafından, hiç
hesaba katmadıkları şeyler ortaya çıkmıştır.” (Zümer 47)
Denildi
ki: 'Onlar için meydana çıkan azap', hayır zannettiği ve hakîkaten günah olan
amelleridir. Bu bakımdan şeytanla daima mücahede etmek gerekir. Bu mücahede
ise, ancak ölümle sonuçlanır. Zira hiç kimse hayatta oldukça şeytandan
kurtulamaz.
Evet!
Her Müslümanın şeytanı defetmek ve kuvvetini zayıf düşürmek için bir yolu
vardır. Nitekim Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:
“Muhakkak
ki mü'min kimse, herhangi birinizin sefer hâlinde devesini zayıflattığı gibi
şeytanını zayıflatır.” (Ahmed)
Bu
bakımdan takvâ ehli için şeytanın kapılarını kapatmak zor gelmez. Nöbet
beklerse şerrinden sakınmak güç gelmez. Kapılardan zâhir kapıları ve açık
günahlara götüren apaçık yolları kastediyorum. Takva sahibi zatlar, ancak
şeytanın çözülemez veya çözülmesi zor olan yollarında kayarlar. Müşkil olan
mesele şudur: Şeytanın kalbe açılan kapıları pek çoktur. Meleklerinki ise bir
tek kapıdır. Kaldı ki bu tek kapı, şeytanın o çok olan kapılarıyla
karışmaktadır. Bu bakımdan bu kapılarda kul, yolları çok olan ve hangi yolun
nereye gideceği pek kestirilmeyen bir çölde, kapkaranlık bir gecede şaşıp kalan
bir yolcuya benzer. Bu yolcu ancak gideceği yolu, basiret gözüyle seçebilecek
duruma düşer veya pırıl pırıl parlayan güneşin doğuşuna muhtaç olur.
Burada
ki göz ise, takvâ ile temizlenmiş kalptir. Pırıl pırıl parlayan güneş ise,
Allah'ın Kitabı'ndan ve Hz. Peygamber'in sünnetinden öğrenilen ilimdir. İnsanı,
seçilmesi güç olan yollara hidayet eden ilim. Eğer böyle bir durum mevcut
değilse, yollar çok ve karışıktır. Çıkması pek zordur. Abdullah bin Mes'ud
(r.a) şöyle rivayet eder:
“Hz.
Peygamber (sav) birgün bize bir çizgi çizdi ve şöyle dedi: 'İşte bu çizgi
Allah'ın yoludur'. Sonra o çizginin sağına ve soluna birçok çizgiler çizdi ve
şöyle dedi: 'Bunlar çeşitli yollardır. Bu yolların herbirinin üzerinde bir
şeytan durmakta ve insanları bu yola davet etmektedir'. Sonra şu ayeti okudu: ‘Şüphesiz
bu, benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun.
(Başka) yollara uymayın. Zira o yollar sizi Allah'ın yolundan ayırır.
İşte sakınmanız için Allah size bunları emretti’. (En'âm 153)
İşte
ayette geçen 'başka yollar' bu çizgilerdir. Böylece Hz. Peygamber (sav)
yolların çokluğunu anlatmış oldu.” (Nesâî , İbn Hanbel, III, 398, İbn Mâce,
Sünnet, 1)
Hz.
Peygamberin (sav) şöyle dediği rivayet edilmektedir:
“İsrâiloğulları'ndan
bir rahip vardı. Onun zamanında şeytan bir kız çocuğunun gırtlağına sarılıp onu
boğdu. Yani onu sara hastalığı gibi boğmacaya benzer bir hastalığa müptela
etti. Sonra o kızın ailesinin kalbine 'bunun tedavisi ancak rahibin yanında mümkündür'
diye ilka etti. Bu bakımdan aile efradı, kız çocuğunu rahibe getirdiler. Rahip
ise, onu yanına alıp tedavi etmekten kaçındı. Onlar kızı rahibe kabul
ettirinceye kadar yalvardılar. Kız tedavi için rahibin yanında bulunduğu sırada
şeytan, rahibe geliverdi. Kıza yaklaşıp cinsî ilişki kurmasını rahibin kalbine
vesvese yoluyla ilka etti ve rahip, kızla cinsî münasebette bulununcaya kadar
şeytan bu vesvesesine devam etti ve kız, rahipten gebe kaldı. Bu sefer şeytan,
rahibe şu vesveseyi verdi: "Ey rahip! Ne yapıyorsun? Şimdi rezil
olacaksın! Kızın ailesi sana gelecektir. O halde kızı öldür. Çünkü senin için
bundan başka çıkar yol yok! Eğer onlar senden kızın ne olduğunu sorarlarsa,
kızın vefat ettiğini söyle". Bunun üzerine rahip, kızı öldürüp gömdü. Sonra
şeytan, kızın aile efradına gitti. Onlara vesvese verdi. Kalplerine 'Rahip,
kızı gebe bıraktıktan sonra öldürdü ve gömdü' diye ilka etti. Bunun üzerine
kızın aile efradı rahibe geldi. Kızın durumunu sordu. Rahip kızın öldüğünü
söyledi. Onlar rahibi tutup kızın yerine öldürmek istediler. Bunun üzerine
şeytan, rahibe gelip dedi ki: 'Kızı sara illetine müptela eden ve sonra aile
efradının kalbine 'rahibe götürün o tedavi eder' fikrini atan benim. Bu
bakımdan bana itaat edersen, seni onlardan kurtarırım'. Rahip 'Nasıl ve ne ile
sana itaat edeyim?' dedi. Şeytan 'Bana iki defa secde et!' dedi. Bunun üzerine
rahip, şeytana iki secde yaptı! Şeytan, rahibe şöyle dedi: 'Ben senden beri ve
uzağım'.
İşte
bu rahip hakkında Allah Teâlâ, Haşr sûresinin onaltıncı ayetinde şöyle
buyurmuştur:
(Yahudileri savaşa teşvik etme hususunda münafıkların hâli) şeytanın hâli
gibidir. Hâni insana 'kâfir ol!' demişti de o insan kâfir olunca 'Ben senden
beriyim. Çünkü ben âlemlerin rabbi Allah'tan korkarım' dedi.” ( İbn Ebî Dünya,
İbn Merduveyh, {mürsel olarak})
Şimdi
şeytanın hilelerine, rahibi nasıl bu büyük günahları işlemeye mecbur ettiğine
dikkatle bak! Bütün bunlar bir sebepten doğmuştur. O da rahibin şeytana itaat
edip cariyeyi tedavi etmek için yanına kabul etmesidir. Bu 'kabul ediş' kolay
görünür. Hatta bunu kabul eden, çoğu zaman bunu hayır ve hasene olarak görür ve
şeytan gizli bir heva ile kendisine bunu güzel gösterir ve o da bunu hayır
işleyen bir kimse gibi yapar. Ondan sonra iş kendisinin ihtiyarından çıkar ve
bir kısmı diğer bir kısmını çekip davet eder. Öyle ki artık kurtuluş yolunu bir
türlü bulamaz. Bu bakımdan işlerin başlangıçlarını zâyi etmekten Allah'a
sığınırız! Buna Hz. Peygamber şu hadîs-i şerîfiyle işaret buyurmuştur:
“Kim
korunun etrafında dolaşırsa, oraya girmesi pek yaklaşır!” (Buhari-Müslim)
“Takvâya erenler var ya, onlara şeytan tarafından
bir vesvese dokunduğunda (Allah'ın emir ve yasaklarını) hatırlayıp hemen
gerçeği görürler.”
(A'raf 201)
Allah
Teâlâ bu durumla, muttaki bir kimseyi tahsis etmiştir. Bu nedenle şeytanın
misâli, aç olan ve sana yaklaşmak isteyen bir köpeğin durumuna benzer. Eğer
senin önünde ekmek ve et yoksa ona 'hoşt' demek sûretiyle köpek geri çekilir,
sadece 'hoşt' demek onu ürkütür.
Eğer
önünde et varsa, o da acıkmış bir durumdaysa, sadece hoşt demekle geri çekilmez
ve ete saldırır. Bu bakımdan şeytanın azığından boş olan bir kalpten şeytan
sadece zikirle uzaklaşır. Şehvet kalbe galip geldiği zaman, zikrin hakikatini
kalbin etrafına kaydırır ve böylece zikir kalbin merkezinde istikrar bulmaz ve
şeytan gelip kalbin merkezinde karar kılar. Hevâ-i nefis ve kötü sıfatlardan
tertemiz ve boş bulunan muttaki kimselerin kalplerine gelince, şeytan bu
kalplere şehvet vardır diye değil de zikirden gafil olduğu için ansızın
gelmektedir. Ne zaman bu kalbin sahibi zikre dönüş yaparsa, şeytan geri
çekilir. Bunun delili şu ayettir:
“Kur'an okuduğun zaman o kovulmuş şeytandan Allah'a
sığın!” (Nahl 98)
Zikir
hakkında vârid olan diğer ayet ve hadîsler de yukarıdaki ayet gibi bunun
delilidirler.
“Ömer
(r.a) bir yola giderse, muhakkak şeytan o yolu değiştirip başka bir yola
gider.” (Buhârî, Müslim, Fezâilü’s-sahâbe, 22)
Bunun
hikmeti şudur: Ashab-ı kirâmın kalpleri şeytanın mer'asından ve şehvetlerden
tertemizdi. Bu bakımdan şeytanın senden uzaklaşmasını, mücerred zikir ile
sağlamayı Hz. Ömer'in (r.a) sağladığı gibi sağlamak istersen, bu isteğin
muhâldir ve sen âdeta kaba maddelerden mideyi boşaltmadan önce ilaç içmek
isteyen bir kimseye benzemiş olursun. Oysa mide, kaba yemeklerle doludur. Buna
rağmen midesini boşalttıktan sonra ilacı alıp da fayda gören bir kimse gibi,
ilacın kendisine fayda vermesini ümit eder. Zikir ise ilaçtır, devâdır. Takva
ise mideyi kaba maddelerden boşaltmak mânâsına gelen “ihtima”, yani kalbi
şehvetlerden boşaltmaktır. Bu bakımdan zikir, temizlenmiş bir kalbe indiği
zaman, yemeklerden boşalmış mideye ilacın inmesiyle hastalığın ortadan kalktığı
gibi, şeytan ortadan kalkar ve uzaklaşır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Şüphesiz
ki bunda aklı olan veya hazır bulunup
kulak veren kimseler için bir öğüt vardır.” (Kaf 37)
“Onun
(şeytan) hakkında şöyle
yazılmıştır: Kim onu yoldaş edinirse
bilsin ki (şeytan) kendisini saptıracak ve alevli ateşin azabına
sürükleyecektir.” (Hac 4)
Ameliyle
şeytana yardım eden bir kimse şeytanın yardımcılarından ve dostlarındandır,
diliyle Allah'ı zikretse bile... Eğer "Mutlak bir şekilde 'zikir şeytanı
kovar' diye bir hadîs vârid olmuştur" dersen, bu takdirde şeriatın umumî
ahkâmının çoğunun din âlimlerinin naklettikleri birtakım şartlarla ilgili
olduğunu anlayamamışsın demektir! Bu bakımdan nefsine bak! Çünkü işitmek, gözle
görmek gibi değildir. Düşün! Senin zikrin ve ibadetinin zirvesi namazdır.
Namazda olduğun zaman kalbini murâkabe et! Bak şeytan onu nasıl çarşı ve
pazarlara çekmektedir. Âlemin hesabına nasıl kaydırmaktadır! İnatçı kimselerin,
cevabına nasıl götürmektedir! Hatta sen dünyanın fuzulî meselelerinden
unuttuklarını bile namazda hatırlarsın ve şeytan namaza başladığın zaman senin
kalbini karıştırıp saldırır.
Bu
bakımdan namaz kalplerin mihenk taşıdır. Namazı kılarken kalplerin
iyilikleriyle kötülükleri belirir. O halde dünya şehvetleriyle ağzına kadar
dolu bulunan kalplerden namaz kabul olunmaz. Şek ve şüphe yok ki şeytan senden
uzaklaşmaz. Aksine çoğu zaman vesvesene vesvese katar. Tıpkı mide boşaltılmadan
önce alınan ilacın fayda vermemesi, üstelik hastalığın üzerine hastalık
getirmesi gibi. Eğer sen şeytandan kurtulmayı istiyorsan takva yoluyla manevî
mideyi boşalt. Sonra hemen onun akabinde zikir ilacı ile tedavi ol! Böylece
şeytan, Hz. Ömer'den kaçtığı gibi senden kaçacaktır. Bu sırra binaen Vehb b.
Münebbih şöyle demiştir: 'Allah'tan kork! Gizlide şeytanın dostu olduğun halde,
açıkta ona küfretme.'
Nitekim
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Rabbiniz
şöyle buyurdu: Bana dua edin, kabul
edeyim.” (Mü'min 60)
Oysa
sen Allah'ı çağırıyorsun, o sana cevap vermiyor ve Allah'ı andığın halde şeytan
senden kaçmıyor. Zira zikrin ve duanın şartları ortada yoktur!
İbrahim b. Edhem'e şöyle denildi: "Neden biz Allah'a dua ediyoruz
da Allah bizim duamızı kabul etmiyor. Oysa Allah Teâlâ 'Beni çağırınız! Sizin
duanızı kabul edeyim' buyurmuştur". İbrahim b. Edhem cevap olarak 'Çünkü
sizin kalpleriniz ölüdür de ondan' dedi, 'Acaba kalplerimizi öldüren nedir?'
diye soruldu. O da şöyle cevap verdi: 'Kalplerinizi öldüren sekiz haslettir:
1.Siz Allah'ın hakkını biliyorsunuz, fakat yerine
getirmiyorsunuz.
2.Kur'an'ı okuyorsunuz, fakat onun emirlerini tatbik
etmiyorsunuz.
3.'Biz Hz. Peygamberi seviyoruz' diyorsunuz, fakat
sünnetine göre amel etmiyorsunuz.
4.'Ölümden korkarız' diyorsunuz, fakat ölüm için
hazırlık yapmıyorsunuz.
5.Allah Teâlâ ‘Çünkü şeytan, sizin düşmanınızdır,
siz de onu düşman sayın.’ (Fatır 6) buyurmuştur. Siz ise günahlar hususunda
şeytana uyuyorsunuz.
6.'Biz ateşten korkuyoruz' diyorsunuz, oysa
bedenlerinizi ateşte helâk ediyorsunuz.
7.'Biz cenneti seviyoruz' diyorsunuz, oysa cennet
için hiçbir amelde bulunmuyorsunuz.
8.Yataklarınızdan kalktığınız zaman, ayıplarınızı
sırtınızın arkasına atıyorsunuz. Halkın ayıplarını getirip önünüze
seriyorsunuz. Böylece Rabbinizi gazaba getiriyorsunuz! Acaba durum böyle iken Rabbiniz
sizin duanızı nasıl kabul edecektir?'
9. ZİKİR ANINDA VESVESELERİN TAMAMEN YOK
OLUP-OLMAYACAĞI MESELESİ
Kalpleri
murakabe eden âlimler, kalbin sıfat ve acaipliklerine bakan müdekkikler bu
meselede beş gruba ayrılmışlardır:
1.Bir
grup şöyle dedi: Vesvese Allah'ın zikriyle kesilir. Çünkü Hz. Peygamber (sav)
şöyle buyurmuştur:
“Allah anıldığı zaman şeytan tahannüs eder.” (İbn Ebî Dünya, İbn Adîy) Tahannüs
susmak demektir. Sanki şeytan susar!
2.Diğer
bir grup 'Vesvese tamamen yok olmaz. Ancak kalpte tesiri olmaksızın cereyan
eder. Çünkü kalp Allah'ın zikriyle kaplandığı zaman, vesvese ile müteessir olup
etkilenmekten perdelenir.
3.Başka
bir grup dedi ki: 'Vesvese yok olmaz. Eseri de ortadan kalkmaz. Fakat kalbe
galebe çalması mümkün olmaz. Sanki uzaktan ve zayıf bir şekilde kalbe vesvese
gelir'.
4.Diğer
bir grup dedi ki: 'Vesvese, zikir anında bir anda yok olur. Diğer bir anda
zikir yok olur, vesvese ile zikrin yok oluşları yakın aralıklarla birbirlerini
takip edişleri yakın olduğu için âdeta yarışma halinde oldukları zannedilir. Bu
tıpkı yüzeyinde çeşitli noktalar olan bir küre gibidir. Sen o küreyi süratle
çevirdiğin zaman o noktaları süratle gezer görürsün ki onlar hareketten ötürü
birbirlerine bitişmişlerdir'. Bu grup şeytanın zikir anında sustuğunu bildiren
hadîsle istidlal etmişlerdir. Oysa biz, zikirle beraber vesveseyi aynı zamanda
müşahede ederiz. Bu bakımdan bunun çıkar tarafı bundan başkası değildir.
5.
Diğer bir grup dedi ki: 'Vesvese ile zikir, daimi bir şekilde, kalpte sonu
gelmeyen bir yarışma halindedirler. Nasıl insanoğlu bazen aynı halde iki gözü
ile iki şeyi görüyorsa, öylece kalbi de aynı halde iki şeyin cereyan merkezi
olur'. Nitekim Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:
“Her kulun dört gözü vardır ikisi başındadır.
Onlarla dünyasının işlerini görür. İki gözü de kalbindedir. Onlarla dininin
işlerini görür.” (Deylemî)
Hâris
el-Muhâsibî de bu görüşü tercih etmiştir. Bize göre sıhhatli fetva şudur: Bu
görüşlerin hepsi de doğrudur. Fakat vesvesenin bütün sınıflarını kapsamaktan
uzaktırlar. Bu görüş sahiplerinin her biri vesvesenin bir sınıfına bakıp ondan
haber vermiştir. Oysa vesvese birkaç sınıftan ibarettir:
1. Vesvesenin,
hak sûretinde gelmesidir. Zira şeytan bazen hak sûretinde gelerek insanoğluna
der ki: 'Lezzetlerle nimetlenmeyi terk ediyorsun, oysa hayat uzundur. Hayat
boyunca lezzetleri terk etmek büyük bir elemdir'. İşte bu vesvese ânında
insanoğlu Allah'ın büyük hakkını, büyük sevap ve cezasını hatırladığı ve
nefsine 'şehvetleri bırakmak zordur ama ateşe sabretmek bundan daha zordur ve
bunlardan muhakkak birisini yapmak lâzımdır' dediği zaman şeytanın vesvesesi
yok olur. Yine kul, Allah'ın va'dini ve vaîdini hatırladığı, imanını ve
yakînini yenilediği zaman, şeytan susar ve geri kaçar.
Yine
şeytan kişinin amellerini beğenmekle de kişiye vesvese vererek der ki: 'Senin
Allah'ı tanıdığın gibi hangi kul Allah'ı tanır? O'na ibâdet ettiğin gibi hangi
kul ibâdet eder? Bu bakımdan Allah nezdindeki makamın çok büyüktür!' Böyle bir
vesvese ânında kul, marifetinin, kalbinin ve amellerinde kullandığı âzâlarının
ve ilminin Allah Teâlâ'nın yarattığı şeyler olduğunu hatırlar, bunu hatırladığı
zaman artık bunlarla mağrur olması düşünülemez. Böylece şeytan susar. Çünkü
şeytanın ona 'Bunlar Allah'tan değildir' deme imkânı yoktur. Çünkü böyle dediği
takdirde, kulun marifet ve imanı onu şiddetle reddeder, işte bu da vesvesenin
diğer bir çeşididir.
2. Vesvesenin
heyecan ve şehvetin tahrikinden gelmesidir. Bu tür vesvese kulun yakînen günah
olduğunu bildiği ve zann-ı galib ile günah olduğunu zannettiği kısımlara
ayrılır. Eğer yakînen günah olduğunu biliyorsa, şeytan şehvetin tahrikine tesir
eden heyecanı veremez. Fakat heyecan vermekten tamamen uzaklaşmaz. Eğer günah
olduğunu zan ile biliyorsa, bu takdirde bazen müessir olarak kalır, öyle ki onu
defetmekte mücâhede etmeye insanoğlu mecbur kalır. Bu bakımdan vesvese
mevcuttur. Fakat galebe çalacak vaziyete gelmeden defedilir.
3. Vesvesenin
mücerred hâtırat ve insanoğlunda galip olan hallerin hatırlanmasından
olmasıdır. Mesela; namazda namazın dışında bir şey düşünmekten gelmesidir. Bu
bakımdan kişi zikre yöneldiği zaman bu vesvesenin bir an gidip, başka bir an
geri gelmesi, yine gidip yine gelmesi tasavvur edilebilir. Böylece zikir ile
vesvese birbirini takip eder ve ikisinin yarışmaları da düşünülebilir. Hatta
insanın anlayışı okunanın mânâsını anlamasıyla o hâtıratı birden kapsaması
sanki bunların her biri kalbin başka bir yerinde imiş gibi düşünülebilir. Kalbe
gelmeksizin tamamen bu vesvesenin kaldırılması cidden uzak bir ihtimaldir.
Fakat muhal değildir. Çünkü Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:
“Kim benim aldığım şu abdest gibi abdest alır da
sonra kalkıp iki rek'at namaz kılıp, o iki rek'at namaz esnasında kalbine
dünyanın hiçbir işi gelmez ve vesvese yapmazsa, o kimsenin geçmiş günahları
bağışlanır.” (Buhârî, Vudû’, 24; Müslim, Tahâret, 3)
Eğer
vesvesenin tamamının ortadan kaldırılması düşünülmeseydi, Hz. Peygamber (sav)
böyle der miydi? Ancak vesvesenin tamamen ortadan kalkması, Allah'ın sevgisinin
galip gelip aklını kaybetmiş bir kimse gibi olan insan hakkında düşünülebilir.
Zira
biz kalbi bir düşman ile meşgul olan kimseleri görüyoruz ki düşmanıyla nasıl
mücadele edeceği hususunda uzun bir tefekküre dalmaktadır. Öyle ki düşmanıyla
yapacağı mücadeleden başka onun kalbine bir şey gelmemektedir.
Muhabbete
dalan bir kimse de böyledir. Bazen kalbiyle mahbubunun muhaveresine dalar. Onun
düşüncesiyle gark olur. Öyle ki sevdiğiyle konuşmaktan başka onun kalbine bir şey
gelmez. Eğer başkası kendisiyle konuşursa dinlemez, önünden başkası geçerse
sanki onu görmez.
Bir
düşmanın korkusu bu derece düşündürürse, mal ve rütbeye karşı harislik ânında
böyle bir dalış muhal değil ise, acaba ateş korkusundan, cennete olan
iştiyaktan ötürü böyle bir derece neden düşünülmesin? Fakat bu derece, Allah'a
ve son güne iman etmek (çoğu insanlarda) zayıf olduğu için pek nadir görülen
bir derecedir.
Kısacası
bir anda veya bir saatte şeytandan kurtulmak uzak bir ihtimal değildir. Fakat
ömür boyu şeytandan kurtulmak cidden uzak bir ihtimaldir ve varlık âleminde
muhaldir. Eğer herhangi bir şahıs hâtırat ve rağbeti tahrik etmekten ötürü
meydana gelen şeytanın vesveselerinden kurtulmuş olsaydı mutlaka Hz. Peygamber
(sav) kurtulurdu. Oysa rivayet ediliyor ki, Hz. Peygamber namazın içinde
sırtındaki elbisenin nişanlarına baktı. Selâm verdiği zaman, o elbiseyi
sırtından çıkarıp attı ve şöyle dedi: 'Bu
elbise beni namazda meşgul etti' ve devamla şunları söyledi:
“Bunu
Ebu Cehm'e götürün. Bana Ebu Cehm'in enbicaniye'sini (bir nevi elbise)
getirin'.” (Buhari Salat 14, Müslim Mesacid 61)
Hükemadan birisi şöyle demiştir: 'Şeytan günahlar yönünden Âdemoğlu'na
başvurur. Eğer Ademoğlu bu yönden kendisine itaat etmezse, nasihat yönünden ona
gelir, onu bir bid'ate götürünceye kadar devam eder. Eğer burada da âdemoğlu
şeytana itaat etmezse, bu sefer şeytan kendisine sakınma ve takva yönünden
şiddete başvurmayı (aşırı davranmayı) emreder. Öyle ki insanoğlu haram olmayan
şeyleri bile haram bilir, eğer burada da şeytana itaat etmezse şeytan onu
abdest ve namazından şüpheye düşürür. Öyle ki, vesveseli kimse ilmin
dairesinden çıkar, eğer burada da şeytana itaat etmezse, bu sefer şeytan
kendisine iyi amellerini hafif gösterir. Hatta insanlar onu sabırlı ve iffetli
olarak görürler. Kalpleri ona meyleder. Bu sefer o da nefsine mağrur olur ve
böylece helak olup gider! Bu durum meydana geldiği zaman ihtiyaç oldukça
katılaşır. Çünkü bu, derecelerin sonudur
ve şeytan bilir ki eğer bu kul bu dereceyi de geçerse, yakasını kendisinin
elinden kurtarıp cennete varacaktır'.
Tarikat-ı
Muhammediyye adlı eserinde İmam Birgivi
bu durumu aşağıdaki gibi tasvir etmektedir:
“Muhakkak
ki şeytan, bizim üzerimize musallat edilen bir köpektir. Onu bizden geri
çevirmesi için Rabbimize yönelmemiz gerekir. Sonra da onun davetine değer
vermeyerek küçümsememiz, bize geldikçe kovmamız, onunla savaşmak ve cevap vermekle
meşgul olmamamız gerekir. Zira şeytan, havlayan bir köpek gibidir. Ona doğru
yöneldikçe şiddetini artırarak saldırır. Ondan yüz çevirdiğinde ise susar.
Ondan
yüz çevirdiğimiz halde hala susmadıysa, bizim direnişimiz ve kuvvetimizdeki
sadakatimizin görülmesi için, bunun Allah Teala’dan (cc) bir imtihan olduğu
kanaati bizde galip olur. Nasıl ki Allah Teala (cc) kafirleri ve şerlerini
defetmeye gücü yettiği halde onları bize musallat eder ki, cihad ve sabırdan
bizim de (sevap) hissemiz olsun.
Allah
Teala (cc) buyuruyor ki: “Yoksa Allah içinizden cihad edenleri belli etmeden,
sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete gireceğinizi mi sandınız?” (Al-i İmran
142)” (Tarikat-ı Muhammediyye, İmam Birgivi, Kalem Yayınevi, Sayfa 238)
10. SONUÇ
Ø Vesvese , “şeytanın veya nefsin insana
kötü ve zararlı telkinde bulunması, şeytandan yahut nefisten gelen, insanı dine
aykırı aşırı davranışlara yönelten telkin” demektir.
Ø Kalpte iki
his vardır. Hissin biri melek tarafındandır ki, hayra teşvik etmek ve hakkı
tasdik etmek şeklinde olur. Hissin diğeri ise düşman (yani nefis ve şeytan)
tarafındandır ki, şerre teşvik etmek, hakkı yalanlamak ve hayırdan alıkoymak
şeklinde olur.
Ø Şeytan kalbe
şehvet, hased, öfke, dünya sevgisi, makam sevgisi, servet biriktirme isteği,
çok yemek, tamahkarlık, acelecilik, hizipçilik, suizan gibi bir çok sebeple
girebilir.
Ø İnsan
vesvesenin istek dışı aniden kalbe gelen kısmından sorumlu değildir. Ancak
kendisi aklına gelen şerri tasdik edip iç dünyasında karar haline getirirse
mesul olur.
Ø İstiaze ve zikirle
şeytanın kalpten uzaklaşması beklenir. Ancak eğer kalp şehvetlerle dolu ise
bunlar fayda vermez. Bu nedenle öncelikle kalbin şehvetlerden temizlenmesi
gerekir. Şehvetlerden temiz olan bir kalpte zikir olduğu zaman şeytan o kalbi
terk eder.
Ø İnsan şeytan
mücadelesi ömür boyu devam eder. Bazen şeytan üstün gelir bazen insan. Müslüman
ümitvar olup mücadelesine devam etmelidir.
11. VİDEO
Şeytanın Hileleri [Nouman Ali Khan]
https://www.youtube.com/watch?v=PtxAe0q2Rgw
[1] “Şeytana
böyle bir uygulamanın yapılmasının iki önemli sebebi vardır: Birincisi, şeytana
tükürerek ona hakaret etmek, kızdırarak, küstürerek huzurdan kovmaktır. Diğeri
de, insanın psikolojik olarak rahatlamasıdır. Çünkü bu şeytana karşı insanın
içini boşaltması, ona olan düşmanlığını açıkça ilan ederek ciddi bir tedbir
alması ve hiçbir yakınlığının olmadığını bildirmesidir. Buradaki tükürme işlemi
sadece “Tu, tu” diyerek de yerine getirilebilir.” http://www.ahmedkalkan.com.tr/kavram-tefsiri/item/343-vesvese.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder