12. VESVESE

 

 

12. VESVESE

 

1. GİRİŞ

İmam Gazalî şöyle der:

İnsanın şerefi ve bütün yaratıklara kendisini üstün kılan fazileti, Allah'ın mârifetine (Allah ve O’nun sıfatları, fiilleri, isimleri ve tecellileri hakkında bilgi) hazırlanmakla elde edilir. Öyle mârifet ki dünyada, dünyanın güzelliği, kemâli ve medâr-ı iftihârıdır. Öyle mârifet ki âhiretin zahîresi ve azığıdır. İnsanoğlu ancak kalbiyle Allah'ın mârifetine hazırlanabilir. Kalbin dışında herhangi bir âzasıyla mârifete hazırlanamaz. O halde Allah'ı bilen, Allah'a yaklaştıran, Allah için çalışan ve Allah için gayrette bulunan, Allah nezdindeki sırları keşfeden kalptir. Diğer âzalar ise kalbin yardımcılarıdır. Kalbin çalıştırdığı âletlerdir. Efendinin, kölesini çalıştırdığı, çobanın (idarecinin) halkını güttüğü ve sanatkârın âletini çalıştırdığı gibi, kalp de diğer âzaları çalıştırmaktadır. Bu bakımdan Allah nezdinde makbûl olan kalptir. Şu şartla ki, Allah'ın gayrisinde boş olmalıdır. Allah'ın gayrisiyle dolu olduğu zaman da Allah'tan (cemâlinden) mahcub (perdelenmiş) olan da kalptir. Kendisine hitap edilen, kendisine itâb edilen de kalptir. Allah'a yaklaşmakla saîd olan da kalptir. Bu bakımdan insanoğlu kalbini temizlediği zaman felaha kavuşur, kalbini kirlettiği ve gaflete daldırdığı zaman şekavete sapar ve rahmetten mahrum olur. Hakikatte Allah'a itaat eden kalptir. İbâdetlerden gelen nûrlarını âzalar üzerine saçan kalptir. Allah'a karşı inat ve isyan bayrağını açan kalpten başka hangi âza olabilir? Âzalara sirayet eden fuhşiyât ancak onun eseridir. Zâhirin güzellikleri ve çirkinlikleri ancak ve ancak kalbin karanlık ve nûrlu olmasından ileri gelir. Zira her kalp, içindekini dışarıya sızdırır. Kalp, öyle bir şeydir ki insanoğlu onu tanıdığı zaman, muhakkak nefsini tanımıştır. Vesvese de kalbin durumlarındandır ve kontrol altına alınmadığında insanı zararlı amellere sevk edebilecektir. Bu sebeple vesvesenin anlaşılması ve vesvese karşısında doğru adımlar atılarak zararından korunmak gerekmektedir.

2. KAVRAM TAHLİLİ

 

Vesvese, şeytan tarafından insanın içine sokulduğu kabul edilen saptırıcı telkinler, kuruntu ve şüphe.

Sözlükte vesvese/visvâs “fısıldama, kötü telkinde bulunma, karışık sözler söyleme, kuşkulanma”; aynı kökten vesvâs “insanın içine doğan zararlı uyarıcı, kötü duygu ve düşünce, telkin, şüphe, fısıltı, evham” gibi mânalara gelmektedir. Dinî terminolojide vesvese/visvâs, “şeytanın veya nefsin insana kötü ve zararlı telkinde bulunması, şeytandan yahut nefisten gelen, insanı dine aykırı aşırı davranışlara yönelten telkin”; vesvâs “şeytan, şeytanın insanın içine attığı saptırıcı dürtü, faydasız söz, şüphe ve tereddüt” anlamlarında kullanılır. Vesveseye kapılana müvesvis denir (Fîrûzâbâdî, “vsv” md.; el-Müfredât, “vesvese” md.; Lisânü’l- Arab, “vsv” md.; Tâcü’l- arûs, “vsv” md.; İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, V, 187; Dozy, II, 814-815; Feyyûmî, s. 143). 

 (http://www.islamansiklopedisi.info/ Vesvese maddesi)

3. KONUYLA İLGİLİ AYETLER

 “Derken şeytan, birbirine kapalı ayıp yerlerini kendilerine göstermek için onlara vesvese verdi ve: Rabbiniz size bu ağacı sırf melek olursunuz veya ebedî kalanlardan olursunuz diye yasakladı, dedi.” (Araf 20)

“De ki: İnsanların kalplerine vesvese sokan, (insan Allah'ı andığında) pusuya çekilen cin ve insan şeytanının şerrinden insanların Rabbine, insanların Melikine (mutlak sahip ve hakimine) insanların İlâhına sığınırım!” (Nas 1-6)

“Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını (vesvese) biliriz ve biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kaf 16)

 “Takvâya erenler var ya, onlara şeytan tarafından bir vesvese dokunduğunda (Allah'ın emir ve yasaklarını) hatırlayıp hemen gerçeği görürler.” (Araf 201)

4. KONUYLA İLGİLİ HADİSLER

“Allahım! ... vesveseden sana sığınırım”   (Tirmizî, “Dua”, 78).

 Ebu Hureyre (ra) anlatıyor: “Hz Peygamber (sav) ‘in ashabından bir kısmı ona sordular: ‘Bazılarımızın aklından bir kısım vesveseler geçiyor, normalde bunu söylemenin günah olacağına kaniyiz.’ Hz peygamber (sav): ‘Gerçekten böyle bir korku duyuyor musunuz?’ diye sordu. Oradakiler Evet! Deyince: ‘İşte bu korku imandan gelir (vesvese zarar vermez) dedi.” (Müslim, İman 209; Ebu Davud, Edeb 118)

Abdullah b. Mes’ud (ra) ‘dan rivayet edildiğine göre Rasulullah (sav) şöyle buyurdu: “Kalpte iki his vardır. Hissin biri melek tarafındandır ki, hayra teşvik etmek ve hakkı tasdik etmek şeklinde olur. Hissin diğeri ise düşman (yani nefis ve şeytan) tarafındandır ki, şerre teşvik etmek, hakkı yalanlamak ve hayırdan alıkoymak şeklinde olur.” (Tirmizi,  2991)

 

5. ŞEYTANIN KALBE VESVESE İLE TASALLUTU  

 

Kalp kurulmuş bir çadır gibidir ve birtakım kapıları vardır. Her kapısından kendisine durum ve haller gelir ve yine kalbin misâli hedefe benzer. Ona her taraftan oklar atılır veya kalp, dikilmiş bir aynaya benzer. O aynanın üzerinde çeşitli sûretler geçer. Bir sûretten sonra başka bir sûret görünür. O ayna bu geçen sûretlerden boş değildir veya bir havuzun sularına benzer. Çeşitli nehirlerden o havuza sular akar. Her durumda kalbe akan bu yeni yeni eserlerin giriş noktaları ya beş duyudan veya bâtındandır. Hayâ, şehvet, öfke ve insan mizacından oluşan şeylerdendir. Çünkü insanoğlu beş duyusuyla birşeyi idrâk ettiği zaman, o idrâk edilen şeyden kalpte bir eser oluşur. Böylece fazla yemekten veya mizacdaki bir kuvvetten dolayı şehvet kabardığı zaman onun kalpte bir etkisi olur. Her ne kadar kalp, hissettirmekten engellense de nefiste meydana gelen hayaller devamlı kalırlar. Hayal birşeyden diğer birşeye geçer. Hayalin geçişine göre, kalp de bir halden diğer bir hâle geçer. Maksat şudur; kalbin değişmesi ve etkilenmesi daima bu sebeplerdendir. Kalpte oluşan eserlerin en güzeli hatıralardır. Hatırat'tan gayemiz; kalpte meydana gelen fikir ve zikirlerdir. Bunlardan gayemiz; teceddüd veya tezekkür yoluyla gelen ilimlerdir. İşte bu ilimlere 'hâtırat' adı verilir. Çünkü bunlar, kalp onlardan gâfil olduktan sonra kalbe gelirler. İradeleri harekete getiren hatırat'tır. Çünkü niyet, azim ve irade ancak niyet edilen mânânın tamamının kalpte meydana gelmesinden sonra oluşur.

Bu bakımdan fiillerin başlangıcını ve rağbeti tahrik eden hatırat'tır. Rağbet de azmi tahrik eder, azim de niyeti tahrik eder. Niyet ise âzayı harekete geçirir. Rağbeti harekete geçiren hatırat şerre dâvet eden, sonucu zarar veren hâtırat ile hayra dâvet eden ahirette fayda veren hâtırat diye ikiye ayrılır. Bu iki kısım değişik hâtırattır. Bu bakımdan değişik isimlere muhtaçtırlar. Güzel sonuç veren hâtırata 'ilham', kötü hâtırata (şerre dâvet eden hâtırata) ise Vesvese' adı verilir.

İşte böylece kalbin nûrları ve zulmeti için de iki değişik sebep vardır. Bu bakımdan hayra davet eden hâtırat sebebine 'melek' ismi verilir. Şerre dâvet eden hâtıratın sebebine 'şeytan' ismi verilir. Kalbin, sayesinde hayır ilhamını kabul etmeye hazır olduğu lûtufa 'tevfîk' ismi verilir. Kalbin, sayesinde şeytanın vesvesesini kabul etmeye hazır olduğu şeye de 'iğvâ' ve 'hizlân' ismi verilir. Çünkü çeşitli mânâlar, değişik isimlere muhtaçtırlar.

Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Kalbe gelen iki şey vardır. Birisi melekten gelen şeydir ki hayrı vadedip, hakkı tasdik eder. Bu bakımdan kim kalbinde bunu görürse, bilsin ki bu Allah'tan gelen bir lütûftur ve bunun için Allah Teâlâ'ya hamdetmelidir. Düşmandan gelen ikinci birşey vardır. O da şerri va'd edip hakkı yalanlar ve hayrı yasaklar. Kim kalbinde böyle birşeye rastlarsa kovulmuş şeytanın şerrinden Allah'a sığınsın!” (Tirmizî, Nesâî)

Rasûlullah bunu söyledikten sonra şu ayeti okudu: “Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size cimriliği telkin eder. Allah ise size katından bir mağfiret ve bir lütuf vâdeder. Allah herşeyi ihata eden ve herşeyi bilendir.” (Bakara 268)

Hasan Basrî diyor ki: Kalpteki bu iki hâdise, kalpte durmadan cevelan eden iki himmettir. Biri Allah'tan gelen, biri de şeytandan gelen himmet. O halde, Allah o kuldan razı olsun ki Allah'tan gelen himmetin hududunda durur ve Allah'tan geleni yapar, Allah'ın düşmanından gelenle mücadele edip reddeder. Kalp, musallat olan bu iki himmet arasında çekildiğinden dolayı Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Mü'minin kalbi Rahman Allah'ın kudret parmaklarından iki parmak arasındadır”   (Müslim, Kader 2654)

Damar, kan, kemik ve etten oluşan 'parmak'tan Allah Teâlâ münezzehtir. Boğumlara taksim olunan parmaktan Allah Teâlâ'nın şânı yücedir. Fakat parmaktan maksat süratle çevirmektir. Hareketlendirme ve bozmaya muktedir olmaktır. Çünkü sen, parmağını parmak olduğundan dolayı değil, evirip çevirmekteki çalışmasından dolayı istersin. Nasıl ki, parmaklarınla fiillerde bulunuyorsan, Allah Teâlâ da yaptıklarını, melek ve şeytanı musallat kılmak sûretiyle yapar. Bunların ikisi, Allah'ın kudretiyle, kalpleri evirip çevirmekle görevlendirilmişlerdir. Senin parmaklarının cisimleri evirip çevirmekte sana musahhar olduğu gibi.

Kalp -yaradılış itibariyle- melekten gelen eserleri de, şeytandan gelen eserleri de kabul etmeye eşit bir şekilde elverişlidir. Bunların biri diğerine esasında ağır basmamaktadır. Ancak taraflardan birinin ağır basması, nefsin hevasına uymak, şehvetlere düşmek veya şehvet ve hevâ-i nefisten yüz çevirmekle olur. Eğer insanoğlu öfkesinin ve şehvetinin isteğine ayak uydurursa heva-i nefis vasıtasıyla şeytanın kendisine tasallut ettiği anlaşılır. Kalp böylece şeytanın yuvası ve kaynağı olur. Çünkü heva-i nefis, şeytanın merasıdır. Eğer insanoğlu şehvetlerle mücahede edip onları nefse musallat kılmazsa ve meleklerin ahlâkına uyarsa, bu takdirde onun kalbi meleklerin istikrar yeri ve iniş merkezi olur. Hiçbir kalp; şehvet, öfke, hırs, tamahkârlık ve kötü emelden, kısacası hevâ-i nefisten dallanıp budaklanan beşerî sıfatlardan boş olmadığı için şeytanın vesveseyle dolaşmadığı kalp yoktur. Bunun için Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:

“-Hiç kimse yoktur ki onun bir şeytanı olmasın.

-Ey Allah'ın Rasûlü! Senin de şeytanın var mı?

-Benim de var. Ancak Allah Teâlâ bana yardım ederek şeytanı mağlup etti ve böylece benim şeytanım teslim oldu. Bu bakımdan o bana hayırdan başkasını emretmez.” (Müslim, İbn Mes'ud'dan)

Ne zaman hevanın istekleriyle dünyanın zevki kalbe hâkim olursa, şüphesiz şeytan, bir imkân bulur ve vesveseye başlar. Ne zaman ki kalp, Allah'ın zikrine dönerse, şeytan oradan göç eder ve onun için imkân kapısı oldukça daralır ve böylece melek gelip ilham eder. Kısacası kalbin savaş meydanında meleklerin ordusu ile şeytanların ordusu arasında daimî bir kavga vardır, kalp ikisinden birine teslim oluncaya kadar devam eder. Böylece fetheden geçebilir. Kalplerin çoğu, şeytanların orduları tarafından fethedilerek mülk edinilmiştir. Geçici dünyayı ahirete tercih etmeye, ahireti atmaya dâvet eden vesveselerle dolmuşlardır. Şeytan ordularının istilâları şehvetlere ve hevâ-i nefse tâbi olmakla başlar ve bundan sonra kalbin melekler tarafından fethedilmesi şeytanın pisliklerinden, yani hevâ ve şehvetlerden boşaltmak sûretiyle mümkün olur. Meleklerin iz bıraktıkları mekân olan kalbi Allah'ın zikriyle tâmir etmek de ancak meleklerce fethedilmesiyle mümkün olur.

Câbir b. Ubeyde el-Adevî şöyle anlatır:  “el-Ulaye b. Ziyad'a kalbimdeki vesveseden şikayet ettim. Bana dedi ki: 'Bunun misali, içinden hırsızların geçtiği bir evin misaline benzer. Eğer o evde birşeyler varsa hırsızlar sağa sola başvurur, evi arayıp tararlar. Eğer birşey yoksa evi bırakıp geçip giderler'.”

Yani hevâ-i nefisten boş olan bir kalbe şeytan girmez ve bunun için de Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Şurası muhakkak ki, benim (ihlâslı) kullarım üzerinde senin hiçbir ağırlığın olmayacaktır. (Onları) koruyucu olarak Rabbin yeter.” (İsrâ 65)

Bu bakımdan hevâ-i nefsine tâbi olan herkes Allah'ın değil, hevâ-i nefsinin kuludur ve bunun için de Allah Teâlâ kendisine şeytanı musallat kılarak şöyle buyurmuştur: “Hevâ ve hevesini tanrı edinen ve Allah'ın (kendi katındaki) bir bilgiye göre saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi onu Allah'tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâla ibret almayacak mısınız?” (Câsiye 23) . Bu ayet işaret eder ki hevâ-i nefsini kendisine ilah edinen bir kimse Allah'ın kulu değildir, hevâ-i nefsinin kuludur ve bunun için de Amr b. As Hz. Peygamber'e şöyle sorar:

“-Ya Rasûlullah! Şeytan benimle namazımın ve okuyuşumun arasına girdi!

- O bir şeytandır ki kendisine hanzeb denir. Seninle ibadetlerinin arasına girdiğini hissettiğin zaman onun şerrinden Allah'a sığın ve üç defa sol tarafına tükür” (Müslim) [1]

Amr der ki: 'Ben Hz. Peygamberin dediğini yaptım ve bu sayede Allah Teâlâ o şeytanı benden uzaklaştırdı'.

6. ŞEYTAN'IN KALBE GİRİŞ YOLLARI

 Şeytanın Kalbe Giriş Kapıları:

1. Şeytanın büyük kapılarından biri gazap (öfke) ve şehvettir.  

2. Her ne kadar helâl ve saf ise de doyasıya yemek.  

3. Hased ve hırs.  

4. Ev eşyası, elbise, evin süsü ve fazla konforu sevmek.  

5. Halkın elindekine göz dikmek ve tamahkârlık yapmak.  

6. Acele etmek ve işlerde tahkik yapmayı bırakmak.

 7. Para ile menkul, gayr-i menkul servetlerin diğer sınıflarıdır. Zira insanın ihtiyacından fazla olan her servet şeytanın istikrar bulduğu yerdir.  

8. Cimrilik ve fakirlikten korkmak.  

9. Mezhepler (Gruplar, cemaatler) , hevâ-i nefisler için gösterilen taassub ve hasımlara karşı kin gütmek, onlara istihza ve istihkâr gözüyle bakmak.  

10.Şeytanın kapılarından biri de insanlardan bazılarını Allah'ın zâtı, sıfatları ve insan aklının yetmediği konularda onları düşünmeye zorlamasıdır ki onları dinin esasında şek ve şüpheye düşürsün, Allah'ın münezzeh olduğu hayâlleri onların kafalarına yerleştirsin!  

11.Şeytanın kötü kapılarından biri de müslümanlar hakkında su-i zanda bulunmak.  

Şeytanın İbadet Hususundaki Tuzakları

Tarikat-ı Muhammediyye adlı eserinde  İmam Birgivi bu konuyu aşağıdaki gibi tasnif etmektedir:

1. İbadetten alıkoymak

2. İbadeti geciktirmek

3. İbadeti acele yaptırmak

4. Amele riya karıştırmak

5. Kişiyi ucba sürüklemek

 Şeytan kulu ucba sevk ederek “ne uyanık ve akıllı adamsın, senden başkasının dikkat etmediği meselelere karşı sen çok dikkatli davrandın” diyerek nefsini gurura kaptırmak ister.

Şayet Allah Teala (cc) korursa, kul şeytanı reddeder ve “bu konuda nimet ve ihsan Allah Teala’ya (cc) aittir, benim dikkatim ve akıllılığım benden değildir. (Allah’tandır.) Tevfikini bana ihsan eden O’dur. Kendi fazlu keremi sayesinde amelime büyük bir kıymet biçen de O’dur. Şayet O’nun fazlu keremi olmasaydı O’nun nimetlerinin ve benim günahlarımın yanında bu yaptığım amelimin hiçbir kıymeti olmazdı” der.

6. İbadetleri gizlice yapmaya teşvik etmek

Bu seferde hüsrana uğrayan şeytan , kula “gizlice ibadet et, Allah Teala (cc) bu yaptığın ibadeti insanlara gösterecektir ve insanlar arasında seni şerefli ve değerli kılacaktır” der. Bununla da kula gizli riyanın bir çeşidini yaptırmak ister. Şayet Allah Teala(cc) korursa kul şeytanı bu seferde reddeder ve “ben Allah’ın (cc) kuluyum. O’da benim efendimdir. Dilerse amelimi açığa çıkarır ve dilerse de gizler, dilerse beni şerefli kılar ve dilerse de hakir kılar, bu O’na aittir. Amelimi insanlara gösterse de göstermese de benim için fark etmez. Çünkü insanların elinde bir güç yoktur” der.  

7. Kişiye amel yapmaya ihtiyacı olmadığını telkin etmek. (Tarikat-ı Muhammediyye, İmam Birgivi, Kalem Y., Sayfa 241-244)

7. KULUN KALBİN VESVESELERİNDEN SORUMLU OLDUĞU DURUMLAR

Bu konu, çözülmesi çok zor bir iştir.

Hz. Peygamber'den şöyle rivayet edilir:

“Ümmetimden, konuşmadıkları veya yapmadıkları takdirde, sadece düşündükleri kötülükler affedilmiştir.” ( Nesaî, Talak, 22)

Ebu Hüreyre (ra) Hz. Peygamber'in (sav) şöyle buyurduğunu rivayet eder:

“Allah Teâlâ, koruyucu meleklere 'Benim kulum herhangi bir günahı işlemeye kast ve teşebbüs ederse, onu yazmayın. Eğer onu bilfiil işlerse, o zaman bir günah olarak yazın. Eğer kulum bir sevabı işlemeyi kast ve teşebbüs ettiği halde bilfiil işlememişse, onu bir hasene (bir sevap) olarak yazın. Eğer bilfiil işlerse, o vakit on sevap yazın' buyurur.” (Buhârî, Müslim, İman, 203)

Bu hadîs, kalp amelinin ve günahı işleme teşebbüs ve kastının bağışlandığına delildir. Başka bir lâfızda şöyle gelmiştir:

“İzzet ve celal sahibi Allah şöyle buyurdu: ‘Kulum iyi bir iş yapmaya niyet eder de yapmazsa ona bir iyilik (sevabı) yazarım. Ama onu yaparsa on katdan yedi yüz kata kadar iyilik (sevabı) yazarım. Eğer (kulum) bir kötülük yapmaya niyet eder de yapmazsa onu (bir günah olarak) yazmam. Fakat onu yaparsa ona bir kötülük (günahı) yazarım.” (Buhârî, Rikak, 31, Müslim, İman, 204)

İşte bütün bunlar, affa delâlet etmektedirler.

Muâhazeye delâlet eden deliller ise şunlardır: “Göklerde ve yerdekilerin hepsi Allah'ındır. İçinizdekileri açığa vursanız da gizleseniz de Allah ondan dolayı sizi hesaba çekecektir, sonra dilediğini affeder, dilediğine de azap eder. Allah her şeye kadirdir.” (Bakara 284)

“Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi ondan sorumludur.” (İsra 36)

İşte bu âyet işaret eder ki, kalbin ameli, kulak ve gözün ameli gibi bağışlanmaz.

“Şahitliği, bildiklerinizi gizlemeyin. Kim onu gizlerse, bilsin ki onun kalbi günahkârdır. Allah yapmakta olduklarınızı bilir.” (Bakara 283)

Bizim kanâatimize göre insan bu meseledeki hakîkate, başlangıcından meydana çıkıncaya kadar olan kalp amellerini tafsilâtıyla ihâta etmedikçe vâkıf olamaz.

1. Kalbe ilk gelen şey 'Hâtır'dır. Nitekim kişiye yolda giderken arkasında yürüyen, geri baktığında görebileceği bir kadının sûretinin tahattur etmesi gibi.

2. Bakmaya olan rağbetin heyecanıdır. Bu, tabiatta bulunan şehvetin hareketi demektir. Bu hareket 'birinci hâtır'dan doğar.Biz buna 'tabiatın meyli' adını veriyoruz.

3. Kalbin 'şunu yapmak uygundur'; yani o kadına bakmak uygundur hükmüdür. Bu hüküm her durumda akıldan gelen bir hükümdür ve buna 'îtikad' adı verilir.

4. Dönüp kadına bakmak azmini ve bu azimdeki niyetini kesinleştirmektir. İşte biz buna 'bilfiil himmet, niyet ve kasıt' adını veriyoruz.

Bu bakımdan burada âza ile işlemezden önce kalbin dört hâl ve durumu vardır:

1. Hâtır (Aniden akla gelen düşünce)

2. Meyl

3. İtikad

4. Himmet

1. Hâtır'a gelince, Allah Teâlâ ondan dolayı kişiyi muahaze etmez. Çünkü bu, kişinin ihtiyarına bağlı değildir.

2. Meyl ve şehvetin heyecanı da böyledir. Çünkü bunlar da ihtiyar altına girmezler.
Hz. Peygamber (sav): 'Ümmetimden düşündükleri kötülükler bağışlanmıştır' ( Nesaî, Talak, 22)  hadîs-i şerîfleriyle meyl ve şehvetin heyecanını kastetmiştir. Bu bakımdan nefsin hâdisi nefiste hâsıl olan hâtırattan ibarettir. Bunda işlemek azmi yoktur.

Himmet ile Azm'e gelince, bunlara 'nefsin hâdisi' denilmez. Nefsin hâdisi, Osman b. Maz'un'dan rivayet edildiği gibidir.

Zira Osman (ra), Hz. Peygamber'e (sav) şöyle der:

-Ey Allah'ın Rasûlü! Benim nefsim, eşim Havle'yi boşamamı söylüyor!

Yavaş ol! Muhakkak nikâh benim sünnetimdendir.

-Nefsim bana, kendimi hadım etmemi söylüyor.

Yavaş ol! Benim ümmetimin hadımlaştırılması, oruca devam etmektir.

- Nefsim bana rahiplik etmemi, yani insanlardan uzaklaşıp ibâdete sarılmamı söylüyor.

Yavaş ol! Ümmetimin ruhbanlığı cihad etmek ve hacca gitmektir.

- Nefsim bana et yemeyi terk etmemi söylüyor.

Yavaş ol! Muhakkak ben eti severim Eğer onu bulursam yerim. Eğer isteseydim Allah Teâlâ mutlaka bana et yedirirdi. (Hakim-i Tirmizî, Nevâdir'ul-Usûl)

İşte bunlar yapılmasına azim olmaksızın nefiste meydana gelen hâtırattır ve nefis hâdisi dediğimiz budur. Bu sırra binaen Osman b. Maz'un Hz. Peygamber ile bunları yapıp yapmaması hususunda istişare etmiştir. Çünkü bu hâtıratla beraber azim ve yapma himmeti yoktur.

3. Üçüncüsü, yapılmasının uygun olduğuna inanmak ve kalben hükmetmektir. Bu hüküm, ihtiyar ile ıztırar arasında gezmektedir. Yani bazen ihtiyarî, bazen de ıztırarî olur. Buradaki durumlar değişiktir. Bu işin ihtiyarî kısmından insan sorumludur. Iztırarî ve mecburî kısmından sorumlu değildir.

4. Dördüncüsüne gelince, bilfiil himmet edip kasdetmektir. İnsanoğlu bundan sorumludur. Ancak bilfiil yapmadığı takdirde düşünülür. Eğer Allah korkusundan bırakmış ve bu himmetinden dolayı pişmanlık duymuşsa, bu himmeti kedisine bir hasene olarak yazılır. Çünkü bunu kasdetmek günah, o günahı işlemekten imtina edip bu hususta nefsiyle mücahede etmek ise sevaptır. Tabiatın muvafakatına binaen kasdetmek insanoğlunun Allah'tan tamamen gafil olduğuna delalet eder. Tabiatın hilafına mücahede edip de o işi yapmaktan imtina etmek ise büyük bir kuvvete muhtaçtır. Bu bakımdan tabiata muhalefetindeki çalışma ve gayreti Allah için amel etmektir. Allah için amel etmekse tabiata mutabık ve uygun bir şekilde şeytana uymaktan daha şiddetlidir. Bu bakımdan kişiye bir hasene yazılır. Çünkü kişinin o günahı işlememekteki gayret ve himmeti, bilfiil onu yapmak hususundaki himmetine galip gelmiştir. Eğer işlemesi, herhangi bir sebepten veya Allah'tan korkarak değil de herhangi bir özürden ileri geliyorsa bu takdirde defterine bir günah yazılır. Çünkü himmeti ve kasdı, kalpten gelen ihtiyarî bir fiildir. Bu tafsilâtın delili Sahîh-i Müslim'de mufassalan rivayet edilen hakîkattir. Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:

“Melekler dediler ki: 'Yârab! O senin kulun yok mu? O bir günâhı işlemeyi irade ediyor', Allah Teâlâ şöyle buyurur: 'Onu gözetleyin! Eğer o, o gün kasdettiği günâhı işlerse, işlediği günâhın bir mislini onun defterine yazın. Eğer terk ederse, terkettiği o günâhı kendisi için bir hasene olarak kaydedin. Çünkü o günâhı benim hatırım için terk etmiştir.” (Müslim)

Oysa Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:

“İnsanlar ancak niyetleri üzerine haşrolunurlar.” (Müslim, Ebu Dâvud)

Oysa biz biliriz ki, geceleyin bir müslümanı öldürmeye veya bir kadınla zina etmeye azmeden bir kimse, o gece ölürse günâhı üzerine ısrar ettiği halde ölmüş olur ve niyeti üzerine haşredilir. Oysa bu kişi, bir günâhı işlemeyi kasdetmişse de bilfiil işlememiştir. Bu husustaki kesin delil, Hz. Peygamberden rivayet edilen şu hadîs-i şeriftir:

“İki müslüman kılıçlarıyla çarpıştıkları zaman, ölen de öldürülen de ateştedir.
Bu söz üzerine denildi ki: 'Ey Allah'ın Rasûlü!! Öldüreni anladık! Fakat öldürülenin suçu ne?' Cevap olarak şöyle buyurmuştur: 'Çünkü öldürülen de arkadaşını öldürmeyi kasdetmiştir'.(
حَرِيصًا)” ? (Müslim, Fiten, 15)

İşte bu, mücerred irade ile kişinin ateş ehlinden olduğuna delâlet eden bir nasstır. Oysa kişi, mazlum olarak öldürülmüştür. Durum bu iken acaba Allah Teâlâ'nın niyet ve kasıttan ötürü insanları muâhaze etmeyeceği nasıl düşünülebilir? Aksine kulun ihtiyarı dahilinde olan her kastından kul muâhaze edilir. Ancak onu bir sevap ile sildirmişse, hüküm değişir.

Kalbin hâtıratı, nefsin hâdisi, rağbetin heyecanı ise, bunlar insanoğlunun ihtiyarı dahilinde değildirler. Bunlardan ötürü insanoğlunu muâhaze etmek teklîf-i mala yutak (insanın güç yetiremediği ile insanı mükellef kılıp zorlamak) olur.

İçinizdekileri açığa vursanız da gizleseniz de Allah ondan dolayı sizi hesaba çekecektir, sonra dilediğini affeder, dilediğine de azap eder. Allah her şeye kadirdir.” (Bakara 284)

Bu ayet indiği zaman, ashâb-ı kirâmdan bir grup Hz. Peygamber'e gelip şöyle dediler:

Biz gücümüz ve tâkâtimizin dışında olan bir emirle mükellef kılındık. Muhakkak hepimizin nefsi kalbin istemediği ve sevmediği şeyleri kendisine söylemektedir. Sonra Allah tarafından bundan dolayı hesaba çekilirsek durumumuz ne olur?

Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:

“Zannederim siz, Yahudilerin dediği gibi diyorsunuz: 'Biz dinledik ve isyan ettik'. Sakın böyle demeyin, aksine şöyle deyin: 'Biz dinledik ve itaat ettik'.   (Müslim)

Bunun üzerine ashâb-ı kirâm 'Biz dinledik ve itaat ettik' dediler. O zaman Allah Teâlâ bir sene sonra kurtuluş ve sevgiyi şu ayet-i celîlesiyle indiriverdi:

“Allah her şahsı, ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef kılar.” (Bakara 286) (Müslim)

Bu ayetle açıklandı ki kalp amellerinden insanoğlunun ihtiyarı dahiline girmeyen her şeyden insanoğlu sorumlu tutulmaz. İşte şüphenin yüzünden perdeyi kaldırmak budur. Herhangi bir kimse kalpte cereyan eden herşeye nefis hadisi adı verilir zannederse ve bu üç kısım arasında ayrım yapmazsa, elbette bu kimsenin yanıldığına hükmetmelidir.

İnsanoğlu hased, nifak, riyâ, ucub ve kibir gibi kalbin amellerinden ve kalp amellerinin diğer kötülüklerinden nasıl muâhaze edilemez? Aksine kulak, göz, kalp ve bütün bunlardan insanoğlu sorumludur. Eğer kişinin gözü -ihtiyarı olmaksızın- namahrem bir kadına takılırsa, ondan muâhaze edilmez. Eğer ikinci bir defa kendi ihtiyarıyla bakarsa, bu defa sorumludur. Çünkü ikinci bir bakışta muhtardır. Kalbin hâtıratı da böylece bu mecrada seyreder. Hatta kalp muâhaze edilmeye daha uygundur. Çünkü kalp, bütün azaların esasını teşkil eder.

8. VESVESEYİ KALPTEN UZAKLAŞTIRMA YOLLARI

Şeytanın vesvesesini ancak vesvese veren şeyden başkasını düşünmek siler. Çünkü herhangi birşeyin hatırlanması kalpte meydana gelirse, ondan önce kalpte bulunan şey yok olur. Fakat herşey Allah Teâlâ'nın gayrisidir ve herşey Allah ve Allah ile irtibatlı olanın gayrisidir. O, vesveseye vesile olup şeytanın at oynatma meydanı olabilir. Bu bakımdan vesveseyi silip artık bir daha şeytana cevelân etme imkânını vermeyen tek şey, Allah'ın zikridir ve bilinir ki Allah'ın zikrinde şeytanın mecali yoktur ve hiçbir şey zıddından başkasıyla tedavi olunamaz. Şeytanî vesvesenin tamamının zıddı ise, istiaze etmek vasıtasıyla Allah'ı anmaktır. Kuvvet ve kudretinden tamamen uzaklaşıp Allah'a iltica etmektir. Böyle yapman senin eûzü billâhi min'eş-şeytân'ir-racîm ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhi'l-aliyyıl-azîm demenin mânâsıdır. Böyle bir durumu meydana getirmek ancak muttakîlerin işidir. O muttakîler ki Allah'ın zikri onlarda galiptir. Şeytan ise ancak gaflet anlarında onları ziyaret eder.

“Takvâya erenler var ya, onlara şeytan tarafından bir vesvese dokunduğunda (Allah'ın emir ve yasaklarını) hatırlayıp hemen gerçeği görürler.” (A'raf 201)

Meşhur müfessir Mücâhid, Nas suresinin 4. ayetini şöyle tefsir etmiştir: 'Şeytan kalbe yayılır. Ne zaman insan, Allah'ı anarsa, geri çekilip kalıbına döner. İnsanoğlu gâfil olduğu zaman yeniden kalbi istilâya başlar!' Bu bakımdan Allah'ın zikriyle şeytanın vesvesesi arasında zulmet ile nûrun, gece ile gündüzün arasında olduğu gibi, kovalamaca vardır. Biri diğerinin zıddı olduğu için Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

“Şeytan onları etkisi altına aldı da kendilerine Allah'ı anmayı unutturdu. İşte onlar şeytanın yandaşlarıdır. İyi bilin ki şeytanın yandaşları hep kayıptadırlar.” (Mücâdele 19)

“Muhakkak ki şeytan, insanoğlunun damarlarında dolaşır. Bu bakımdan siz şeytanın dolaştığı yolları, aç kalmak (oruç tutmak) sûretiyle daraltınız.”  

Neden şeytanın yolları acıkmak sûretiyle daralır? Çünkü acıkma, şehveti kırar.

“Şeytan, Ademoğlunu kandırmak için yollarda oturmuştur, Ademoğlu'nun İslâm yoluna şeytan oturdu ve Ademoğluna şöyle sordu: 'Sen Müslüman mı oluyorsun? Sen dinini ve ecdadının dinini mi terk ediyorsun?' Şeytanın bütün ısrarına rağmen Ademoğlu kendisine isyan ederek Müslüman oldu. Sonra şeytan, Ademoğlunu kandırmak için hicret yoluna oturup ona şöyle dedi: 'Sen öz memleketinden hicret mi ediyorsun?' Yine Ademoğlu şeytana isyan edip hicret etti. Sonra şeytan onu aldatmak için cihad yoluna oturdu ve dedi ki: 'Sen cihada mı gidiyorsun? Oysa cihad, nefsin ve malın telef edilmesidir. Savaşıp öldürüleceksin. Karıların başkası tarafından nikâh edilecektir ve malın vârislere taksim edilecektir'. Ademoğlu, şeytanın bu iğvasına rağmen, ona isyan edip cihada devam etti. Kim böyle yapıp ölürse, onu cennete göndermek Allah Teâlâ'ya hak olur.” (Nesâî, Cihâd, 19)

İşte görüldüğü gibi, Hz. Peygamber vesvesenin mânâsını zikretti. Vesvese, mücahid bir kimsenin kalbine 'Sen öleceksin! Kadınların kocaya gidecekler' gibi sözler söyleyerek insanoğlunu cihaddan caydırır. Bu bakımdan vesvesenin sebebinin ismi şeytandır ve insanoğulları şeytana isyan etmek veya ona tâbî olmak sûretiyle değişik durumda bulunurlar ve bunun için de Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:

“Hiçbir kimse yoktur ki bir şeytanı olmasın!”( Müslim, Münafikün 70, (2815); Nesai, İşretü'n-Nisa 4, (7, 72))

Bu bakımdan kul'a, kalbine gelen her fikrin yanında durup süzmek gerekir ki bu fikrin melekten mi, yoksa şeytandan mı geldiğini bilsin ve basiret gözüyle derin derin düşünsün ve tabiattan gelen hevâ-i nefisle hareket etmesin! Kişi böyle bir hakikate ancak takva, basiret nûru ve ilmin çokluğu ile vâkıf olabilir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

“Takvâya erenler var ya, onlara şeytan tarafından bir vesvese dokunduğunda (Allah'ın emir ve yasaklarını) hatırlayıp hemen gerçeği görürler.” (A'raf 201)

Nefsini takva ile bezemeyen bir kimseye gelince, bu kimse tabiatça hevâ-i nefsine tâbi olduğundan ötürü şeytanın hilesine meyleder ve böylece şeytanın kandırması bu kimsede çoğalır ve bilmediği halde acelece şeytanın helak edici vesveselerine kurban gider. Böyle kimseler hakkında Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

“Halbuki (o gün) onlar için, Allah tarafından, hiç hesaba katmadıkları şeyler ortaya çıkmıştır.” (Zümer 47)

Denildi ki: 'Onlar için meydana çıkan azap', hayır zannettiği ve hakîkaten günah olan amelleridir. Bu bakımdan şeytanla daima mücahede etmek gerekir. Bu mücahede ise, ancak ölümle sonuçlanır. Zira hiç kimse hayatta oldukça şeytandan kurtulamaz.

Evet! Her Müslümanın şeytanı defetmek ve kuvvetini zayıf düşürmek için bir yolu vardır. Nitekim Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:

“Muhakkak ki mü'min kimse, herhangi birinizin sefer hâlinde devesini zayıflattığı gibi şeytanını zayıflatır.” (Ahmed)

Bu bakımdan takvâ ehli için şeytanın kapılarını kapatmak zor gelmez. Nöbet beklerse şerrinden sakınmak güç gelmez. Kapılardan zâhir kapıları ve açık günahlara götüren apaçık yolları kastediyorum. Takva sahibi zatlar, ancak şeytanın çözülemez veya çözülmesi zor olan yollarında kayarlar. Müşkil olan mesele şudur: Şeytanın kalbe açılan kapıları pek çoktur. Meleklerinki ise bir tek kapıdır. Kaldı ki bu tek kapı, şeytanın o çok olan kapılarıyla karışmaktadır. Bu bakımdan bu kapılarda kul, yolları çok olan ve hangi yolun nereye gideceği pek kestirilmeyen bir çölde, kapkaranlık bir gecede şaşıp kalan bir yolcuya benzer. Bu yolcu ancak gideceği yolu, basiret gözüyle seçebilecek duruma düşer veya pırıl pırıl parlayan güneşin doğuşuna muhtaç olur.

Burada ki göz ise, takvâ ile temizlenmiş kalptir. Pırıl pırıl parlayan güneş ise, Allah'ın Kitabı'ndan ve Hz. Peygamber'in sünnetinden öğrenilen ilimdir. İnsanı, seçilmesi güç olan yollara hidayet eden ilim. Eğer böyle bir durum mevcut değilse, yollar çok ve karışıktır. Çıkması pek zordur. Abdullah bin Mes'ud (r.a) şöyle rivayet eder:

“Hz. Peygamber (sav) birgün bize bir çizgi çizdi ve şöyle dedi: 'İşte bu çizgi Allah'ın yoludur'. Sonra o çizginin sağına ve soluna birçok çizgiler çizdi ve şöyle dedi: 'Bunlar çeşitli yollardır. Bu yolların herbirinin üzerinde bir şeytan durmakta ve insanları bu yola davet etmektedir'. Sonra şu ayeti okudu: ‘Şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun. (Başka) yollara uymayın. Zira o yollar sizi Allah'ın yolundan ayırır. İşte sakınmanız için Allah size bunları emretti’. (En'âm 153)

İşte ayette geçen 'başka yollar' bu çizgilerdir. Böylece Hz. Peygamber (sav) yolların çokluğunu anlatmış oldu.” (Nesâî , İbn Hanbel, III, 398, İbn Mâce, Sünnet, 1)

Hz. Peygamberin (sav) şöyle dediği rivayet edilmektedir:

“İsrâiloğulları'ndan bir rahip vardı. Onun zamanında şeytan bir kız çocuğunun gırtlağına sarılıp onu boğdu. Yani onu sara hastalığı gibi boğmacaya benzer bir hastalığa müptela etti. Sonra o kızın ailesinin kalbine 'bunun tedavisi ancak rahibin yanında mümkündür' diye ilka etti. Bu bakımdan aile efradı, kız çocuğunu rahibe getirdiler. Rahip ise, onu yanına alıp tedavi etmekten kaçındı. Onlar kızı rahibe kabul ettirinceye kadar yalvardılar. Kız tedavi için rahibin yanında bulunduğu sırada şeytan, rahibe geliverdi. Kıza yaklaşıp cinsî ilişki kurmasını rahibin kalbine vesvese yoluyla ilka etti ve rahip, kızla cinsî münasebette bulununcaya kadar şeytan bu vesvesesine devam etti ve kız, rahipten gebe kaldı. Bu sefer şeytan, rahibe şu vesveseyi verdi: "Ey rahip! Ne yapıyorsun? Şimdi rezil olacaksın! Kızın ailesi sana gelecektir. O halde kızı öldür. Çünkü senin için bundan başka çıkar yol yok! Eğer onlar senden kızın ne olduğunu sorarlarsa, kızın vefat ettiğini söyle". Bunun üzerine rahip, kızı öldürüp gömdü. Sonra şeytan, kızın aile efradına gitti. Onlara vesvese verdi. Kalplerine 'Rahip, kızı gebe bıraktıktan sonra öldürdü ve gömdü' diye ilka etti. Bunun üzerine kızın aile efradı rahibe geldi. Kızın durumunu sordu. Rahip kızın öldüğünü söyledi. Onlar rahibi tutup kızın yerine öldürmek istediler. Bunun üzerine şeytan, rahibe gelip dedi ki: 'Kızı sara illetine müptela eden ve sonra aile efradının kalbine 'rahibe götürün o tedavi eder' fikrini atan benim. Bu bakımdan bana itaat edersen, seni onlardan kurtarırım'. Rahip 'Nasıl ve ne ile sana itaat edeyim?' dedi. Şeytan 'Bana iki defa secde et!' dedi. Bunun üzerine rahip, şeytana iki secde yaptı! Şeytan, rahibe şöyle dedi: 'Ben senden beri ve uzağım'.

İşte bu rahip hakkında Allah Teâlâ, Haşr sûresinin onaltıncı ayetinde şöyle buyurmuştur:
(Yahudileri savaşa teşvik etme hususunda münafıkların hâli) şeytanın hâli gibidir. Hâni insana 'kâfir ol!' demişti de o insan kâfir olunca 'Ben senden beriyim. Çünkü ben âlemlerin rabbi Allah'tan korkarım' dedi.” ( İbn Ebî Dünya, İbn Merduveyh, {mürsel olarak})

Şimdi şeytanın hilelerine, rahibi nasıl bu büyük günahları işlemeye mecbur ettiğine dikkatle bak! Bütün bunlar bir sebepten doğmuştur. O da rahibin şeytana itaat edip cariyeyi tedavi etmek için yanına kabul etmesidir. Bu 'kabul ediş' kolay görünür. Hatta bunu kabul eden, çoğu zaman bunu hayır ve hasene olarak görür ve şeytan gizli bir heva ile kendisine bunu güzel gösterir ve o da bunu hayır işleyen bir kimse gibi yapar. Ondan sonra iş kendisinin ihtiyarından çıkar ve bir kısmı diğer bir kısmını çekip davet eder. Öyle ki artık kurtuluş yolunu bir türlü bulamaz. Bu bakımdan işlerin başlangıçlarını zâyi etmekten Allah'a sığınırız! Buna Hz. Peygamber şu hadîs-i şerîfiyle işaret buyurmuştur:

“Kim korunun etrafında dolaşırsa, oraya girmesi pek yaklaşır!” (Buhari-Müslim)

“Takvâya erenler var ya, onlara şeytan tarafından bir vesvese dokunduğunda (Allah'ın emir ve yasaklarını) hatırlayıp hemen gerçeği görürler.” (A'raf 201)

Allah Teâlâ bu durumla, muttaki bir kimseyi tahsis etmiştir. Bu nedenle şeytanın misâli, aç olan ve sana yaklaşmak isteyen bir köpeğin durumuna benzer. Eğer senin önünde ekmek ve et yoksa ona 'hoşt' demek sûretiyle köpek geri çekilir, sadece 'hoşt' demek onu ürkütür.

Eğer önünde et varsa, o da acıkmış bir durumdaysa, sadece hoşt demekle geri çekilmez ve ete saldırır. Bu bakımdan şeytanın azığından boş olan bir kalpten şeytan sadece zikirle uzaklaşır. Şehvet kalbe galip geldiği zaman, zikrin hakikatini kalbin etrafına kaydırır ve böylece zikir kalbin merkezinde istikrar bulmaz ve şeytan gelip kalbin merkezinde karar kılar. Hevâ-i nefis ve kötü sıfatlardan tertemiz ve boş bulunan muttaki kimselerin kalplerine gelince, şeytan bu kalplere şehvet vardır diye değil de zikirden gafil olduğu için ansızın gelmektedir. Ne zaman bu kalbin sahibi zikre dönüş yaparsa, şeytan geri çekilir. Bunun delili şu ayettir:

“Kur'an okuduğun zaman o kovulmuş şeytandan Allah'a sığın!” (Nahl 98)

Zikir hakkında vârid olan diğer ayet ve hadîsler de yukarıdaki ayet gibi bunun delilidirler.

“Ömer (r.a) bir yola giderse, muhakkak şeytan o yolu değiştirip başka bir yola gider.” (Buhârî, Müslim, Fezâilü’s-sahâbe, 22)

Bunun hikmeti şudur: Ashab-ı kirâmın kalpleri şeytanın mer'asından ve şehvetlerden tertemizdi. Bu bakımdan şeytanın senden uzaklaşmasını, mücerred zikir ile sağlamayı Hz. Ömer'in (r.a) sağladığı gibi sağlamak istersen, bu isteğin muhâldir ve sen âdeta kaba maddelerden mideyi boşaltmadan önce ilaç içmek isteyen bir kimseye benzemiş olursun. Oysa mide, kaba yemeklerle doludur. Buna rağmen midesini boşalttıktan sonra ilacı alıp da fayda gören bir kimse gibi, ilacın kendisine fayda vermesini ümit eder. Zikir ise ilaçtır, devâdır. Takva ise mideyi kaba maddelerden boşaltmak mânâsına gelen “ihtima”, yani kalbi şehvetlerden boşaltmaktır. Bu bakımdan zikir, temizlenmiş bir kalbe indiği zaman, yemeklerden boşalmış mideye ilacın inmesiyle hastalığın ortadan kalktığı gibi, şeytan ortadan kalkar ve uzaklaşır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

“Şüphesiz ki bunda aklı olan veya hazır bulunup kulak veren kimseler için bir öğüt vardır.” (Kaf 37)

“Onun (şeytan) hakkında şöyle yazılmıştır: Kim onu yoldaş edinirse bilsin ki (şeytan) kendisini saptıracak ve alevli ateşin azabına sürükleyecektir.” (Hac 4)

Ameliyle şeytana yardım eden bir kimse şeytanın yardımcılarından ve dostlarındandır, diliyle Allah'ı zikretse bile... Eğer "Mutlak bir şekilde 'zikir şeytanı kovar' diye bir hadîs vârid olmuştur" dersen, bu takdirde şeriatın umumî ahkâmının çoğunun din âlimlerinin naklettikleri birtakım şartlarla ilgili olduğunu anlayamamışsın demektir! Bu bakımdan nefsine bak! Çünkü işitmek, gözle görmek gibi değildir. Düşün! Senin zikrin ve ibadetinin zirvesi namazdır. Namazda olduğun zaman kalbini murâkabe et! Bak şeytan onu nasıl çarşı ve pazarlara çekmektedir. Âlemin hesabına nasıl kaydırmaktadır! İnatçı kimselerin, cevabına nasıl götürmektedir! Hatta sen dünyanın fuzulî meselelerinden unuttuklarını bile namazda hatırlarsın ve şeytan namaza başladığın zaman senin kalbini karıştırıp saldırır.

Bu bakımdan namaz kalplerin mihenk taşıdır. Namazı kılarken kalplerin iyilikleriyle kötülükleri belirir. O halde dünya şehvetleriyle ağzına kadar dolu bulunan kalplerden namaz kabul olunmaz. Şek ve şüphe yok ki şeytan senden uzaklaşmaz. Aksine çoğu zaman vesvesene vesvese katar. Tıpkı mide boşaltılmadan önce alınan ilacın fayda vermemesi, üstelik hastalığın üzerine hastalık getirmesi gibi. Eğer sen şeytandan kurtulmayı istiyorsan takva yoluyla manevî mideyi boşalt. Sonra hemen onun akabinde zikir ilacı ile tedavi ol! Böylece şeytan, Hz. Ömer'den kaçtığı gibi senden kaçacaktır. Bu sırra binaen Vehb b. Münebbih şöyle demiştir: 'Allah'tan kork! Gizlide şeytanın dostu olduğun halde, açıkta ona küfretme.'

Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

“Rabbiniz şöyle buyurdu: Bana dua edin, kabul edeyim.” (Mü'min 60)

Oysa sen Allah'ı çağırıyorsun, o sana cevap vermiyor ve Allah'ı andığın halde şeytan senden kaçmıyor. Zira zikrin ve duanın şartları ortada yoktur!

İbrahim b. Edhem'e şöyle denildi: "Neden biz Allah'a dua ediyoruz da Allah bizim duamızı kabul etmiyor. Oysa Allah Teâlâ 'Beni çağırınız! Sizin duanızı kabul edeyim' buyurmuştur". İbrahim b. Edhem cevap olarak 'Çünkü sizin kalpleriniz ölüdür de ondan' dedi, 'Acaba kalplerimizi öldüren nedir?' diye soruldu. O da şöyle cevap verdi: 'Kalplerinizi öldüren sekiz haslettir:

1.Siz Allah'ın hakkını biliyorsunuz, fakat yerine getirmiyorsunuz.

2.Kur'an'ı okuyorsunuz, fakat onun emirlerini tatbik etmiyorsunuz.

3.'Biz Hz. Peygamberi seviyoruz' diyorsunuz, fakat sünnetine göre amel etmiyorsunuz.

4.'Ölümden korkarız' diyorsunuz, fakat ölüm için hazırlık yapmıyorsunuz.

5.Allah Teâlâ ‘Çünkü şeytan, sizin düşmanınızdır, siz de onu düşman sayın.’ (Fatır 6) buyurmuştur. Siz ise günahlar hususunda şeytana uyuyorsunuz.

6.'Biz ateşten korkuyoruz' diyorsunuz, oysa bedenlerinizi ateşte helâk ediyorsunuz.

7.'Biz cenneti seviyoruz' diyorsunuz, oysa cennet için hiçbir amelde bulunmuyorsunuz.

8.Yataklarınızdan kalktığınız zaman, ayıplarınızı sırtınızın arkasına atıyorsunuz. Halkın ayıplarını getirip önünüze seriyorsunuz. Böylece Rabbinizi gazaba getiriyorsunuz! Acaba durum böyle iken Rabbiniz sizin duanızı nasıl kabul edecektir?'

9. ZİKİR ANINDA VESVESELERİN TAMAMEN YOK OLUP-OLMAYACAĞI MESELESİ

Kalpleri murakabe eden âlimler, kalbin sıfat ve acaipliklerine bakan müdekkikler bu meselede beş gruba ayrılmışlardır:

1.Bir grup şöyle dedi: Vesvese Allah'ın zikriyle kesilir. Çünkü Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:

“Allah anıldığı zaman şeytan tahannüs eder.” (İbn Ebî Dünya, İbn Adîy) Tahannüs susmak demektir. Sanki şeytan susar!

2.Diğer bir grup 'Vesvese tamamen yok olmaz. Ancak kalpte tesiri olmaksızın cereyan eder. Çünkü kalp Allah'ın zikriyle kaplandığı zaman, vesvese ile müteessir olup etkilenmekten perdelenir.

3.Başka bir grup dedi ki: 'Vesvese yok olmaz. Eseri de ortadan kalkmaz. Fakat kalbe galebe çalması mümkün olmaz. Sanki uzaktan ve zayıf bir şekilde kalbe vesvese gelir'.

4.Diğer bir grup dedi ki: 'Vesvese, zikir anında bir anda yok olur. Diğer bir anda zikir yok olur, vesvese ile zikrin yok oluşları yakın aralıklarla birbirlerini takip edişleri yakın olduğu için âdeta yarışma halinde oldukları zannedilir. Bu tıpkı yüzeyinde çeşitli noktalar olan bir küre gibidir. Sen o küreyi süratle çevirdiğin zaman o noktaları süratle gezer görürsün ki onlar hareketten ötürü birbirlerine bitişmişlerdir'. Bu grup şeytanın zikir anında sustuğunu bildiren hadîsle istidlal etmişlerdir. Oysa biz, zikirle beraber vesveseyi aynı zamanda müşahede ederiz. Bu bakımdan bunun çıkar tarafı bundan başkası değildir.

5. Diğer bir grup dedi ki: 'Vesvese ile zikir, daimi bir şekilde, kalpte sonu gelmeyen bir yarışma halindedirler. Nasıl insanoğlu bazen aynı halde iki gözü ile iki şeyi görüyorsa, öylece kalbi de aynı halde iki şeyin cereyan merkezi olur'. Nitekim Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:

“Her kulun dört gözü vardır ikisi başındadır. Onlarla dünyasının işlerini görür. İki gözü de kalbindedir. Onlarla dininin işlerini görür.” (Deylemî)

Hâris el-Muhâsibî de bu görüşü tercih etmiştir. Bize göre sıhhatli fetva şudur: Bu görüşlerin hepsi de doğrudur. Fakat vesvesenin bütün sınıflarını kapsamaktan uzaktırlar. Bu görüş sahiplerinin her biri vesvesenin bir sınıfına bakıp ondan haber vermiştir. Oysa vesvese birkaç sınıftan ibarettir:

1. Vesvesenin, hak sûretinde gelmesidir. Zira şeytan bazen hak sûretinde gelerek insanoğluna der ki: 'Lezzetlerle nimetlenmeyi terk ediyorsun, oysa hayat uzundur. Hayat boyunca lezzetleri terk etmek büyük bir elemdir'. İşte bu vesvese ânında insanoğlu Allah'ın büyük hakkını, büyük sevap ve cezasını hatırladığı ve nefsine 'şehvetleri bırakmak zordur ama ateşe sabretmek bundan daha zordur ve bunlardan muhakkak birisini yapmak lâzımdır' dediği zaman şeytanın vesvesesi yok olur. Yine kul, Allah'ın va'dini ve vaîdini hatırladığı, imanını ve yakînini yenilediği zaman, şeytan susar ve geri kaçar.

Yine şeytan kişinin amellerini beğenmekle de kişiye vesvese vererek der ki: 'Senin Allah'ı tanıdığın gibi hangi kul Allah'ı tanır? O'na ibâdet ettiğin gibi hangi kul ibâdet eder? Bu bakımdan Allah nezdindeki makamın çok büyüktür!' Böyle bir vesvese ânında kul, marifetinin, kalbinin ve amellerinde kullandığı âzâlarının ve ilminin Allah Teâlâ'nın yarattığı şeyler olduğunu hatırlar, bunu hatırladığı zaman artık bunlarla mağrur olması düşünülemez. Böylece şeytan susar. Çünkü şeytanın ona 'Bunlar Allah'tan değildir' deme imkânı yoktur. Çünkü böyle dediği takdirde, kulun marifet ve imanı onu şiddetle reddeder, işte bu da vesvesenin diğer bir çeşididir.

2. Vesvesenin heyecan ve şehvetin tahrikinden gelmesidir. Bu tür vesvese kulun yakînen günah olduğunu bildiği ve zann-ı galib ile günah olduğunu zannettiği kısımlara ayrılır. Eğer yakînen günah olduğunu biliyorsa, şeytan şehvetin tahrikine tesir eden heyecanı veremez. Fakat heyecan vermekten tamamen uzaklaşmaz. Eğer günah olduğunu zan ile biliyorsa, bu takdirde bazen müessir olarak kalır, öyle ki onu defetmekte mücâhede etmeye insanoğlu mecbur kalır. Bu bakımdan vesvese mevcuttur. Fakat galebe çalacak vaziyete gelmeden defedilir.

3. Vesvesenin mücerred hâtırat ve insanoğlunda galip olan hallerin hatırlanmasından olmasıdır. Mesela; namazda namazın dışında bir şey düşünmekten gelmesidir. Bu bakımdan kişi zikre yöneldiği zaman bu vesvesenin bir an gidip, başka bir an geri gelmesi, yine gidip yine gelmesi tasavvur edilebilir. Böylece zikir ile vesvese birbirini takip eder ve ikisinin yarışmaları da düşünülebilir. Hatta insanın anlayışı okunanın mânâsını anlamasıyla o hâtıratı birden kapsaması sanki bunların her biri kalbin başka bir yerinde imiş gibi düşünülebilir. Kalbe gelmeksizin tamamen bu vesvesenin kaldırılması cidden uzak bir ihtimaldir. Fakat muhal değildir. Çünkü Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:

“Kim benim aldığım şu abdest gibi abdest alır da sonra kalkıp iki rek'at namaz kılıp, o iki rek'at namaz esnasında kalbine dünyanın hiçbir işi gelmez ve vesvese yapmazsa, o kimsenin geçmiş günahları bağışlanır.” (Buhârî, Vudû’, 24; Müslim, Tahâret, 3)

Eğer vesvesenin tamamının ortadan kaldırılması düşünülmeseydi, Hz. Peygamber (sav) böyle der miydi? Ancak vesvesenin tamamen ortadan kalkması, Allah'ın sevgisinin galip gelip aklını kaybetmiş bir kimse gibi olan insan hakkında düşünülebilir.

Zira biz kalbi bir düşman ile meşgul olan kimseleri görüyoruz ki düşmanıyla nasıl mücadele edeceği hususunda uzun bir tefekküre dalmaktadır. Öyle ki düşmanıyla yapacağı mücadeleden başka onun kalbine bir şey gelmemektedir.

Muhabbete dalan bir kimse de böyledir. Bazen kalbiyle mahbubunun muhaveresine dalar. Onun düşüncesiyle gark olur. Öyle ki sevdiğiyle konuşmaktan başka onun kalbine bir şey gelmez. Eğer başkası kendisiyle konuşursa dinlemez, önünden başkası geçerse sanki onu görmez.

Bir düşmanın korkusu bu derece düşündürürse, mal ve rütbeye karşı harislik ânında böyle bir dalış muhal değil ise, acaba ateş korkusundan, cennete olan iştiyaktan ötürü böyle bir derece neden düşünülmesin? Fakat bu derece, Allah'a ve son güne iman etmek (çoğu insanlarda) zayıf olduğu için pek nadir görülen bir derecedir.

Kısacası bir anda veya bir saatte şeytandan kurtulmak uzak bir ihtimal değildir. Fakat ömür boyu şeytandan kurtulmak cidden uzak bir ihtimaldir ve varlık âleminde muhaldir. Eğer herhangi bir şahıs hâtırat ve rağbeti tahrik etmekten ötürü meydana gelen şeytanın vesveselerinden kurtulmuş olsaydı mutlaka Hz. Peygamber (sav) kurtulurdu. Oysa rivayet ediliyor ki, Hz. Peygamber namazın içinde sırtındaki elbisenin nişanlarına baktı. Selâm verdiği zaman, o elbiseyi sırtından çıkarıp attı ve şöyle dedi: 'Bu elbise beni namazda meşgul etti' ve devamla şunları söyledi:

“Bunu Ebu Cehm'e götürün. Bana Ebu Cehm'in enbicaniye'sini (bir nevi elbise) getirin'.” (Buhari Salat 14, Müslim Mesacid 61)

Hükemadan birisi şöyle demiştir: 'Şeytan günahlar yönünden Âdemoğlu'na başvurur. Eğer Ademoğlu bu yönden kendisine itaat etmezse, nasihat yönünden ona gelir, onu bir bid'ate götürünceye kadar devam eder. Eğer burada da âdemoğlu şeytana itaat etmezse, bu sefer şeytan kendisine sakınma ve takva yönünden şiddete başvurmayı (aşırı davranmayı) emreder. Öyle ki insanoğlu haram olmayan şeyleri bile haram bilir, eğer burada da şeytana itaat etmezse şeytan onu abdest ve namazından şüpheye düşürür. Öyle ki, vesveseli kimse ilmin dairesinden çıkar, eğer burada da şeytana itaat etmezse, bu sefer şeytan kendisine iyi amellerini hafif gösterir. Hatta insanlar onu sabırlı ve iffetli olarak görürler. Kalpleri ona meyleder. Bu sefer o da nefsine mağrur olur ve böylece helak olup gider! Bu durum meydana geldiği zaman ihtiyaç oldukça katılaşır.  Çünkü bu, derecelerin sonudur ve şeytan bilir ki eğer bu kul bu dereceyi de geçerse, yakasını kendisinin elinden kurtarıp cennete varacaktır'.

Tarikat-ı Muhammediyye adlı eserinde  İmam Birgivi bu durumu aşağıdaki gibi tasvir etmektedir:

“Muhakkak ki şeytan, bizim üzerimize musallat edilen bir köpektir. Onu bizden geri çevirmesi için Rabbimize yönelmemiz gerekir. Sonra da onun davetine değer vermeyerek küçümsememiz, bize geldikçe kovmamız, onunla savaşmak ve cevap vermekle meşgul olmamamız gerekir. Zira şeytan, havlayan bir köpek gibidir. Ona doğru yöneldikçe şiddetini artırarak saldırır. Ondan yüz çevirdiğinde ise susar.

Ondan yüz çevirdiğimiz halde hala susmadıysa, bizim direnişimiz ve kuvvetimizdeki sadakatimizin görülmesi için, bunun Allah Teala’dan (cc) bir imtihan olduğu kanaati bizde galip olur. Nasıl ki Allah Teala (cc) kafirleri ve şerlerini defetmeye gücü yettiği halde onları bize musallat eder ki, cihad ve sabırdan bizim de (sevap) hissemiz olsun.

Allah Teala (cc) buyuruyor ki: “Yoksa Allah içinizden cihad edenleri belli etmeden, sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete gireceğinizi mi sandınız?” (Al-i İmran 142)” (Tarikat-ı Muhammediyye, İmam Birgivi, Kalem Yayınevi, Sayfa 238)

10. SONUÇ  

Ø  Vesvese , “şeytanın veya nefsin insana kötü ve zararlı telkinde bulunması, şeytandan yahut nefisten gelen, insanı dine aykırı aşırı davranışlara yönelten telkin” demektir.

Ø  Kalpte iki his vardır. Hissin biri melek tarafındandır ki, hayra teşvik etmek ve hakkı tasdik etmek şeklinde olur. Hissin diğeri ise düşman (yani nefis ve şeytan) tarafındandır ki, şerre teşvik etmek, hakkı yalanlamak ve hayırdan alıkoymak şeklinde olur.

Ø  Şeytan kalbe şehvet, hased, öfke, dünya sevgisi, makam sevgisi, servet biriktirme isteği, çok yemek, tamahkarlık, acelecilik, hizipçilik, suizan gibi bir çok sebeple girebilir.

Ø  İnsan vesvesenin istek dışı aniden kalbe gelen kısmından sorumlu değildir. Ancak kendisi aklına gelen şerri tasdik edip iç dünyasında karar haline getirirse mesul olur.

Ø  İstiaze ve zikirle şeytanın kalpten uzaklaşması beklenir. Ancak eğer kalp şehvetlerle dolu ise bunlar fayda vermez. Bu nedenle öncelikle kalbin şehvetlerden temizlenmesi gerekir. Şehvetlerden temiz olan bir kalpte zikir olduğu zaman şeytan o kalbi terk eder.

Ø  İnsan şeytan mücadelesi ömür boyu devam eder. Bazen şeytan üstün gelir bazen insan. Müslüman ümitvar olup mücadelesine devam etmelidir.

11. VİDEO

Şeytanın Hileleri [Nouman Ali Khan]

https://www.youtube.com/watch?v=PtxAe0q2Rgw

 

 

 

 

 



[1] “Şeytana böyle bir uygulamanın yapılmasının iki önemli sebebi vardır: Birincisi, şeytana tükürerek ona hakaret etmek, kızdırarak, küstürerek huzurdan kovmaktır. Diğeri de, insanın psikolojik olarak rahatlamasıdır. Çünkü bu şeytana karşı insanın içini boşaltması, ona olan düşmanlığını açıkça ilan ederek ciddi bir tedbir alması ve hiçbir yakınlığının olmadığını bildirmesidir. Buradaki tükürme işlemi sadece “Tu, tu” diyerek de yerine getirilebilir.” http://www.ahmedkalkan.com.tr/kavram-tefsiri/item/343-vesvese.html

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Dersler